Nihat Demirkol

Tek yönlü beslenme

29 Nisan 2011

“İZMİR Kitap Fuarı” heyecansızdı. Yarısı dinî yayınlar, yarısı her düzeyde test kitabı... Geriye kalan alanda da, puzzle, tişört, CD ve diğer kitaplar. “Bazı yayınevleri” ise bu sene hiç katılmamıştı; neden acaba? (Cümlenin gelişinden, geometri bilgimin yetersiz olduğunu düşünenler, yazının sonunda, felsefede, daha da kötü durumda olduğumu anlayacaklardır). Sayılar, beni bütünüyle desteklemese de, hislerimi hafife almamanızı öneririm; “İzmir Kitap Fuarı zayıflıyor, güç kaybediyor”.
Şöyle göz ucuyla baktım etrafa... Ulusalcılar, kâğıt torbalarına Turgut Özakman’dan bir kitap daha atabilmek veya Vural Savaş’ın elini sıkabilmek için uğraşırken, eski tüfekler Che ve Küba devriminin, tesettürlüler de risale, ilmihâl ve tefsirlerin peşindeydi. Herkes doğal olarak, kendi ilgi alanına yönelik, seveceği, hoşlanacağı, önemli ve değerli bulduğu kitapları alıyordu. İmza saatlerinde, standların önündeki kalabalık da aynı resmi veriyordu. Ve fark ettim ki, kitapseverler, “tek yönlü beslenme”nin sarmalında, kendi ufuklarının dışındaki dünyayı önemsemeyen, merak etmeyen, tanımayan, hattâ yok sayan bir hoyratlık içindeydiler.
“Keşke bir kampanya olabilseydi” diye geçirdim aklımdan. Bir yayınevinden, kendi seçtiği bir kitabı alana, (yazmak bile üzüntü veriyor) diğer kampın kitaplarından bir tane armağan edilebilseydi... Akşam da lâmbasının altına çekildiğinde herkes, (olmadığını söylediğimiz) “öteki”nin neler okumakta olduğuna önyargısız olarak dokunabilseydi. Bu değiş tokuş, en çok çocuklarımıza yarardı diye düşünüyorum. Çünkü dengeli beslenme, sadece bir sindirim sistemi sorunsalı değildir!

Kulübedeki 11

Bir futbol takımının “kulübesi”, günümüzde daha çok önemseniyor. Teknik direktörün, oyunun gidişatını değiştirebilecek hamleler yapabilmesi için yedeklerin kalitesi belirleyici sayılıyor. En sıradan ve olaysız haftalarda bile, kulübe üstünde spekülasyon yapmanın tadına varamıyor yorumcular: “Şunu niye kulübede oturttun? Ben olsam onunla başlardım. Filânca ilk 11’e alınmaz mı canım?”
Ben de aynı gözlüklerle, CHP’nin İzmir adaylarına baktım. Ve gördüm ki, sahaya çıkanlarla karşılaştırınca, yedeklerden (listeye giremeyenlerden) daha iyi bir 11 çıkartmak mümkündür. Sadece hiç kimseyle göbek bağı olmayanlardan (yani bonservisi elinde olanlardan) bir liste yapmaya kalksanız, ilk anda akla geliverenler zaten bir “A takımı”: (soyadı alfabetiğine göre) “Ramazan Abay, Dilâra Ersözlü, Rıfat Nalbantoğlu, Ülkümen Rodoplu, Engin Önen, Tülay Özüerman, Atilla Sertel...” Böyle durumlarda “esame listesi”, hazırlamak zor iştir. Takımdan emektarları kessen olmaz. Sponsorlar, parasını verdiği kendi oyuncusu soyunsun ister. Tribüne oynayanlara zaten dokunamazsın. Pahayla mal ettiğin yaşı geçmiş ithal oyuncular da kulübede oturacak değil ya... Seyirci, maçın sonucuna kadar susar ve bekler bir ümit... Gözler artık “scorboard”tadır. Soyunma odası kulislerine devam edeceğiz...

Seçim şarkıları

Berikimiz olmayacak,

Yazının Devamını Oku

“Münferit ve sehven” sözlükten çıkartılsın

25 Nisan 2011
Türbanlıların aynı salonda sınava girmeleri münferit, YGS sorularının şifrelenmesi sehven... Gençleri otobüsten indiren İETT sürücüsünün edepsizliği, münferit.

Bedri Baykam da zaten sehven bıçaklandı. Örnekleri çoğaltmak mümkün. İnsanımızın anadiline hâkim olmamasını fırsat bilen uyanıklar, “gölgeli, belirsiz, iyi tanınmayan ve sündürülebilir” sözcükler kullanarak, milletin aklını karıştırmayı başarmış durumdalar.
“Sehven” (yanlışlıkla), şark kurnazlığıyla elimize yüzümüze bulaştırdığımız bütün başarısızlıklar, basiretsiz hileler, art niyetli umursamazlıklar ve kasıtlı beceriksizlikler için kıvırmaya ve aradan sıyrılmaya yarıyor günümüzde. Sözcüğü kötüye kullanıp, her rezalette “istemeden, farkında olmadan, böyle bir amaç güdülmeden, yanılarak, elde olmadan, nasıl olmuş da gözden kaçmış?” demeye getiriyorlar. Toplu zekânın marifeti zannedilse de, aslında sürü psikolojisinin ürünü olan ve işimize gelmeyen haller için ise, “çoğunluğun iradesiyle ilgisi yok, tek tük görülüyor canım, biricik, yegâne, önemsemeye ve abartmaya değmez, o kadar çatlak su kaçırmaz” anlamlarını yükleyerek “münferit” (yalnız, tek başına) sözcüğünü pazarlar olduk. Gelin, bu sözcükleri olması gerektiği gibi kullanmayı deneyelim.
“Sehven yapıldığını iddia ettiğiniz bir şey, münferit olmaktan çıkmışsa, artık sehven yapıldığını söyleyemezsiniz”. Zira bu koşullarda utanmazlık, vak’a-i âdiyye (sıradan olay) haline dönüşür. Nihayet, münferit olduğunu kabul ettirmeye çalıştığınız işler, milyonları kapsamaya ve etkilemeye başlamışsa, onun da sehven yapıldığına kimseyi inandıramazsınız. Herkesi bir süre aldatabilirsiniz. Hattâ bir kısım insanları, sonsuza kadar da aldatabilirsiniz. Ama herkesi sonsuza kadar aldatamazsınız. Hukukun, “sürekli saflık kasta girer” diye kara kaplı kitaba aldığı eylemin, artık “sehven ve münferit” olmadığını “sokaktaki adam” bile bir gün anlar. Çünkü ve neyse ki demokrasi, bu farkındalığın üstünde yükselir. O gün gelene kadar, “münferit ve sehven” sözcüklerinin sözlükten çıkartılmasını öneriyorum.

Kaldı 34

Her seferinde, “siyaset yazmayacağım” diye oturuyorum bilgisayarımın başına ama olmuyor. Seçim bitene kadar, üstümüzdeki bu “mahalle baskısı” kalkmayacak herhalde... Güzelbahçe İlçe Başkan Yardımcısı Filiz Çetiner’in, ortaya attığı ve AKP’ye karşı önyargıları gidermek için geliştirilen “35 Sarışın” projesi, adı yüzünden tartışma konusu olunca haliyle iptal edildi. Aslında, böyle bir fikir, birkaç yıl önce gündeme getirilebilseydi, İzmir’de bu projeye zorlanmadan imza atabilecek tek parti AKP olurdu. Sevgili Başkan Ahmet Bey de Konak’tan adaydı o zamanlar. “Kaldı 34” diye start verilebilirdi. Ama korkarım bu sefer de, “Yine mi 34? Yine mi İstanbul lobisi?” diye itiraz edenler çıkacaktı. Siyaset ve dengeleri... Kimseye bir şey beğendirilemiyor; zor iş canım!

Seçim Şarkıları

Çiçekler içinde biriz,

Yazının Devamını Oku

Yarın 23 Nisan; daima...

22 Nisan 2011

Çocukluğumun, kulaklarımda kalan en tüyler ürperten heyecanıdır o marş (veya şarkı): “Bugün 23 Nisan bayramı hepimizin...” 50 yaşımda, etrafımdakilerin endişe dolu sohbetlerine kulak misafiri oluyorum: “23 Nisan yarın da olabilecek mi? Yarınlarda da kutlanabilecek mi?” Oysa marş, şu sözlerle biterdi diye hatırlıyorum:
“Cumhuriyet uğrunda büyük bir andımız var...”
Sonradan, (kimse kusura bakmasın) bir sürü (haydi uyduruk demeyelim) sıradan çocuk şarkısı yazıldı 23 Nisan için. Benim kuşağımın marşını (sözlerini, bestecisini, notasını...) internette bulamadım bile. Hiçbir şeyini koruyamayan bir milletiz. “Bayramı hepimizin” ifadesi, büyük küçük ayrımı yapmaksızın, bir ulusu ayakta tutabilecek her şeyi kucaklardı. Ulusal Egemenliğin, “İbrahim Tatlıses’in vurulması” kadar reytingi kalmadığı gibi, 23 Nisan da artık hepimizin bayramı değil. Çocukları koltuğa oturtmaktan ibaret bir gösteriye dönüştü. “Geçti o kara günler...” satırı da bir anlam ifade etmiyor yeterince. Geçmedi efendim; beceremedik biz bu işi. Elimize yüzümüze bulaştırdık Gazi’den sonra. Yine de bu karamsar gözlemin bugünkü yazıda kalması lâzım. Yarın bu sayfadan kese kâğıdı yapın mutlaka! Yapın ki, yarın sabah çocuklarımız, dünya çapındaki ressamların sokak ortasında bıçaklandığı bir “ileri demokrasi” ülkesinde, şifreli mifreli de olsa, “yetmez ama, evet neş’e doluyor insan” diye bağrışabilsinler. Bu gürültünün üstüne, bizi bu yaşlara taşıyan o eski heyecan da uykusundan uyanıp, kapının ardından çıkıverir mi dersiniz? Bence çıkar. 23 Nisan’la ilgisi olmayan bir şarkıyla bitirirsek, bana hak vereceksiniz:
“Yeter beklediğim bir sabah ansızın çık karşıma / Benim ol bugün, yarın ve daima...”


İzmirli Oyunun Ortasını Merak Eder

EXPO isimli temcit pilavı yine getirildi sofraya. Ben olacağı söyleyeyim size: “İşin en önemli bölümü olan başlangıç aşamasını yine kaçırıyoruz. Bu işler zaten oylamadan önce bittiği için, sonu da ilgilendirmiyor bizi. Ama ortalarda top çevirmeye meraklı olanları “mutlaka izleyin” derim. Ferhan Şensoy’un, ‘temsillere geç gelip, erken giden İzmir seyircisi’ne takıldığı cümleyle bitirelim: “İzmirli galiba oyunun sadece ortasını merak ediyor.” Doğrudur; aynen öyledir...


Yazının Devamını Oku

Kapalı gişe ise kapatılmalıdır

18 Nisan 2011
Üç sezondur, 177 temsili “kapalı gişe” oynanmış bir oyun ve onun oyuncuları, belki de dünyada ilk kez, bazı izleyiciler, alınganlık gösterdi diye hırpalanıyorlar.

Hükümet sözcüsünün yeni bir açıklama yapması ise an meselesi. Sıkı durun: “Türkiye’deki sanatçılar, Amerika’dakilerden bile daha özgürdür…” diye tutturabilirler.
Devlet Tiyatrolarını, Abdülhamit’in Yıldız Saray Tiyatrosuyla karıştıranlar var! Sanatçı Tolga Tuncer de, bu kargaşada “maaş kesimi” ile cezalandırılacak. İş bir araştırma komisyonuna havale edildi. Açılan soruşturma sonunda, başına daha büyük bir şey gelmezse (meselâ, oyundaki “bir tutam tuluat”, Ergenekon ile ilişkilendirilmezse) şaşarım. Oyunun (tartışmalı değil) “tartışılan” bölümünün çıkartıldığı söylentileri dolaşıyor. Bir Allahın kulu çıkıp, doğru dürüst açıklama yapmıyor ki, aslını anlayalım; moda deyimiyle “tatmin” olalım. Sadece magazin merakıyla haber yapılınca da ancak bu kadar oluyor. Üstüne, siyasetçilerimizin, anlamadan, dinlemeden “demeç verme hastalığı”nı ekleyiniz. Oyunu seyreden sevgili kızımla konuştum. Can Dündar da yazdı köşesinde. Ortada, yeniçerilerin cüretkârlığını göstermek için kurgulanmış özel bir bölüm bulunduğu açık seçik anlaşılıyor. Sanatçı da zaten, “Eğer oyunun birinci perde finali seyredilmiş olsaydı, benim de içlerinde bulunduğum yeniçeri ve sipahilerin yapmış olduğu, bu şımarık ve askere yakışmayan disiplinsiz davranışların, padişah Genç Osman tarafından en sert şekilde uyarıldığını ve aynen, ‘Askerlerim meddahlığa, soytarılığa kapılırsa ben bu devleti kimlerle ayakta tutacağım?’ diyerek  ‘Yallah kışlanıza’ emriyle birinci perdenin kapanmış olduğu görülecekti” diyor.

* * *

Sanat, önce tahammül demektir! Ve sanatçı sokaktaki adam olmadığı için, tahammül önceliği, sanatı izlemeye tâlip olanındır. Sevgili seyirci! Tiyatroya istediğin kıyafetle, “kâh maça, kâh kayağa gider gibi girebileceksin, kâh rock konseri, kâh mevlid-i şerîf dinler gibi oturabileceksin”, ama sanatçı yorumunda özgür olamayacak öyle mi? Sonra da dönüp diyeceksin ki, “sen seyirciye bakmayacaksın, oyununu oynayacaksın. Seyirciyle oynamaya kalkıyorsan sanatı anlamak konusunda bir sorunun var demektir”.

* * *

“Sanatı anlamak konusunda sorunu olanlar” bahsini hiç açmamasını dilediğim ve İzmir’den aday Sayın Bakan, (söylemedim dese de) Devlet tiyatrolarının kapatılıp devletin sanata doğrudan destek verebileceğini söylerken, “Devlet bu kurumu taşımak zorunda mı? diye sormuş. Ben İzmir’den aklımın erdiği kadarıyla cevap vereyim de kendisinin içi rahat etsin.. “Bu devlet nelere kadirdir Sayın Bakan merak etmeyin. Kimleri sırtında taşımıyor ki?” Ankara’nın efsane Belediye Başkanı rahmetli Dalokay, bir zamanlar “Başkent yanlış yere kurulmuş, yerini değiştirmek gerekir” dediğinde, (o yıllarda mütareke basını bu kadar güçlü değildi) zamanın gazeteleri kendisine şöyle yanıt vermişlerdi: “kırk yıllık Ankara’nın yeri değişmez ama, 3 günlük Belediye Başkanı değişir….” Nitekim öyle de oldu. Benden hatırlatması.

* * *

10 Haziran 1949 tarihinde kabul edilen 5441 sayılı kanun ile kurulan “Devlet Tiyatroları”nın bugünü durumu, kuşkusuz ilk heyecan ve idealden çok çok uzakta. Ama 60 yılllık (hattâ 1936’ya uzanan) bir sembolü, ayaküstü tartışmaya açmak şık değil. Zaten neresinin aksadığı da ortada. Sanatçının uluorta azarlandığı bir ortamda, meslektaşları sokağa dökülemiyorsa, devlet memuru oldukları içindir. Devletin tiyatrosunun, “Devlet Tiyatrosu” yapılabilmesini de sizlerden bekliyoruz Sayın Bakan…. “Devlet Radyo ve Televizyonu” üzerindeki “kuklacı” tavrı, bu konularda alışkanlık yarattığı için, ilk önce kapatmak geliyor galiba aklınıza; düzeltmek, tazelemek, zenginleştirmek değil! Olmayacak bir söylentiyle ve gülerek bitirelim: BBC’yi de kapatacaklarmış, duydunuz mu?

Yazının Devamını Oku

“Ben ustayım” demenin dayanılmaz hafifliği...

15 Nisan 2011

SEÇİMLER yaklaşırken, bir âdet gelişti kendiliğinden... İktidarda olsun muhalefette olsun, Ankara’da olsun İzmir’de olsun, birileri kendi kendine ortaya çıkıp, 3. hizmet dönemlerini kastederek, “artık ustalık çağımdayım” demeye başladı. Hiç böyle şey görmedim! Bunlar raconunu da bilmiyorlar işin... Konferanslarımda anlattığım eski bir öyküyü hatırlatmak zorunda hissediyorum kendimi:
“20. Yüzyıl’ın en büyük çello sanatçılarından biri kabul edilen Mstislav Leopoldoviç Rostropoviç, 75. doğum günü için hazırlanan albümün iç kapağında, bir soruyu, gülümseten bir tevazu ile şöyle yanıtlıyordu: ‘Bach’ı çok severim! Ama eserlerini çalmaya, daha birkaç yıl önce cesaret edebildim...’ Herkes biliyordu ki, 2007 yılında dünyadan ayrılan büyük usta, doğruyu söylemiyor”. Kendini usta ilân etmek, aslında, “daha değilim” demektir. İşin büyüsünü bozmayın. Usta olduğunuzu siz söylemeyin; başkalarına bırakın...


Benim vekilim olamayacaklara armağanımdır

Bendeniz ki, “hayatımda hiç ikinci sınıf adamların altında çalışmadım. Bunların siyasi zekâ ve görgüsü beni yönetmeye yetmiyor” diyerek siyaset defterini kapatmışım; seçmen olarak başımıza gelene bakın! “Değiştirdim” diyenlerin, yerine bir şey koymayı unutacakları, aklımıza gelmemişti. Listeleri hazırlayanlara diyeceğim bir şey yok. Ama parti farkı gözetmeksizin, listelere “sokuşturulanlar”ın hiç değilse bir kısmına, iki çift lâfım var. İslâm’ın şartı 5 olsa da, altıncısı “haddini bilmek” derler. Erbâbı, bu vaziyete de bir açıklık getiriyor: “altıncıyı hakkıyla tamam edene ise, yedincisi farzdır: haddini bilmeyene haddini bildirmek...” Ey vatandaş duy sesimi!

Seçime hazır il örgütü nasıl olur?

“CHP İzmir İl Başkanı Tacettin Bayır, milletvekili aday listesinde 1. Bölge’de siyaset yapanların 2. Bölge’ye; 2. Bölge parti yöneticilerinin ise 1. Bölge’den aday gösterilmesinin, 48 saatlik uykusuzluk nedeniyle yapılan yazım hatasından kaynaklandığını öne sürdü”. (Gazetelerden...)

Çaylar ve ustalar

Yazının Devamını Oku

İzmir GO Oyuncuları

11 Nisan 2011

İçlerinde “gosever ve goist”lerin de olduğu bu topluluğun, artık nurtopu gibi bir derneği var... Yıllarca başlarını sokacak bir yer bulamayan bu gönül insanları, GO geleneğinin sabrı sayesinde, nihayet kurumsal bir çatı altında buluştular. (www.goizm.org)
Zaten bir süredir, internet üzerinden GO dersleri veriyordu GOİZM üyeleri. Bununla da yetinmediler ve bildiklerini, biriktirdiklerini “meraklısı” ile paylaşabilmek için, hafta sonları GO üstüne sohbetler düzenleyerek görücüye çıkmaya başladılar. İlk sunum, geçtiğimiz cumartesi günü, Nazım Hikmet Kültür Evi’nde (Cumhuriyet Bulvarı No: 240, 2. Kordon Alsancak İzmir / Telefon: +90 232 421 45 09)
Güçlü Yılmaz’ın hazırlayıp sunduğu, “Meditasyon ve GO” başlıklı birliktelik,  GO Oyunu içerisinde yer olan bazı kavramları, Doğu’nun bilgeliği ışığında tekrar gözden geçirme fırsatı verdi hepimize. GO’da oyuncuların elde etmeye uğraştığı “boş alan”ın, her şeyin potansiyeli (gizilgücü) olduğu savı üzerinde söyleşildi. Keyifli, dingin ve –boş alan sayesinde- dolu dolu saatler geçirdik. (Daha geniş bilgiyi, www.youtube.com/watch?v=iVBWcF0MNEg bağlantısından, kısa filmi izleyerek edinebilirsiniz). Serinin, gelecek haftalardaki diğer başlıkları da şöyle: Yukari Yasuda - GO terimlerinin japonca kökenleri, Polat Fevzi Dündar  - GO’da oyun sonu, Deniz Adıbelli - Bilgisayar ve GO, Nihat Demirkol - 3 Oyun Teorisi (Tavla, Satranç ve GO), Türker Özşekerli - GO nasıl öğretilmez?


Küşade talihim hem bahtım uygun

Bir okuyucum, “kurdelenin de bereketi kaçtı” başlıklı yazımda kullandığım “küşat” sözcüğüne takılmış. “Neden, Türkçesi varken eski dilde olanı kullanıyorsunuz? ‘Açılış’a açılış demek varken, neden ‘küşat’? Hem de bunu sık sık yapıyorsunuz?” diye sitemle karışık soruyorlar. Oysa, çok eski bir hastalığımıza parmak basmak istemiştim.
Efendim, bir dili ayakta tutan, sözcüklerin çağrıştırdığı anlam ve lezzetlerdir. Çünkü her birinde, yaşanmışlıklar ve anılar gizlidir. Ben, geçmişi olmayan bir dilin, geleceğinin de tehlikede olduğunu düşünürüm. Benzetmeler, eşanlamlılar, karşıt kavramlar, deyimler, düşünce dünyamızda farklı pencereler açar ve her pencereden başka bir hava ve estetik girer içeriye… Yalnızca o anıları yaşatmaya çalışıyorum. Örnek ister misiniz? Şevki Bey’in hüzzam şarkısı, fasıllarda, kıvrak usûlü (curcuna) nedeniyle genellikle sonlara doğru seslendirilir; saz semaisinden hemen önceki eser olarak okunur. Şevki Bey’in büyüklüğünü anlatan bestelerden biridir. Sözleri ise, “dilim başka söyler, gönlüm başka…” demenin Şevki Bey lisânındaki zarif yansımasıdır. Halk dilindeki, “kan tükürüp kızılcık şerbeti içmek”  söylemi de aynı kapıya çıkar. Seçimler yaklaşırken, (yazgım ve şansım açık, üzüntü ve kaygım yok, istek ve eğilimim gereğinden fazla anlamındaki) ironik bir katkı, değerli okuyucuma tadında bir armağan olur diye düşünüyorum:

Yazının Devamını Oku

Sonradan “Gurme”ler

8 Nisan 2011

HAYIR efendim, başlıkta bir yanlışlık yok...  Bunun artık böyle yazılması gerekiyor! Düşündüm de ben “gurme” sözcüğü ile tanışalı 40 yıldan fazla olmuş. O da, rahmetli Burhan Felek sayesinde... Osmanlıcasını Usta’dan öğrenmiştik: “Şikemperver”. Baksanıza, ortalık “gurme”yim diye, “gurman”dan yani oburdan, pisboğaz’dan geçilmiyor. Sırtına kamerayı alıp, lokanta lokanta dolaşıp, ağız şapırdatarak, “ben biraz daha az tuzlusunu severim” demekle olmuyor bu işler. Ölümüyle meydanı -sonradan gurmelere- bırakan, rahmetli Tuğrul Şavkay’a kulak verelim: “Gurme, yemek ve içmek konusunda incelikleri takdir edebilen, bir başka geometrik plâna geçmiş kişi. Artık bir yemeğin pişirilmesindeki incelikler tartışılmakta. Malzemesindeki egzotizme dikkat çekilmekte. Aşçının yiyecekleri pişirirken yemeğe kattığı ruh konuşulmakta...”
İşin hakkını verenlerden değerli Hocam Artun Ünsal’ın ömrüne bereket... Buradan Egeli bir duayeni de selamlayalım. Vefa Zat Bey’in meşhur kitabını karıştırıyorum bu yazıya niyetlenince; “Adâbıyla rakı ve çilingir sofrası...” Hele o “çilingir sofrası” kısmı yok mu? Sonraları birçok benzeri yazıldı ama, sadece “benzeri” olabildiler. Taa ki, ocak ayında, “Rakı Ansiklopedisi” raflardaki yerini alana kadar. En hoş tarafı, sayfaları karıştırdıkça, içkinin sadece içmekten, yemeğin sadece yemekten ibaret olmadığını tekrar anlıyorsunuz. İşi sığ sularda ticarete dökenlere acıyasınız geliyor. Zor zanaat, “sonradan gurmelik”...


Rakı Ansiklopedisi

500 yıllık bir söylencenin nabzını tutuyor kitap. Erdir Zat’ın yayın yönetmenliğinde, birbirinden değerli tam 55 yazarın rakı hakkında kaleme aldığı 1755 maddeden oluşuyor. Belki, bir “popüler kültür arşivi” demenin daha çok yakışacağı ansiklopedide, edebiyattan müziğe, sinemadan mizaha kadar, hayatın her alanında gezinilmiş. Pek çok maddeyi de sevgili dost Nedim Atilla yazmış. Okuyucuyu “çok kültürlü mutfak” fikriyle tanıştıranların en başında gelir kendisi. Rakı imalâtçısı Mahmud Nedim Bey’in torunu olmak az sorumluluk değil. Özellikle, “Kemeraltı, Veysel Çıkmazı, Âkif Baba Taş Plâk Meyhanesi” maddelerine mutlaka göz atmalısınız. Adını bile duymadığınız, “Hovarda ve Kibar” rakıları ile Âbı hayat, Âlâ Nazilli ve Bornova Hayat” rakılarının kokusu, kendi tabiriyle “Karşıyaka ve Alsancak arasındaki anason anaforu” yüzünden şehre sinmiş gibi... Bu yazıyı cuma günü yazmakla iyi ettim herhalde. Hafta sonu ne yapmayı düşünüyorsunuz?

Master Chef denilen yarışma

Galiba en çok katılımın olduğu kentlerden biri de İzmir... Neden insanlar “aşağılanmak ve itelenip kakalanmak için” bir yarışmaya katılırlar, işte benim aklım burasına ermiyor. Efendim, yarışmanın formatı böyleymiş. Terbiye ihmalkârlığının formatlanmış olması, neyi değiştiriyorsa? Özetle, ağız tadı bırakmayan bir yemek yarışması hazırlamak için çok uğraşıyor olmalılar; aferin...

Biraz da politika

Yazının Devamını Oku

Günaydın Edebiyat

4 Nisan 2011
Elimde bir “Seçki” var.. Kapağında, “10. ‘Günaydın Edebiyat’ Öykü, Şiir ve Masal Yazma Yarışması” yazıyor.

Günlük yaşamanın, günü kurtarmanın ödüllendirildiği “balık hâfızalı insanlar ülkesi”nde, duyarsızlığa kafa tutan bir emekten söz açmak istiyorum. “Özel Ege Lisesi”nin evsahipliğinde, bu yıl onuncusu düzenlenen yarışma, ilköğretimden liselere uzanan bir “genç edebiyatçılar şöleni”ne dönüştü artık. Başlangıçta sadece samimi bir özveri gibiydi, giderek “iğne oyası” gibi işlendi ve bir gelenek yaratıldı.
Neredeyse ilk günden beri, “Seçici Kurul Üyeliği”ne davet edilerek onurlandırıldığım bu yarışmanın en çarpıcı katma değeri, “okur-yazar” sıradanlığından sıyrılmak isteyen gençlerin, “yazan ve okutan” kimliğine can suyu veriyor olmasıdır. İzmir’in seçkin edebiyatçılarını, eğitimci, şair ve yazarlarını, “gönüllü bir heyecanla” bir masa etrafında toplamak, gölgesiz ve şeffaf bir değerlendirme modeli kurmuş olmak, nihayet genç kalemlerin bahar aylarını iple çektiği bir özendirme sarmalı oluşturmak az iş midir? Böyle zamanlarda, istemeden de olsa yaşanabilecek unutkanlıkları önlemek için, görece kolay bir yol seçeceğim: Eli değen, fikri değen, gönlü değen herkese teşekkürler… “Daha nice yıllara” diyorum.
Seçki’den küçük bir alıntıyı sizlerle paylaşmak niyetimi, “neden bu değil de öteki?” renginde ikilemler ayağıma dolaştırdı. Ben de, kimseyi kırmamak için, İlköğretim Masal Birincisi, Özel Çamlaraltı İlköğretim Okulu’ndan Dilek Çelik kardeşimizin, “Düşler Ülkesi” adlı masalının girişinde kullandığı tekerlemeyle yetinmeye karar verdim. “Günaydın Edebiyat” fikrinin, aslında neler hayal edip neler düşlediğini anlatmaya yeter bu satırlar:
Hayalinin hayalini / Hayal etmez hayaliler – Hayali de hayal etmez / Hayalinin hayalini. / Düşe yatanlar düşlerini / Düşleyemez düşleyenler – Düşleyen de düşleyemez / Düşlenenin düşlerini…

 

Kansere değil, hayata şans verin

 

Ege Bölgesi’nda bir kanser hastanesi olmadığını, Genel Yönetmen Nasuhi Öndersev’in davetiyesini okuyunca fark ettim. “Kansere Değil Hayata Şans Verin - Sağlıkta İzmir İçin Güç Birliği” sloganları ile yola çıkılmış. Ege Bölgesinde ve İzmir’de, “İlk” olacak bir Kanser Hastanesi yapmak üzere, Dokuz Eylül Üniversitesi ve Lions ile el ele vermiş. Bu sosyal sorumluluk projesi için, 6 Nisan Çarşamba akşamı Swiss Otel’de bir yardım balosu düzenlemişler. Hemşehrilerimizden destek vermek isteyenler, “duyduk duymadık” diyemesinler diye hatırlatıyorum.

Yazının Devamını Oku