Ama bundan daha vahimi, özür dilerken haklı olduğunu anlamasındaki kahreden çelişkidir. Dahası, sıradanlık ve gustosuzlukla, adamsendecilik ve “ne fark eder” kültürünün hoyratlığıyla yüzyüze kalıvermektir. Nihayet, “suyun kenarı bizde” diyenlerin, suyun kenarını nasıl kullandığını görmenin omuzlarına çöken berbat yorgunluğudur.
Ağustos’un başındaki bir yazımda, (özetle) “... Akdeniz coğrafyasında marka olmuş, uygar kıyı kentlerinden herhangi birinde, akşamın mahmûr ve alaca saatlerinde, insanlar denizin kenarında yemek yerken, burunlarının ucunda, ismiyle, cismiyle, sesiyle, kokusuyla ve daha o mekânı oturulamaz hale getirecek nice berbat çağrışımla, kamyonların çöp topladığı, bir tane daha güzel şehir, kasaba, belde, köy gösterin bana, İspat edin böyle bir şaşkınlığı, yüzüme vurun cahilliğimi; özür dileyeceğim...” demiştim.
Gelen e-postadan öğreniyoruz ki, yukarıdaki tarife uyan “(en az) bir belde daha var. Şöyle yazmış değerli Hürriyet okuru: “Geçen hafta okuduğum yazınızda, ‘deniz kenarında akşam üzeri çöp toplayan yer var mı?’ diye bitirmiştiniz. Muğla’nın Milas İlçesi Ören Belediyesi de aynı uygulamayı yapmakta. İkindi üzeri çöp kamyonu gelip, pis suyunu akıtıp, tam gün batımında çöp topluyor. İnsan çok rahatsız oluyor ve turistik bir beldeye asla yakışmıyor...”
Hayret, şaşkınlık, yadırgama, isyan, sitem, küskünlük, ve benzeri sözcüklerin yetersiz kaldığı bu perspektifte, “artık bana düşen özür dilemektir; özür diliyorum!”
Alışık değiliz
Bornova Belediye Başkanı Sayın Sındır ve ekibinden aynı gün içinde bir davet aldım. “Bir tur atalım” isteğimi yanıtsız bırakmadılar; teşekkür ediyorum. Sabah sohbeti için ziyaret ettim kendilerini. Enine boyuna çekiştirdik yazdıklarımı. Eleştiriye, değerlendirmeye, katkıya, görüş alışverişine ve birlikte fayda yaratmaya açık bir yerel yöneticinin konuğu oldum. Önümüzdeki günlerde bir tur atacağız. Hem ben gördüklerimi işaret etmek fırsatı bulacağım, hem Bornova Belediyesi, görmediklerimi, gözden kaçırdıklarımı bana gösterecek. Biz İzmir’de yerel yönetimlerin geri bildirim vermesine pek alışık değiliz. Yaygın tavır, “çıt çıkmaması ve küsülmesi”dir. Dolayısıyla, bu atipik nezaket ve özgüvenin beni çok heyecanlandırdığını söylemeliyim. Sepetli motor kısmına gelince... Ufak tefek bir motorcu olarak, teklifimin çok güven uyandırmadığını hissettim. Sayın Başkan’ın (çok şükür) böbrek taşı olmadığını da öğrenince, yürümeye karar verdik. Gülmecenin tadını çıkarmış olmak yanımıza kâr kaldı.
Sonrası malûm. Dünya çevresinde yapılan ilk seyahat ve saire...
Bilirsiniz, keşifler (ve hatta icatlar) küçük aykırılıklar ve çılgın davetler sayesinde yapılabilmiştir.
Ben de “Bir icat çıkartsam. Mahalleli kimliğimle, Bornova Belediye Başkanı Sayın Prof. Dr. Kâmil Okyay Sındır’ı küçük bir gezintiye davet etsem” diyorum...
Şehiriçi yollarımızın zemin kaplaması içler acısı; “18 delikli golf sahası” gibi.
En düzgün yerler de ancak “selülitli bir bacak” kadar işte...
“EVKA 3’ten başlasak, şöyle yarım saat, bilemedin kırkbeş dakika, başbaşa bir Bornova turu yapsak” diyorum.
Ama otomobille değil, yürüyerek de değil...
Barcelona, Valencia, Alicante,
İbiza, Mayorka, Minorka,
Malta, Rodos, Sisam, Sakız ve daha aklınıza neresi gelirse,
Akdeniz coğrafyasında marka olmuş uygar kıyı kentlerinden herhangi birinde,
Akşamın mahmûr ve alaca saatlerinde,
Güneş ya batarken ya da henüz batmışken,
İnsanlar denizin kenarında yemek yerken,
O sabah sizi “dinden imandan çıkartmak” için mikrofona sarılmış bir stajyerin eline kalmadığınızı ve ehil bir imama rastladığınızı umalım. Vazgeçtik Dilkeşhâverân makamından, haydi geleneğe uygun şekilde Sabâ’ya da niyet etmiş olsun ustası... Güneşin, her namaz vaktinde farklı konumda olması inceliğinin ıskalanmadığını, müezzinin vaktin ruhuna uygun seçilmiş bu makamla, kulak verenlerin ruhuna hitap edilmesi usûlüne sadık kaldığını varsayalım. Üstüne, Arap özentisi bir taklitle okunmadığına da şükredelim. Ezanın edeb ve erkânına, edâ ve üslûbuna ilişkin “bilgi verme, davet etme ve bunu yüksek bir estetik anlayışıyla yapma” sebeplerinin de hakkı verilmiş olsun.
***
Senaryoyu, gerçeküstü bir kesit yaşıyormuş gibi yazmayı sürdürelim. Öyle bir okunmuş olsun ki sabah ezanı, “namazda gözü olmayanlardan” olmanıza rağmen, ezan kulağınıza takılsa da yatağınızda şöyle bir doğrulsanız; huşû içinde dinledikten sonra da devrilip yatmaya hazırlanıyor olsanız. Okuyan bed sesli olmadığı için “namaz ehli” denilenler de pikeyi başlarına çekmemiş olsalar. Yani her şey yolunda gibi görünse.
***
Ezan yavaş yavaş sonlanırken ve herkes kendi özgür tercihinin tadını çıkartmaya hazırlanırken, cümbür cemaat, düzmece olmayan öykümüzün sonunda, sabah saatlerini tuz buz edecek bir sesle irkilseniz; “glurk...” Yani müezzin hoparlörü kapatsa. Yazının burasında, “böyle bir durumda ne yapardınız?” diye sormak lâzım ama sormayacağım, çünkü olası cevaplardan endişe duyuyorum.
***
İşte İzmir’de (ve kopartılan bütün gürültüye rağmen, hiçbirşeyin hakkını vermek için uğraşmayan insanların yaşadığı güzel ülkemin dört bir köşesinde) sabah ezanı (en iyi ihtimalle) böyle okunuyor. Biraz geciktim ama, “hayırlı Ramazanlar...”
Mevlevî mutfağından bir içecek: Sirkencübin
Sevgili SİPAHİ’nin, “FORMULA 1’in 2012 takviminde Türkiye’nin olmayışını yorumlayan” yazısını okuyunca, “projeye omuz veren birçok kişi”den biri olarak yine dertlendim. Madem ki, İzmir bir gol daha yedi, “eski defterleri açmak lâzım” diye düşünürüm...
FORMULA 1’in patronu Bernie Ecclestone’a, Adnan Menderes Havaalanı’nın VIP salonunda, “neden İzmir” sorusunun yanıtını şöyle anlatmıştık: “Üç milyon yıldır varolduğumuz dünya üzerinden, nice uygarlıklar geldi geçti... Herodotos, Anadolu’dan göçen Etrüsk’leri, M.Ö. IX. Yüzyıla tarihliyor. Gladyatör oyunları bize Anadolu’nun ve onların armağanıdır; Geleneğin Roma’ya ulaşması ise M.Ö. 264’ü bulur... Retiarus, Secutor, Andabata, Dimachaer, Hoplomocmus, Laquearius, gibi isimler verilmişti gladyatörlere. Arabalı olanlara, ‘Essedarius’ denilirdi. İnsanlık, üçüncü bin yılı tüketirken, ‘Arabalı Yarışçıları’ hala ayakta alkışlıyor... Ve kulak verirseniz pistlerden yükselen seslerin de değişmediğini duyarsınız. Hâlâ, ‘AVE CAESAR, MORİTURİ TE SALUTANT - Varol Sezar, Ölüme Gidenlerden Sana Selam...’ diye bağıranları duyarsınız.”
Bir karadelik olan İstanbul, sonunda FORMULA 1’i de yuttu. Bizans’ı batırdığı yetmedi; payitahtı olduğu Osmanlı’nın da başını yedi. Rabbena, hep bana... Her şeye talip. Çünkü her şey sadece ona yakışır. Festivaller, kongreler... Ekonominin merkezi, sanatın kalbinin attığı yer vs. Ben İstanbul’a düşman falan değilim. Ama her şeyin bir ölçüsü olmalı... Var mı dünyada Olimpiyatlara 3 kere aday olup da, 3 kere terslenen başka şehir? Olimpiyatlara eşdeğer bir ulusal tanıtım fırsatını, “yer seçimindeki beceriksizliğimizle başlayan bir hatalar zinciri” sonunda elimizden uçurduk. Aynı tarihlere rastlayan iki organizasyonu, biri diğerini gölgelemesin diye hafife alan İzmirliler ise, şimdi kendi vicdan muhasebelerini yapmak zorundalar. Göreceksiniz, birkaç yıl daha geçsin üzerinden, UNIVERSIADE’ın adını bile hatırlayan olmayacak. Skor büyüdükçe dövüneceğiz...
Gazete arşivlerinin önemi artarken
Bu dönemin yetişen gençlerine bir önerim olacak. Ciddiye alırlar veya almazlar, onların bileceği iş. Ben ve yaşıtlarım, 20. yüzyılda doğduk, 21. yüzyılda öleceğiz. Sizler, 21. yüzyılda doğdunuz, (genetik bilimi mucizeler yaratmazsa) 21. yüzyılda öleceksiniz. İçinizden bazıları 22. yüzyıla da dokunacak. Dijital medyanın doruklarını göreceksiniz. O tarihlerde, bugünkü anlamda yazılı ve görsel medya, gazete, dergi vs. kalmayacak. Dijital bellekler sandığınız kadar güvenli olmayabilir. Derim ki, “İş işten geçmeden, bugünün elle tutulur, gözle görülür gazetelerinden küçük bir belgelik oluşturun. Önemli manşetleri, köşe yazılarını, kilometre taşlarını biriktirin”. Neden mi? sonra bakıp da gülmek (veya ağlamak) için. Ben kendi koleksiyonumdan bir tanesini paylaşırsam, belki siparişim daha iyi anlaşılır. Örneğin, geçenlerde, Kenan Evren için “yargılansın, hesap versin” diyen anlı şanlı bir köşe yazarımız, 1980 tarihli (ve darbeyi öven) yazısını şöyle noktalamış: “...evrendin, şimdi evrensel oldun...” Saklayın ve arada bir göz atın. Göreceksiniz çok işinize yarayacak. Hiç olmadı, üstünde “karpuz” kesersiniz...
ODTÜ’nün yaptığını yadırgayanlardanım
Üniversiteleri birbirinden ayıran, büyük yapan, sadece “yıllanmış” olması değildir. Onlara “dem”ini veren, “Öğretim üyeleri, kütüphanesi, duruşu ve geleneğidir...” Buluş, kurgu, reji, metinler hepsi çok güzel; yaratıcı, etkileyici... Ama efsaneler reklam yapmaz. Çünkü ihtiyacı yoktur. Reklam yapmaya başlamışsa, arkasından soru işaretleri de gelmeye başlar. Geleneğin reklamı olmaz! Yazık etmişsiniz...
“Bazı İzmirliler” hakkında, “hale münasip” bir şeyler söylediler; paylaşıyoruz:
“Neden bazı İzmirliler, işini İstanbul’a taşımadığı için pişman?” diye sorduk: “Ben genç olmanın ne olduğunu biliyorum; fakat sen yaşlılığın ne olduğunu bilmiyorsun. Bir gün, sen de aynı şeyleri söylüyor olacaksın. Zaman geçip gidiyor ve bu hikâye anlatılıyor. Birçok soru sordum Karşılaştığım akıllı adamlara. Bütün cevapları henüz kimse bulamamış. Hatırlanacak günler olacak. Gözyaşı ve kahkahalarla dolu...” dedi Orson WELLES.
“Bazı İzmirlilerin bilgiye bedel ödemeyi sevmediği doğru mu?” diye sorduk: “Bilmediğini bilmeyen, sormayı bilmez aslında. İnsanı insan eden merakıdır. Noktanın üstündeki çengel, merakın markası, düşüncenin çilingiridir. Ve düşünce denen emek, sorularla yanıtların sevişmesidir... Noktanın üstündeki çengel, nâmı diğer soru işareti, işaretlerin Keloğlan’ı. Anladıkça seviyorum hınzırlığını ve korkuyorum. Ya bir dogmanın küçük kızına sevdalanıp, kayıplara karışırsa(n)?” dedi Prof. Dr. Murat TUNCAY.
“Neden bazı İzmirliler yatırım yapmaktan kaçınıyor?” diye sorduk: “Yavaş yavaş ölürler. Aşkta veya işinde bedbaht olup istikamet değiştirmeyenler. Rüyalarını gerçekleştirmek için risk almayanlar. Hayatlarında bir kez dahi mantıklı tavsiyelerin dışına çıkmamış olanlar. Yavaş yavaş ölürler” dedi Pablo NERUDA.
“Bunun yanında, bazı gençlerimizin de hiç zora gelemedikleri ve İstanbul’a kaçtıkları fikrine katılır mısınız?” diye sorduk: “Denizlerden / Esen bu ince hava saçlarınla eğlensin. / Bilsen/Melal-i hasret ü gurbetle ufk-ı şama bakan / Bu gözlerinle, bu hüznünle sen ne dilbersin! / Ne sen, / Ne ben, / Ne de hüsnünde toplanan bu mesa, / Ne de alam-ı fikre bir mersa / Olan bu mai deniz, / Melâli anlamayan nesle aşina değiliz” dedi Ahmet HÂŞİM.
Gözaltında tutulduğu oda kaç metrekare? Penceresi büyükçe mi? Havalandırması yeterli mi? Kliması var mı? Ne yer, ne içer bu vatandaş? Dengeli beslenebiliyor mu? Spor yapma imkânı tanıyorlar mı? Katliam sırasında, “Yüzüklerin Efendisi” filminin müziğini dinlemiş. Demek ki, ince ruhlu bir adam; tamamen odun değil. Mapusta ona radyo bile dinletmiyorlardır şimdi...
Haberleri izliyorum; daha AB komiserleri ziyarete bile gitmemiş, tık yok! Bir başına kaldı garip oralarda. Bari bizim parlamenterler bir uğrayıp hal hatır sorsalardı. Adettendir; sabun, havlu, sigara filan götürselerdi diyorum. Televizyonda gördüm; adliyeye nakledilirken arka koltuğa oturtmuşlar. Emniyet kemerini bile bağlamışlar; eziyete bak... Sonra bakalım, adliyenin tabelasını okuyabiliyor mu? Sordunuz mu? Şayet okuyamıyorsa, başka bir lisanda yazmak neden gelmedi aklınıza? Medeniyetin beşiği bir kıtanın ortasında, bir refah memleketinde reva görülen muamele hiç hoş değil. Belki adam bir “Önder”; siz daha fark etmediniz... Ne yani olamaz mı? Biri çıkıp demeyecek mi, bu Norveçlilere, “Avrupa Birliği’nin yolu, Oslo’dan geçer Efendi... Vallahi paspasın üstünde yatarsınız” diye...
Şüphelerim var
Acaba, avukatlarıyla haftada bir görüşüp, (itiraf ettiği üzere) “parçası olduğu İslam karşıtı şebekenin Norveç’teki iki ve yurt dışındaki birkaç hücresi”ne haber ve talimat gönderebilecek mi? Bilemiyoruz; o da bir muamma... Sonracığıma, bu şebekenin Norveç fiyordlarına çıkmış diğer üyeleri, yarın bir gün “pişmanlık yasasıyla” şehre inerse, bakalım “bando-mızıkayla” karşılayan olacak mı? İş büyük. Kuzeyliler hakkından gelebilecek mi meselenin? Şüphelerim var. Bu Norveçliler açılım maçılım da bilmez şimdi. Oysa bu katliam, “ustalık dönemini yaşayan” bir elde, bir barış fırsatına çevirilebilir pekâla.
İnsanın aklındaki şüphe
İşi büyütmeyin! Uluslararası bir skandala dönüşmesin. Norveç polisi, saldırgan Anders Behring Breivik’i, 30 yıl hapis cezasını öngören “insanlığa karşı suç işlemekle” yargılamayı düşündüğü açıklanmış. Yedikleri halta bak! 40.000 kişiyi öldürmedi ya bu adam? Neticede, 7 kişi bombayla berhevâ oldu. Tarananlar desen, epi topu 68 kişi yahu... Efendim, acemi oldukları nereden belli? Hiç “ölenlerin kanları yerde kalmayacak” diyen bir Allahın kulu oldu mu arkalarından? Ne gezer? Cani yakalandığı için olsa gerek, “ölene tabut, kalana zabıt, maktul derdest, katil firar... Asayiş berkemal!” kabilinden bir tekerleme bile duymadık. Avukatı, “müvekkilinin katliam sırasında daha erken durdurulmadığı için şaşkın” olduğunu söylemiş. Garabete bakın. Onu daha erken durdurması gerekenlerde bir şaşırma hali yok anlaşılan... Şimdi insanın aklına şüphe düşüyor: “Adaya gönderilen helikopter, uçuş öncesi yapılması zorunlu olan son kontroller yüzünden gecikti mi acaba?” diye. Ama biraz da insaflı eleştirmek lâzım. Daha dün bir, bugün iki... Adamların 30 yıllık terör tecrübesi mi var canım...
Norveç’te ulusal yas
Beni asıl medyanın tavrı ürkütüyor. “Bu saldırı, Norveç’in huzurunu bozmaya yöneliktir. Biz buna aldanmayalım; çalıp söylemeye devam edelim” diyecek insaf sahibi bir tek vatan evladı çıkmadı herhalde ki, necip Norveç basınında, kaşla göz arasında, “ulusal yas” bile ilân ediverdiler. Sansür zaten diz boyu. Bir tek ceset göremedik. Görüntüye mecburen takılanları da dumanlamış pervasızlar... Ben, ciddi ciddi, Oslo’da insan hakları ihlâli yapılabileceğinden endişe ediyorum artık. “Hepimiz Breivik” miyiz yoksa? Gel de uyu şimdi!
Sonra bir-iki istenç dışı tur atar bardağın içinde... Kısa bir süre sonra suyun yüzüne çıkar ve oraya yerleşir. Köpürmeye, fışkırmaya devam eder. Bir bardak suda fırtınalar kopmaktadır. Gözünüzü kulağınızı meşgul eder. Sıçrayan kabarcıklar masanın üstünü de batırır. Tablet suda erirken giderek küçülür. Vakti geldiğinde zaten bardaktaki su durulmuş, ortada bakacak bir şey de kalmamıştır. Önemli olan sizin bir süre meşgul edilmenizdir. Tam kendinize gelmek üzereyken, başka bir bardağa başka bir tablet atılır. Bazen birkaç bardağa aynı anda birer tablet atıldığı da olur; farklı farklı renklerde... “Şifa niyetine” diye yutturulmaya çalışılsa da, siz siz olun, parmakla işaret edilen yere bakmakla yetinmeyin. Asıl, elin sahibini görmeye çalışın...
İade-i itibar
Gün geçmiyor ki, gazetelerde “iade-i itibar” üstüne bir manşet atılmamış olsun. İtibarın da borsası var mübarek...
“İade edildi” diye pazarlıyorlar ama, sebep-sonu ilişkisi kuran yok.
İtibar ne birisinin elinden alınabilir, ne de iadesi mümkündür!
Kimseye böyle bir hak düşmez.
“Düşer” demek, “ben bunu iade edecek kadar egemenim, farklı ve üstünüm” demektir.