Nihat Demirkol

Sen hangi şehrin şairisin?

6 Ocak 2012
Niyetim iyi...

Güzel şeyler yazmak istiyorum İzmir’in geleceği için; umutlarım var hâlâ, heyecanlarım, düşlerim...
Macellan’ın karısına söylediğine özenip, “bir tur atıp” dönüyorum eve. Gözlerimin önünde, başka kentlerin resmi.
İster istemez karışıyor aklım. Oturuyorum klavyenin başına.
Gördüklerimden ilham alıyorum ufkum açılıyor.
Yaşadıklarımdan bahsediyorum beklentilerim depreşiyor.
Buraya kadar iyi...

Tam yazıyı bitireceğim sırada, aklıma Melih Cevdet düşüyor...

Yazının Devamını Oku

Fenerbahçelilere açık mektup: “Fener’i yakacaklar...”

2 Ocak 2012
BEN bir Fenerbahçeliyim... Taraftar ve hukukçu kimliğimle yazıyorum. Fenerbahçe’ye bir tuzak hazırlıyorlar.

Birkaç yıldır Türk futbolunu yönetenlerin her icraatı, öncekini aratır hale geldi. İşi ellerine yüzlerine bulaştırdılar. Şimdi de, “küme düşürülmenin bir seferlik uygulanmaması” gibi akla, vicdana, ahlâka ve hukuka aykırı bir kıvırma peşindeler. TFF’nin 58. maddenin değiştirilmesi için aldığı genel kurulu kararı, evrensel hukukun temel “suç ve ceza prensipleri”ne aykırıdır. Dere geçerken at değiştirilmez! Fenerbahçe’nin affedilmeye ihtiyacı yok. Kişilik hakları çiğnenmeden, dev bir camia yargısız infaz edilmeden, yakıştırmalarla zan altında bırakılmadan, sadece adil yargılanmaya ihtiyacı var! Masumsa aklanmaya, suçluysa cezasını çekmeye ihtiyacı ve hakkı var! Kimse bu hakkı Fenerbahçe’nin elinde alamaz; almamalı. Şike varsa, sebep olanlar, bu “leke”yi yaşadıkça başları önde taşısınlar. Taraftarın payına ise nihayet bir sezonluk aldatılmışlık, burukluk ve gönül kırıklığı düşecek. “Değer miydi?” der geçeriz. Üzülürüz, birkaç gün söylenir toparlanırız. Ölecek halimiz yok. Yayıncı kuruluş düşünsün; sadece Wimbledon’ı seyrederim, olur biter... Şimdi Fenerbahçeli yöneticilerin eline tarihi bir fırsat geçmiştir: “Ne pahasına olursa olsun bu üstü örtülü affın çıkmasına karşı durun. Suçlu ya da masum olmanız fark etmez; her koşulda, sizi ancak böyle affedebiliriz.”

***

-Oh be sıyırdık- diyenlere gelince... Değişikliği isteyenler de karşı gibi görünenler de biliyorlar ki, asıl kendileri bundan böyle rahat bir uyku uyuyamayacaklar. Hesap verememiş olmanın ağırlığı ile yaşayacaklar. Bu ucuz kahramanlığın farkındayız. Senaryo, hukuk karineleri yerle bir edilerek ve “suçluluk varsayımı” ile işletiliyor. Aklanırsak, bu kara gölgenin hesabını kim verecek? Suçluysak, bedelini öderiz; ödedik, ödeyeceğiz, ödemeliyiz. Onların derdi başka: Cezasını çekmiş olmanın ferahlığını yaşasın istemiyorlar. Futbolu temizlemek umurlarında değil.

***

Biz buradayız. Bir yere gitmedik. Şeklen Bank Asya’da olmak da önemli değil; düşersek tekrar çıkarız. Bank Asya’yı ihya eder döneriz. Ama bu hazırlıklar ve telâşınız gösteriyor ki ruhumuz burada ve hep burada kalacak. Çünkü biz buraya ruhunu veren bir takımız. Buraya ruh veren takım, biziz. Tam 105 yıldır, en başından beri, Fenerbahçe neredeyse en üst kategori orasıdır... Fenerbahçe, suçluysa küme düşmeli ki, sırtından geçinenler görsünler Hanya’yı Konya’yı.

***

Fenerbahçe’nin küme düşürülmemesi “af değildir, lütûf değildir”; zulümdür. Tezgâhın sahipleri, bu yolu Fenerbahçe için değil, Fenerbahçe’yi kurtarmak adına değil, kendileri için, kendi kasaları dolsun diye açmışlardır. Fenerbahçe’nin adına sığınarak yaşamaya devam edecekler. Hem yüksek yayın gelirlerinden pay almayı, hem de ligin marka değerinin korunması sayesinde, nemalanmayı sürdürecekler. Ama her fırsatta da dönüp diyecekler ki Fenerbahçe’ye, “biz seni affetmeseydik, şimdi Süper Lig’de olamayacaktın...” Bir taşla iki kuş vurmak için Fener’i yakacaklar. Eğer İslam Çupi’nin dediği gibiyse gerçekten, “Fenerbahçe büyüklüğü, ne şampiyonluk büyüklüğü, ne kupa büyüklüğü ise... Onun büyüklüğü başka bir büyüklük ise işte, adı konamazsa...” Bütün Fenerbahçelileri, bu “düzmece ve bir seferlik af” oyununu reddetmeye davet ediyorum. İcat ettikleri bu rezilliği, her fırsatta başımıza kakmalarına engel olmalıyız. Buna izin vermemeli, bu oyunu bozmalıyız. Benimle aynı fikirdeyseniz, lütfen bu yazıyı bütün Fenerbahçelilere ulaştırınız. Mail mi atarsınız, kulübün önünde mi yatarsınız onu bilemem? Sadece kimse kendini filân yakmasın. Başlığı da düzeltiyorum; Fener’i yakmayacaklar, “söndürecekler”.

Yazının Devamını Oku

Ne olur, ne olmaz... İyi yıllar

30 Aralık 2011
(Hepsi rahmetli oldular...)

Can komşumuzun muhterem anneleri Seher Teyze, her sabah uyandığında, “Çok şükür” derdi; “Bugün de güneşi gördüm...”
Daha kısa pantolonlu bir çocuktum ve hayli tuhaf gelirdi.
“Her gün her gün niye söyler ki?” diye sorardım kendime.
Ancak 50’sinden sonra anlıyormuş insan, “yarın güneşi göremeyebileceğini...”

* * *

Dedem Necati Bey de keyiflendiğinde, “Yürü dilber yürü ömrümün varı...” sözleriyle başlayan Hicaz Ankara koşmasını terennüm ederdi, pek parlak olmayan sesiyle.
Nakaratı şöyleydi:

Yazının Devamını Oku

5 yıl önce sormuşum:Bunlar kimin çocukları?

26 Aralık 2011
Efendim, soy-sop davalarına özel bir merakım ve “ağzını bozma alışkanlığım” olmadığı gibi, sırf Fransız Ulusal Meclisi’nde kabul edilen “inkâr zırvası” yüzünden, Fransa’ya uluorta haksızlık ve hakaret etmeye de niyetim yok.

Bunlar, iç politikanın “zavallılık alâmetleri”dir; bendenizi asla hayrete düşürmez.
Bu yazıyı da emin olun, sadece ve sadece kamuoyunda “derin merak uyandıran bir soru”nun cevabını bulmak için yazıyorum. Konuya, ilişkin bildiğim 4 ana görüş var:

Kimileri,
“Yahu bu yasaya imza koyanlar, Fransız İhtilâli’nin fikir babalarından sayılan Voltaire’nin çocukları olamaz” diye ısrar ederken, bu grubun “kalıtım ve nesep merakı”nın gemlenemez bir şekilde nüksettiğini görüyorum.

Kimileri de iddia ediyor ki,
Voltaire hiç bir yerde, “fikir hürriyeti üzerine” öyle sanıldığı gibi keskin bir lâf etmemiştir.
Karmaşa, meşhur cümleyi hesapsız kitapsız kullanan, 1906 tarihli Evelyn Beatrice Hall biyografisinden kaynaklanır (Friends of Voltaire). Şuna benzer bir şey yazar Hall; hem de alıntı yaptığını filân iddia etmeden:

Yazının Devamını Oku

Yıl biterken bir “Erenler Sofrası” kursak...

23 Aralık 2011
Semih Sergen Usta’nın dizelerini, “dahili ve harici” muhataplarına armağan ediyorum. Kıssadan hisse malum, ama sofradan herkes “nasibi kadar” alabilecek.

Size ne sunayım insan kardeşim?
Biraz gökyüzü alır mıydınız?
Biraz Boğaziçi serinliği dingin, duru...
Biraz Karadeniz esintisi, biraz Marmara, biraz Akdeniz.
Siz uzaktan geldiniz, belli yorgunsunuz.
Biraz dinlenmek ister miydiniz, bir yörük çadırında yıldızlara karşı?
Bu dağlar, pek sever boy ölçüşmeyi bulutlarla.

Yazının Devamını Oku

Ortaya karışık

19 Aralık 2011
CUMARTESİ döndüm İzmir’e.Pazartesi yazısı yine pazar sabahına kaldı.

Biraz yorgunum, azcık da karışık...
Dışarıda yağmur yağıyor.
Penceremin önünde, klavyemin başındayım.
1965’ten kalma siyah-beyaz Türk filminde, Öztürk Serengil’in dediği gibi sanki, “Şepkemin altındayım”.
Kulaklarımda çiseleyen şarkı, buralardan değil “nedense”:
“Bu sabah yağmur var İstanbul’da...”
Oysa Ankara’da, bulut geçişiyle yetinmiştik.

Yazının Devamını Oku

Bir ruh hastası yüzünden

16 Aralık 2011
PERONDA bekleyen yolculardan kendini kaleci zanneden biri, barajın kurulmasını inceden inceye yönetiyor olmalı...

Yani çete halinde suç oluşturmak gibi bir eylem. Yolcuların tek başına niyetleneceği bir densizlik, bu kadar organize sonuç doğuramaz çünkü. Evet evet eminim! Biz inmeye çalışırken, aşağıda birileri gözümüzün içine baka baka iş çeviriyor. Sırtını istasyondaki direklerden birine yaslamış bir ruh hastası muhtemelen. Belki havaya girmek için ayakkabılarının tabanıyla direğe üç-beş kere sıkıca vuruyor bile olabilir...

* * *

Sanıyorum, daha kapılar açılmadan, kalabalıktan lider ya da kaptan tipli birkaç kişi ile göz göze geliyor. Onlar göz ucuyla arkalarına bakıp tüyo alıyorlar. O arkalarda bekleyen, başparmağıyla trene binmek isteyenleri sağa sola yönlendirirken, diğer parmaklarıyla da barajın kaç kişi olması ve nasıl kurulması gerektiği konusunda uyarıyor onları ki, içeridekiler dışarı çıkamasın, inecekler inemesin; top geçmesin yani. Başka türlü olamaz. İçimizden bir köstebeğin yardımı olmasa bu kadar becerikli olmaz bizim insanımız...

* * *

Barajı kuranlar, tren daha durmadan mevzilenmeye başlıyorlar. Birbirlerine yaklaşıyor ve omuz omuza veriyorlar. Tren durduktan sonra da kapının açılmasını beklediğimiz o birkaç saniye içinde vücutlarını iyice yaklaştırıp parmaklarının ucunda yükseliyorlar. Ellerindeki çanta, paket vs. gibi malzemelerle de korumaları gereken yerlerini koruyorlar. Artık hiç şüphem kalmadı; bunları ya şimdilerde yorumculuk yapan bir hakem eskisi ya da çaptan düşmüş bir futbolcu hazırlıyor maça. Mutlaka bir teknik direktörleri var bunların...

* * *

Çaktırmadan nizami barajı bozmak için de adım adım, yavaş yavaş öne doğru ilerliyorlar. Pozisyonu tekrar tekrar izleyebilsek televizyonlarda, mesafe ihlâli olduğu kesin! Bir yandan da kendi aralarında itişiyorlar. Belki de perondan işi idare eden kaleci kılıklı düzenbazın, içeride bir erketesi var. O da “Gözüm üstünüzde haaa...” diye işaret ederek, aba altından değnek gösteriyor olabilir. Amatör işi değil bu mesai; bunlar profesyonel yolcular...

* * *

Yazının Devamını Oku

Ellinci hafta yazısı nasıl olmalı?

12 Aralık 2011
ELLİNCİ hafta yazıları farklı olmak zorunda değildir diğerlerinden...

Çünkü bu haftanın (kendisinin), diğer haftalardan bir farkı olup olmadığını bilip bilmediği tartışmaya açıktır. Aslına bakarsanız bu yazı, sadece kırk dokuzuncu hafta yazısından bir hafta sonra yazılmıştır. Bir başka deyişle, elli birinci haftada yazılacak yazıdan da, ancak bir hafta önce yazılmış olmak kadar kıdemi ve kerâmeti vardır olsa olsa...
Ellinci hafta, bitmekte olan yılın kendisinden önce tüketilmiş diğer haftalarından daha genç durmaktadır. Gel gör ki, kendisinden hemen sonra gelecek olan haftadan bile daha yorgun ve eskimiştir. Ellinci haftalar, biraz hakkı yenmiş haftalardır. Gözler elli birinci haftanın “şurada bir hafta kaldı” dedirten rastlantısal fırsatçılığına ve elli ikinci haftanın matematik ayrıcalığına çevrilmiş olduğu için, “bitse de gitsek” muamelesi gördüğü çok olur. Bazı ellinci haftalar geçmek bilmez, bazısını daha tadına varamadan elimizden uçururuz. Bütün takvim yaprakları gibi, ellinci haftanın günleri de duvarda kopartılmayı bekler. Ne tuhaftır ki, gününde kopartılmamış olanlar bile durduğu yerde çoktan gözden düşmüştür.

***


İçinde ellinci haftayı barındıran aralık, Gregoryen Takvimi’ne göre yılın on ikinci ve son ayıdır. 1945’e kadar, “ateş ocağı” anlamına gelen “kânûn” sözcüğünden türetilerek Kânunuevvel olarak kullanılan bu ayın adı, Cumhuriyet’le birlikte önce İlk Kânun’a, 1945’te yürürlüğe giren yasa ile de şimdiki adına çevrildi. Aralık adının İngilizce karşılığı olan December ise Lâtince 10 anlamına gelen “decem”den gelir. Aylara bölünmemiş kış mevsimi, ocak ve şubat arasında paylaştırılana kadar eski Roma takviminde aralık, onuncu aya karşılık geliyordu.

***

Günlere, haftalara, aylara ve yıllara, öncekilere, sonrakilere, geçmişe ve geleceğe, bayatlamışa, tazesine, eskiyene eskimeyene, yaş alana yaşlanmışa, yıl alana yıllanmışa, gençliğe ve ihtiyarlığa, yavaşına, ağır gidene, kaçana kovalayana, terk edene, vazgeçilene, sıkıldığına ve özlediğine, aradığına, ne aradığını bilip bilmediğine, aradığını bulup bulamadığına ve bu yolculuğu anlayıp anlayamadığına insanoğlu anlam yükler, anlam verir, anlam kazandırır.

***

Yazının Devamını Oku