Önce biraz hasret giderme faslı, unutulmuş, özlenmiş şakalar filân... Hemen arkasından karşılıklı takılmalar, iltifatlar. En beylik olanını patlattı birisi: ”Yahu hiç değişmemişsin; aynı, aynı...” Diğeri hınzır hınzır cevap verdi: “Sen değişmişsiiiin, eskiden böyle yalan söylemezdin!” Bir başka köşede yine “yaşlanma gündemi” çalkalanıyordu. “Hiç yaşlanmamışsın, nedir bunun sırrı?” diye sorulunca, beriki, “Vaktim yok yaşlanmaya” dedi, “Sen de öyle yap...” Hemen arkadakilerin sembolleri biraz daha farklıydı. “Nasıl bıraktıysam öyle buldum, ne yapıyorsun? Buzdolabında mı yatıyorsun geceleri?” Muhatabı uzatmadı, “Evet” dedi gülümseyerek. Soruyu soran ve azcık göbeklenmiş olan tamamladı kendi esprisini: “Ben gördüğün gibiyim işte, tel dolapta yatınca ancak bu kadar taze kalınıyor...”
* * *
İzmir’de fuar zamanı... Alsancak’ın orta yerinde, dev otellere nefes mesafesinde bir “kahve evi”nin bahçesi... Akşamın geceye dönme hazırlığı yaptığı saatler, 22:30 suları... Konuklarıyla birlikte sandalyelere yerleştiler. Garson gelsin diye bakınıyorlardı. Epeyce bir sonra, günlük kıyafetleriyle gençten birisi yaklaştı masaya... “Sorry” diye başladı konuşmaya. Arkasını beden dilini kullanarak getirmeye çalıştı. Müşteriler, “Kapatıyor musunuz yani?” diye sordular. Bu kez Türkçe yanıtladı, saçları jölelenmiş ve geceye başka bir yerde devam etmek için acelesi olduğunu gizlemeyen genç garson..., “Evet kapatıyoruz”. Kalktılar. Arka sokaklardaki açık mekânlara doğru yürürken, kendi aralarında konuşuyorlardı: “Bu mevsim ve bu saatte kapatılır mı yahu? Eskişehir’i görsen, sabaha kadar yaşıyor şehir...” Yanıt veren daha kabullenmiş bir tavırla yaklaştı. “Eeee arz-talep meselesi...” Gece bitene kadar, “hangisi diğerinden çıkar?” üstüne örülmüş “yumurta-tavuk” döngüsünü tartıştılar...
* * *
Lokantaya geldiklerinde ortalık hayli kalabalıktı. Bir masa bulup iliştiler. Üniversite öğrencisi gibi görünen bakımlı bir genç hanım, “Hoş geldiniz” diyerek servis açmaya başladı. Hızlı, telâşlı ve özeni gevşemiş bir sıradanlık içinde... Çatal ve bıçak da bırakıldıktan sonra, müşterilerden biri dayanamadı. Soruyla karışık kibarca uyardı: “Bıçak keskin tarafı tabağa bakacak şekilde sağa, çatal sola konulacak” dersem, darılmazsınız değil mi? Genç hanım, soruya “uzaylı görmüş gibi bir hayret içerisinde” ama samimi bir soruyla cevap verdi: “Öyle mi ?” Yemekten sonra, “Neden bu işler bu kadar sahipsiz?” diye gevezelik ettiler. Müşterilerden biri, “Oluversin kültürü bundan daha iyisini üretmiyor” dedi. Arkadaşı, “Sistem, fazladan gösterdiği özene karşılık ona hiçbir getiri vaat etmediği için, daha fazlasını bekleme” diye tamamladı.
İlk bakışta kulağa hoş gelse de bu yaklaşıma sahip yöneticiler, en az birkaç sorunu ceplerinde taşırlar. Öncelikle, “hoş”un tanımı konusunda bunlarla uzlaşmak çok zordur. “Hoş”, kime göre, neye göre, hangi çağa, hangi gusto ve estetik anlayışına, nihayet hangi zihniyete göre tanımlanacaktır? Onların “hoş” anlayışına “eyvallah” dediğiniz sürece sizden iyisi yok! Aksine niyetlenirseniz, “mahallenin delisi” muamelesine razı olacaksınız; aforoz sebebidir... Bunun yanında, “hoşgörü” sahibi olanlar, bu davranışlarını bir lütûf, bir ihsan olarak görmek, nitelemek ve öylece sergilemek eğilimindedirler. Yani hâl ve hareketlerinde, “aslında seni ‘hor’ da görebilirim ama bak yapmıyorum, ‘hoş’ görüyorum; kıymetini bil...” şeklinde bir büyüklenme ve tepeden bakma duruşu gizlidir.
***
Kentin omuzlarına bir yük gibi çöken bazı yerel yöneticiler ise “boşgörü” sahibi olmakla ünlenmişlerdir. Bunlar, baktıklarını görmekten aciz oldukları gibi, oturdukları koltuğa, sorun değil çözüm üretmek, kent için fikir geliştirmek, proje tasarlamak ve ufuk belirlemek için oturtulmuş olduklarının da farkında değildirler. İcraat adına, “boş düşünüp, boş konuşmak”, yeter de artar onlar için... Bazıları, o koltukları her türlü kirli ve karanlık işlere uzanan basit birer tabure gibi algılar ve onları, sadece üstüne basmak için kullanırlar; bunlar, tercihlerinin doğası gereği, “loşgörü” sahibidirler. Aydın ve aydınlık işler, ışığın kaynağı ve ışık saçan düşünceler ile parlayan ve pırıl pırıl bir gelecek kurgusu onları rahatsız eder, hattâ bu resimden çekinir ve korkarlar.
***
Yerinden kalkmaya bile üşenen, odasından çıkmayı unutmuş, çıksa bile hayalleri odasının kapısında tükenen “yetersizler” ayrı bir çeşittir; onlara “taşgörü” sahipleri diyoruz. Bu halleri belli olmasın diye “taş yerinde ağırdır” söylencesinin arkasına saklanırlar. “Kuşgörü” sahipleri ise baktıklarını görememenin ötesine geçmiş, gördüklerini de anlamaktan uzağa düşmüş olanlardır. “Kuş kadar aklıyla...” diye başlayan bütün cümle, vecize ve mecazlar, aslında bu gibilerin hizmet menzilini tanımlamak için kullanılır. Halka hizmeti, yemek yemek dolaşıp, kokteyl, resepsiyon, düğün, sünnet, açılış, kapanış kaçırmamak sayanlara, mevsime göre sahura iftara, rüzgâra göre kebaba yahut rakı-balığa meyledenlere, “düğün evinin defçisi, ölü evinin yasçısı” dediğimiz ve yakasına da “mor menekşe” takmış omurgasız yiyicilerle ise “lavaşgörü” sahipleri diyoruz.
***
“Bütün bunların içinde en tehlikeli olanlar hangileridir?” diye sorarsanız, açıkcası “mışgörü sahipleri” diye yanıt vermek durumundayım. Bunlar kimlerdir? Söyleyelim: Hoşgörüsünü bir lütûf, bir ihsan olarak saydığı halde, büyüklenmesini gizleyip, “hoşgörülüymüş” gibi gezinenlerdir. Kentin omuzlarında bir yük gibi çöreklenip, “üretiyormuş, geliştiriyormuş, tasarlıyormuş” gibi yaparak “boş beleş” hallerini saklayanlardır. Aydınlık ve ışık onları rahatsız ettiği halde, “parlayan bir gelecek kurgusuna inanıyormuş” gibi yapanlardır. Hayalleri koridora bile ulaşmamsına rağmen, “kifayetsiz muhteris değillermiş” gibi resim verenlerdir. “Kuş kadar aklıyla...” yola çıktığı anlaşılmasın diye bazı demler güvercin uçurup, bazı demler “şahinler kanadına mensupmuş” gibi davrananlardır... Halkla iç içe olmayı bir sirk gösterine çevirmiş olduğu halde, “onlardan biriymiş” gibi davrandıklarına inanmamızı isteyenlerdir... Listeyi uzatmak mümkün! Güzel ve yalnız memleketimin dört bir yanında, bunların her çeşidinden “mebzûlen” mevcut çok şükür. Acaba bunlardan İzmir’de de var mı? “Yok canım, ne gezer?” demek samimiyetsizlik olur. “Kim kimdir?” derseniz, bu kadar ipucuyla, artık onu da sizler bulacaksınız. İyi haftalar efendim...
Kentli olmanın bilincinden uzak yaşarken, 5 duyu arasında ısrarla ayrım yapıyor ve kulaklarımızı es geçiyoruz.
Mahallenin orta yerinde, “bilmem kaç desibel gürültü üreten” sokak düğünleri yapılıyor.
Hastayı, yaşlıyı, bebeği, yorgunu, ertesi gün sınavı veya seyahati olanı düşünen yok.
Ayrıca AB uyum yasalarına göre, (2006’tan bu yana...) bu düğünü-gürültüyü, “meskûn mahâl”de yapmak da suç, buna vâsıta olmak da...
İzin veren kim? Belli değil! “Kim vurdu ?”ya gidiyoruz yani...
Emniyet topu belediyelere, belediyeler emniyete atıyor...
İzin veren işini, verdiği iznin nasıl kullanıldığını, neden takip etmez?
Güney Ege’yi tarif eden haritanın hemen hemen en ucundaki “Bördübet”ten, kuzeyde Kazdağları’nın ayakları suya değerken göz göze geldiğiniz “Behramkale”ye (Assos) kadar gezip-dolaşıp, hep aynı soruyu sormuşum. “Gökkubbenin ne kadar büyük olduğunu, ancak böyle yerlerde, gece vakti, toprağa sırtüstü uzanınca anlayabilirsiniz” demişim. Bildik soruyu, bu kez Ege’nin tam orta yerinden, “Gümüldür-Hipocamp”dan soruyorum: “Gökte milyarlarcası varken, neden sadece 5 yıldızla yetiniyorsunuz?”
Gün, uluslararası mavi bayrak ödüllü denizinde başlıyor ve daha sabahtan biliyorsunuz ki, güneşi aynı kumsalda mangal başında batıracaksınız... Şef Seattle’ın cümlesiyle, “her yer insanoğlunun kokusuyla dolmuş” olmadığı için, bir ara “kadrolu sincabımız” da katılıyor kahvaltımıza. Lâf aramızda, en çok da “anasonlu kete”yi (biscotti) seviyor. Çam ağaçları altında 60 dönümlük bir kamp alanı düşleyin. Kampçıların eli ayağı olan elektrik ve su düzeneklerine çok kolay erişebiliyorsunuz. Mutfağından sıcak duşlarına, temiz ve bakımlı tuvaletlerinden, düzenli bulaşık ve çamaşır alanlarına kadar ihtiyacınız olan her şey, uluslararası standartlardan haberdar olarak hazırlanmış bir hizmet modeli içinde sunuluyor.
Burayla gönül bağı kurmuş kampçılar, genellikle “müdavim”lerden oluşuyor. Herkesin yeri, ağacı, gölgesi belli. Kimse kimseye karışmıyor. Kimse kimseyi rahatsız etmiyor. Bir başkasının dinlediği müziği dinlemiyor, başkasının izlediği diziyi seyretmek zorunda kalmıyorsunuz. Yardımlaşma gerektiğinde ise “mahalleli bilinciyle” hallediliyor her şey. Çok geniş bir aile olmuşlar sanki. Bizim tanışıklığımız bile 10 yılı geçti. Bu süre içinde bazı altyapı iyileştirmeleri yapıldı. Ama işletmeciyi yeni yatırımlara teşvik etmek için, mevcuda sahip çıkmak, onu yaşatmak gerek. Çünkü ülkemizde kendinizi emniyette hissedebileceğiniz benzer tesislerin sayısı oldukça az.
Bayramda, emektar Volkswagen Camper’in bir akrabası çıkageldi İsviçre’den. “Bir hippi arabası daha geldi” diye işi şakaya vurdu komşular. Ayaküstü bir sohbet, neden yabancıların Hipocamp’ı bizden daha iyi tanıdıklarını anlamaya yetti. Birincisi, “ADAC Kamping Rehberi”nde yeralması. İkincisi, 36 ülkeden 52 dernek ve kulübün üyesi olduğu FICC’nin (Uluslararası Kampçılık ve Karavancılık Federasyonu) “Rally” adındaki “Uluslarlararası Büyük Buluşması”nın da (İzmir Büyükşehir Belediyesinin, -Bu kadar kalabalık İnciraltı’ndaki doğal dengeyi bozar, karavanlarını bırakır gider bunlar- yollu ufuksuz ve komik gerekçesiyle eşsiz bir fırsatı reddettiği ve koca İzmir’de başka da bir yer gösteremediği sene) 2006’da, Türkiye Kamp ve Karavan Derneği’nin evsahipliğinde Gümüldür-Hipocamp’da yapılmış olması... Açın bakın, web sitelerine, neler yazmışlar? Peki, siz kaç tatilinizi “ne yazık ki evimize dönüyoruz” diye duyurdunuz dostlarınıza?
Yazının başlığına gelince... Dürüst olmak gerekirse, içerikle doğrudan bir ilgisi yok. Çizgiden öncesi tamam; mekâna bir gönderme var. Ama sonrası, okuyucu adına epeyce bir zorlama bile sayılır. Ama içimden geldi. “Karavan ve çadır tatili mi ? Ne kadar ilkel” diye “edâdan uzak ve yaratıcılıktan nasipsiz şekilde” burun kıvıran burnu büyük tatilcilere, “dizeleriyle burnunun hakkını veren Cyrano”dan bir selam göndereyim istedim: “Bu kadarı az / Delikanlı ! Halbuki neler neler bulunmaz /Söylenecek ! /Görmüşüm Aristophane’da belki / Hippocampelephantocamelos adındaki / Hayvanın burnu gayet büyükmüş”.
Meraklısına armağan olsun!
Dinleniyorum
Dinleniyorsun
Dinleniyor
Dinleniyoruz
Dinleni-yorsunuz
Dinleniyorlar...
“Tembellik yapıyorum” desene şuna!
Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir.
Pisliğinden anlaşılır “adam olacak çocuk”.
Anasına bakıp kızı alınır.
Selam verilir önce, sonra edilir kelâm...
Kendi ayakları üstünde durup sivrildiğinde “çocukluğu” bilinir,
Biraz palazlanmışsa, “Cemaziyelevveli” gözüne sokulur.
Makbul olan, “leb demeden leblebiyi anlamak”tır.
Çünkü bu yapılana, hukukta “ihsas-ı rey” denir; yani “oyunun rengini önceden hissettirme” hali...
Kendi kendine deli gömleği giyerek fikrini bağlamış TFF, artık “aklanmış ve türlü-çeşitli-yüklü tazminat talepleriyle karşısına dikilecek” Fenerbahçe’nin suçlu ilân edilmesi için elinden geleni ardına koy(a)mayacak demektir.
Öyle anlaşıyor ki, süreci yönetenlerin başarabildiği, süpürgeye yapılanı sağa sola bulaştırmaktan ibaret.
“Suçsuzluk karinesi kevgire dönmüştür”.
Eğer geçen haftaki “bekleme ve devam” tercihi doğruysa, son açıklama “intihar”dır.
“Yok, bu karar sağlam ve yerinde” diyorsanız, bir önceki yanlış verilmiştir.
İkisi bir arada “doğru, anlamlı ve hukukî” olamaz!
Gazete manşetlerinde boy gösteren bu “seçilmiş kişiler”in isimlerini okuyunca, Metin Eloğlu’nun soyadını kendine haram kılan dizeleri düştü aklıma:
***
“Eloğlu binlik bozdurur / Ben bozduramam
Eloğlu başını yastığa kor komaz uyur / Ben uyuyamam
Eloğlu sofrasında dokuz türlü / Benim aç yattığım olur bazen
Benim evim gecekondu / Eloğlunda apartıman
Eloğlunda ince müzik / Benimkisi aman aman