Üstünden 13 yıl, nice kurultay ve seçim geçmiş bu yazı öyle bir manifestodur ki, ironi, doktrin ve siyaset sosyolojisi adına, eşsiz bir klâsik olduğu gibi, her okuyuşta güncelliğini kaybetmemiş olduğunu gördükçe de şaşarsınız. “Kurultay için gösterdikleri çabanın yarısını seçimde göstermemiş olanların imza toplama çabasını gördükten sonra”, yazı hayatımda üçüncü kez, bir makalemin içinde, aynı yazının bazı bölümlerini değerli okuyucu ile paylaşmaya karar verdim. Bilesiniz ki, en azından İzmir’den böyle görünüyor:
“Kanguru talihsiz, kadersiz bir hayvandır. Doğar doğmaz annesinin önündeki keseye girer, 78 ay orada kalır, yer, içer, semirir, büyür, altını pisler... Tuvalet terbiyesi verilmediği için, oraya da pisler... Peki, kanguru yavrusunun pislediği yer nasıl temiz tutulur? Anne kanguruların kolları kısadır, sadece keseyi aralamaya yarar. Keseyi araladıktan sonra, kafasını oraya sokar, birikmiş yemek artıklarını ve bebek dışkılarını yalar, başını çıkarıp tükürür, sonra akan su arayıp yüzünü yıkar. Yani, talihsiz, kadersiz bir hayvandır kanguru... Burunları atıktan, boktan kurtulmaz...”
Sonradan, o yazının “genişletilmiş bir versiyonu”nu da yazdı kendisi. Eski yazıyı, ağaçkakan ve dinozorların da ilavesiyle zenginleştirerek... Kendi cümleleriyle: “Kafasını ağaçtan ağaca, taştan taşa vurduğu halde başı ağrımayan ağaçkakan... Beyninden kuyruğuna ‘öldün’ mesajı gidene kadar 12 milyon sene daha yaşayan dinozor... Burnu boktan kurtulmayan kanguru... Arkadaşlar benden sosyal demokrasi ve demokratik sol üstüne yazı yazmamı istediler de...” diyor. Ve bütün yazılarını, (hepsinden derlediğim) şu ortak açıklamayla bitirmiş:
“Bu bir soyut yazıdır, gündemimizden uzak, CHP’den ıraktır. Kimse üstüne alınmasın... Kafasını taşa çarpıp başı ağrımayan, ölmesine rağmen öldüğünü bilmeyen, burnu boktan kurtulmayan hayvanlardan söz ettim bu hafta... Aktif siyasetle ilgisi yoktur, soyuttur, zoolojiktir”.
Kriz yönetimi
Yıllar önce, bir sivil toplum örgütünün toplantısına davet edilmiştim. İçlerinde benim de yer aldığım birkaç konuşmacıdan, o günlerin gündemine uygun olarak “kriz yönetimi” hakkında önerilerde bulunması isteniyordu. Sıra bana geldiğinde, benden önce konuşanlar, neredeyse söylenecek her şeyi söylemişlerdi. Sadece şunları eklediğimi hatırlıyorum: “kadronuzda, her şey yolunda giderken, ‘neden her şey bu kadar yolunda gidiyor?’ sorusunu soracak birileri olmalı. Bu en güçlü kriz öngörüsüdür...” Milli gelirimiz yine artmış ya, aklıma düştü birden.
E-posta kutumdan
“Ben hep şuna inanırım: Allah cömertçe verirken, ‘Ben bunları zaten hak ettim’ demeyeceksin. Geri alırken de, ‘Neden benden alıyorsun?’ diye sorgulamayacaksın. Veren de o, alan da.
Dost, akraba ve müşterilerimize duyurulur; hayırlı olsun. Bu arada, “fedakâr cephe”nin aktörlerinden Mor Menekşe Partisi’nin lideri de “Genel Başkanlık” ihtimallerine adını bulaştırmak için “saman altı” çalışmalarına hız verdi; mail trafiğinin artmasında öyle anlaşılıyor. Bu durumda, biz de bilgisayarımızın başında mevzilenmek düşüyor. Gerekirse, “İnsanların bir kısmını sonsuza dek aldatabilirsiniz; bir kısmını da bir süre… Ama tamamını sonsuza kadar aldatamazsınız” demek için, bu mücadelenin içinde olacağız, şimdiden haber verelim. Ve “müzikal”den bir şarkı daha: “Partinin adında olan fikrinde yok demektir...”
Mor menekşe, beyaz zambak, Gül, karanfil, sardunya... / Sözde hepsi ayrı parti, Hepsi de ayrı dünya / Alıcı gözüyle bakın yok birbirinden farkı, Plak hep aynı plak ve çalınan aynı şarkı / Çünkü sen, ben bizim oğlan, mevcut malzeme böyle / Çare canlı siyasetçi ithal etmek mi söyle? / Başrolde hep seçilenler, seçenler figüran yalnız / Atanmışlar da tanıdık, abi, mahdum, damat, baldız... / Uykusuz geceler için seçmen sayılacak koyun / Çünkü siyaset denilen, oyun içinde bir oyun / Bu düzen böyle kurulmuş, şikâyet et, yaz arzuhâl / Alan memnun satan memnun, ne soran var ne sual… / Uyutulduk yıllarca biz, o çiçekten bu çiçeğe / Mış gibi yapmakla olmaz, dokunmalı gerçeğe / Susmayın, hiç vazgeçmeyin, eleştirin, taşlayın / Geç olsun güç olmasın bir yerinden başlayın… / “Bizim şehir” söz timsali, başka “Bizim memleket” yok / Vakit bu vakit gün bugün sebep ve ihtiyaç çok... / Bir ucundan tutun yeter, tereddütle bakmayın / Temizleyin siyaseti, meydanı boş bırakmayın... / Herkes mücadeleyi başkasından bekledi / Yerim yenim dar derken, günü güne ekledi / Seyisler iş başındaydı siz düşünüp taşınırken / Atı alanlar karşıya geçti bizler kaşınırken... / Yemeklerden önce hiciv, yatmadan önce mizah / Daha nasıl söyleyelim ? Nasıl edelim izah?
Manisa Belediyesini kutlarım
“Hürriyet Ege”nin birkaç gün önceki sayfalarında, kişisel olarak “özlediğim ya da yolunu gözlediğim” diyebileceğim bir haber vardı: “Yaz aylarına girilmesiyle açık alanlarda artan düğünler üzerine Manisa Belediyesi Zabıta Müdürlüğü’ne bağlı ekipler harekete geçmiş. Kapalı pazaryerleri ile sokak aralarında bulunan basketbol sahalarına ‘yasak’ levhaları asılmış. Yetkililer, kurallara uymayanlara ceza kesileceğinin altını çiziyor. ‘Amacımız gürültü kirliliğinin önüne geçebilmek. Bu konuda düğün yapacak olan vatandaşlarımızın da duyarlı davranmalarını bekliyoruz’ açıklaması yapılmış.” Nihayet birileri, “şehirde, şehirli olarak” yaşamanın çerçevesi ve bu tercihin gerektirdikleri konusunda düşünmeye başlamış. Darısı, İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin başına… Ben, eşimin, bu konuda beni “halden anlamamakla suçlayan kronik muhalefeti”ne rağmen bu satırları yazmaya başladığımda, Bornova EVKA 3 pazar yeri yakınlarındaki düğün başlamıştı. Yer yerinden oynuyordu ve birkaç dakika içinde yan balkondaki komşuların bile söylediklerini duyamaz hale gelmiştik. Takvimler 17 Haziran Cuma akşamını gösteriyordu. Ertesi sabah üniversite sınavı vardı ve gençler yataklarında bir sağa bir sola dönerek uyumaya çalışıyorlardı. İçlerinden küfredip etmediklerini bilmiyoruz. Gürültüden en az onlar kadar rahatsız olan yaşlılar da, yatsıyı da kılıp, torunları için dua faslına geçmişlerdi. Hastalar ve bebeğini uyutmaya çalışan anneler ne yapıyorlardı, bir fikrim yok? Büyükşehir’de yaşıyoruz öyle mi? Siz dalga mı geçiyorsunuz?
CHP’nin çok bilmiş kurmayları ise (bir önceki sandıkta oy bile kullandıramadıkları) genel başkanlarını, saat 21.52’de kameraların önüne çıkarttılar ki, konuşması rahatça kesilebilsin. AKP’nin genel merkez binası, (bence de olması gerektiği şekilde) Kızıl Meydan ayarında, Beyaz Saray havasında donatılmıştı; ışıklar, müzik, bayraklar vs... Sanki Papa Hazretleri konuşacakmış, ya da Charles Diana’yı öpecekmiş gibi özenli bir hazırlık. Yaklaşık aynı dakikalarda, CHP Genel Başkanı da basamakların önündeki konuşma mahalline yanaştı. Heyhat, oraya sürüklenerek getirilmiş seyyar ve uyduruk kürsü epeyce yukarıdaydı ve (bencileyin fidan boylu olduğundan) yere düşmüş aşure kasesini andıran mikrofon kalabalığı arasından, sadece pırıl pırıl başı görünüyordu Kılıçdaroğlu’nun... Skandal, ana muhalefet liderinin ayağının altına bir portakal kasası konularak, “halkçı” bir çözümle önlendi. Üstüne bir de sormazlar mı, “İzmir’de (bile) neden kaybettik acaba?” diye... İlahi, bunu bilemeyecek ne var? Cevabı basit; “bütün ufkunuz portakal kasasından ibaret” olduğu için!
Eski bir kına hikâyesi
2004’te yazdığım bir yazıdan alıntı yapmaktan utanıyorum, ama sebep olanlar utanmadığı için, yüzüm kızarmıyor bile... Özetle şöyle demişim:
Lythraceae familyasından çalımsı bir bitki olan “Lawsonia inermis” için çeşitli kaynaklar, “Ayrık dallı, beyazımsı kabuklu, karşıt yapraklı bir ağaççık” diyor ve devam ediyorlar; “Sivri uçlu ve esmer yeşil renkli yaprakları, zamanla yani yaşlandıkça dikenleşir. Güzel kömeç şeklindeki çiçekleri keskin kokuludur. Anayurdu Arabistan olan bu ağaç hemen hemen bütün Doğuda yetiştirilir. Kuzeydoğu Afrika kökenli olduğu da söylenen bu bitki, Kuzey Afrika, Hindistan ve Sri Lanka’da günümüzde de yaygın biçimde yetiştirilmektedir. Boyar maddeler ve tanen içeren yaprakları kurutulup öğütülerek toz haline getirilir; doğulular bununla saç, sakal ve tırnaklarını boyarlar. Toz kına hamur haline getirildikten sonra, parmaklara veya avuçlara konularak ince bezle sarılır, sabaha kadar beklenir. Bu suretle ellerde güzel, koyu kızıl bir renk oluşur. Ağarmış saçlara da sürülerek, kızıl kumral bir renk verilir. Pek bilinmemekle beraber, ağızdan ishal kesici ve solucan düşürücü olarak da yararlanılır. Bu vesileyle, mevcut siyasi haritanın oluşumunda emeği geçen herkese selam ederim. Unutmadan, kamuoyu, uygulama sonucunu göremeyecek olsa da en iyisi, “Halis Medine Kınası” yazan küçük paketlerde satılır...
Kendini doğrulayan kehanet
İzmir’deki etkinliklerde, mekân olarak hep Havagazı Fabrikasını seçti CHP. Basın toplantıları, tanıtımlar, buluşmalar ve gövde gösterileri için... Bizim “Kültür, Bilim, Yönetim Platformu” maskaralığı bile aynı adreste başlamıştı. Meğer, “adıyla müsemma”, kendini doğrulayan kehanete bir ev sahipliği yaparmış garibim; dört duvar işte nereden bilecek? Zaten lastik de aynı adreste patlamadı mı? Meşhur fıkradır: Almanlar, yıldırım harbiyle Polonya’ya girmişler. Nazi subayı, karargâh olarak yerleştikleri evin sahibine tuvaletin yerini sormuş. Adamcağız da bahçenin köşesinde duran barakayı işaret etmiş. Söylene söylene giden general, söylene söylene geri gelmiş: “Bu ne rezalet” demiş, Koca bir malikâne yapmışsınız, tuvalet neden binanın dışında? Bu ne pislik? Bu nasıl organizasyon becerisi?” Polonyalı gayet sakin cevap vermiş: “Bağıracak bir şey yok, Herr General. Senin memleketindeki organizasyon, benim memleketimde olsaydı, şimdi ben senin tuvaletine yapıyor olurdum...”
Özetle, birilerinin artık şunu anlaması gerekiyor: Söz konusu “organizasyon becerisi” ise, gerisi CHP’nin “Havagazı Fabrikası”dır. Yazık, ama teferruat böyle...
SİZLER bu satırları okuduğunuzda,sandıklar çoktan açılmış ve Türkiye yeni bir meclis aritmetiğine uyanmış olacak.
Oysa, benim bu yazıyı yazdığım saatlerde,daha sandıklar kurulmamıştı bile..Dolayısıyla, “ortada kalmış bir yazı”dır
okuyacağınız. Söylemek istediğim ise özetle şudur: “Ne izmir, ne de Türkiye’de, artık hiçbir şeyin eskiyi gibi olmasını” beklemeyin.. Bu iyi bir şey midir? Nereden baktığınıza da bağlı, nereye doğru baktığınıza da. Tanrı’nın özene bezene yarattığı bir memlekette, ağzımızın tadını kaçırmak için, elimizden geleni ardımıza koymadık. Halk arasında, “bir insanın kendine ettiğini, dokuz düşman bir araya gelse edemez” derler ya, işte ona benzer bir durum,
Önce oy verip, sonra seçim sonuçlarına bakıp, merakımızı gidermiş olduk sadece. Sandıktan nasıl bir resim çıkmış olursa olsun, öyle üç vakte kadar, “huzur,sükûn ve toplumsal uzlaşma” filan beklemenin safdillik olacağını düşünüyorum.Yeni bir itiş kakış ve kısırdöngü için kartlar yeniden dağıtıldı; o kadar. Bekleyip göreceğiz. Karamsar mıyım? Değilim.Umutsuz muyum? Asla! Ben, “yaşayacak bir yarın varsa, iyi, doğru ve güzel, onlara fırsat verilmesi için bir yerlerde sıralarını bekliyordur” diye inanırım. Peki bu sonuçlar beni mutlu etti mi ? Onun yanıtını sanatçılar versin. Örneğin Abidin Dino,Yaşar Kemal’le sohbetinin bir yerinde,“Son zamanlarda iki Osmanlı dizesi kurcalıyor kafamı” diyor; “Bunlar onlar ki gelip gittiler / Gelüben işbu cihanda nettiler?” Devamı da çok ilginç: “Bu iki dizeyi tutturuyorum ama bakma, biliyorsun ki iyimser-karamsarlardanım. Felaketler kırbaçlıyorsa yaratıcılığı, çağımız yaman sanat ürünlerine gebe olmalı. Sanatçının işi bitmişe benzemiyor..”
Mutluluğun resmine gelince..
Nazım Hikmetin “Saman Sarısı” şirinin ortalarında yer alan bir mısraı, aradan çekip çıkartmış ve işimize geldiği kadarını ağzımızda çiğneyip durmuşuz.
“..Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?
MEYDANLAR, partilerin seçim şarkılarıyla inledi. İyisi kötüsü, ucuzu pahalısı, amatörlerin uydurdukları ve usta işi olanıyla bir süre sonra hepsi unutulacak. Çünkü bunlar özünde “seçilenin şarkılarıdır...” Seçmenin şarkısı olmaya aday neler var elde diye şöyle bir düşündüm? Kimileri, pazar günü “Ne doğan güne hükmüm geçer/Ne halden anlayan bulunur” terennümüne boyun uzatacaktı yine... Üç vakte kadar, “Kimseye etmem şikâyet ağlarım ben halime...” diyenlerle de yüzleşecektik. Bazıları da, pazartesi sabahının resmine bakıp, “sebep olanların arkasından” okkalı bir “kına” türküsü yakacaktı kuşkusuz: “Altın tas içinde kınam ezilir/gümüş de tarak üstüne zülfüm düzülür...” Adı, “düğün evinin defçisi, ölü evinin yasçısı”na çıkmışlar için, “Bir mahzun Mor Menekşe...” sorgusu, elde var birdi zaten... Kendime bir şey seçemedim anlayacağınız. Tam yazıyı bitirdim, gazeteye mail atmaya hazırlanıyorum. Son dakikada dilime takılana bakın; “İzmir’in dağlarında çiçekler açar” diye mırıldanırken buldum kendimi bilgisayarın başında. Sonu malûm zaten, “Yaşa Mustafa Kemal Paşa yaşa...”
Benim oyuma lâyık olan...
“Kime oy vermeyeceğimi biliyorum! Kime, neden oy vermeyeceğimi de biliyorum. Oysa, kime neden oy vereceğimi bulamıyorum. Dolayısıyla, kime oy vereceğimi de bilemez hale geliyorum...” Bu satırlar, kararsızların başlarının üzerinde, bulut gibi ve bazen dolu, bazen boş dolaşan “konuşma balonları”nın, bilinçaltı tercümesidir. Fanatikleri saymazsanız, güzel ülkemin “tek başına iktidara gelebilecek kadar büyük partisi”nin adıdır, “kararsızlar”. Eski defterleri karıştırırken bulduğum bir cümleyi, işte bu kararsızlarla paylaşmak isterim: “Herkesin bir öyküsü vardır, ama herkesin bir şiiri yoktur” diyen usta’ya inat, kuşkusuz biraz da abartarak, “herkesin bir uykusu vardır, ama herkesin bir düşü yoktur” demişiz bir mecliste. Eğer siz de hâlâ kararsızsanız, “benim oyuma lâyık kim var?” diye sorun kendinize. Uyumanıza, uyutulmanıza bir şey diyemem. Ama neler düşlediğinizi ya da kâbusunuzun neler olduğunu kurcalarsanız, daha kolay karar verdiğini göreceksiniz.
Gölgeler kızarmadan
1971’deki bir makalesinde, “Sağ gözümün görme yeteneği, yüzde 50 oranında kayboldu. Doktorlar makula dejeneresansı diyorlar. Bazıları bunun bir darbe sonucu olduğu iddiasındalar. Bilmiyorum milletvekilliğinden kalma o geceyle ilgili ömür boyu sürecek bir yadigar mı bu? Politikacıların gözlerinin gerçekleri bir türlü görmediği kanısı yaygındır. Yazar olarak, gerçekleri görmeye çalışanları, sille tokat kör etmeye çalışmaları, kim bilir, onları da kendilerine benzetmek hırsından doğuyor belki de... Bunu ben yazmazsam, ola ki bir gün torunlarımın gözü ilişeceği fotoğraflarımda gölgem kızarır...” diyordu Çetin Altan. Okuyanlar ve yazanlar, gölgenizin rengi ne âlemde?
Ama İzmir’in nabzına ilişkin ilk okuduğum satırlar, her zamanki gibi Deniz Sipahi’ye ait olduğu için, kafamdaki bütün hazırlığı değiştirdi sevgili dost. Belki yazdıklarımız aynı kapıya çıkacak ama, söylemlerimizin farklı olduğu kesin! Kendisinin iznini alamadım; satır aralarını biraz irdelemek istiyorum. Umarım bana darılmaz…
Katılıyorum: İzmir’e daha liberal ve sivri bir dil lazım / İzmir daha fazlasını yapmalı. İzmir daha iyisini hak ediyor / Bunu tersine çevirmek de en başta Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu ile diğer ilçe belediye başkanlarına düşüyor. / Seçimlerden sonra birinci önceliğimiz, ne liman, ne metro, ne marinalar, ne otoyollar, ne de farklı projelerdir; ağız birliği yaparcasına, söz birliği oluşturmuşçasına yeni bir liberal dil geliştirmemiz gerekiyor. / Daha iddialı, daha sivri, daha göze batan, daha cesur, daha özgüvenli, daha çılgın, daha iddialı bir söylem geliştirmeliyiz…
Katılmıyorum: İzmir’e üçüncü gözle bakanlar bu kentin kıymetini daha iyi anlıyorlar. / Bir de bu kentin hep eksik yönlerini göstermek isteyenler var. / Bu şehir böylesine acımasız eleştirileri inanın hak etmiyor. / İzmir geri kalmış filan değildir. / Giderek yayılan ve kabul gören bu imaj hepimizin önündeki en büyük handikaptır. / Ben bunu büyük bir tehlike olarak görüyorum…
Bu güzel kentin artılarının eksilerinden çok fazla olduğu tartışmasızdır. Ama, İzmir’in yükselişi, “her konuda eşsiz, mükemmel ve en iyi olduğuna inanma hastalığı”ndan kurtulmasına bağlıdır. Farkındalığını arttırmadıkça da bu sarmaldan sıyrılamayacaktır. İzmir kendisiyle yüzleşmelidir. Kendisini kusursuz, dokunulmaz, erişilmez sanmamalıdır. Bu kentte de insanlar çiğdem kabuklarını oturdukları bankın önüne atarlar. Bu kentin de Valisi ve Belediye Başkanı, Opera ve Bale prömiyerlerine yardımcılarını gönderir. Bu kentin de vitrini olan semtlerde, kazılmış sokaklardaki inşaatlar 4 ayda bitirilemez. Bu kentte de sahile yüz metre mesafedeki yağmur suları denize ulaştırılamaz. Bu kentte de toplantılar zamanında başlamaz. Bu kentte de boş yer varken, iki adım yürümemek için arabalar yolun ortasına bırakılır. Bu kent de bilgiye para ödemeyi sevmez. Bu kentte de “bir zamanlar maziye bak ne kadar şendik” şarkıları söylenir. Bu kentte de taraftar, takımı amatör kümeden kurtuldu diye sevinecek haldedir. “Peki nedir farklı olan ya da olabilecek? Niyet, istek, potansiyel… İzmir’i başka kentlerin önüne geçirecek olan büyü, sadece kendisiyle yüzleşmesi ve halinin farkına varmasıdır”. Bu yapılamazsa, bir süre sonra Mazhar Alanson’un şarkısına malzeme oluruz sadece: “Her şeyden sen anlarsın / Her şeyi sen bilirsin / En güzel grubu sen kurdun / En güzel ritmi sen buldun / En iyi dalgıç sensin / En güzel filmi sen çektin / En güzel sen bakarsın / En güzel sen ağlarsın / İlk önce sen başlattın / En önce sen yavaşlattın / En uzağa sen gittin / En çabuk da sen döndün / En güzel sen gülersin / En güzel sen söversin / En güzel yemeği sen yaptın / En güzel kızı sen kaptın / En güzel tumbayı sen çaldın / En güzel şarkıyı sen yazdın / Peki peki anladık / Sen neymişsin be abi?”
Oysa Carlos Castaneda diyor ki...
Her şeye aynı açıdan bakarsan, Hep aynı şeyleri düşünürsün.
Hep aynı şeyleri düşünürsen, Hep aynı şeyleri yaparsın,
İZUP olmadı, EZOP verelim! Gerçeklerle yüzleşmeyi sevmeyen hemşerilerim, “büyüklere masallar” bahsine daha çok itibar ediyor çünkü... Geçen hafta cuma günkü yazıma, “kanaat önderlerini -İZUP- İZmir için Uzlaş Platformu- çatısı altında toplayalım. İzmir’in önünü tıkayan bütün uyuşmazlıkları öncelik sırasına dizelim. Çözüm bulana kadar odadan çıkmayalım” diye başlamış, “Eğer İzmir, iddia edildiği gibi, çağdaşlığın, uzlaşının, uyumun, özgürlüğün, hoşgörünün, tahammül ve toleransın kentiyse, bu ‘çılgın öneri’nin, daha bir ‘akıllısı’nı elbet birileri gündeme getirecektir” diye devam etmiş, “Ben ortalığı karıştırmış olayım. Destekleyenler mail atsın, ıslık çalsın, parmağını kaldırsın, yapsın bir şeyler... Haydi bakalım, gösterin farkınızı, meydan bu meydan... Mangala yakın oturanlar, sesim geliyor mu?” diye de bitirmiştim.
***
Birkaç samimi e-posta dışında, İzmir’den bir yankı yok efendim. Övgü ya da sırtımın sıvazlanmasını beklemiyordum. Şunlara bile razıydım: “Ben varım... / Ben yokum. / Söylediklerinize katılıyorum. / Çok denendi... / Şu koşullarda katılırım./ Olmayacak duaya amin deme. / Hiç akla uygun değil... / Olmaz. / Saçmalamışsınız... / Konuşmaya bile değmez. / Çözüm önermek sana mı kaldı? / Boş işleri bırakın. / Fantazinin sırası değil... / Siz bu yazdığınıza inanıyor musunuz? / Mangalda kül bırakmayan sensin...” Yok, hiçbiri yok! Geri-bildirim üretme yeteneğini yitirmiş mahmur bir kentin, İZUP’a değil EZOP’a gereksinimi olduğunu bir kere daha anlamış bulunuyorum.
***
Kimliği söylentilerin gölgesindeki EZOP (Aisopos), bir aydınlanmacı; üstelik bildiğiniz gibi Egeli... Başlangıçta yazılı olmayan ve öğüt ya da ders vermek için anlatılan, kahramanları hayvanlardan seçilmiş masalımsı öykücüklerinin sonradan derlendiği söyleniyor. Eleştirel, sorgulayıcı ve mantık egemen masalların (fabl) kurgusunu, kolaylıkla anlamak mümkün. Dinleyenleri zorlamadan, sıkıntıya sokmadan düşünmeye ve yorumlamaya davet ettiği için, ârif olan anlar rengindeki bu basit duygu ve düşüncelerin, insanlığı evrensel bir algıyla etkilediği çok açık. İzmirliye bir de böyle anlatmayı deneyelim. Çok bilinen masallarından birini, “Kavgacı Aslanla Yabandomuzu”nu paylaşmak isterim.
***
“Bir yaz günüymüş. Aslan serinlemek ve su içmek için gelmiş suyun başına. Tam o sırada yabandomuzu da suya eğiliyormuş. Aslan, ‘Çekil bakalım’ demiş, ‘Suyumuzdan içelim’. ‘Çekil de ne demek?’ diye karşılık vermiş yabandomuzu. ’Biz hayvan değil miyiz, biz de su içmez miyiz? Amma lâf, asıl sen çekil...’ ‘Sen çekil, hayır sen çekil’ diye itişip kakışırken, sonunda kavgaya dönmüş iş. Hem de nasıl bir kavga? Kıyasıya, kırasıya, öldürüp ölmecesine! Kan ter içinde kalmışlar. Ayrılmışlar bir süre sonra. Soluklanırken, bir de ne görsünler? Tepelerindeki ağaçlara akbabalarla, kara kargalar konmuş: ‘Aman birbirlerini hemen öldürseler de leşleri bize kalsa...’ diye bekleşiyorlarmış. Hem aslan hem yabandomuzu anlamış durumu: ‘Aman, kavgayı dövüşü boş verelim! Yine eskisi gibi dost olalım. Bu akbabalarla kara kargalara yem olmayalım; iyisi budur...’ demişler.” “Dövüşüp sövüşmek iyi mi? Barış içinde yaşamak varken... Kavganın sonu her iki taraf için de kötü sonuç verir, bir kazanç getirmez” diyor EZOP, masalının sonunda. Biz de şöyle toparlayalım: “Masal burada bitiyor, iyi uykular İzmir...”
Meydanlar yağmura rağmen dolmaya devam ediyor; Eskişehir de öyleydi... Türkiye’de özel sektörün sponsorluğunda açılan ilk “arkeoloji” müzesini, Başbakan kurdeleyi kesmeden önce alıcı gözüyle dolaştık.
Uzun yıllar bakımsız ve harap halde unutulmuş müzenin, tümüyle yeniden yapımını 2011’de 50’nci yılını kutlayan ETİ Şirketler Grubu üstlenmiş.
Çağdaş nitelikte bir koruma ve sergileme mekânı haline getirilmiş müzede, yaklaşık 2 bin eser (özetleyerek, Hitit ve Frig çağlarına ait heykeller, Demircihöyük ve Babadat kazısında elde edilen buluntular, Roma ve Bizans dönemlerine ait eserler, antik ve İslâmî devirlere ait sikkeler, heykeller, lâhitler, Şarhöyük Roma çağı yer mozaikleri...) sergileniyor. Ziyaretçiye sunulabilenler, 20 bin parçalık müze envanterinin yaklaşık onda biri...
* * *
Bakan Günay’ın söylediğine göre bu oran dünya standartlarına uygun. Müzede çok sayıda satın alınmış tarihi eser de var. Mekâna “çok büyük bir müze” diyemesek de, sıfırdan inşa edilmiş olması, amaca uygun bir mimari tasarımı beraberinde getirmiş.
Ama beni asıl etkileyen, dijital zekânın sanal oyuncakları ve animasyon teknolojisinin cömertçe ve ustalıkla kullanılmış olması. İsterseniz (sadece parmağınızın ucunu kullanarak) yeraltı dehlizlerinde dolaşıyorsunuz, isterseniz Başbakan gibi, 3 bin yıl öncesini anlatan Hitit savaş arabası simülatörünü kullanıp Frig Vadisi’ni geziyorsunuz...