Nihat Demirkol

Expolulaştıramadıklarımızdan mısınız?

9 Aralık 2011
Rivayet muhtelif! Herkesi dinliyorum. EXPO 2020 adaylığımızı hakkındaki görüşleri 3 ana grupta toplamak mümkün.

Birinci grup; kronik kötümserler. Onlar bildiğiniz gibi: “Kardeşim, bırakın Çin’i ziyaret eden insan sayısını bir tarafa. Ortalama 10 milyon turist geldiğini düşün. Nerede yatıracaksın? Bunlar hangi havalimanına inecek? İzmir Limanı desen evlere şenlik; yanaşılacak hali mi var? O kadar adamın çöpünü bile toplayamayız biz. Sonra, tanıtım, kulis, lobicilik filan bunları beceremiyoruz. Gezip gezip geliyorlar işte. Nerdeeee? Son ikiye bile kalamayız”.

İkinci grup; kronik iyimserler ve mangalda kül bırakmıyorlar: “Rakipsiziz arkadaş. Tecrübemiz var. Denizi güzel, kızı güzel... Alayı gelsin. Hepsinin sırtını yere getiririz. Ayutthaya da neresi? Sao Paulo desen, dünyanın suç cenneti zaten. Yekaterinburg’un adını duyan var mı? Sivrihisar’dan az hallice bir kasaba nihayet. Eh, Dubai iddialı deniyor ama para ile imanın kimde olduğu belli olmaz!”

Son sohbetlerde keskinleşen -daha dar ama- üçüncü bir grup ise şöyle diyor: “Expo’ya hakettiğinden fazla önem vermeyin. Yeni bir Eurovision sendromu çıkartmayın başımıza. Özünde bu kadar da önemli bir organizasyon olmadığı gibi, bir ölüm kalım meselesi hiç değil. Expo aracılığı ile yapılması öngörülen yatırım, İzmir’in üç vakte kadar kendi kendine yaratacağı katma değerin yüzde üçünü geçmez. Alırsak alırız; alamazsak biz kendi göbeğimizi keseriz. Bu kent artık zincirlerinden boşaldı; önümüz açık...”

Bu görüşlerin tümü aynı anda doğru olmaz. O halde analizlerden en az ikisi yanlış. Ben ise farklı tehlikeler barındıran bir İzmir klâsiğinden korkarak, eli böğründe ve ihtiyatla bekleyen dördüncü bir gruba dahilim. Nedir o İzmir klâsiği? Menüde neler var? Öncelikle her tür yorumun nesnellikten uzak, uçarı bir Akdenizli gevşekliği içinde yapılmasından bıkmış durumdayım. İşin ucundan tutması gerekenler sanki tutuyorlar gibi de herkes tuttuğu ucu başka bir tarafa çektiği için, elimizde kaldı kalacak... Expo geleneği, yönetim piramidinin katmanlarında seçilmişlere bile iyi gözle bakmıyor. Onlar “sivil inisiyatif”i makbul sayarken, biz en tepeye İzmir Valisi’ni oturtuyoruz. Ticaret Odası’nın manidar bir manevrayla uzaklaşmasını da doğru okumak lâzım; sanki, “olmayacak duaya amin” dememek için, hazır vakit varken hadiseye mesafeleniyorlar gibi. Öncesinde birleşmemek, anlaşamamak, uzlaşmamak, sonrasında ise uyuşamamak, bölüşememek ve paylaşamamak hastalığımız nüksedecek diye korkuyorum.

Hepsinin ötesinde, asıl “sokaktaki adam”ın sahiplenmesi gereken bir projeden bahsediyoruz. O ise, bir bardak suda kopartılan fırtınaya uzaktan bakıyor şaşkın gözlerle. Bilgi üretimini yetersiz buluyorum. Kentli olma bilincini yelpazelemeye yönelik hiçbir davet yok ortada. Organizasyonun (varsa) büyüsü çoktan kenti sarmalamış olmalıydı. Bence bu iş Paris’te sonlanacak zannedenler yanılıyorlar. Bence (başlayabilirse, başlatılabilirse) İzmir’de başlayacak. Sonu getirilebilirse, sonunu görebilirsek de İzmir’de göreceğiz. Kazanırsak İzmir’de ve İzmirliler sayesinde, kaybedersek İzmir’de ve İzmirliler yüzünden olacak; Paris’te yapılacak olan sadece oylamadır. Şimdi söyleyin bakalım, yoksa siz de benim gibi Expolulaştıramadıklarımızdan mısınız?

Yazının Devamını Oku

“Gibi” politikacı sözlüğü

5 Aralık 2011
BAŞLIĞIN yazı hakkında yanlış şeyler çağrıştırması olasılığına karşılık, önce küçük bir açıklama gerekecek.

Okuyacağınız satırlar, politikacıların bazı kavramlar hakkındaki müşküllerini çözmek için hazırlanmış bir sözlük değildir. Aksine, sokaktaki adamın, “politikacıları kolayca sınıflandırabilmesi” amacıyla kaleme alınmıştır. “Kıssadan hisse umuma mahsustur...” Kim kimdir? Orası hayal gücünüze kalmış.

***

Politikacılar hakkında çok şey söylemek geçer içimizden... Ama öyle zamanlar vardır ki, virgülsüz cümleler bile yetmez. Bazen amaca uygun tek kelime bile bulamadığınız olur. Oysa duygularınız yerli yerindedir. Kızgın ve öfkeli, kırgın ya da gücenmiş olabilirsiniz. Sevgi, saygı, hayranlık, şükran hatta acıma hisleriyle dolmuş olabilirsiniz. Aklınızdan sitem etmek geçiyordur, alkışlamak için samimi bir fırsat doğmuştur. Veya hiçbir şey söylenemeyecek kadar vahimdir durum! Hani Atilla İlhan’ın “beyhudelik hissi” dediğine yakın... El altında, böyle hallerde müracaat edebileceğimiz bir sözlük bulunsa, “acaba işler kolaylaşabilir mi” diye düşündüm. Kuşkusuz bütün çeşitleri bir yazıya sığdırmak mümkün olmadı, ileride devam ederiz.

***

Kurşunkalem gibi politikacı: Dünyayı değiştirmiş ya da etkilemiş olan birçok fikrin, kurşunkalemle kağıda dökülmüş olduğunu hatırlatır. “Olduğundan daha sade ve mütevazı görünmekte ustalaşmış” kişiler için kullanılır. Kurşunkalem gibi politikacı olmak, bir yaşama biçimi ve üslup sorunudur. Ayrıca geriye kalan politikacıların, “tükenmez kalem” kadar sıradan olduğunu da vurgular.
Sıvı azot gibi politikacı: İletişimi ihtiyaç olarak görmediği gibi, böyle bir paylaşımın olumlu-olumsuz tüm sonuçlarını da gözardı edebilecek bir duyarsızlık ve tepkisizlik halini ifade eder. Bu gibi politikacıların varlığı, atmosferdeki havanın beşte dördünü temsil etmek kadar elzem bile olsa, eksi 196 derecelik kaynama noktasıyla, bilinen en soğuk maddenin abartısını yaşatır.
Cam kırığı gibi politikacı: “Fark edilemeyecek kadar küçük hesapları” temsil eder. Tam bitti, temizlendi zannedersiniz; ama her yere dağılmıştır. Tedbirli olmak lazımdır, çıplak ayakla dolaşmaya gelmez.

Yazının Devamını Oku

Aziz Bey’e üçüncü “kayık” gönderildi

2 Aralık 2011
MEŞHUR fıkradır, ama mecburen takrarlayacağız... Hani, kasabayı sel götürmüş.

Herkes bir tarafa kaçıyormuş. Papaz Efendi, diz çökmüş ve devam edermiş kilisede duaya: “Allahım bütün ömrümce sana inandım, sana sığındım. Her dediğini ciddiye aldım. ‘Yap’ dediklerini yaptım, ‘Yapma’ dediklerinden uzak durdum. Beni bu felaketten sağ salim çıkartacağından en ufak bir kuşkum yok, kurtar beni...”
Bu sırada kapıdan giren bir kasabalı, “Haydi Peder” demiş, “Kayık bekliyor dışarıda. Bu bina da çok dayanmaz, gidelim”. Papaz, kendinden emin bir tevekkülle cevap vermiş: “Siz gidin evladım, Yüce Tanrı beni nasıl olsa kurtaracak...”
Duaya rağmen sular yükselmeye devam edince, birinci kata çıkmış Papaz Efendi. Ama duaya devam: “Bütün ömrümce...” Bu arada, pencereden dışarıya bakmış göz ucuyla. Birisi bir kayıktan sesleniyormuş: “Muhterem Peder, son kalanları topluyoruz, haydi gelin bizimle...” Aynı ses rengiyle cevap vermiş Papaz Efendi: “Siz gidin evladım, Yüce Tanrı beni yalnız bırakmaz...”
Sular birinci kata ulaşınca ikinci kata çıkmış. Duaya devam: “Yap dediklerini yaptım...” Bakmış aşağıdan el sallayanlar var: “Lütfen Peder inat etmeyin, sadece sizin için geri döndük, binin şu kayığa...” Cevapta bir değişiklik yokmuş: “Evladım, ben Yaratıcının himayesindeyim, o beni unutmayacaktır. Siz vakit kaybetmeyin...”
Sular yükseldikçe Papaz Efendi de biraz daha yukarılara çıkıyormuş. İkinci kattan basamaklara, oradan çan kulesine, nihayet kilisenin tepesindeki haça kadar tırmanmış; Allah tarafından kurtarılmayı bekliyor. Ama afet şöyle böyle değil. Sular önce paçalarını ıslatmış. Sonra dizkapaklarına ulaşmış. Kasıklarına kadar yükselince, işin ciddiyeti fark etmiş Papaz Efendi. Ölüm korkusuyla başlamış gökyüzüne doğru söylenmeye, bağırmaya çağırmaya: “Beni unuttun, terk ettin. Bana bunu yapmayacaktın. Sana inandım, güvendim. Bütün ömrümce...” Gaipten gelen bir ses sözünü kesmiş Papaz Efendi’nin, “Kes ağlamayı, kes...” demiş Yaratıcı. “Sana 3 kere kayık gönderdim, daha ne yapacaktım?”
CHP’nin ve Büyükşehir Belediyesi’nin, İzmirli seçmen gözündeki “ağır erozyonu” hissedilir bir büyüklüğe ulaşmıştı. Tepki, güvensizlik, çaresizlik, bıkkınlık, hatta öfke sular gibi yükseliyordu. Derken, başka zaman yokmuş gibi, yine bir EXPO gündemiyle eşzamanlı olarak baskın yapıldı Belediye’ye... Aklı başında ve vicdan sahibi, taraflı tarafsız herkes, sonucu merak etse de yöntemi “yakışıksız” buluyor. Kocaoğlu, bu sürecin akılcı yönetilmesi ve “yerden bir avuç toprakla kalkılması” konusunda sanki doğruyu bulmuş gibi bir “his” vermekte kamuoyuna. Şayet bu duruş, “his”ten fazlasına dönüşebilirse, İzmir’deki “büyük yıkım”ın önüne geçilebilir. Aksi takdirde CHP, “bizatihi afet” kimliğini atamayacak üzerinden. Kendisine yapılan tuhaf ve anlamsız “emrivaki”, bence 3. ve son kayıktır. Yaratıcı, Kocaoğlu’nu “mağdur” durumuna düşürmek için, birilerini vesile kılmıştır. Seçime kadar ve bir daha asla, hiç kimsenin Başkan’a böyle bir fırsat sunacağını da sanmıyorum. Yazı başlığının yanlış yazıldığını düşünenler çıkmış olabilir. “Kıyak” demek istemediğimiz ortada; “kayık”tan bahsediyorum...

 

Yazının Devamını Oku

Ben de özür diliyorum...

28 Kasım 2011
Bir özür dilemedir gidiyor... Ve kamuoyu zannediyor ki,

bu özür dileme işi yeni çıkmış bir âdettir.
Öyleyse “zaman tüneli”nde küçük bir gezinti yapalım.
Ben arşivlerin yalancısıyım.
Hem, hafızam azcık kuvvetli diye,
beni ayıplayacak değilsiniz herhalde.

Hasan Pulur,
4 Eylül 1984 tarihli yazısında şöyle demektedir;

Yazının Devamını Oku

Organik ve senfonik...

25 Kasım 2011
BOSTANLI’da gece yarısından sonraki saatler...

Hatta daha kesin bir zaman bile verebilirim, 03.30 civarı. Soğuğa rağmen, taze bir soluk için hafif aralık bırakılmış pencereden, sokakların sessizliğinden başka hiçbir şey sızmıyor içeri; belki biraz gecenin belli belirsiz dumanlanmış kokusu. Birden oralarda yalnız olmadığımızı anlıyorum. Bir saka kuşu (zannederim), kendi partisyonunu söylemeye başlıyor. Sakin, telaşsız, endişeden uzak. Karışanı görüşeni de yok anlaşılan. Önce kısa ve kesik kesik nefes açma egzersizleri... Ardından en dik perdelerde, notaların hakkını vererek tek tek dolaşmaya başlıyor. Peşinden de iddialı bir kreşendoya yelteniyor. Gösteriyi bırakıp yatamıyorum.
Pencereyi biraz daha aralıyorum. Sesin kaynağını göremiyorum. Ama belli ki çok yakınız... Ezgiler, sokaktaki binalara çarpa çarpa büyüyerek önce yankılanıyor, sonra uzaklaşıyor. Küçük bir soluklanma için duruyor saka... İşte tam o anda, karanlığa gizlenmiş başka bir müzisyen daha olduğunu anlıyorum. Biraz daha hırçın, biraz daha gırtlaktan, esrarengiz ve buğulu ama öfke dolu değil... Kedi de kendi partisyonunu seslendirmeye niyetli. Birkaç dakika içinde karşılıklı atışmaya başlıyorlar. Sakanın makaraladığı notalara, kedi daha uzun seslerle cevap veriyor. Müzik cümleleri dinleyeni şaşırtacak kadar anlamlı ve birbirini tamamlayacak kadar uyumlu. Bir nefes alımlık kaçamak, ayaküstü bir düetin büyüsüyle kanatlanıyor.
Azcık üşüdüğümü hissediyorum. Birkaç kez, pencereyi kapatıp içeriye girmeye niyetlensem de sokakların bu hem organik hem senfonik çağrısı peşimi bırakmıyor; iyi de ediyor. Meğer gecenin sürprizleri daha bitmemiş. Karanlıkta, üçüncü sesin sahibini de göremiyorum. Ama saka kuşu ile sokak kedisi arasındaki müzikal söyleşinin, baslarda kısmen zayıf kaldığını fark eden bir karga, bu eksiği gidermeye talip oluyor. Nefesliler ve yaylılardan sonra kontrbasların eşliği de tamam; yat yatabilirsen şimdi...
Kendi ellerimizle eziyet haline getirdiğimiz kent yaşamı içinde, olmayacak bir öyküye karışıyorum. Gürültü kirliliğinin “sanatın ilahî intikamı”na teslim olduğu saatlerde, tesadüfen bir “trio”nun sahne alışına tanık oluyorum. Dakikalarca devam eden bu doğaçlama gösteriyi, neden kaydetmediğimi soruyor içimden bir ses. Başka bir ses, “uyku sersemi halinle, nereden akıl edecektin?” diye beni rahatlatmaya çalışıyor.
Doğanın kendi sesleriyle hazırladığı bu armağan, “yerden mi göklere yükseldi o gece, yoksa gökten mi yere inmekteydi?” orasını tam bilemiyorum. Konser biterken, sanatçıların sanal selamı ulaşıyor pencereme. Ben ise onlara gerçek alkışlarla yanıt veriyorum.

Yazının Devamını Oku

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e “ibadet ve kabahat”

21 Kasım 2011
İTALYAN kafelerindeki şık bir geleneği anlatan ve “Uno ekspresso...” diye kahve siparişi verenlerin, bir tane de “askı”ya ısmarladıkları ve orada birikenlerle, cebinde kahve parası olmayanların, “bir kahve askıdan...” diyerek sebeplendiklerini anlatan öyküyü, birkaç yıl önce herkes birbirine gönderiyordu; sosyal dayanışmanın Avrupa kültüründeki ince yansımalarından dem vurularak...

Ve sanal ortamdaki tezahüratın yoğunluğundan anlaşılıyordu ki, toplum hayatında, “bir fincan kahveden fazlası” üstünde düşünmüş “eskiler”in bulduğu çözümlerden pek kimse haberdar değildir.

Oysa, “Osmanlı’nın toplumsal dinamiklerinden biri de sadaka taşlarıydı. Öylesine narin düşünülmüş bir yardım vasıtası idi ki, o taşa uzatılan bir elin oraya yardım koymak için mi, yoksa yardım almak için mi girdiğini bilemezdiniz” diyor usta kalemler. “Hali vakti yerinde olanlar gece karanlığında sadakalarını bu taşların tepesindeki çukura bırakırlardı. Derdini kimseye açamayan hakiki bir fakir, ihtiyacı olunca oradaki parayı alır. O günkü ihtiyacı 100 kuruş mu? 100 para mı? Onu ayırır, kalanını, kendisi gibi ihtiyacı olanları düşünme terbiyesi icabı, çukuruna kor ve meçhul sadakacıya içinin memnunluğunu kalbinden ulaştırır ve dönerdi” diye devam ediyor... Sadaka taşları, farkında olmadığımız, unutulan geçmişin muazzam geleneklerinden sadece biriydi. Zamanında bütün Anadolu coğrafyasına yayılmış olduğunu da biliyoruz. 
4 ptZannediliyor ki, Van’daki deprem, yapı endüstrisindeki tarifsiz zayıflığımızı gözler önüne serdi, hayır! Onu zaten üç aşağı beş yukarı biliyorduk. Yaşadığımız felaket, büyümekte olan başka bir zayıflığımızı yüzümüze vurdu ve asıl rezillik orada saklanıyor... “Sağ elin verdiğini sol elin görmeyeceği” şeklinde ifade edilen bir zarif geleneğin, nasıl olup da böyle düzeysiz bir rekabete dönüştüğüne dikkat çekmek istiyorum.
Bazı “akl-ı evvel” köşe yazarlarımız, çetele tutup liderlik mukayesesi yapacak kadar işin tadını kaçırdı. Van’ı hissetmek için mutlaka orada olmak gerekmediğini, oraya gitmeden de orada olunabileceğini idrak edemiyor olacaklar ki, hesapsız kitapsız döşeniyorlar:
“Şu önce gitti, bu sonra... O sabah ulaştı, ama diğeri akşama kaldı. Öteki giderken beriki dönüyordu. Falanca çorba dağıttı, filanca battaniyesini örttü...”
Birisi de çıkıp demiyor ki, “kardeşim senin ne işin var orada? Neden iş görecek insanların ayağına dolaşıyorsun? Millet kendi vicdanında biriktirdiği samimiyeti, varını yoğunu zaten paylaşmaya çalışıyor. Sen kimin malını kime dağıtıp da caka satmak peşindesin? Bir toplumsal sorumluluk hareketinin ucundan tuttun diye, gazete manşetlerinde PR yapmak için boy göstermek yüzünü kızartmıyor mu? Sen önce kendi beldenin yaralarını sarmaya bak, kendi belediyenin söküğünü dik. Kendi sokağındaki kimsesize ‘kimse’ ol. Bunu bile siyasi ranta çevirdiğin için, uykuların kaçmıyor mu geceleri?”
4 ptÜç kuruşluk yardımın, beş kuruşluk medya teşhiriyle gözümüze sokulması beni rahatsız ediyor. Güncele uygun, ama aykırı bir tespit yapalım:

Yazının Devamını Oku

Defne ormanı mı asma yaprağı mı?

18 Kasım 2011
BEN şiiri hep sevdim. Hatta, şiir söylemeye cesaret ettiğim günler bile olmuştur.

Ve bazıları vardır ki sevdiğim şiirler arasında, durup durup mırıldanmaktan, dönüp dönüp yazıp paylaşmaktan alamamışımdır kendimi. İşte bunlardan biridir Melih Cevdet’in “Defne Ormanı”. Etrafıma bakıp da ihtiyaç olduğunu hissettiğim her devirde, bir daha bir daha yayınlayacağım köşemde... Güncel kalması şiirin gücünden midir, yoksa Likya’nın bahtsızlığından mıdır, orasına karar veremedim? Ama “sahipler”i ve “köleler”i yaşatan düzenler varoldukça eskimeyeceğe benzer bu yaman dizeler...

***

Köle sahipleri,
ekmek kaygusu çekmedikleri 
için felsefe yapıyorlardı,
çünkü ekmeklerini köleler veriyordu onlara;
Köleler ekmek kaygusu çekmedikleri için

Yazının Devamını Oku

Akgerman haklı çıktı...

14 Kasım 2011
GAZETELER, Kamer Genç’in kürsü dokunulmazlığına, “ite kaka dokunulmasını ve fikir özgürlüğünün engellenmesini” tartışıyorlar.

Söz dönüp dolaşıp, “kendi hakkını koruyamayan bir partinin milletin hakkını hiç koruyamayacağı” noktasına geliyor ki, gerçek de bundan ibaret. Son rezillik, aşağıdaki satırları “namluya sürmek” zorunda bıraktı beni. Kılıçdaroğlu’nun onur konuğu ve konuşmacı olduğu bir toplantı yapıldı İzmir’de. “Ege’nin ne düşündüğüne önem verenler ve kulak kabartanlar için, izlenmesi artık bir gelenek halini almış bulunan ESİAD Yüksek İstişare Kurulu Toplantılarının yirmisekizincisi” denmiş. Katılamadım, ama Sayın Başkan Bülent Akgerman, konuşmasının linkini bildirmek nezaketini göstermişler, izledim. Eski bir öngörüyü çağrıştırdı bana gördüklerim, duyduklarım: “asık suratlı gayrıciddi insanların yaşadığı bu ülkede, güleryüzlü ve ciddi olmayı başarıp, değerli ve önemli şeyler söylemek” mümkündür. Üslûbunu yadırgayanlar olmuş. Oysa ben onları artık yadırgamıyorum. Aksine, bu iletişim modeline mesafeli duran herkesi, (işadamı, politikacı, gazeteci vs.), “ağır ol da molla desinler” kültürüne teslim olmuşları, “ezber bozanlar”ı desteklemeye davet ediyorum. Küçük alıntılar paylaşabileceğim; Akgerman, “başka bir şey” söylüyor:

“...Benim asıl altını çizmek istediğim husus, gündemin “vizyon boyutu”dur. /...Evrensel sabitler, demokrasiyi, tâlibine ve kullanıcısına, bir ‘alternatifler rejimi’ olarak sunar. Çünkü bütün rejimlerde, işin doğası gereği iktidar zaten vardır; olmak zorundadır. Ama demokrasileri, diğer modellerden ayıran ve besleyen, onları ayakta tutan ve güven içinde yaşamalarını temin eden asıl unsur, ‘muhalefet becerisi’dir. ‘Beceri’ sözcüğünün rastlantıyla seçilmediğinden emin olabilirsiniz. Bilginin mutlak varlığına gereksinim duyan beceri geliştirilebilir. Ama bu da yetmez! Becerinin sonuç doğurması için, tavır ve davranışa dönüşmesi, düşünceden eyleme çevrilmesi şarttır. Çünkü muhalefet, gönül gözüyle bakarsanız, ‘halef, sonraki, ardından gelen, devralacak olan, aday çağrışımları’na da açıktır. Ve bu iddiasıyla, sanıldığı gibi ya da öyle gösterildiği gibi, sadece ‘karşı olan, karşı duran, itiraz eden’ anlamına gelmez! Rahmetli İsmet İnönü’nün, ‘muhalefette tasvip olmaz’ söyleminin üzerinden nerdeyse yarım yüzyıl geçmiştir...” İşte bu cümle, yaraya parmak basılacağına bir işaretti ve kaçak güreşilmeyeceğini müjdeliyordu. Devre arasına ise şık bir ironi sıkıştırılmıştı.

“...Bundan sonra söyleyeceklerimin, ‘herhangi bir siyasi iktidar ve herhangi bir muhalefet’ tasviri olarak algılanmasını rica ediyorum... Günümüzde muhalefet alternatif demektir. Yani teoride, ‘erkin sosyal paydaşı’ olan bir kuvvetten bahsediyoruz. Hal böyle olunca, güzel ülkemde... Ekonomik ve siyasi gündem irdelenirken, en az mevcut siyasi iktidar kadar muhalefetin varlık sebebi de sohbete konu edilmelidir. Evrensel rüzgârlarla terbiye edilmeye muhtaç demokrasimizin, güncel ve vizyoner yaklaşımları itibariyle sunulana, önerilene, öngörülene ve zaman zaman bir toplum mühendisliği tasarımıyla dayatılana karşı, söyleyecek sözü, dinletecek tavrı olan bir muhalefete ihtiyacı vardır. /...Güçlü muhalefet, proje muhalefetidir, çözüm muhalefetidir, yetersizliği deşifre etmekte yetinmeyen, ‘yeterli olanı vitrine koyan’ muhalefettir.” Konuşmanın sonu ise, bir kurumu temsil etmenin sorumluluğu ve bilincini yansıtıyordu, sevindim; kutluyorum:

“...Ekonomi ya da siyasette gördüğümüz iyi gelişmeleri alkışlar, yanlışlara dikkat çekmeyi, ‘hattâ bazen sitem etmeyi’ önemli bir görev sayarız. Bunu her siyasi parti ya da eğilime aynı mesafede durarak yaparız. Kimse ile aramızda, “açıklanamaz bir yakınlık ya da uzaklık bulunmaması”na özen gösteririz...”

Yazının Devamını Oku