O zaman, paketleyelim konuyu artık; iyice adrese teslim hale gelsin... Bildiğiniz gibi, Rıfat Nalbantoğlu’nun istifasından sonra yerine yeni bir İl Başkanı atandı, uğradık, “hayırlı olsun” dedik. Biz saf saf zannediyoruz ki, “kurumlarda devamlılık esas”tır. Zaten memleket seçime doğru kaymaya başlamış. Vakit düşünmek, üretmek ve projelendirmek vaktidir, nerdeeee?” Desteğin hissedilir biçimde azaldığını fark etmemize rağmen, bütün komiteler harıl harıl çalışmaya devam ettiler. Hazırlanan raporlar, hep “bi geçsin de...” barajına takıldı, “Şu kurultay bir geçsin de ön seçim bitsin de listeler bir belli olsun da” gibi... Ben, “Kültür ve Sanat” ekibinin yalancısı olarak, kendi yaşadıklarımı anlatacağım. İsterim ki, diğer komitelerdeki arkadaşlar da eteklerindeki taşı döksünler de ahali, “şu iplikleri bir de pazarda görsün.”.
“Prof. Dr. Murat Tuncay, Altuğ Dilmaç, Ümit Tunçağ, Cemre Aslan, Esen Kesecioğlu, Günay Toprak, Doç. Dr. Gürcan Polat, Haluk Işık, İbrahim Yazıcı, Prof. Dr. Metin Güner, Prof. Dr. Aydın Bıçakçı, Alparslan Mater, Nedim Atilla, Prof. Dr. Mümtaz Sağlam ve bendeniz”den oluşan “Kültür ve Sanat Komitesi” eylemli olarak işe, Ocak 2011’de “Ucube” krizinin medyayı meşgul ettiği günlerde, bir bildiri kaleme alarak başladı. Bu çalışma, bütün kanallar zorlanmasına rağmen –gerekçesiz şekilde- yok sayıldı ve kamuoyuna ulaştırılmadı. Bu, “havanda su dövmeye giden yol”un ilk kilometre taşıydı...
Şubat ayının sonlarında ise, aynı ekiple seçimlere yönelik bir “Arama Konferansı” gerçekleştirdik. Bu tarihten 8, seçimden 4 ay sonra, “Bu iş, haftada bir gün iki saatle olacak iş mi?” diyenler, bizleri gece yarısında masa başında çalışırken bulduklarında, “hayalet görmüş” gibi olduklarını unutmuşa benziyorlar. Aynı gece, ürettiklerimizin arkasını sorduğumuzda, verilen “komitelerden bize ulaşan bilgi ve belgeyi okuyamıyoruz bile. Kim değerlendirecek? Nasıl yetişeceğiz belli değil...” cevabıyla irkilmiştik. Vecize sahiplerinin, daha sonraları aday sıralamasında yapılan yanlışlığı, “48 saatlik uykusuzluk nedeniyle yapılan yazım hatası”na bağlayarak, siyasi literatüre geçeceklerini tahmin edemezdik kuşkusuz. Ama hiç değilse, boşa kürek çektiğimizi anlamıştık. Buna rağmen; konferansın “Yönetici Özeti”, daha ayrıntılı bir sunuş ve “stratejik plânlama” talep ve vaadiyle İl Başkanlığı’na teslim edildi. Rapor, araya adamlar konularak, (yani fırsatlar içeren bir projeyi, birinci adama ulaştırmak için kan ter içinde itişerek...) Genel Başkan’a da takdim edildi. “Sizi Ankara’ya çağıracak” haberi geldi. (Uzun bir seçim süreci yaşandı, sonuçlandı. CHP, hızla ve gayretle yenisini kaybetmeye hazırlanıyor; biz hâlâ bekliyoruz!) Bitmedi; bakın sonra ne oldu? Bir mayıs sabahı, komite üyeleri, gazetelerden şu haberi okudular: “Alaattin Yüksel, CHP’nin İzmir’e yönelik Kültür ve Sanat Projelerini açıkladı...” Tepekule’de, olması gerekenler yok! Platform başkanı yok. Komite başkanı yok. Fikir üretenler yok. Komitede basın mensupları var, onlar bile davetli değil. Ve en önemlisi, açıklanan programda “Arama Konferansı”nın bilimsel çıktılarından tek cümle yok... Bu tartışmasız bir biçimde, “yönetim bilimine duyarsız kalmak”tı.
Engin Berber Hocamızın “ufuksuzluk”tan yakınması, zaten bundandır. Emek verenlerin samimiyetini “insaftan uzak” bir tavırla istismar ettikten sonra, “çalışmak isteyen onlarca bilim insanı var” demek, en hafif tabiriyle nezaketsizliktir ki, bu da “estetik noksanlığı”na işaret eder. Kimseyle arasında, “açıklanamaz bir yakınlık ya da uzaklık” bulunmayan bu satırların yazarı, meseleyi sadece, “onlarca kişinin İl Başkanlığı koltuğu (ve tabii diğer koltuklar) için birbirini yediği bir siyaset geleneği”nin doğal ve ucuz bir uzantısı olarak görmektedir. “Kaybeden Parti Kültürü”nde, başka hiçbir şey kimsenin umurunda değil, emin olun...
CHP İzmir İl Başkanlığı bünyesinde oluşturulan, (ve tek örneği, Ankara’da Genel Merkez’de bulunan) bir tür “think tank ekibi”nde yer almam isteniyordu. Projeler üretmek üzere, İzmir’deki aslar papazlar bir araya toplanmıştı ve nasıl olduysa ben de karışmıştım aralarına. Başlangıçta İzmir’in plakasından hareketle 35 kişiyle sınırlı olacağı söylendiyse de sonradan sayımız bezik destesine döndü zaten...
* * *
“Yönetim, Bilim ve Kültür Platformu” adı verilen grubun başkanlığına Prof. Dr. Engin Berberoğlu getirilmişti. Zamanın İl Başkanı Rıfat Nalbantoğlu da oluşumu samimiyetle destekliyordu. Hem oluşturulan takımın iş çıkartacağına inanıyordu hem de üretilen fikirlerin partinin ufkuna ilişkin fayda sağlayacağına. Grubun genişlemesi ve siyasiler tarafından yönetilen kısmı, genellikle polit büro tarzı asık yüzü, ürküntü veren rüzgârı, “alçak dağları biz yarattık, orta büyüklükte olanların da bazısı bizim elimizden çıktı” tavrıyla sarmalanmış güven uyandırmayan ciddiyetiyle, gizemli bir kasvete sahipti ama, “olsun” niyet iyiydi, gerisi “dur bakalım ne olacak?” idi. Hadisenin basit kronolojisi özetle böyle. Bundan sonra yazacaklarım ise sadece beni bağlıyor, platformdaki değerli dostları değil...
* * *
Toplantılar, komisyonlar, görevlendirmeler vs. derken günler birbirini kovaladı. İsmim birkaç alt çalışma grubunun müsvedde listelerinde dolaştı. Bazılarından affımı istedim ve “Kültür ve Sanat Komitesi” Başkanı Prof. Dr. Murat Tuncay’ın yanındaki iskemlede buldum kendimi. İlk maskaralık, bütün platformun sabahın köründe davet edildiği Kılıçdaroğlu ziyaretinde yaşandı. Herkese gönderilen mailde, “sabah 08:30’da il binasında hazır bulunmanızı rica ederim” deniliyordu. Benim gibi partili olmayanların çoğunluğu teşkil ettiği ve gönüllü katılımın bir araya getirdiği âkil insanlar, önce bu emir-komuta üslûbunu yadırgadılar. Sevgili Murat Hoca, bildik zarafetiyle, “aramızda olmanızdan mutluluk duyacağız demiş olsanız da biz anlardık; pek şık olmamış” diyerek hepimiz adına sitemini dile getirdi. CHP Genel Başkanı, kendisini yaklaşık 100 seçkin kişinin beklediği randevusuna, 1 saatten fazla gecikerek geldi. Birkaç lüzumsuz konuşma, Engin Hoca’nın platformu takdimi ve Kılıçdaroğlu’nun gruba hitabı... (Havagazı işler için Havagazı Fabrikası’ndaki toplantıya geçmek üzere) İl Başkanlığı’ndan ayrıldığında, “çok önemsediğini” belirttiği “Yönetim, Bilim ve Kültür Platformu” üyelerine, (salona girmesi ve çıkması arasında geçen süre itibariyle) brüt 12 (yazıyla oniki) dakika ayırabilmişti...
* * *
Açıkcası, böyle şeddeli bir saygısızlığı hiçbirimiz hak etmemiştik. Gözleri perdeli fanatik partililer, “eee genel başkanlar böyledir. Gecikirler normaldir. Bir yere yetişmesi gerekiyorsa da pat diye çıkar gider” kabilinden abuk subuk konuşmaya yeltenince, yerimden kalkıp şöyle söylediğimi hatırlıyorum: “Sevgili dostlar, öncelikle belirtmeliyim ki, asgari nezaket genel başkanları da bağlar; sadık kalabilirlerse, onları yüceltir de... Ayrıca, gazetecilik okullarında gençlere, ‘köpeğin adamı değil, adamın köpeği ısırması haberdir’ diye öğretirler. Genel Başkanınız ‘İzmir ve Bölge Sanayinin Paylaşım Toplantısı’na daha birçok kez katılır; onun için de iştirakinin önemi, bir köpek ısırığından fazla değildir. Ama İzmir’de, bir beyin takımı ile ‘proje üretmek’ için 3-4 saat çalıştığının duyulması, habercilik adına aykırı bir rüzgârdır; bu fırsatı bile kullanamadınız. Ben size daha ne diyeyim?”
* * *
Bu ibretlik haberi, araya gitmesin ve tekrar tekrar okunsun diye yazımın içine aynen aktarıyorum:
* * *
“CHP İzmir’de, proje üretmek amacıyla oluşturulan, Bilim Yönetim ve Kültür Platformu’nun (BYKP) Başkanı Prof. Dr. Engin Berber, Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu’na bir mektup yazarak görevinden istifa etti. Ege Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanı da olan Prof. Berber, mektubunda ‘dar kadroculuk’ ve ‘ufuksuzluk’tan yakınarak, şunları söyledi:
‘Bilim sanata benzer, istenmediği yerde durmaz. Siyaset bilimi temel almıyorsa, hamasettir. Kendi partililerini dışlayan yöneticilerin, seçmeni kucaklaması mümkün değildir. Benim elbette şu veya bu partilimize karşı kırgınlığım vardır. Ancak partimize kırgınlığım yoktur. Unutmamalıdır ki, Mustafa Kemal Atatürk hariç kimse CHP’den büyük değildir.’
İl Başkanı Tacettin Bayır, Berber-’in yedi aydır partiye gelmediğini öne sürerek, ‘İstifasını zaten yedi ay önce partiye gelmeyerek fiilen vermişti. Kendisini defalarca telefonla aradım. Bana partiye sadece cuma günleri iki saat ayırabileceğini söyledi. Bu iş, haftada bir gün iki saatle olacak iş mi? Çalışmak isteyen onlarca bilim insanı var. Kurul’a bilim insanı öneriyorum kabul etmiyorlar. Eski İl Başkanı Rıfat Nalbantoğlu’na bağlı bir ekip kurmuşlar, kimseyi içlerine almıyorlar’ dedi.
Berber ise istifasının Bayır aleyhine toplanan imzalarla ve parti içindeki anlaşmazlıklarla ilişkilendirilmemesini isteyerek, şöyle konuştu: ‘Son üç ay hariç 14 aydır 20 bilim adamı her cuma saat 18.00’de o partinin kapısından içeri giriyor. Daha önce beş bilim adamı bir arada girmemiştir.” Parti disiplininin ne olduğu bildiğini vurgulayan Berber, “Disiplin cart curtla olmaz. Ayrıca Engin Hoca, ne Bayır’ın, ne Nalbantoğlu’nun adamı olmayacak kadar onurlu bir akademisyendir. Kimseyle özel bir ilişki kurmadığım gibi düşmanlığım da yok’ dedi.”
* * *
İzmir’deki “Bilim Yönetim ve Kültür Platformu”nun öyküsü, tam bir pehlivan tefrikasıdır. Ayaküstü geçiştirilecek sığ bir “maskaralık” da değildir. Engin Hoca az bile söylemişler. Aslında ben bu konuyu, küllenmeye bırakmıştım. Ama madem ki, bazı kulaklar ağzından çıkanı duymuyor; biz de mecburen açacağız bayramlık ağzımızı... Platformun, “Kültür Sanat” komisyonuyla ilgili yaşadıklarımızı, bütün çıplaklığıyla paylaşacağım okuyucularla, seçmenle ve merak edebileceklerle. Ne zaman? Gelecek pazartesi günkü yazımda. Yani, “az sonra...”
Biraz ileride yolun üstünde bir delikanlı gitar çalıyor. Heyecanlı, sevimli, delişmen... Müzik sesine doğru yaklaşıyoruz. Çocuk annesine dönüyor, “baak dilenci” diyor. Annenin yüzünü göremiyorum ama ikimiz aynı anda irkiliyoruz. Yolun üstünde aniden duruyorlar. Aramızda birkaç adım kalmışken ben de duruyorum; açıkcası öykünün sonunu merak ediyorum. Anne ve çocuğunu artık profilden görüyorum. Anneyle çocuk şimdi aynı hizadalar, çünkü yetişkin olan diz çöküyor, artık gözgözeler. “Dilenci” diyor anne, “sokaklarda boş boş dolaşıp, el açıp para isteyenlere denir”. Ben çocuğun yüzünde biçimlenen yeni ifadeye odaklanıyorum. Anne devam ediyor, “bunlar müzisyen. Bir yetenekleri, sanatları var. Sadece sokakta gitar çalıyorlar. Bir emek veriyorlar, çalışıyorlar. Çoğu öğrenci. Harçlıklarını çıkartmak için... Belki kitap alacaklar, belki otobüs parası biriktirecekler, belki de senin çok sevdiğin hamburgerlerden, alacaklar; yanında patates kızartması...” Çocuğun, az ilerideki delikanlıya bakışının değişmeye başladığını gözlerinden anlıyorum. Ve anne oğul konuşmasından son paragraf: “Onun için, ‘dilenci’ dememelisin. Hatta müziği beğenmişsen, cebinde biraz paran da varsa bu işe ayırabileceğin, şapkasına bırakabilirsin...”
Çocuğun bu açıklama üzerine aranmaya başladığını görüyorum. Annesi de fark ediyor durumu; çantasından çıkartıp bir madeni para tutuşturuyor eline. Ok gibi fırlıyor çocuk, gitarist gencin şapkasına parayı bırakıp geri geliyor. Tekrar yürümeye başlıyorlar, ben de hareketleniyorum. Anne, konuyu kapatmadan son bir parantez daha açıyor: “Abi ne dedi sana?”, “teşekkür etti...” “Sen ona teşekkür ettin mi?”, “Hayır”. Ve parantezin kapandığını da duyuyorum kulaklarımla, “Sen de ona teşekkür etmelisin, seni mutlu eden bir şeyler çaldığı için”. Delikanlının önünden geçerken, çocuk utangaç ve kaçamak bir cümle yolluyor sanatın kalbine, “teşekkür ederim”. Sokakta, gözümün önünde yaşanan bir uygarlık dersine tanık olunca sizlerle paylaşmak istedim. Keşke, sözcüklerin seçerek ve dikkatli kullanılması konusunda, bütün anne-babalar bıu kadar özenli ve bilinçli olabilse...
Okuyuculardan...
“... ile ilgili yazdıklarınıza harfiyyen katılıyorum. O kadar aksaklık var ki... Ama en ilginç olanlardan biri şu: Zaten dar olan kaldırımların ortasına zamanında sıra sıra dikilmiş olan fidanların büyüyerek birçok kaldırımda rahatça yürünmesini imkansız hale getirmesi... Bunun belki muhatabı kendisi değildir ve umarım şimdilerde kaldırımların genişletilmesi için bir şeyler yapılıyordur. Biz de yürüdüğümüz zamanlar hep yukarıdakilerin şöyle bir çıkıp yürüyüp yürümediklerini merak ederdik doğrusu. Şehir planlama bölümündekilerin kimler olduğunu ve bütün bunların olması sırasında neler yaşadıklarını... Kaleminize ve cesaretinize sağlık!“
“... Ezan hakkında yazdıklarınız az bile. Balçova Uğur Camii’de okunan ezanın ne makamı var ne de hoş seda veren yanı var. Dediğiniz gibi Arap özentisi ile okunan (ama ona da benzemeyen) ezanın sesi sabah sabah bir de hançeresi patlayacak kadar sesli okunduğunda insanın namaz kılacağı varsa bile vaz geçiyor. Uzatıldıkça uzatılan sözcükler, gece geç saatlere kadar ekmek parası için çalışıp evinde dinlenmeye çalışanları ayağa kaldıran, sınavlara hazırlanan ve uzun saatler çalışan öğrencileri uykularından eden bir uygulama. Müftülüğe yapılan şikayetlerden sonuç çıkmıyor. Galiba onlar çalar saat veya alarmlı cep telefonlarından habersizler...”
Uzunca listeler yayınlanır, şaşırırsınız, hayret edersiniz. Ama yaşayıp gördüklerimizi hatırladıkça, söylenenler akıl dışı gelmez-gelemez hiçbirimize. “Tuşları olmayan bilgisayardan, alevi olmayan ocağa” kadar öngörülenlere, “neden olmasın?” sorgusunun tedbir parantezinde yaklaşırsınız. Bazen bu örnekler, geçmişte kullanıp da soluğu bugüne yetişmeyen nesneler ile de desteklenir: “Gramafon vardı, şimdi yok. Daktilo vardı, şimdi yok. Tel dolap, şimdi yok. Jetonlu telefonlar, şimdi yok; vs. vs. vs...” Bu haberleri yapanlar, yazanlar, “gizli ve mozoşist bir keyif” almakta mıdırlar, bilmiyorum? Ama bana, hele hele kullandığım eşyanın, yıllar sonra tekrar tekrar verilmiş ölüm ilânları gibi gelir bu satırlar. Düşünsenize, gazeteyi açıyorsunuz ve münasebetsizin biri 20 sene önce kaybettiğiniz babanız için tekrar bir ölüm ilânı vermiş gazeteye... Sevimsiz ve tabii çokca da yaşlılık âlameti; biliyorum.
***
Çetin Altan ustamızın, 1994’te yazdığı “Bedia Muvahhit de kaydı gitti kayboldu” başlıklı makalesinden aldığım bir iki satır, ruh halimi, söylemek istediklerimle birbirine bağlayacak gibi: “Sanki Tanrı, deryadil bir tatlılığın nüktedan bir zekâ ile buluştuğunda ortaya nasıl bir komedyen şavkı çıkacağını kanıtlamak için yaratmıştı Bedia Muvahhit’i. Hafif büzük dudakları ve sözde ciddiyetini bozmayan edasıyla, karşılaştığı kalınlıkları, birkaç sade cümleyle ne kadar ustaca yerleştirirdi anlatımındaki karikatür albümüne... Son vagonun arkasındaki son kırmızı ışıktı Bedia Muvahhit...”
“İzmir-Ankara Mavi treninde, 8 Numaralı Yataklı Vagon”dan yazıyorum bu satırları; son vagondan yani... Arkamızda başka vagon yok ama son vagonun kırmızı ışıklarını gören birileri vardır elbet. Az önce Manisa’yı geçtik; Çiğli ve Menemen’den sonra... Alsancak Garı’nda küçük bir sergi açılmış, binmeden ona göz attım. Ulaştırma Bakanlığı, başta TCDD’nin 155. yılı perspektifi olmak üzere, İzmir Limanı’nı da kapsayan bir gözlükle, 2023’e (Cumhuriyetin 100. yılına) uzanan Stratejik Plân’dan bazı başlıkları paylaşmış “meraklı yolcular” için... Ben “demir ağlarla ördük Anayurdu dört baştan” kuşağının torunlarından olduğum için ilgimi çekti. Açık söyleyeyim, ortaya konan ufuk, “tonaj, kapasite artırımı, modernizasyon, kilometre, hız, teknoloji, yerli üretim hedefleri, çağdaş taşımacılık konsepti –İzmir Kermalpaşa dahil- lojistik merkezler algısı ve benzer pek çok kavram” açısından hem umut hem de heyecan verici. Başta Sayın Bakan Binali Yıldırım olmak üzere, fikri değenlere teşekkür etmek lâzım.
***
Ama bu “pembe şeyler” vadeden tablo, biraz da kaygılandırdı beni. Çünkü yeni resmin neleri koruyup nelerin üstünü çizeceğini tam bilemiyoruz. Yatırımlar, değişim ve gelişim, sembolleri yitirerek ve tahrip ederek yükselmemeli. Bu ne demek şimdi? Anlatayım. Yıllar önce sevgili Öcal Uluç ile birlikte rahmetli Cüneyt Koryürek’i, ziyarete gitmiştik İstanbul’a; pazar öğleden sonra İzmir’den demir alan bildiğiniz vapurla... Bir daha denk getiremedik ve seferler kaldırıldı. Önce suyolu keyfimizi sonra da Koryürek’i kaybettik. Mecburen buruk bir seyahat olarak naftalinledik belleğimizde.
***
Demem o ki, ticari kaygılar önemsenmeli ama bazı “nostaljik figürler” de hemen gözden çıkartılmamalı. Tahmin etmek zor değil; İzmir-Ankara Hızlı Treni çalışmaya başlayınca, önce bizim “yataklı”yı kurban edecekler. “Hız”, bir kez daha “haz”zı hoyratça mağlup edecek gibi görünüyor. Hem de 3 vakte kadar. Eyvah ki eyvah! Kimbilir, belki “yataklı trenimi geri istiyorum” yollu kampanyalar düzenleriz günü gelince. Vardır bencileyin, sevdâlısı, meraklısı... “Görünen köy” için ilk kavgayı ben başlatmış olayım da içimde kalmasın. Vapur elden gitti; dayan İzmir verme “yataklı”yı!
Sizlerle paylaşılacak küçük öyküler getirdim yedeğimde:
* * *
Bir enstrümanı, yaşama biçimi ile bütünleştiren kendisiyle barışık gerçek sanatçılar, “çalgıcılık yapıyoruz” diye alttan alır ve bu yüzden hep üstte kalırlar. Bu dostlarımdan küçük bir grup, bütün zamanların lokomotif sektörü sayılan konut piyasasında, son zamanların gösterişli projelerinden birinin açılışına davet edilmiş; müzik yapmaları için... Akort, sahne düzeni gibi hazırlıklar sürerken de kendi aralarında, satışa sunulan lüks villaların fiyatını tahmin etmeye çalışıyorlarmış. Tartışmaya, dudak uçuklatan, bol sıfırlı bir bedel telaffuz ederek ve elindeki altın anahtarlığı sallayarak katılmış “site sakinleri”nden biri: (çalgıcılıklarını ima ederek) “Oooo” demiş, “Çok para; öyle çalmayla alamazsınız...” Arkadaşlarımdan “sakinliği ve çelebiliği ile ünlü” biri, “Duramadım ve bu beye mecburen cevap vermek zorunda kaldım” diye anlatıyor cahillik ve görgüsüzlüğe atılan tokadı:
“Yanılıyorsunuz, bizler de ancak çalmayla alınabileceğini düşünüyoruz...”
İzmir’deki “var”lar ve “yok”lar...
Ankara Devlet Klâsik Türk Müziği Korosu, geçtiğimiz perşembe akşamı, açılış konseri ile müzikseverlere “merhaba” dedi; oradaydım. İlk gecenin repertuvarı, “Şevkî Bey’in eserleri”ne ayrılmıştı. İzmir’deki Elhamra Sahnesi’ni çağrıştıran Devlet Resim Heykel Müzesi Konser Salonu’nda heyecan verici bir “güldeste” dinledik. İzmir için “şarkılardan fal tuttum”. Sevgili Deniz Sipahi’nin “iflâh olmaz iyimserliğim” dediği samimi ruh halini destekleyen bir eser çıktı.
* * *
“Emel-i meyl-i vefâ sende de var, bende de var
“Kenti olmanın bilincinden uzak yaşarken, 5 duyu arasında ısrarla ayrım yapıyor ve kulaklarımızı es geçiyoruz” diye de “gürültü kirliliği”nden yakınmıştım. Meğer bu konuda, ne kadar çok “dertli” varmış; önümüzdeki haftalarda okuyucu görüşlerini paylaşacağım.
Daha bu sıkıntımızın dumanı tüterken, komşularımız bir “imza kampanyası” başlatıldığını duyurdular. Tam da Sayın Kocaoğlu’nun, (taşocaklarını kastederek) “sadece istihdam sağladığı gerekçesiyle, rastgele ruhsat verilmesine karşı olduğunu, geri dönülmez çevre tahribatına içinin yandığını” söylediği güne Benim de imza verdiğim ve aşağıda (aslına sadık kalınmaya çalışılmış) bir özetini bulabileceğiniz mektup, “kentlilik, çevrecilik ve sivil inisiyatif” üçgeninde, “yasal ama meşru mu ? Belki de kitabına uygun ama içinize siniyor mu ?” sorularına yanıt arıyor.
“Valilik Makamına / İzmir
Muhtarı olduğum Evka-3 Mahallesi sınırları içinde 4. Sanayi Sitesi’nin üst tarafında bulunan 19124 ada – 2 parsel sayılı taşınmaz üzerinde ‘Beton Santralı’ kurulacağı ve hizmet binası inşaatının devam etmekte olduğunu öğrendim. 2872 Sayılı Çevre Kanunu’nun 3. maddesi gereğince; ‘herkes, çevrenin korunması ve kirliliğin önlenmesi ile görevli olup bu konuda alınacak tedbirlere ve belirlenen esaslara uymakla’ ve 10 maddesi uyarınca; ‘gerçekleştirmeyi plânladıkları faaliyetleri sonucu çevre sorunlarına yol açabilecek kurum, kuruluş ve işletmeler, çevresel etki değerlendirme raporu hazırlamakla’ yükümlüdürler. Aynı kanunun 30. maddesine göre ise; ‘çevreyi kirleten veya bozan bir faaliyetten zarar gören ya da haberdar olan herkes, ilgili mercilere başvurarak faaliyetle ilgili önlemlerin alınmasını veya faaliyetin durdurulmasını’ isteyebilir. Bu itibarla, (söz konusu yerde) Beton santrali kuruluşu için ruhsat verilip verilmediğinin, verildi ise çevreye zararının araştırılıp araştırılmadığının, ilgili oda ve kuruluşlardan görüş alınıp alınmadığının, ÇED raporu istenip istenmediğinin, 4982 Sayılı Bilgi Edinme Hakkı Kanunu kapsamında ek’te imzalarını sunduğum ve (başta 4. Sanayi Sitesi Esnafı olmak üzere) bu konuda rahatsızlıkları had safhada olan mahalle sakinlerime sağlıklı bilgi verebilmem için tarafıma yazılı bilgi verilmesini talep ediyorum. İnsan sağlığına zarar vereceği aşikâr olan bu tesisin faaliyetinin durdurulmasına ve varsa ruhsatının iptaline karar verilmesini dilerim.
‘Beton Santralı’ inşaatı devam eden parselin, yerleşim alanları ve İlköğretim okulu- spor tesisi yapımı için ayrılmış bölgeyle çok yakın (adetâ iç içe) bulunması nedeniyle, anılan tesisin Beton Santralı olarak faaliyete geçmesi durumunda doğabilecek ‘hava ve gürültü kirliliği’nin yarattığı ciddi endişe ve duyulan tepki, bu konuda duyum alan mahalle sakinlerimizin ek’te sunduğum imzalarıyla büyümektedir. Mahalle Sakinleri Adına, Fatma Gülay IŞIN / EVKA-3 Mahalle Muhtarı”. (Ekinde, bilgi ve gereği için, epeyce kalabalık bir liste)
Son olarak, bu potansiyel çevre sorunuyla, “Bornova Belediyesi’nin yetki sınırları içinde bir süre mücadele ettiği” yolundaki şehir efsanesinin de sokaklarda konuşulduğunu hatırlatalım. Ben Çevre Kanunu’nun 30. maddesindeki “kuyuya bir taş atan adam” rolündeyim sadece. Elçiye zevâl olmaz !