“Söz hakkı, yönetime katılım, paylaşım, geri-bildirim, ortak akıl” gibi kavramlarla kırkından sonra tanışanlar, bu sosyal araçları kullanmak konusunda beceriksiz kalıyorlar. “Dayanışma ve örgütlenme” bilincinin çocuk yaşlarda aşılanamadığı toplumlarda, “ne oldum delisi” kültürünün patlaması, bu sebeple doğal karşılanıyor. Bu bireysel eksikliğin, kurumsal heyecanları beslemesi konusunda ise elbette karnemiz pek parlak değil. Örneğin bizde “meslek odaları” geleneği, kendi işinin dışındaki her şeye burnunu sokmak ve “uysa da uymasa da” kendini yetkin ve yetkili görmek hastalığı ile malul olarak boy atmıştır. (Dostlarımın gülmece anlayışına sığınarak) Ziraat Mühendisleri Odası’nın diş fırçaları, Makine Mühendisleri Odası’nın döşemelik kumaşlar, İnşaat Mühendisleri Odası’nın alkollü içkiler ve Tabip Odası’nın ise çalar saatler hakkında görüş bildirmek ısrarı, bu ıskalanmış gündemin tuhaf yansımaları olarak karşımıza çıkar. Zengin ve çeşitlendirilmiş bir toplumsal duyarlılık, elbette kaçınılmaz bir aydın sorumluluğudur. Ama bu kurumlar, “kendi meslek mensuplarının gereksinimlerine odaklanmak ideal ve görevinden uzaklaştıkça, sıradanlaştıklarının farkında mıdırlar?”
Gelelim İzmir Tabip Odası seçimlerine... Acaba İzmir Tabip Odası’nın gündemi, güncele yeterince yakın mı? Yelpazenin her tarafından hekim dostlarımla sohbet ediyorum; herkesin kafası bir hayli karışık. Adayların medya ile olan ilişkilerine, bilgilendirme ve şeffaflık becerilerine bakıyorum; vasatı bile bulmuyor. Bu duygular içindeyken, seçimlere “Demokratik Katılımcı Hekimler” ismiyle giren grup adına, Dr. Fatih Sürenkök’ten bir mektup aldım. Bazı satırları paylaşmak isterim:
“...Son dönemlerde İzmir Tabip Odası’nı yönetenlerin iktidarın sağlık alanındaki yaptırımlarına karşı yeterince direnç gösteremediğini, sorunlarımıza ilgisiz kaldığını, başta hekimler olmak üzere tüm sağlık çalışanları ve halkımızın bilinçlendirilmesi, örgütlendirilmesi ve onlara önderlik yapılması konusunda yetersiz kaldığını üzülerek yaşadık. Sadece hekimlere SMS ve mail göndererek, basın açıklamaları yaparak İzmir’in en köklü ve önder olmuş Oda’sının yönetilemeyeceğini gördük. Çevresi ve hekimlerle kavgalı, diğer meslek odaları ile bir araya gelemeyen, kente ait ortak projeler üretemeyen, komisyonları çalıştırılmayan bir oda istemiyoruz. Söz veriyoruz; Oda’yı sadece hekimlerle yöneteceğiz. Paydamız siyasi düşüncelerimiz değil Hekimin, Halkın ve Kentin çıkarı olacaktır. İzmir Tabip Odası hekimlerindir ve onlarla yönetilmelidir. İzmir Tabip Odası demokrasiye inanır; kapısı da kürsüsü de herkese açık olacaktır...”
Yazımda bir denge kurabilmek için, “Hekim Güçbirliği” adına yönetime aday olduklarını açıklayan Op. Dr. Suat Kaptaner’in de bazı açıklamalarını bulup buluşturdum; onlara da yer vermek istiyorum:
“İzmir’deki 9 bin oda üyesini temsil edebilecek özenle hazırlanan bir aday listemiz var. Bu konuda çok iddialıyız. İddiamız sadece İzmir için de değil. İzmir Tabip Odası seçimlerini kazanarak, haziran ayında yapılacak Türk Tabipleri Birliği seçimlerini de bizim görüşlerimiz doğrultusunda bir ekibin kazanması için mücadele edeceğiz...”
Vaatler, kulağa hoş geliyor değil mi?
Dertleştiğim, meslek büyüğü bir hekim ise altına imza atabileceğim en doğru cümleleri kurdu sanki; “Hekimlerin, beyaz önlüğü onurla ve güvence içinde giyebilmeleri esastır. Meslektaşlarımın, önceliği ulusalcı, demokrat ve başka başka önlüklere vermelerini anlamlı bulmuyorum...”
“Adâbıyla Rakı ve Çilingir Sofrası...” Sonraları birçok benzeri yazıldı ama, sadece “benzeri” olabildiler. Bazı kitaplar tribüne oynadı, gurme sayfalarında açılan tartışmalara malzeme oldu, eridi gitti. Baktılar ki okunuyor, kendini olduğundan fazla biliyor göstermeye eğilimli kalemler de sofra lezzeti üstüne yazıp çizdiler. Yazılanlar satıldı; satıldıkça yenilerini yazdılar. Son yıllarda yemek ve içki kültürüne karşı büyüyen merak, böylelikle moda bir alışverişin “yükselen değerler” gündemine oturuverdi. Hâl böyle olur da Egeli kalemler eksik kalır mı? Serde keyfine düşkünlük var! Onlar da başladılar çiziktirmeye; şaraptan zeytinyağına kadar... Bir bakıma fena da olmadı. Zamanın şaşmaz terazisinde ağır basanlar, kütüphanelerde referans kitap olarak yerlerini alacak; meselâ Rakı Ansiklopedisi gibi... Diğerlerinin akıbeti meçhul. İçinde, 1941 İzmir doğumlu olduğu yazıyor, Vefa Bey’in. Birinci baskıyı, 1994’te almışım. Satırlardaki samimiyetle tadımlık bir kucaklaşmaya davet ediyorum sizleri;
“Efendim!... Eski meyhaneler küflü şarap kokardı, buram buram... Bu küflü şarap kokusunda, kaymak gibi ‘torik lakerdası’nın sihirli kokusunu, tuzunun ipeksi letâfetini, tatlı (kırmızı) soğanın ihtişamlı kokusunu bulabilirdiniz. Kurutulmuş ‘uskumru çirozu’nun ekşimtrak yanık kokusu, sirkenin buruk, terenin yumuşacık kokusu vardı bu küflü şarap kokusunda. Küflü şarap kokusunda, saman ateşi dumanının isinde pişerek hazırlanmış (balık pastırması) ‘Likorinoz’un, ‘tuzlu sardalya’nın, genellikle hamsi, bazen çaça balığından yapılan (tuzlu yağlı) balık ezmesi ‘ançuvez’in kokuları da vardı biraz. Biraz da orta yağlı beyaz peynirin kokusu... Çokca da anason kokusu!... Midyenin tavası ayrı kokardı, cevizli taratoru ayrı. ‘Tarak’lar ayrı, ‘istridyeler’ ayrı, ‘kerevides’ler ayrı. Midyenin salatası, dolması, pilakisi, apayrı kokardı küflü şarap kokusunda. Kızarmış bir dilim ‘francala’ üzerine sürülmüş ‘Polonezköy’ tereyağıyla, ‘gravyer peyniri’nin kokuları perde perde yükselirdi bu özgün ‘koku armonisi’nde... Sıradaki kokuya dikkatinizi çekmek durumundayım, çünkü, —önce tuzlanarak, sonra kum ocağında özenle kavrulmuş (kabuklu) beyaz sakız leblebisi ‘İstragalya’nın kokusu, bir âbide gibi yükselirdi küflü şarap kokusunun göbeğinde...”
Limandan Kıbrıs Şehitleri’ne girdiğinizde, sağ kolu takip ederek yürümeye devam edin. “Küflü şarap” kokusunu garanti edemem ama, barba ve meyhane kültürünü her gün biraz daha avucunun içine alan bir ekip sizi Dionysos’ta bekliyor olacak. Fazla söze de gerek yok. Lezzet meraklılarına, Miko Cenap’ı da Erol Yafe’yi de tanıyanlara; “onların eli değdi” dersem, yetecektir. “Meyhaneye karın doyurmaya gidilmez. Sıcak ana yemek ve tencere yemekleri bulunmaz” ritüeli korunduğu için, burada yiyecekleriniz ve içecekler yerlerini kelimelere ve kavramlara bırakmış. İçkinin yanında çeşidi çok, miktarı az mezeler sunuluyor. Listeden değil, görerek tepsiden seçiyorsunuz. “Sofra donatmak” lâfı eyleme dönüşüyor.
Demem o ki, “müziği, resmi, sofrayı, sohbeti, edebiyatı...” kısacası “bâdeye revnak” veren her şeyi alaşağı edip sıradanlaştırmak için yarışırken, basit ticari kaygıların peşine düşüp, eski güzellikleri bir bir tüketirken ve henüz iş işten geçmemişken, siz Kitap Fuarı’ndan çıkıp, “Ouzeri”ye nasıl uğrayacağınızı düşünün; kabul buyrulursa, Kitap Fuarı münasebetiyle ben de bu yazıyı yazmış olayım...
Üstelik, savaşın orta yerinde ses getirmesinin sebebi, Chaplin’in ilk sesli filmi oluşu da değildir...
1997 yılında, Amerika Birleşik Devletleri Kongre Kütüphanesi tarafından “kültürel, tarihi ve estetik olarak önemli” filmler arasına seçilerek Ulusal Film Arşivi’nde korunmasına karar verilen bu çarpıcı yapımda, Chaplin’in canlandırdığı Adolf Hitler’in kişiliğinde Nazizm ve Diktatörler, usta oyuncu tarafından “ağzını korkak alıştırmadan” yerden yere vurulur. Hele filmin sonunda, yaklaşık 4 dakika süren bitiş konuşması vardır ki, hâlâ taze ve güncel kalabilmiş olması, insanlığın bir arpa boyu ilerleyemediğini göstermesi bakımından da yaman bir çelişkidir. Konuşmanın bazı bölümlerini paylaşmak istiyorum:
“Üzgünüm. Ama ben imparator olmak istemiyorum. Bu benim işim değil. Kimseye hükmetmek ya da boyun eğdirmek istemiyorum. Elimden gelirse herkese yardım etmek isterim. Bu dünyada herkese yetecek yer var ve toprak hepimizin ihtiyacını karşılayacak kadar bereketli. Ama biz doğru yoldan çıktık. Açgözlülük insanların ruhunu zehirledi. Dünyayı bir nefretle kuşattı. Hızımızı arttırdık, ama bunun tutsağı olduk. Bolluk getiren makineleşme bizi yoksul kıldı. Bilgimiz bizi saygısız ve yobaz yaptı. Çok fazla düşünüyoruz ama çok az hissediyoruz... / ...Beni duyanlara sesleniyorum: Umutsuzluğa kapılmayın! Üstümüze çöken bela, vahşi bir hırsın ve insanlığın gelişmesinden korkanların duyduğu acının bir sonucudur. Nefret geçer, Diktatörler ölür. Halktan aldıkları iktidar halka geri döner... Son insan ölene kadar özgürlük asla yok olmayacaktır... / ... Kendinizi bu zorbalara teslim etmeyin. Sizi hakir gören ve esir eden, size ne yapmanız, ne düşünmeniz, ne hissetmeniz gerektiğini emredenlere, sizleri bir hayvan terbiye eder gibi şartlandırıp topun ağzına sürenlere boyun eğmeyin. Bu insanlıktan çıkmış beyni ve kalbi makineleşmiş kişilere teslim olmayın... / ...Nefret etmeyin, sadece sevilmeyenler nefret eder... / ...Cennet insanların içindedir. Tek bir insanın ya da bir zümrenin değil... Güç halkın elindedir... / ... Haydi birleşelim ve harika bir dünya yaratalım. Herkese iş sağlayan, gençlere umut, yaşlılara güvenlik sağlayacak bir dünya için savaşalım. Zalimler de bunları vaat ederek iktidara geldiler. Ama yalan söylediler! Sözlerini tutmuyorlar. Hiçbir zaman da tutmayacaklar. Diktatörler, kendi hırsları için halkı esarete mahkûm ederler... / ...Hırstan, nefretten, hoşgörüsüzlükten kendimizi arındırmak için, aklın tutsak olmadığı bir dünya için savaşalım. Bilimin ve ilerlemenin bütün insanlığa mutluluk getireceği bir dünya için savaşalım. Askerler, demokrasi adına birleşelim!”
Yıllar sonra fark ettim ki, bu konuşmanın eksik bir tarafı vardır. Meselâ, gün gelip de, “Atatürk zaten diktatör değil miydi?” diye soracak tarih biliminden nasiplenmemiş cahillere ışık tutmaz. Aklınızı neyle tutsak ettiğinizin yanıtını vermez. Cevabı, saf saf ve sadece “yüzünüzün kızarması” erdemine bağlamıştır. İşte bu sebeple, politik bir komedi değildir “Büyük Diktatör”. Günümüz şartlarında asıl politik komedi, “kendi aklı tutsak dolaşırken, köşe yazılarında aklınızı özgürleştirin” tavsiyesinde bulunan “Büyük Yazarlar”ın halidir.
Başkan John F. Kennedy, televizyondan “siyahlar için elimden gelen her şeyi yapacağım. Luther’in bir telefonu yeter...” deyince, zenci lider telefonla arar Başkanı. King’in ne isteğini bilmiyoruz, ama cevap kısaca şöyledir:
“Ama nasıl olur? Burasının adı yapıldığından beri Beyaz Saray... Hayır olamaz, ‘Beyaz’ sözcüğünü ‘Siyah’la değiştiremeyiz!”
Günlerdir, ilk çan sesinin 2005’te duyulduğu, Türkiye’nin ilk ve tek Vadeli İşlem ve Opsiyon Borsası - VOB’un, siyasetin yelpazelediği bir oldu bittiyle İstanbul’a taşınması konuşuluyor. Bu niyetin yeni bir şey olmadığını bilenler zaten bilir. Şimdiye kadar dilek ve temenni boyutunda demlenen bu fikir, “konsolidasyon ve ortaklıklarla mevcut borsaların birleşmesi trendi” ileri sürülerek, VOB’un İstanbul Menkul Kıymetler Borsası – İMKB’nin kanatları altında, İstanbul’a kazandırılması olarak özetlenebilir. Basınımıza bakarsanız, İzmir sözde ayağa kalktı. “İzmir’in VOB direnişi” diye başlıklar atılıyor. Sevgili Deniz Sipahi bile, “dünyanın mobilize olduğu, yerin, adresin, nerede ve hangi koşullarda olduğunuzun hiç önemli olmadığı bir dönemde...” diye taşınmaya karşı çıkmış; ilahi... Tamamen karşı görüşteyim! Üç kuruşluk iktisat biliyorsam İstanbullular haklı! Haklılar, İMKB ve VOB yan yana aynı kentte olmalı... Bunun için, İMKB İzmir’e taşınmalı...
Yazının burasında gülümsediniz, biliyorum. Sorun bu tebessümünüzde gizli zaten. İMKB’nin resmi web sitesinde duyurulan “vizyon”u şöyle kaleme alınmış:
“Halka açık şirket sayısı ve piyasa değerinin ülke potansiyelini yansıtır büyüklüğe ulaştığı, ulusal ve uluslararası yatırımcıların en üst seviyede katılımının sağlandığı, yerli ve yabancı sermaye piyasası araçlarının işlem gördüğü, dünya çapında rekabet edebilen teknolojinin sahibi ve sağlayıcısı lider bir borsa olarak diğer piyasalarla karşılıklı erişimi sağlamak ve böylece İstanbul’un uluslararası finans merkezi niteliği kazanmasına katkıda bulunmak.”
Gördüğünüz gibi tarif gayet açık, sinirlenecek bir şey yok ortada.
Gelelim hemşehrilerime sitem faslına... Kusura bakmayın, ama bütün (özür dilerim) yaygaramız, “VOB İzmir’den gitmesin” yollu bir savunma ve koruma psikolojisi üstüne kurgulanmış. Üniversiteler kenti (?) İzmir’in üniversite öğrencileri, çoktan bir “çadır kent” kurmalıydılar İMKB’nin önünde. İzmirli STK temsilcileri de çay içmeye gitmeliydiler oraya. Hergün bir başka kuruluş basın açıklaması yapmalıydı; “Neden İzmir?” sorusuna yanıt olarak. Bu fikre kafa ve çene yoran herkese sesleniyorum:
Ve yargıçlar, kentin önünü kapatmak için pusuda bekliyor.
Hayır efendim, süreç böyle işlemiyor! İdari yargının da İzmir’le bir alıp veremediği yok. Ayrıca, hiç kimse kamu yararını hiçe sayan ve hukuka aykırı bir iş yapmak için de can atmıyor...
Bir kere bu ülkede şehirciliğin altyapısına şekil veren onlarca (hattâ tonlarca...) yasal düzenleme var. Bunun yanında, İzmir’de olduğu gibi kentin kendine özgü profiline uygun olarak hazırlanmış ve gelişimi, sağlıklı büyümeyi amaçlayan ve/ya öngören sayfalar dolusu mevzuat, plân vs mevcut; bu karar üretenlerin çoğu zaman elini kolunu bağlıyor. İkincisi, idari yargıda görev yapan yargıçlar, ihtisas mahkemesi mantığıyla karar vermiyorlar ki... Uyuşmazlık hangi alana aitse, o konuda bilimsel yetkinliği olan bilirkişilerden ayrıntılı teknik görüş alıyorlar; tatmin oluncaya kadar... Ayrıca, “İdare mahkemesi yürütmeyi durdurdu” diye manşet atmak kolay ama idarî yargılama usûlümüze göre o kararı vermek ya da vermemek o kadar kolay değil...
Şimdi durup dururken bunları neden yazdım? Geçenlerde havalimanı kavşağından Menderes’e dönüyorum, yine gözüme takıldı, oraların hemen tek yüksek binası (eski Özkul Tekstil Fabrikası) ve yanındaki devasa kapalı alan... Senelerdir harap vaziyette bekliyordu. Şimdilerde giydirilmiş, eli yüzü toplanmış, özenilmiş, para harcanmış; sevindim. Sorup soruşturdum. “Mahkemelik” dediler. “Neden?” dedim, “Tahtalı Barajı’nın su toplama havzasında kalmış, ruhsat falan, filân...” diye kulaktan dolma bir cevap verdiler. “Eyvah ki eyvah” diyerek iç geçirdim; “Kimbilir, boş, âtıl, ne kendine, ne sahibine, ne de kente bir faydası dokunmadan daha ne kadar zaman yatacak?” Fabrika olur, okul olur, hastane olur, depo olur, spor kompleksi olur, AVM olur. Yeter ki “istemezük” demesin birileri... Sokaktaki adam halimle sebebi, sonucu, ayrıntıları beni ilgilendirmiyor. Ben oradan gelip geçtikçe, havalimanının tam karşısında göz bozmaya devam ettiğini biliyorum. Ben bu kentte yaşıyorum ve uyuşmazlık istemiyorum artık. Çözüm istiyorum; bu ve buna benzer daha ne kadar yer varsa İzmir’de...
İşte “istemezükçü kafa” burada devreye giriyor. “İstemezükçü kafa”, engelleyen, önleyen, izin vermeyen, dava eden kafa değildir. Daha fena bir şeydir. Kent için çözüm bulamayan, çözüm üretemeyen, seçenek sunamayan, (viyadük ayaklarında olduğu gibi) çürüten, uyuşmazlığı katma değere çeviremeyen kafadır. Güne “haklı olmak” için uyanır, “mutlu olmak” için değil... “Uzlaştık, çözüldü...” diye sevinmeye bakmaz, “İptal ettirdim, yürütme aldık mahkemeden” diye zafer çığlıkları atar. Oysa uygar ülkelerde “sorun yaratmak için değil, çözmek için” yaklaşılır kentin geleceğine. Kentlinin huzuru ve ağız tadı, en az kentin kültürü, estetiği ve ekonomisi kadar önemlidir.
ESİAD Başkanı, Yüksek İstişare Kurulu’nun son toplantısında yaptığı konuşmanın bir yerinde, ‘anlamak ve anlaşılmak kaygısı’ndan söz etti. “Toplum bu kadar kaygılıyken” diyor Bülent Akgerman, “Güçlendirmemiz ve körüklememiz gereken ama eksik bıraktığımız o kaygı, ‘birbirimizi anlamak ve anlaşılmak’ kaygısıdır.” Ege Sanayicileri ve İşadamları Derneği’nin ulusal mesaja yönelik bu tespitine şapka çıkartıyorum. Ve buradan aldığım cesaretle, “istemezükçü”lere dönüp şöyle diyorum: “Bu kent sizin gibileri affetmeyecek...”
Yani yakın tarihi TV dizilerinden öğrenenlerden değilim; yaşayanlardan biriyim. Bugün konuşulanlara bakıyorum da ortaya dökülenler 12 Eylül’ün sadece magazin kısmıdır. Gündemi bir süre meşgul etmekten öteye de bir sonuç doğurmaz. Siz yine de gözlerinizi, yaşadığınız günlerden ayırmayın...
Sonraki yıllar, meslek hayatımın ilk dönemi... İdari yargının birey hayatında ne kadar önemli bir güvence olduğuna adanmış heyecan. Hukukun, Devlet erkinin ezici egemenliğinden, hukuk önünde eşit vatandaşı koruyan kanadına verdiğimiz emek. Dava dosyalarında, “turuncu fişle fişlenmiştir” notu düşülmüş “güvenlik soruşturmaları”, iptal davalarının altına atılan imzalar...
Bakmayın bugünlerde kimse ihtilâl dönemlerinin gazetelerini kurcalamıyor. Benim asıl merakım, ikibin bilmem kaçlarda, bundan yıllar sonra, bugünün gazete manşetlerini okuyanlar neler düşünecek? Diyecekler ki, “birbirlerinden ne kadar da nefret etmişler...” Tabii, sebebini merak edecekler. “Neyi paylaşamadılar acaba?” diye soracaklar birbirlerine. Kimi generallere, kimi yargıçlara sayıp sövecek. Pek azının aklına gelecek siyasetçiler; hani seçilmiş olanlar var ya?
Tarafsız yargı özlenendir; taraflı yargı makbul sayılmaz! Peki ya “taraftarsız yargı” üstünde hiç düşündünüz mü? Sokaktaki adamın, yargıdan, yargılama usulünden, yargılama sürecinden duyduğu rahatsızlık, anonim bir kaygıya dönüşmüş durumda. Kimse tarafsızlığına inanmadığı bir yargının yanında olmak istemiyor. Yargı tarafsızlığını yitirdikçe, “taraftarsız”laşıyor da... Üç büyükler formalarını astığında bile hâlâ stadlar doluyor, ama yargının taraftar kaybettiği bir gerçek...
Bütün adliyelerin önünde olduğu gibi, İzmir Adliyesi’nin önü de ana-baba günü. Ben bilirim oraları. İçerdekiler, dışarıdakiler... Merak edenler, ümit edenler, hayret edenler, sabredenler, affedenler, küfredenler, beddua edenler... Ama ne yazık ki, yükselen ve giderek baskın hale gelen duygunun esir aldığı, “nefret edenler...”
Hayatla mahkemelik olduk! Spor bile nasibini aldı... Dün manşetlere, ekranlara ve sokaklara bakınca aklıma düştü... Nida Tüfekçi tarafından derlenmiş bir Urfa türküsü vardır:
“Kışlalar doldu bugün / Doldu boşaldı bugün / Gel kardaş görüşelim / Ayrılık oldu bugün / Naçar elinden vah... Geceler yarim oldu / Ağlamak kârım oldu / Her dertten yıkılmazdım / Sebebim zalım oldu / Garib elinden vah... / Yaralandım yatmadım / Yaram açıp bakmadım / Kaldı hasretimiz kıyamete / Güzel boynuna el atmadım / Hayın elinden vah vah yar yar yar...
Deyimlerimiz, “ölende mi, öldürende mi kabahat?” veya “söyleyene değil, söyletene bak” kabilinden fırsatlar sunduğu için, bu alıntıları yaparken yüzüm de kızarmıyor açıkcası...
Tarihçiler, “Osmanlı pâdişâhlarının 11’incisi ve İslâm halîfelerinin 76’ncısı” diye başlıyor Sultan II. Selim’i anlatmaya... Nâm-ı diğer “Sarı Selim”. Vatandaşın, Kânûnî gibi bir efsanenin, diziler sayesinde tanıştığı Hürrem Haseki Sultan’dan olma evlâdı. Sultan Süleyman Han, Zigetvar Kalesi önlerinde vefât edince, o sırada Kütahya Sancak Beyliği’nde bulunan Şehzâde Selim, 1566’da tahta çıktı. Edirne’deki Selimiye Camii’ni yaptıran ve ona adını veren sultandır. Ataları ve aynı yazgıyı paylaşacağı torunları gibi, tebaasının tek ve mutlak hakimi olarak yıkıldı gitti... “Bu dünya –babası- Sultan Süleyman’a kalmamıştı”; edebiyle tarih sayfalarına çekilişini yadırgayan bile olmadı. Yahyâ Kemâl, Selim’i; “Bir beyti bir de câmi-i mâ’mûru var” diye över...
Edirne’deki “Selimiye Camii Müezzinler Mahfili”nin kuzeydoğu yönüne rastlayan köşesindeki mermer ayağında, bir küçük ters lâle motifi bulunur. Ters olanı dahil olmak üzere, Selimiye çinilerinde 101 ayrı lâle motifi kullanılmıştır. “Ters lâle”, ziyaretçilerin bugün bile en çok merak ettikleri ayrıntılardan biridir ve farklı söylenceleri olma özelliğini sürdürmektedir. Bazılarına göre, caminin yapımında çalışan kör bir ustanın marifetidir. Bazıları Allah ve lâle sözcüklerinde aynı harflerin bulunması sebebiyle bu çiçeğe mistik bir anlam yükler. Ayrıca eski harflerle yazılmış lâle sözcüğü, tersten okunduğunda Osmanlı’nın kutsal alâmeti olan hilâl seslendirilmektedir. Bir başka sıradan yakıştırmada, Mimar Sinan’ın o günlerde hastalanan ve ölen torunu Fatma vitrine çıkartılır. Sözde ters lâle, Sinan’ın torunuyla ilgilendiği ve canının çok sıkkın olduğu günlerde beceriksiz bir kalfanın elinden çıkmıştır... Araştırırken, “Ters lâle aslında, caminin yapılmasından çok sonra, Lâle Devri ve savurganlık günlerinin ülkeyi kötüye götürdüğünü anlatmak üzere kondurulmuştur. Yani; ‘Padişahım bu gidiş iyi değil’ denmek istenmiştir” iddiasına bile rastladık, “Daha sonraları ters lâle figürü, ‘usûlü dairesinde hoşnutsuzluk ifade etmek için’ yaygın bir geleneğe dönüştü. Çini ustaları, ahalinin gizli yakınmalarını, yapılan camii ve imarethânelerde ters lâleler resmederek makama iletmede aracılık yaptılar. Ters lâle, biraz da ‘arz-ı hal’dir” diyenlere de...
Ama bilinen, yaygın ve asıl itibar edilen rivayete göre, caminin yapılacağı alandaki bütün mülkler satın alınır. Yalnız tam orta yerde bir lâle bahçesi kalmıştır. Buranın sahibi yaşlı bir kadındır ve bahçesini satmaya yanaşmamaktadır. Ne Mimar Sinan ne de Sultan Selim, ellerindeki ölçüsüz, tartışmasız ve 3 kıtaya damgasını vurmuş emsalsiz gücü (hattâ hilâfetin buyurgan otoritesini bile) bu kadını zorlamak, ikna etmek ve nihayet ezmek için kullanmayı akıllarından bile geçirmemişlerdir. Bunlar yerine bir cami yapılırken “gönül kırmamak” esasına sadık kalmışlardır. Sinan’ın, “Seni ve lâlelerini sonsuza kadar burada yaşatacağım” vaadiyle sonunda tamamlanır kamulaştırma. Bugün bile Selimiye’nin çinileri bahçeyi, “ters lâle” ise sahibinin inatçılığını sembolize etmektedir. Hal böyle olunca... Toplumsal uzlaşmaya katkıda bulunmak için, ben de İzmir’den sesleniyorum; “4+4+4” diye bilinen yasanın kapağına, birkaç tane de “ters lâle” motifi işlenmesini teklif ediyorum!