Nihat Demirkol

Bir telefon, bir e-posta

1 Nisan 2011

ÖNCE ESİAD Başkanı Sayın Şükürer aradı, kahkahalarla gülüyordu telefonda. “BOP demenin...” diye başlayan yazımın başlığı üstünde biraz konuştuk. “Ne söylemek istediğin çok net anlaşılıyor, merak etme” dedi. “Benim o makalem de çok eskidir; nereden buldun çıkarttın?” diye takıldı. “En sert konuların bile, Türkçe’nin elastikiyeti içinde nasıl konuşulabilir hale gelebildiği”nden bahsettik. Birbirimizin görüşlerindeki katıldığımız ve katılmadığımız noktalar üstünde dertleştik. O, benim ironik üslûbuma şapka çıkarttığını söyledi, ben de kendisini her zaman “büyük” yapan hoşgörüsüne... Kanaat önderi sıfat ve sorumluluğu ile vitrinde bir kurum olan TÜSİAD’ın, kendi eliyle gündeme taşıdığı konunun önemiyle hiç uyuşmayan PR zaafiyetine geldi söz dönüp dolaşıp. “Usûl esası belirler. Nasıl söylediğiniz, ne söylemek istediğinizi unutturmamalı” noktasında hemfikir olarak kapattık telefonu.
Ardından, (siz bu satırları okurken ESİAD’ın yeni yönetim kurulu başkanı seçilmiş olmasına kesin gözüyle bakılan) yine değerli dostum Sayın Bülent Akgerman’dan da zarif bir e-posta aldım. Şöyle diyordu: “...söz konusu toplantıya bizzat katılmadıktan ve raporun tamamını okumadıktan sonra yeterince objektif çıkarsamalar yapılamayacağını düşünüyorum...” Hem konu hakkında kişisel görüşlerini dile getiriyordu hem de TÜSİAD’ın (bence zorunlu bir U dönüşü anlamına gelen ve faz farkıyla da olsa, kendi tüzüğüne sahip çıktığını gösteren) son basın bültenini eklemişti e-postasına. İki satırlık bir yanıt gönderdim. “Benim de özlemini çektiğim anayasal tazelenme hakkında beklentilerimizin çoğunlukla ortak ve uyumlu ama benim metodik şüphelerimin daha fazla olduğundan” söz ettim. “Birilerinin rol çalma gayretkeşliği, doğaçlamanın riski ile birleşince, gündeme sağduyu sahiplerini rahatsız eden talihsiz bir tümce düşüverdi. Söylemek istediğini de berbat etti kanısındayım” diye ekledim. Hepsi bir yana, AKGERMAN’ın hassasiyeti ve bildik “çelebi tavrı”, ESİAD’ın gelecek dönemde de, emin ellerde olacağı yönündeki öngörümü destekledi; asıl buna çok sevindim...

Pegasus’a mahcup oldum

İZair–Pegasus ortak uçuşlarından biriyle Adana’ya uçuyorum. Alıştığımız güvenlik duyuruları yapıldı. “...Kemerleriniz bağlayın, masalarını kapatın, koltuklarınızı dik duruma getirin...” filân. Kemerim zaten bağlıydı; orada sorun yok. Ama o anda farkına vardığım başka bir sıkıntı çıktı ortaya. Koltuk aralarının dar olmasına verdiğim rahatsız ve sıkışık oturuşumun sebebini anladım: Koltuğumun sırt dayanacak bölümü, öne doğru hayli eğimliydi ve ben sürekli “rükû” halinde duruyordum. Toparlanmaya çalıştım, olmuyordu. Koltuğu dik duruma getiremiyordum bir türlü... Bu vaziyette havalandık. Yerin dibine geçtim tabii. Güvenlik kurallarına uyamamış olmaktan duyduğum mahcubiyeti size anlatamam. Allahtan bir tanıdığa rastlamadım uçakta. Bütün uçuş boyunca kendimi yiyip bitirdikten sonra, koltuk cebindeki öneri formuna, “aslında kurallara saygılı ve işbirliğine açık bir adam olduğumu” yazarak Pegasus’tan özür diledim. “İzmir hatlarına tahsis edilen uçaklar”ın dökülüyor olmasından kaynaklanan bu aykırı davranışı” bir daha tekrarlamayacağıma ilişkin, güvence de verdim Ali Sabancı’ya. Bakalım bir “estağfirullah” diyen çıkacak mı?

Menemen minibüslerinin dokunul(a)mazlığı

Sürücü kurslarında öğretilen şekliyle, “görev sırasında belirli araç sürücülerinin, can ve mal güvenliğini tehlikeye sokmamak şartıyla trafik kısıtlama veya yasaklarına bağlı olmamaları”na geçiş üstünlüğü deniyor. Yasalarımız, geçiş üstünlüğüne sahip araçları, “cankurtaranlar ve özel amaçlı taşıtlarla, yaralı ve acil hasta taşıyan diğer araçlar, itfaiye araçları, sanık veya suçluları takip eden veya genel güvenlik ve asayiş için olay yerine giden zabıta araçları, trafik hizmetlerine ait araçlar, kar ve buz mücadelesi çalışmalarında görevli araçlar, sadece alarm sırasında olmak üzere sivil savunma hizmetlerine ait araçlar ve hizmetin devamı süresince koruma araçları ile korunan araçlar” şeklinde saymış ve sınırlandırmış. Gördüğünüz gibi, bunların arasında, Menemen minibüsleri yok! O halde, “bu minibüsleri kullanan sürücülerin, uzun bir hatta çalışıyor olmayı, ‘zamana karşı yarışmak’ şeklinde yorumlamaları ve başta kendi yolcuları olmak üzere, etraftaki herkesin can ve mal güvenliğini sürekli tehdit ederek, kendilerini trafik kısıtlama veya yasaklarıyla bağlı saymamaları”nın başka bir açıklaması olmalı. Soru çok basit: Menemen minibüslerinin -yolun sağındaki güvenlik şeridi dahil- “geçiş üstünlüğü” ve sürücülerinin “dokunulmazlığı” gücünü nereden alıyor? Çok merak ediyorum.

 

Yazının Devamını Oku

“BOP” demenin “SİAD”çası

27 Mart 2011
TÜSİAD Başkanı Sayın BOYNER’i NTV’de izledim; samimiydi. Ama inandırıcı gelmedi. Bir gündem yarattıktan sonra, “vallahi hocalarımız kendi aralarında tartışmışlar” diyerek sıyrılamazsınız.

Hele bunu dev bir kurum adına yapmışsanız… Çünkü kurumsallaşma, bir “kural ve prensipler” manzumesidir. Tarz kurumsaldır, anonimdir, takımdaşlık ifade eder. Bireysel olan tavırdır; özgürdür, özgündür. Kurumları yönetenler, doğal olarak kendi tavrının renklerini, yönetimin paletine ekler. Ama tavır tarzın önüne geçerse,  kurumun lastiği patlar ve Libya’daki Bedevî’nin çadırından farkı kalmaz. TÜSİAD, nasıl bir yara aldığının farkında bile değil...
Herkes ilk 3 maddenin neden değiştirilmesi gerektiğini anlatıyor. Neden “değiştirilmemesi” gerektiği üzerinde konuşan yok. Çünkü konuşan, özgür ve ileri demokrasiye terfi etmiş toplumumuzda, iletişim biçimi, artık şöyle resmediliyor: “Ancak bizim doğrularımızı söylersen, seni çağdaş
ve evrensel sayarız. Başka doğrular da olabileceğini açıklar ve savunursan, sen özgürlükçü ve aydınlanmacı değilsin...” Oysa ben de devletin bireyin hizmetinde olması gerektiğini düşünüyorum. Bir farkla ki, “hak ve ödev” dengesi korunsun! “Her şey konuşulabilir” derken, sizi “tek yönlü” bir aldatmacaya sürüklemelerine izin vermemelisiniz. Okuyunuz, araştırınız, karşılaştırıp sentezleyiniz. Çünkü, anayasaların bazı maddelerine, “değiştirilemez” ayrıcalığı ve önemi veren düzenlemeler çağdaştır ve kapısında taklalar attığımız Avrupa Birliği üyesi ülkelerin anayasalarında da, benzer gerekçelerle, değiştirilemez hükümler bulunmaktadır.

Pozitif hukuk da zaten, “gerekçeler bilimi”dir

Toplumsal sözleşme kimliğiyle, anayasaların taşıdığı irade, onların bir “ruh gerekçesi” bulunduğunu da anlatır. Anayasal modelimizin 1920’lere kadar uzanan bu “ruh gerekçesi ve buna bağlı niyet tasarımı”, ulusal sözleşmeyi bir kâğıt parçası olmaktan kurtarabilecek “toplum mühendisliği enerjisi”yle donatılmıştı... Ve satırbaşları da, “öğretim birliği kanunu, harf devrimi, millet mektepleri, halk evleri, köy enstitüleri, anadilde ibadet özgürlüğü ve türkçe ezan” isimli cumhuriyet kazanımlarıydı. Geriye dönüp baktığınızda, bu film zaten geriye sarılmıştır.

Yasalar neden değiştirilmek istenir?

Güncelliğini yitirdiği ve gereksinimlere cevap vermediği için, yetersiz kaldığı için, evrensel normlarla çatıştığı için... Tam bu noktada, “olmazsa olmaz” soruları, dürüstçe sormak durumundayız? Bu anayasanın ilk 3 maddesi yüzünden ne yapamıyorsunuz? Neyiniz engelleniyor ve eksik kalıyorsunuz? Kimler değiştirmek istiyor? “Değiştirilemez olması kimleri ve neden rahatsız ediyor?” ve “değiştirilemez” ne demek? Şu demek: Bu maddeler, anayasa tekniği itibariyle tabu gibi pazarlansa da, devlet sistemine dogmatik sızmaları engellemek için konulmuş sabitlerdir. Sabitler, “değiştirilemez” olmakla dogma ve tabu hale gelmez. Ya nasıl gelir? “Gücünü halktan alsın ama kaynağı din olsun” dediğinizde, gelir. Bu nedenle, ilk 3 madde ismimizdir; kimliğimizdir. Kimliğin yenisi ancak kaybedildiğinde çıkartılır. Onun için yenisini çıkartmayı teklif ve çıkartmaya teşebbüs etmeden önce, eskisini kaybettirmeye çalışıyorlar!

Evrensel ile küresel arasındaki ayrım

Yazının Devamını Oku

Ve sabâ üflüyordu ney

25 Mart 2011

İZMİR Devlet Opera ve Balesi, Kösem Sultan Balesi’nin “Dünya Prömiyeri” için açtı perdelerini geçtiğimiz hafta. Haseki Sultanlara artan ilgi, popüler kültürün yoz bir uzantısı zannedilmesin. Örneğin, müziği Nevit Kodallı’ya, koreografisi Oytun Turfanda’ya ait olan Hürrem Sultan Balesi de, geçen yıl Mersin Devlet Opera ve Balesi tarafından sahnelenmişti. Türkiye’de yazılan ilk büyük ve özgün bale eseriydi ve ben Hürrem’i 1976’da Ankara’da izlemiştim.
Bu ilk “gövde gösterisi”nden 34 yıl sonra, İzmir’de ortaya konulan niyetin iddiasını iyi okumak ve değerlendirmek gerekir. İzmir Devlet Opera ve Balesi, 2005’te klâsik balenin ünlü başyapıtı “Kuğu Gölü”nü sahnelediğinde şöyle sormuştum: “Kalabalık ve pahalı organizasyonları seyrederken, acaba kaç kişi perdenin arkasını merak eder? Dekor, kostüm, ışık derken, sahnede mükemmeli yaratmanın bedeli kaç kişinin umurundadır? Başarılı bir temsili alkışlarken acaba ne kadar çok şeyi ödüllendirdiğinin kaç kişi farkına varır gerçekten?” Ülkemizde, opera ve bale sanatının mütevazı bütçelerin kıskacında nasıl debelendiğini dikkate alırsanız, çıkartılan işi sadece bu nedenle bile alkışlamanız gerekir. Ve perde...
Güçlü üvertürlere alışık ortalama izleyiciyi, bir sabah rüzgârı ile karşılıyor eser. Başlıkta, “ve sabâ üflüyordu ney” yazması bu yüzden. Su üstüne yazı hakkında spekülasyonu sevenlere ise, “hayat bir oyun değil mi zaten?” sembolizması ile “kum üstünde dans” fikrini sunuyor ardından. Tarihin bildik bir kesitini, sanatçıların özgün ve hayli özgür yorumuyla izlemeye hazır olmalısınız; kostümden dekora, ışıktan koreografiye, nihayet müziğe kadar...
Libretto’yu okuma kültürü olmayan bir seyirciye, sahnede yaşananları bale diliyle anlatmak kolay değildir. Alaturka’nın ölçü ve ezgileri sakınılmamış ama derinlemesine ve abartısız bir çeşni halinde sentezlenmiş. İbrahim’deki mehter esintilerini, en acemi kulak bile ıskalamamıştır sanıyorum. Bestecinin, sahne ve film müziğindeki ustalığı yine gözler önünde. Büyük tablolarda, erkek dansçıların, hanım sanatçılardan daha eşzamanlı ve uyumlu olduğunu gördük. Kostüm ve dekor da sanatçıların yorumu kuşkusuz. Beğendim, sevdim ama, buğulu ve büyülü mekânlarda “ipek perde kordonu”yla boğulmuş Kösem’in, “koli bant”la susturulmasını, “en hafif tabiriyle” yadırgamadım desem yalan olur.
Temel sıkıntı ise sanıyorum çok başka yerde: Bu “uyduruk ve zorlama” mekânlar, emanet sahneler yetmiyor artık, İzmir Devlet Opera ve Balesi’ne... Ufukları geniş, sahne dar. Hayalleri büyük, salonlar küçük! Ben Efes’te ve Nabucco’da izlediğimiz ihtişamın, Osmanlı Sarayı’na yansıtılamamış olmasını sadece buna bağlıyorum. İzmirlileri, bu ekibi desteklemeye ve daha büyük prodüksüyonlar için cesaret vermek üzere “Kösem Sultan Balesi”ni izlemeye davet ediyorum.

Mor Menekşe Partisi’nden haberler

Seçme ve seçilme hakkının sanal bir debelenme olduğunu, “üç vakte” kadar tekrar anlayacağız. Ya “liderin iki dudağı arasından dökülen ya da güç dengeleri pazarının “itiş-kakış” kevgirinden geçebilen adaylar yakında açıklanacak. Önseçimsiz ve barajlı demokrasinin, taşların bağlanmış olduğu bu “ileri” modelini, ne yazık ki artık kimse de yadırgamıyor. Seçim takvimi kısaldıkça, Mor Menekşe Partisi’nden “gündeme ve güncele” uygun haberler vermeye devam edeceğiz. “Bugünlük ve tadımlık” olsun; arkası “az sonra...”

Yazının Devamını Oku

Kavşak mı? Otopark mı?

21 Mart 2011
Aydın–İzmir otoyolunu, kentin Uşak ve Ankara çıkışına bağlayan çevreyolunun bitiş noktasındayız.

Ortada büyükçe bir göbek, üzerinden geçen üst yolun, sıralı olarak serpiştirilmiş beton ayakları, araçların, gece gündüz vızır vızır dönüp durduğu bildiğiniz bir kavşak; bir dörtyol ağzı...
Göbek oldukça büyük olduğu için, hemen bütün yönlerden gelen araçlar, kavşağın içine gireceklerse eğer, iki şeritli ve kalabalık bir sarmala ayak uydurmak zorundalar. Dönüşü gerçekleştirebilmek için önce aksi yönde epeyce ilerleyip, sonra gideceğiniz tarafa dönüyorsunuz.  Kavşağa herhangi bir yönden yaklaşan ve doğruca karşıya devam edecek olanlar ise geçişlerini ancak sağa doğru küçük bir kalça hareketi ile tamamlayabiliyorlar. Buraya kadar tamam, çünkü kavşak düzenlemesi ve trafiğin doğal akışı böyle. 
İzmir’den gelip çevre yoluna dönecekler, bu hafif vücut çalımını kolayca atabiliyorlar. Ankara yolunu diklemesine kesen küçük-tâli yoldan gelenler ise zaten yavaş seyrettikleri için sağa doğru oryantal bir gösteriyle idare edebiliyor durumu. Ama özellikle gece saatlerinde, Ankara yönünden şehre girmekte olan araçların hatırı sayılır bir kısmı, bu kavşaktan öteye geçemiyor. Sabah bir de bakıyorsunuz ki, bir kamyon, bir binek araç, bir hafif ticarî göbeğin ortasına istirahat halinde… Göbeğin içinde bir çift derin tekerlek izi oluştu zaten. Çünkü ortaya dalanlar 10-15 metre sürüklenip öylece durabiliyor. Haftada birkaç araç çıkartıyor oradan çekiciler. Onların ve alt takım ustalarının ekmek yemesine bir diyeceğim yok ama, bir gün bu kavşak, can kayıplarına manşet olmasın isterim.
Sürücülerin, kente ve dolayısıyla bu kavşağa çok hızlı girdikleri ortada. Gece, sinyalizasyon otomatiğe döndüğü için, başta mahmurlaşanlar olmak üzere, yeterince yavaşlamaya gerek duymayanlar, gözlerini kaldırım taşlarına vurdukları anda açıyorlar sanırım. Sürücülerin özensizlikleri kendi bilecekleri iş olmakla beraber, kavşağın (ergonomik) tasarımı da bir gözden geçirilmeli. Uyarı ışıkları, levhalar ve kaplamaya döşenen hız kesici sıralı bantların da yararı olacaktır diye düşünüyorum. Okuduklarınızı, sadece o kavşaktan iki de bir, “vah vah vah” diyerek geçen bir sürücü aklıyla yazıyorum...

Bir de Arif Bey ile gideceğim

Gündemde İZBAN var artık. Biz de iki çift lâf edelim. Ben kendi adıma fazlasıyla memnunum. Çok sık da kullanıyorum. Bornova-Havaalanı yolunu (aktarmayla da olsa) kolay etti benim için; sağolsunlar. Ancak Hareket saatlerini gösteren bir tarife hazırlamışlar ki, içinden çıkmak mümkün değil. Alsancak Garı’ndaki güvenlik görevlisi kızımıza sorduk: “Anlamayacak bir şey yok dedi; orada yazan ilk hareket saatine 15 dakika ekleyeceksiniz” Bu kadarcık işi becerememek çok ağırıma gitti. Birkaç deneme yaptım; sonuç yine başarısız. Meseleyi benim IQ seviyemle ilişkilendirmekten başka çare kalmamıştı ki, yanımdaki Ümit Bey de işin içinden çıkmayınca biraz olsun rahatladım. Bir dahaki sefere Arif Bey’i de yanımıza alıp, öyle gideceğiz Belki, “ârife tarif gerekmez”; ne bileyim? Ama bir faydası var bu tarifenin; çözmeye uğraşırken yolun nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz. Her işe iyi tarafından bakmak lâzım; tamam da, şunun bir kolayı yok mudur dostlar? Vallahi sevaba girersiniz.

Tutuklamalara farklı bir yorum

Ustamız olan bir gazeteci dostun, suratından düşen bin parçaydı “Hayırdır” dedim, “neden böyle canınız sıkkın ?” “Şu hale baksana” dedi, “bütün gazeteciler tutuklanıyor birer ikişer” “Yaa” dedim, “çok can sıkıcı hakikaten” “Hayır” dedi, “anlamadın. Vatansever, dürüst, demokrat, temiz aile çocuğu ne kadar adam varsa hepsini alıyorlar içeriye. Bizde tık yok” “Elimizden bir şey gelmiyor” diye devam edecek oldum, kesti sözümü: “Demem o ki, dışarıda kaldığımıza göre, biz bu memleket için hiç hayırlı bir iş yapmamışız bugüne kadar; o ağırıma gidiyor” Cevap veremedim.

Yazının Devamını Oku

18 Mart’ın düşündürdükleri

18 Mart 2011
“ADIM Ahmet’ti. Benim kadın olduğumu kimse bilmiyordu. Şarapnel ve kurşunlarla 9 yerimden yaralandım. Milli muharebemize gönüllü eşlik ettim. İzmir işgal altındayken İzmir’deydim. Mösyöler Yunanlılarla birlikte kışlamıza hücum ettiler. Yaralanan askerlerimizi İzmir Gureba Hastanesi’ne yetiştiriyordum. Beraberimizde hastabakıcı hanımlar da vardı...”

Bu satırlar, araştırmacı-yazar Zümrüt Sönmez’in “Kızıl Toprak Ak Yemeni/Savaşın Kadınları” isimli kitabından alınmıştır ve Anafartalar’da 56. Fırka’da silahıyla muharebelere eşlik eden İzmir’in Kemalpaşa (Nif) İlçesi Ahmetli Köyü’nden “Mücahide Hatice Hanım”ın kendi cümleleridir. Gazetelerde ilk kez 1926 yılında yayınlanan bu röportajdan başka, “Zeynep Mido Çavuş”, “Safiye Hüseyin Elbi”, “Nezahat Onbaşı” gibi birçok kadın kahramanın öyküsünü de yine aynı kitabın sayfaları arasında bulmak mümkün.

Bazen düşünüyorum da, hâlâ Çanakkale Zaferi’yle ilgili ne kadar az şey bildiğimize hayret etmemek mümkün değil. Ne araştırmalar, ne sanat yapıtları, ulusal birliğimizin kilometre taşlarından biri olan ve Akif’in, “Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?” diye sorduğu günlerin önemiyle doğru orantılı bir yoğunluk ve kaliteye ulaşamamış durumda. Oysa tarihler, varolma mücadelesi verilen dönemeçlerde ödenen bedeli unutan ve duyarsızlaşan ulusların, çok daha pahalı deneyimler yaşamak zorunda kaldıklarını yazıyor.

Sadece 4 maddeden oluşan 3972 sayılı, “Çanakkale Şehrine Altın Madalya Verilmesi Hakkında Kanun”da bakın neler diyor: “Türk Milleti’nce, Çanakkale Savaşları’nda barış ve kahramanlığımızı anlatarak şehit düşen, tarihimize ‘Çanakkale Geçilmez’ yazdırtan ecdadımızın manevi şahsiyetlerine bir şükran nişanı olarak, üzerinde ‘Çanakkale Geçilmez’ yazılı altın bir madalya ihdas edilmiştir.”

Güzel mi? Güzel! Peki, “yürürlük maddesi”nde, “yayımlandığı tarihte yürürlüğe girer” denilen bu kanunun kabul ve Resmî Gazete’de yayımlanma tarihini biliyor musunuz? Sıkı durun, 1994... Yani zaferden 78 yıl sonra... Algılamanın hızına bakınız. Bugün, 96 yıl sonra, bu köşede, “yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana...” mısraının mahcubiyeti içinde, başta “rahmetli Gazi” olmak üzere, “Anadolu İhtilâli”nin bütün kahramanlarını şükranla anıyorum. Bu arada, Lozan metnini, yaşayan Türkçe’ye, imzalanmasından 50 yıl sonra çevirebildiğimizi de unutmayın. Başka bir gün, onun hakkında da söyleşir ve söyleniriz.

Türkçe’nin başı sağolsun!

“Burası Türkiye Radyoları...” diyen kendinden emin bir sesti ve siyah beyaz televizyon günlerinin ilk haber spikerlerinden biriydi... “Mukni” derlerdi büyüklerimiz; “rahmetli Zafer Celasun ve Jülide Gülizar” için. “Eğer bir haberi onlar okuyorsa, -sadece onlar okuduğu ve kişilikleri başlıbaşına bir güvence olduğu için bile- doğrudur, inanabilirsiniz” demekti bu. Türkçe, kulaklarda bir neş’e ve ailece “ajans”ı dinlemek, neredeyse törensel bir şeydi.  Mikrofonu bıraktıktan sonra, sunuculuk mesleğinin hangi özensiz ellere teslim edildiğini ve ne hallere düştüğünü anlatmaya kalkmak, zaman kaybı olur. Maç anlatır gibi haber sunan “en-kıro-men”lere kaldı meydan. Çapsız ama gürültücü “yeni yetmeler”e bugün bir ayda ödenen parayı da, (hiç dert etmedi ama) bütün ömrü boyunca kazanamadı. Bu haftanın başında aramızdan sessizce ayrıldı Jülide Gülizar...
Samimi fikrim şudur ki, Jülide Hanım’ın yeri hep boş kalacak! Ardında, havada uçuşan güzel ve hakkı verilmiş sözcükler, hoş bir anadil tınısı, hep el üstünde tutulmuş bir meslek terbiyesi, işini ciddiye alan bir öz saygı, televizyon programları, kitaplar, söyleşiler ve öğrenciler bıraktı. Kendisini, saygıyla uğurlarken, ömrünü verdiği TRT’nin bugünkü resmini de yazdığı kitaplardan birinin adıyla özetleyelim: “Haberler bitti; şimdi oyun havaları...”

Ve bir haiku...

Yazının Devamını Oku

Bir “dingil”in çağrıştırdıkları

14 Mart 2011
DOĞADA bir örneği bulunmadığı halde, bugün bize son derecede sıradan gelen ve aslında, insanlık için neredeyse mekaniğin ekseni olacak kadar büyük bir zıplayış sayılan tekerleğin, hangi tarihte icat edildiğini kesin olarak bilemiyoruz.

Bu belirsizliğe rağmen, en eski tekerleğin, yaklaşık 5000 yıl öncesine tarihlenebildiği ve Mezopotamya’da yapıldığı kabul ediliyor. Elimizdeki en eski kayıt ise M.Ö. 3500 yıllarına ait bir Sümer piktogramı... Tekerlek fikri büyük olasılıkla, “kesilmiş ağaçların yuvarlanarak daha kolay taşınabildiğinin fark edilmesinden doğmuştur” diyor tarihçiler. Bu arada, arabanın, tekerleğin icadının hemen ardından tasarlanmış olduğu kanısı da hayli yaygın. Bir çift tekerleği dingille birleştirmek cinliğinin, düşünen insanı uzun süre uğraştıran bir aşama olmadığını, yine Sümer kalıntılarından anlayabiliyoruz.
Gözden kaçırılmaması gereken ayrıntı, dairesel bir forma sahip olan tekerleğin çalışma prensibini, en yalın açıklamasıyla “bir dingil ile birlikte yaptığı dönme hareketi sayesinde sürtünme kuvvetini yenmek” biçiminde tanımlarken, aynı cümle içinde geçen “dingil”in, giderek toplumda belirgin bir ağırlığa sahip olmaya başladığıdır. Tekerleğin dönme hareketini yapabilmesi için mutlaka yer çekimi kuvveti ya da bir başka dış kuvvete maruz kalması “olmazsa olmaz” ise de bu uzun uvertürden sonra şu sonuca ulaşmak hiç zor değildir:  “tekerlek tek başına pek fazla bir işe yaramıyordu” ve ne olduysa o “dingil”den sonra oldu...
Geçen hafta, yani tekerlek ve dingilin icadından yaklaşık 5000 yıl sonra, Mürsel Paşa Bulvarı’nda, Basmane’ye doğru ve yolun en sağ şeridinde, araba kullanıyordum. Yolun sol tarafından, refüjden, fosforlu turuncular giyinmiş olarak, bir temizlik işçisi atladı yolun ortasına, yavaşladım; belli ki acelesi vardı. Elindeki, altına tekerler yerleştirilmiş büyükçe bir çöp bidonu ile karşıdan karşıya geçti koşturarak. Çöp bidonunun tekerleklerini olduğu yerde çevirdi, kendisi kaldırıma çıktı. Arabayı hafifçe yatırıp, tekerlekleri de kaldırıma çıkarttı. Kaşla göz arasında, yolun kenarındaki 2-3 metrelik çiçek bandının içine daldı ve arabasıyla birlikte üzerlerinden geçip, yayalar için ayrılmış kısma ulaştı. Yeşil ışık yanmıştı, hareket etmek zorundaydım. Sadece camı açıp, “heey ne yapıyorsun sen kardeşim?” diye seslenebildim. Yürüyüşünü bozmadan yüzünü bana döndü, tepkimi anlamsız gözlerle savuşturdu, en ufak bir mahcubiyet duymadan pişkince sırıttı ve bir daha arkasına bakmadan uzaklaştı.
Bir kavşak ileride, bir çöp bidonunun, bir “dingil”in yardımıyla sürtünme kuvvetini yendiğinden habersiz bir grup işçi, yolun ortasındaki göbeğe yeni çiçekler dikiyordu. Aynı saatlerde kim bilir, bu güzel kentin sokaklarında, kentli olmak bilincinden yoksun yetiştirilmiş kaç “dingil”, nice estetikten uzak “tekerleğe” sırıtarak omuz veriyor ve nice “gustosuzluk bahçesi”nden birlikte geçiyorlardı ? “İhtimal, tekerleği kullanan ilk insan bile bu kadar hoyrat değildi” diye düşündüm.

Berber Hasan Bey

Geçenlerde öyle bir tutuldu ki belim, hayatımda ilk defa 3-4 gün yataktan çıkamadım. “Sende bel yok ki fıtığı olsun” diye iltifat edenlerin verdiği morale rağmen, bel fıtığından kuşkulananların, telefonun ucundaki  ilk sorusu, “bacağında ağrı veya uyuşma var mı?” şeklindeydi. Şu muydu, bu muydu, tomografi filân derken, şiddetli bir zedelenme olduğu anlaşıldı da rahatladık. Bugün, hekim dostlarımızın tıp bayramını kutlarken, değerli okuyucuya da “kendinizi Türk hekimlerine emanet edebilirsiniz” mesajı vermek isterim. Sunulan sağlık hizmetinin niteliği konusunda, hepimiz zaman zaman gelgitler yaşarız. Her zaman doğru teşhis koyamadıkları da doğrudur. Ama gerçeği sakladıkları bazı halleri, “çok nazik” olduklarıyla açıklamak, sanki akla daha yakın gibi geliyor. Bu sonuca nasıl mı ulaştım?
Ayaklandığım hafta, doğru sevgili berberim emektar Hasan Bey’in koltuğuna oturdum. Oradan buradan konuşuyoruz; bildiğiniz berber sohbeti. Derken, lâf açılınca anlattım başımdan geçenleri. Söylediklerimi büyük bir dikkat ve ciddiyetle dinledikten sonra, bıyık altından gülerek doktorların söylemediğini yüzüme söyleyiverdi: “Hocam artık bu modeller yapar be...”

Yazının Devamını Oku

Kurdele’nin de bereketi kaçtı

11 Mart 2011
BİZİM çocukluğumuzda kurdele, nişan yüzüklerini birbirine bağlayan bir alâmetti...

İlkokulda okuma yazmayı “söken”lerin yakasına kurdele takılırdı ve Cumhuriyet kızlarının başlarında, “başlarından büyük” beyaz bir fiyonktu. Beşiklerin başına ya da kundakların ucuna iliştirilirdi; kızlara pembe, oğlanlara mavi... Gelin giden kızların da baba evinden çıkarken beline sararlardı Anadolu’da. Sünnet çocuklarına takılan çeyrek altınları daha zengin gösterirdi... Sözün kısası, masum ve sevimli günleri çağrıştırırdı.
Gazetelerdeki “kurdele kesme” törenlerine bakıyorum da eline makas tutuşturulanlar kadraja sığmıyor bir türlü... “Yahu” diyorum kendi kendime, “eskiden de böyle mi kesilirdi kurdeleler?” Bizdeki “küşat” merakı, genetiğimizdeki debdebe ve tören delisi olma dinamikleriyle birleşince, işler buraya vardı herhalde. Yoksa, bir kurdelenin, 8 yerinden kesilmesi daha sinerjik görünse de işin bereketini kaçırma ihtimali de yok değil. Nedir o öyle, 2 kefilli buzdolabı senedi imzalar gibi?
TDK’nin demesine göre, “tesis veya kuruluşun açılış töreninde gerilen şerit, mutlaka iyi dileklerle kesilir”miş. Kalbimizi temiz tutarak, herkesin sahiplendiği İZBAN için kesilen kurdelenin de “hayırlara vesile olmasını” diliyoruz. Her ihtimale karşı, kurdeleyi kesen ekabir takımına, “sahiplenmeniz daim olsun, İzmir Banliyösü’nün sonunu Kars’lı amcamızın diline düşürmeyin” diye hatırlatıyorum. İşte, artık fıkraya dönüşen yerel TV röportajından birkaç satır. Muhabir, yaşlı amcaya soruyor:
- Şehirden, hizmetlerden memnun musun?
- Allah dövlete, millete, kaymakam bege, bölediye başganımıza zeval vermesin.
- Başka derdin yok mudur?
- Vardır...

Yazının Devamını Oku

Köşeme çekiliyorum...

7 Mart 2011
ÖNCEKİ kırık dökükleri saymazsanız, “17 yıldır düzenli olarak köşe yazısı yazıyorum”; 17 aydır da “düzenli olarak” yazmıyorum.

“Memleketi sadece siyasetçiler kurtarabilir kuruntusu”na biraz yüz verince, kalemini kolayca bir kenara bırakabiliyor insan. Bu “etik bir sorumluluktu benim için”; bıraktım. Allah “yürü ya kulum” deyince, insanın arabasını satması gibi bir şey!
Köşe yazısı yazmıyorum diye, kalem ve kâğıttan “köşe bucak” kaçmadım tabii... Onun yerine “düşünmek ve konuşmak üstüne kurgulanmış mesleği”me daha çok zaman ayırmaya başladım. Köşemden başımı biraz dışarı uzatınca, “git” halinin fırsatlarıyla yüzleştim birer birer. Köşenin hemen ardında edindiğim bu deneyimden, elde var bir “anılar kitabı” ki, Mısır’ın “ölüler kitabı” gibi birşey; yakın zamanda paylaşacağız...
Aslına bakarsanız, bu “medcezir”in bilindik döngüsü beni değerli okuyucu ile bir şekilde buluşturacaktı. Bu köşenin isim babası olan sevgili Deniz Sipahi’nin “gel” daveti ile tekrar “köşeme çekiliyorum...”
Kızımın dediği gibi, bakalım, “babasının yuvarlak gözlüklerine, bu sefer hayatın hangi köşeleri çarpacak?”

Bir Sosyal Sorumluluk Projesi

Geçtiğimiz yıl ilki gerçekleştirilen “güzel bir iş”, galiba geleneksel olmaya aday. Ege-Koop (Danışma Kurulu) ve (son dakikada desteğini geri çeken Ekonomi Üniversitesi yüzünden –sadece-) Ege Üniversitesi işbirliği ile hayata geçirilen proje, 2010–2011 döneminde de üniversite gençliğine yönelik “Anayasal haklarımız ve kurumlarımız” isimli temaya sadık kalarak, bir dizi seminer gündemiyle başladı. Hafta başında, topa ilk kez birlikte dokunduk, Prof. Dr. Ergün Aybars hocamla. Gençlere, 2 saat boyunca, “Anayasa’da değişmez maddeler nelerdir ve niçin konulmuştur?” başlığını anlattık. Proje mart ayı sonuna kadar farklı konu ve konuşmacılarla devam edecek.
Konuştuklarımızın tamamını burada tekrarlayacak değilim. Ama gençlerin “kebîkeç” sembolizmasından etkilendiklerini söylemek isterim. “Antivirüs programı kullanıyor musunuz?” diye sordum ve devam ettim. “Kebîkeç, eski zamanlarda kitapları güveden koruyan meleğin, cinin ya da şeytanın adı; İbranice’den geliyor... Köşesine ‘yâ kebîkeç ihfazu’l-varak’ yazıyorsun, kitaba böcek filan yaklaşamıyor. Lime lime olmuş kitap eline tutuşturulunca, köpürmüş şeyhi dervişe: ‘Bunun kenarına ya kebîkeç yazmadınız mı?’ ‘Yazdık amma, böcekler önce kebîkeç yazısını yemişler, kitap savunmasız kalınca arkası gelmiş...’ yanıtı, ‘değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez’ maddelerin halini çağrıştırıyor”.

Ortayaş Mızırtıları

Yazının Devamını Oku