Nihat Demirkol

“Emperyal Oteli” ve hizmet sektöründe “Kenan” gibi olabilmek

2 Mart 2012
YAĞMURUN patlamak üzere olduğu saatlerde, “Kornişon”u park ettim “Hilton”a...

Otoparka döndüğümde gün öğleyi geçmişti. Eskiden belâlım olan otomata kolayca ödedim paramı. Arabanın kapısını açtım, direksiyona oturdum, emniyet kemeri ve çevirdim anahtarı... Tık yok! Tam o sırada, önce geçirmekte olduğum “mide gribi”nin gurultusu sandığım bir gök gürültüsü duyuldu ve indirdi yağmur. Bir iki deneme daha, anlaşıldı ki aküde hayat belirtisi yok.

Geçen bir araçtan yardım istesem... Takviye kablosu nerede? Daha çok ihtiyaç duyuluyor düşüncesiyle Vespa’nın sepetinde... Çok güzel. Peki ne yapacağız? Saniyeler içinde, yaşamayı hayal ettiklerim bir film şeridi gibi akıp geçti gözlerimin önünden. Hani TV reklamlarında var ya? “Canından bezmiş bir adam. Dağ başında yol yardımını tuşluyor da, gülümseyen hizmetler, Hezârfen Çelebi gibi kanatlanıp yetişiyor imdadına...” İçimden bir ses, “İzmir’in göbeğinde, üstü kapalı bir yerde kaldı neyse ki; şükret haline. Şimdi seni şıp diye kurtarırlar” diyerek sıkıntımı yelpazeledi biraz. Cama yapıştırılmış “Suzuki Yol Yardım” çıkartmasındaki numarayı aradım hemen. İsmi fiyakalı “Call Center” İzmir’e yönlendirdi beni. Gerçekten de hepsi birbirinden kibar, ama –yol yardımını aramak zorunda kalmış bir müşterinin ruh halinden anlamak üzere eğitilmemiş- oldukları hissedilen 2-3 kişi ile görüştüm. Hepsine büyük bir sabırla, tek tek ve tekrar tekrar, adımı, soyadımı, telefonumu, aracın cinsini, modelini ve yolda kalış nedenimi anlattım. Sonuncu arkadaş, “Tamam” dedi, “Ben size hemen akü fiyatlarını söyleyeyim”. “Ben yeni akü istemiyorum” dedim, “Belki de basit bir elektrik arızasıdır; aracın aküsü eski değil çünkü. Önce arızanın ne olduğuna bakmayacak mısınız?” Beni biraz da “zorunda mıyım?” şarkısı eşliğinde dinleyen arkadaş, “Anlıyorum” dedi, “Ben şimdi size akü fiyatlarını söylüyorum...” Güçlükle ve geçici de olsa, servisi bu niyetinden vazgeçirmeyi başardım. Ama bu sefer de başka bir tekerleme takıldı telefona, “Nihat Bey biliyorsunuz bu servisimiz ücretli...” “Peki, nedir servis ücretiniz?” “Buradan çıkarken 25 lira, kilometre başında da şu... Bu arada buldum akü fiyatlarını...” İçimden “lâhavle” dedikten sonra, son gayretimle sordum: “Peki ne zaman gelebilirsiniz?” “Şimdi Bornova’dan çıksam en geç 1 saata kadar yanınızda olurum. Belki biraz geçebilir ama çok da gecikmem. Yanımda yeni akü getireceğim zaten...” Teşekkür ettim ve önerilerinin benim işime yaramayacağını söyleyerek telefonu kapattım. Konuşmaların, bir kalite standardı olarak kayda alındığı muhakkak da, sonradan bunları dinleyen var mı orasını bilemiyorum.

Gerisi Attila İlhan’ın “Emperyal Oteli” gibi anlatılmalı... “Ben hiç böylesini görmemiştim. Bir dostu telefonla aramıştım. Hemen şoförünü gönderecekti. Civardaki taksici dostların hiçbiri takviye kablosunu vermiyordu. Yağmur sönecekti yanacaktı... Küçük bir Basmane turu yapacaktık. Bir yere yetişmek zorundaydım lâkin kolumdaki saat durmayacaktı. Bu rezil bu pazartesi günü, İzmir’i yağmur tutacaktı. Araba otomatikti itemiyorduk. Takviye ile çalıştıracaktık. Arkadaşı uğurlayıp yola düşecektim. Jimny 10 metre sonra tekrar duracaktı. Alsancak’ta insanlar geziyordu. Hilton’un otoparkında birkaç saat kaldım. Fazlasına zaman yetmiyordu. Neden sonra, akünün susuz kaldığını fark edecektim. Araba yol ortasında değildi. Kenan’la birlikte kenara almıştık. Ama, bilen bilmeyen bizi ayıpladı. Yağmur bir türlü bitmiyordu. Halbuki kimlere başvurmadık. Hiçbiri yüzümüze bakmıyordu. Hiç kimse elimizden tutmuyordu. Akünün suyunu tamamlayınca mesele çözülecekti. Oradan geçen zarif bir bey duracaktı. Takviye ile yeniden çalıştıracaktık. Sadece, -Kenan adında bir güvenlik görevlisi- yardım etmek için kendini paralıyordu. Onun sayesinde randevuma yetişecektim. Ona bir teşekkür borçlu olacaktım. Ben hiç böylesini görmemiştim...”

Yazının Devamını Oku

Yüzsüzler ülkesinde yüz naklinin sanata katkısı

27 Şubat 2012
URFA-Göbeklitepe’de bulunan ve 11 bin 600 yıl öncesine ait olan heykel çalındı biliyorsunuz...

Kazıyı yapan Alman heyeti, paha biçilemeyecek bir esere 150 bin lira tazminat ödeyerek paçasını kurtarırken, Anadolu mirası bir parça daha kirli eller aracılığı ile dolaylı yoldan satın alınmış oldu. Bu rezalet, medyamızda bel altı bir Beyoğlu magazini kadar yer bulmadı ama Fatih Çekirge, günlerdir köşesinden hem kayba feryat hem de çözüme aracılık ediyor.

Konuya âdet yerini bulsun diye yaklaşılmadığı o kadar belli ki, Urfa Belediye Başkanı Ahmet Fakıbaba’nın yakınmasına varıncaya kadar resmedilmiş. Başkan, “Fatih Bey, içimiz yanıyor. Nasıl çaldırdık o heykeli? İnsanlığın bize verdiği bir nimettir Göbeklitepe... Allah’ın bir lütfudur. Ama kıymetini bilemiyoruz. Oradaki köylü kardeşlerimiz nasıl korusunlar? Benim elimden bir şey gelmiyor. Çok üzülüyorum. İçime ateş düşüyor...” diyormuş.
Buraya kadar tamam... Ama gözlerden kaçan bir tuhaflığa dikkat çekmek hakkımdır sanıyorum. Yazarın soracağı soruları yazara sormak, okuyucuyu (en hafif tabiriyle) hafife almak değildir de nedir? Okuduklarımızdan, özetle, ülkemizdeki kazıların önemli bir bölümünün savsaklandığını, kazı alanlarındaki güvenliğin sağlanamadığını (bir daha ve bir daha) öğreniyoruz. Yazılarda, kimilerine “fantazi” gibi gelebilecek başka bir ayrıntı daha var ki, ben asıl onun üzerinde durmak istiyorum.

Kendisiyle yapılan telefon görüşmesinde, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, ilginç ve teşekküre değer bir cümle kullanmış: “Göbeklitepe’de ilk heykel bulundu. Baktık 3 gün sonra çalındı dediler. Gittim dedim ki; eğer o heykeli bulduğunuzu bilseysim, geceleri üzerinde yatardım. Siz nasıl çaldırdınız?” Bu iddia, bu taahhüt ve bu soru önemlidir! En azından, doğru soru doğru muhataba sorulmuş ve sorarken de “bir işin nasıl yapılamadığını, yapılamayacağını” tarife meraklı yöneticilerimize, çözüme ilişkin samimi bir ipucu verilmiştir. Evet; arkeolojik bulgulara “çanak-çömlek” gözüyle bakmıyorsa eğer, emanetin teslim edildiği “ehil”den beklenen, gerekirse oraya gidip geceleri üzerinde yatmasıdır.

Bakan olmasını bir yana bırakınız, binlerce yıllık arkeolojiyle harmanlanmış ve Bergama-Zeus sunağını kaptırmış acılı Ege coğrafyasının orta yerinden, İzmir’den seçilmiş bir milletvekilimizin, (bana abartılı gelmeyen) –bunu da mı akıl edemediniz?- tavrı, işini tutkuyla yapamayan insanların “mazeretsever” kültürünü tuzla buz etmeye yeter.

Ayrıca, “bu üzerinde yatma” yakıştırmasını ilk ortaya atan da Sayın Bakan değildir zaten. Âsar-ı Atîka Nizamnamesi’ni çıkartmış olan Osman Hamdi Bey’in, “Sayda-İskender lahdinin, Sultan tarafından İstanbul’u ziyarete gelen Alman İmparatoru II. Wilhelm’e hediye edileceği dedikodusu” üzerine, “O lahdin içine girer, kendimi öldürürüm. Her kim lahdi alırsa benim cesedimi de alır” dediğini biliyoruz.

Bu kadar çok çelişkiyi aynı anda yaşamak nasıl da yorucu? Osman Hamdi Bey, gelenekle ters düşerek, Osmanlı’da en çok insan ve portre çalışmış ressamdır. Ölümünden yüz küsur sene sonra, günlerdir manşetlerden düşmeyen “yüz nakli”ne kayıveriyor insanın aklı da “hayırlı oldu” diyorum; günümüzde yaşasaydı, “Yüzsüzler ülkesinde portre çalışmakta zorlanırdı kuşkusuz” diye düşünürken...


Yazının Devamını Oku

Hangi hoşgörü ve hangi barış?

24 Şubat 2012
DÜN, İzmir’deki Rotary Kulüplerinin, “tematik ve ortak” toplantısında konuşmacıydım.

“Hoşgörü ve barış” üstüne bir şeyler söylememi istediler. Orada aktardığım düşüncelerimin bir bölümünü sizlerle de paylaşmak isterim:
“Sözü edilen, topla tüfekle savaş ve bunun karşıtı haller ise, çeşitli kaynaklar, insanlığın 5 bin yıllık tarihinde, savaşsız geçen yalnız 292 yıl olduğunu kaydediyor. (Kuşkusuz daha yeni araştırmalar vardır...) Stockholm Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün 1980’li yılların başında yayımladığı bir rapora göre ise, son 300 yıl içinde insanlık yalnızca 26 gün savaşsız yaşayabilmiş. Küresel veya bölgesel savaşın olmadığı sadece 26 gün; düşünün bir ay bile değil. İnsanlığın hoşgörü karnesi berbat. ‘Hal ve gidiş’ de ümit vermiyor.”
Konuşmamı hazırlarken, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-Moon’un da bir demecine rastladım. ‘Uluslararası Hoşgörü Günü’ vesilesiyle yayımladığı mesajda, “Yaşlı dünyanın, yavaş yavaş, ancak geri dönülemez şekilde değiştiğinden ve dünyanın çehresinin, yeniden şekillenmeye başladığı bir dönemden geçildiğini belirtmiş.” Son cümlesi ise şöyle: “Kin ve nefretin panzehiri, hoşgörüdür...”
Konuklara, son günlerdeki politikacı telkinlerin sevimsizliğinden bahsedip, biraz eski dilde söylenmiş olmakla birlikte, “yaratılmış her şey zıddıyla kaimdir” tespitinden söz ettim. Yani, “her şey, varlığını karşıtına borçludur” anlamındaki bu yaklaşıma göre, panzehir olarak baş tacı ettiğimiz hoşgörü de varlığını bastırılmış karşıtına yani “horgörü”ye borçluydu.
Aslına bakarsanız, güzel bir sözcük olmasına rağmen, “niyet okumaya kalktığınızda” hoşgörü, bencil bir tehdit de içerir. (Dostlar, yazılarımda aynı görüşü savunduğumu hatırlayacaktır) “Hoşgörüyorum” demek, “aslında hor da görebilirdim; kıymetini bil” demektir. Küçük bir lütûf gizlidir. Biraz acıtsa da kültürümüzde hoşgörü, “müsamaha gösterme, tahammül etme, katlanma, görmezden gelme veya göz yumma, sabretme” kavramlarıyla eş anlamlı olarak kullanılmaktadır.
Son olarak, şunu sordum konuklara:
“Peki bu toplantıda kastedilen hangisidir? Hangi kavrama methiyeler düzmek için toplandık?” Yanıtı, şöyle vermeye çalıştım:

Yazının Devamını Oku

İzmir’den “Ekonomi ve Politika Oskar”ı

20 Şubat 2012
YEREL ve ulusal medyanın İzmirli “Aksakal”ı (TDK, duayen karşılığı olarak önermişti...) Çetin Gürel’in, bir avuç gönül dostuyla çıkarttığı GÖZLEM, özveriyle adımlanmış 20 başarılı yılın ardından, “gözlemlediklerini” vitrine taşımaya karar verdi.

Hepimiz, “Ekonominin kalbi İstanbul’da atıyor, politikanın nabzı Ankara’da tutuluyor” derken, GÖZLEM, “İzmir’den Türkiye’ye selam olsun” kabilinden bir girişime imzasını atmaya hazırlanıyor. Logosundaki iddialı cümlede, “Ekonomi ve Politikaya Yön Verenlerin Gazetesi” yazar. İşte bu GÖZLEM, kendi alanlarındaki ustaları buluşturduğu yayın kurulunun önerisi ve deneyimli kalemlerden oluşan yazar kadrosunun da desteği ile önümüzdeki yıllarda geleneksel hale gelmesi öngörülen bir ödül ihdas edilmesine karar verdi. 2011 yılının ödülleri 22 Şubat Çarşamba günü saat 17.00’de, Swissotel Grand Efes’te düzenlenecek görkemli bir organizasyonla sahiplerini bulacak.

“Ekonomi ve Politikada Yükselen Portreler Büyük Ödülü” adı altında, geride kalan yıl içinde, bireysel katkıları ile takımlarını başarıya taşımış isimler ödüllendirilecek. “Başarı öyküsü” sahipleri, izleyen bir yıl boyunca da neredeyse adım adım izlenecek, haber ve röportajlarla sürekli olarak gündemde tutulacak, desteklenecek ve kamuoyuna tanıtılacak. Çetin Gürel, Öcal Uluç, Ali Muzaffer Tunçağ, Aykut Güsar, Dr. Ali Nail Kubalı, Güman Kızıltan, İ. Şevki Figen, Mustafa Günenç ve Orhan Ayber’den oluşan seçici kurul, büyük ödülün bu yıl, 6 kategoride verilmesini kararlaştırdı.

Ödülü ilk kez alacaklar arasında, İzmirlilerin yakından tanıdığı isimler var. Bayındırlık ve ulaştırma ekonomisi alanında, 35 Proje fikrindeki performansıyla Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım, işletme ekonomisi alanında, Şişecam-Paşabahçe yönetimindeki performansı sebebiyle OMV Türkiye CEO’su Gülsüm Azeri, AVM yatırımları alanında, Samsun-Lovelet AVM Modeli projesiyle İDOL ve VEGE İnşaat Kurucu Eş Başkanı Hakan Acıtaş, çağdaş yerel yönetim politikaları alanında,  Seferihisar-Sakin Şehir projesiyle Seferihisar Belediye Başkanı Tunç Soyer, marka yönetimi alanında, Pegasus Havayolları performansıyla Pegasus Hava Taşımacılığı A.Ş. Yönetim Kurulu Başkanı Ali Sabancı ve turizm-otelcilik ve rekreasyon alanında, Kaya Otelleri yatırımlarıyla, Kaya Holding A.Ş. Onursal Başkanı Burhanettin Kaya, ilk ödüllere lâyık görüldüler.

İzmir’in ve İzmirli’nin inisiyatif almaktan geri durmadığında, Türkiye ölçekli işlerde, gündemi nasıl belirleyebileceğine ilişkin güzel bir örnektir bu girişim. Arzum, plânlandığı gibi uzun soluklu olabilmesi, gelenekselleşmesidir. İzmir’in terazisine vurulanların düşlerini süsleyecek “Ekonomi ve Politika Oskarları” fikri, İzmir’de hazırlanan bir ihtisas gazetesinin mütevazı bir niyet mektubu olarak kalmamalıdır. Ekonomi ve politika dünyası tarafından sahiplenilmeli ve İzmir’in “marka yaratma” yolculuğunda, yıllar içinde hak ettiği yere oturtulmasına destek verilmelidir. Projeyi ilk kez bana açıklarken ustamız Çetin Gürel, “İstanbul’dan İzmir’e, yıllar önce işte bunun için döndüm” der gibi heyecanlıydı.
İzmir, İzmirli evlatlarının kıymetini bilmek için çekingen davranmamalıdır. Sayın Bakan, bir İzmir milletvekilinden beklendiği gibi, ödülünü almak üzere
bizzat geliyor. Sayın Vali ve Büyükşehir Belediye Başkanımız, ayrıca İzmir destesindeki hemen bütün aslar törende olacak. Davetlilerin
durumdan vazife çıkartmasını diliyorum. Çarşamba günü görüşebilmeyi umarak...

Yazının Devamını Oku

Okuyucu benden şikâyetçi (mi?)

17 Şubat 2012
BU, Hürriyet’te yazdığım “100. yazı...” Şu garip tesadüfe bakınız ki, tam “dalya” demişken, bazı okuyucuların benden şikâyeti olduğunu öğrendim.

Geçenlerde, iki eski dostla sohbet ederken, içlerinden bir dedi ki, “Sizin yüzünüzden lâf işitiyoruz. Yakınlığımızı bildikleri için, bize yükleniyorlar.” Merakla, “Hayırdır, ne yapmışım?” diye sordum. Bu sefer ikisi birden, söylenenleri naklederek ve koro halinde yanıtladılar:
“Bu adamın İzmir’i sevdiğinden kuşkumuz var! İzmirliler için olumsuz genellemeler yapıyor. Siyaseten kendisini mutlu etmeyen –ufuksuz-  kişiler için orta yere söyleniyor, biz de haliyle üstümüze alınıyoruz. Nihat Bey iyi hoş da bu huyundan bir vazgeçse...” (diyorlar).

Masanın bir tarafına külâhımı, diğer tarafına da benimle e-posta ilişkisini güncel tutan, (beni, örneğin EXPO’ya olan desteğimden, UNIVERSIADE’a katkımdan, Formula 1 için verdiğim mücadeleden ve ‘İzmir bir sabah Olimpiyat’la uyanacak’ iddiasındaki yazımdan beri izleyen) başka bir grup okuyucunun satırlarını koydum. Onlar da, “Aman bari siz rüzgâra uymayın, sadece insanların duymak istediklerini yazıp, gönüllerini hoş tutup vakit geçirenlerden olmayın. Bizi özeleştiriye davet edin. Bizim aklımızı karıştırın ki, hep birlikte İzmir için daha güzel olanı bulabilelim...” diye moral veriyorlardı. Yani “iki arada bir derede kaldım” sizin anlayacağınız.

Ben ki, konferans ve yazılarımda, “değişen müşteri beklentileri”nden bahsederim. Ben ki, günümüzde, “Müşteri her zaman haklı değildir ama özellikle ‘haksız olduğu durumlarda’ mutlaka mutlu edilmelidir” yaklaşımını savunurum. “Hiç değilse bazı okuyucularımın bu yakınması”nı duymazdan gelemem! Olumlu-olumsuz, bütün bu samimi mesajların sevindirici yanı, okuyucunun, “yazdıklarımı okumaya, üzerinde düşünmeye, beğenip-beğenmemeye, eleştirip-eleştirmemeye” değer bulması halidir; sağolsunlar...

Sevgili okuyucu dostlarım. Usta bir yazar diyor ki, “İki kişi sürekli olarak aynı kanaatte ise içlerinden biri lüzumsuzdur...” Bir başkası da, “Bu durumda kimse yeterince düşünmüyor demektir” diye eklemiş. Bu satırların yazarı ise 10 sene önce şöyle yazmış köşesinde: “Japon düşünür Toyotome, üç farklı sevginin tarifini yapıyor. Birincinin adı, ‘eğer’ türü sevgi. Beklentilerin karşılanması halinde sunulan sevgi... Bir isteğin karşılığı olarak vaat edilen sevgi. Karşılık bekleyen, bencil bir sevgi... Yazar, bunun üstünde bir sevgi arayanlar için ikinci türü tanımlıyor, ‘çünkü’ türü sevgi. ‘Seni seviyorum, çünkü çok  güzelsin. Çünkü çok varlıklısın...’ Sevginin endeksi, ‘kişinin bir şey olduğu, bir şeye sahip bulunduğu ya da bir şey yaptığı ayrıntısındadır’ diyor. Üçüncü tür sevgi, ‘benim –rağmen- diye adlandırdığım türdür’ diyerek seriyi tamamlıyor. Bir koşula bağlı olmayan ve karşılığında bir şey beklenmeyen, içten pazarlıksız, samimi sevgi...”

Burada ayrıntısına girmek istemediğim “çünkü” ve “eğer”lerin zenginliği, İzmir’in ayrıcalığıdır. Ona bu çeşitliliği armağan eden binlerce yıllık kültürün ve eski sahiplerinin mirasyedisiyiz bizler. Hepimiz, bu kenti nasıl sevdiğimizi, sevgimizi nasıl gösterdiğimizi, sevgimizin nasıl bir katma değer yarattığını, nihayet severken bu kentten neler alıp, bu kente neler verdiğimizi kendimize sormak zorundayız. Bu işin bir terazisi yok. İzmir’i birçoğunuzdan daha az sevdiğim doğru da olabilir. Bir farkla; ben “her şeye rağmen” seviyorum! Siz içinizi ferah tutun...

Yazının Devamını Oku

Tavla oynar gibi yaşayanlara...

13 Şubat 2012
Bir “Nerdbâz” (tavla oyuncusu-ustası) girdi rüyama geçenlerde...

Aramızda geçen konuşmaları paylaşıyorum:
“Pulların yerleri önceden belli.
Nasıl dizileceklerine birileri, yani kaideyi koyan ‘senin yerine’ karar vermiş” diye başladı söze.
“Oyuna nereden başlamaları ve -galip sayılman için- bittiğinde nerede bulunmaları gerektiği de öyle. Yani senin kazanmak için oynadığın oyunda, ‘seçimlerin ve tabii kararların pek çoğu sana ait değil...’ İşte heyecan burada gizli! Tavla, bir ‘emrivâkiler manzûmesidir’. Nasıl ki, ‘hükümran olan ölülerse ve yaşayanlar sadece itaat ediyorlarsa’, öyle...” dedi ve soluklandı.
Girişten etkilenmiştim; devam etmesini istedim.
“Bak, pulların hepsi aynı biçimde. Aynı kabiliyetteler ve tabii kıymetleri de aynı... Aynı zamana aitler, fakat mekânları farklı! Kaderleri ilk dizilişteki tesadüfe bağlı yani. Pullar için, fırsat eşitliği diye bir şey yok ortada; zarın dediği oluyor... Kırılan taşlar tavla dışına çıkartılır, ama oyuna geri dönebilirler biliyorsun. Sanki, kendi hesaplarına yeni bir başlangıç yapar gibi... Her şeye en baştan başlar gibi...”
Yeri gelmişti, dayanamadım ve “bütün bunları bana neden anlatıyorsunuz?” diye sordum.

Yazının Devamını Oku

İçim rahatladı; buna da şükür...

10 Şubat 2012
ÇOK eskiden beri tanışıyor olmamıza rağmen, Sevgili Reşat Yörük ile sadece, zülfüyâre dokunan yazılarımdan sonra konuşabiliyoruz.

Kırıp dökmemeye özen göstererek, ironik kaçamaklarla eleştirmeye gayret ediyorum. Benimki orta şekerli bir kamu hizmeti neticede... O ise, dev bir kurumun medya ilişkilerini yönetmekte ve bu işlerin sıkıntılı vitrininde (anti-virüs programı gibi) ustaca mevzilenmiş olarak işini iyi yapmaya çalışıyor. Birbirimizi incitmeden, maksadın üzüm yemek olduğunun bilinciyle, sevgi ve saygıda kusur etmeden, ama –fırsat bu fırsat diyerek- azcık karşılıklı sitem edip, dertleşip (görüşbirliğine varamasak da) iyi dileklerle kapatıyoruz telefonu. Yine öyle oldu...

“AKM otoparksız mı kalıyor?” yazımın ardından, İZELMAN’dan ararlar da ayrıntıları konuşabiliriz diye aklımdan geçiriyordum ki, telefon çaldı; Reşat Bey... “Otopark işi Konak’ta sıkıntılı” diye söze başladı.
“Belediyenin önündeki alan kendi araçlarına bile yetmiyor. AKM’nin yanındaki otoparkta ise, 120 araçlık yer var. Onun da büyük bir bölümü yine Belediye araçlarına tahsis edilmiş durumda. Geriye 20-25 araçlık yer kalıyor. (Açık otoparklardan 48 saat içine alınmayan araçların da buraya getirildiği düşünülürse, hesap doğru. Çünkü koca yer için, web sitesinde kapasite 37 araç olarak verilmiş /nd). Dolayısıyla, Belediye araçları için o alana ihtiyaç var; yani biraz da mecburiyetten...” Ben hemen farklı seçenekleri hatırlatmaya çalıştım “ama pek yüz bulamadım” desem yalan olmaz. Cevaplar, soruların karşılığı olmasa bile karşımda iyi niyetli ve zarif bir muhatap olması sevindiriciydi. “Konak katlı otoparkı gündüzleri yoğun, ama gece AKM’ye gelenler orayı kullanabilirler” diye devam etti açıklama. “Belediye araçları sahile park etseler...” diye bir zeytin dalı uzattım. Gerekçesini öğrenemediğim, “o olamıyor işte...” yanıtını aldım. “Sahille yolun bu tarafı arasında bağlantı sağlanabilir mi?” diye şansımı zorladım. “Belki daha sonra bir düzenleme düşünülebilir” denildi. “İzmir’in herhangi bir yerinde, otoparkı olmayan aynı kapasitede bir sanat evine ruhsat verir misiniz?” sorusuna ise hiç değinemedik. Bu samimi sohbeti önemsiyorum. Çünkü, okuduğunuz yazının da yazıldığı ana kadar, henüz bir yanıt ulaşmamıştı -eğer cevap gerekiyorsa lütfen bu kutucuğu işaretleyiniz- kutucuğunu işaretlemiş olan hemşehrilerimize...

Uzatmayalım. AKM’nin ihtiyacı olan otopark kapasitesini 4 işlem kullanarak hesaplamak mümkün. “Durumdan vazife çıkartması gerekenler” üstüne alınırsa, mutlu oluruz. AKM’nin bültenine göre, şubat ayında, 69 etkinlik var farklı salonlarda... Her etkinliğe (fazla fazla dara düşerek) sadece 75 kişi gelse, 75 kişinin 25’i araçla gelse, 69 etkinlik için 1.725 araç eder. Olmaz ya, bu rakamı da 30 güne eşit olarak bölerseniz, günde en az 58 aracın park etmeye ihtiyacı olduğu ortaya çıkar. Buna, aynı saatte birden fazla etkinlik olabileceği ve yoğunluğun düzensiz bir algoritmayla şekilleneceği gerçeğini de eklerseniz, “vaziyet vahim” diye söylenmekten sizi kimse alıkoyamaz.

Son tahlilde, “arabayla gelmeyin kardeşim. İZULAŞ da kazansın, taksici esnafı da sebeplensin” mi demek istiyorlar acaba? “Çok kurcalamayalım” derim. Hani birilerinin kulağına gider de “çok katlıya da koymasınlar” diye kestirip atarlar; sebebi ben olurum sonra. İşte haberler böyle... Siz artık “haber kutsal, yorum hürdür” diyerek, kendi aranızda seçmen dedikodusu yapmakta özgürsünüz. Attila İlhan’ın hep “Ben sana mecburum” şiirini okumakla olmuyor demek ki, birilerinin “Ayrılık sevdâya dahil”den de bahsetmesi lâzım...

Yazının Devamını Oku

AKM otoparksız mı kalıyor?

6 Şubat 2012
OLDUKÇA ayrıntılı hazırlanmış bir site var, www.izelman.com.tr adresinde.

“Hizmetlerimiz” başlığı altında “Otoparklar” butonu, beni Büyükşehir Belediyesi sınırları içinde yaklaşık 11.097 araçlık bir otopark kapasitesi bulunduğu bilgisine ulaştırıyor. 3 tip otopark işletmeciliğinin birincisi, “Mülkiyeti Belediye’ye ait olup, kullanıcılarından Belediye Meclisi’nce belirlenen otopark ücreti alınmak sureti ile işletilen (13 ayrı yerde, 5.065 araçlık kapasiteye sahip) Kapalı Alan-Katlı Otoparklar”. İkincisi, “İl Trafik Komisyonu kararınca otopark olarak kullanılmasında sakınca olmayan ve işgaliye bedeli alınmak sureti ile işletilen (44 ayrı yerde, 4.106 araçlık kapasiteye sahip) Açık Alan Otoparklar”. Üçüncüsü de, “Mustafa Kemal Sahil Bulvarı’nda hizmet veren Abone Otoparkları...”
Bugün bu kalabalık tablodan özel bir otoparkı gündeme taşıyacağız. Salonlarında hem sanatsal hem de akademik buluşmalara, hem sivil toplum örgütlerinin çalışmalarına hem de farklı amaçlarla toplanan grupların tüm etkinliklerine evsahipliği yapan EÜ Atatürk Kültür Merkezi’nin hemen yanında, (adının Maksim Otoparkı olduğunu yeni öğrendiğim) ve İZELMAN tarafından işletilen açık otoparktan söz etmek istiyorum. 

Aracını oraya bırakanları uyarmaya başlamış görevliler: “Aklınızda olsun, 1 hafta sonra otoparkımız kapanıyor...” Sormadan edememişler: “Neden?” Cevap: “Belediye kendi araçları için kullanacak.” Üstelemişler: “Ama AKM’ye gelenler nereye bırakacak arabalarını?” Devamı haliyle çok net değil: “Vallahi onu bilmiyoruz. Çok katlı otoparka koyabilirler, sahildeki otoparkı kullanabilirler...” Ben de telefonla aradım, 12 Şubat’ta kapanacağını doğruladılar ama sebep konusunda, -bilmiyoruz- demekle yetindiler.

AKM’nin müdavimleri, başlamışlar, size methettiğim web sitesindeki iletişim formunu doldurarak açıklama istemeye, yakınmaya: “Sahille yolun bu tarafı arasında bağlantı yok. Konak otoparkı uzak. Bazen çoluk-çocuk, yaşlı... Bunun yazı var, kışı var, yağmur çamuru var. –Ben kapattım oldu- deyince bitiyor mu bu işler?” Yazının yazıldığı ana kadar, henüz bir yanıt ulaşmamıştı -eğer cevap gerekiyorsa lütfen bu kutucuğu işaretleyiniz- kutucuğunu işaretlemiş olan hemşehrilerimize...

Ben, daha başka bir taraftan yaklaşıyorum konuya. Önce, (sırası misyon-vizyon şeklinde ve geleneksel olarak ters yazılmış olsa bile) İZELMAN’ın, “İnsana, çevreye ve topluma saygılı, sürekli gelişim, yenilikçilik ve verimlilik anlayışıyla teknolojik olanakları müşterilerinin ve toplumun yararına sunmayı amaç edinerek, ortak sorumluluk biliciyle tüm müşteri ve çalışanlarımızın mutluluğunu sağlamak” şeklinde kaleme alınmış vizyonuna göz gezdiriyorum. Sonra da, “ölçülebilen hizmet kriterleri, yaygın hizmet ağıyla, üst düzeyde etkin ve verimli hizmetler sunarak İzmirlilerin sürekli memnuniyetini sağlamak” olan misyon (yani görev bellediği) satırlarına... Uygulama bu niyete pek uymuyor gibi geldi bana. Yazıyı, kolaya kaçıp, “Dünyanın neresinde, şehrin orta yerindeki bir kültür merkezi –sebebi ne olursa olsun seçenek yaratılmadan- otoparksız bırakılır?” diye bitirmek mümkün. Gelin daha iyisini yapalım. ”İzmir’in herhangi bir yerinde, otoparkı olmayan aynı kapasitede bir sanat evine ruhsat verir misiniz?” diye soralım.

Şimdi yine bana diyecekler ki, “yazmadan bizi arasaydınız...” Ben de onlara diyeceğim ki, “Yazdıklarıma yanıt alamıyorum ki, sormaya cesaretim olsun...”

 

 

Yazının Devamını Oku