Öncelikle herkesten özür diliyorum! Böyle, insanın kanını donduracak, münasebetsiz bir başlık atmayı hiç istemezdim. Ama bu yazıyı okutmanın ve dikkatinizi “kan vermekten” daha fazlasına, “can vermeye” çekebilmenin başka yolu yoktu! İzmir’i, İzmirliyi başka bir kutsal göreve davet için buna mecburdum. Yoksa, Foça’daki hainliğin üstüne tokat gibi inen “yerel refleks”in önünde, bir Türk olarak, elbette minnet ve şükranla eğiliyorum. Sizi ayrıntıya boğmadan, “can vermek” dediğim “organ nakli ve bağışı” için “bekleyen insanların çaresizliğe yakın halleri”nden bahsetmek istiyorum. Önce Türkiye’de sistemin nasıl işlediğini hatırlayalım: “Hastanelerden çıkan kararlar, Bölge Koordinasyon Merkezleri’ne (BKM) bildiriliyor. Ardından bu kararlar, Ulusal Koordinasyon Merkezi’ne (UKM) ulaşıyor ve burada nakil sıralaması yapılıyor. Sorun yokmuş gibi görünen sürecin ‘bekleme dönemi’, yani hasta ve yakınları için ‘bitmek bilmeyen zaman dilimi’ işte bu noktada başlıyor...” Nakil için esas alınan üç şey var: “Kan grubu, boy-kilo yakınlığı ve verici ile nakil yapılacak kişinin vücut yapısı arasındaki uyum. Ama (neredeyse) hepsinden önemlisi, verici kişinin beyin ölümünün gerçekleşmiş olması ve ailesinin -zaten bağışlanmış organın- naklini kabul etmesi...” Süreç burada düğümleniyor. Mevzuata göre, “kişinin sağlığında, özgür iradesiyle bağış yapmış olması yetmiyor, kanunen yasal mirasçısı konumundaki kişilerin de onayı gerekiyor.” Vatandaşımızın organ bağışı konusundaki mesafeli duruşu malûm. Diyanet’ten 80’lerde yapılmış -tek dozluk ve yetersiz- bir açıklamaya rağmen, organ bağışını hâlâ günah kabul eden de var, “çıkmadık candan umut kesilmez” diyerek, “beyin ölümünün ne demek olduğunu anlamaya yanaşmadan”, hastası hayata dönecek umuduyla bekleyen de... Oysa bu iş, zamana karşı bir yarış. Her şey uygun olduğunda ve yolunda gittiğinde, kalbin 6 saat, karaciğerin 12 saat, böbreğin ise 18 saat içinde nakli gerekiyor. Ve genellikle de sonuç, kimseye fayda sağlamayan, kimseyi mutlu etmeyen bir resim. Hem de yok yere... Hem de yitirdiğimiz 1 can, 7 kişiye can verebilecekken... Konunun içinde olanlardan öğrendiğim bir diğer çarpıcı ve can sıkıcı gelişme ise, son aylarda Ankara ve Antalya’da yaşanan (ve medyanın da sınıfta kaldığı) “el, kol, bacak nakli” ameliyatlarına ilişkin talihsizliklerin, zaten ite-kaka yürüyen organ bağışında bulunma niyetlerini “bıçakla keser gibi” bitirmiş olması. Örneğin, geçen sene sadece Ege Üniversitesi’nde 25 kalp nakli yapılmış. Bu sene aynı sayı, ağustos ayını bitiriyor olmamıza rağmen henüz 4... Acil nakil bekleyenlerin dışında, yüzlerce de makinede nakil bekleyen hasta var. Ne yazık ki, bu tip kalp rahatsızlıklarında nakil, tek seçenek. Gelin, İzmir olarak, “kan vermekten fazlasını yapalım”; bu kez “can verelim.” Bugüne kadar görülmemiş bir “Organ Bağışı Seferberliği” başlatalım. Yine kuyruklar oluşsun ilgili merkezlerin önünde. Hasta yakınlarını bilinçlendirecek, rehberlik ve rehabilitasyon toplantıları düzenleyelim. “Ölünün de miras olduğu” fikrini, “yaşama şansı olanlara son bir hizmet” anlayışıyla harmanlayalım biraz. Sosyal medyayı ateşleyelim. Bir de, Başbakan ve Cumhurbaşkanımızın hasta yakınlarının attığı maillere “alıcı gözüyle” bakmalarını isteyelim. “Kanaat önderi” sıfatıyla, Ramazan ayı bitmeden, çıkıp iki çift yönlendirici lâf etmelerini dileyelim. Haydi İzmir, “bu yazıyı sahipsiz bırakma...”