Nihat Demirkol

İzmir için çılgın projemi açıklıyorum: HABEMUS İZUP

27 Mayıs 2011
Malûm, papa öldüğünde kardinaller, Vatikan’daki Sistine Şapeli’ne kapanır, yenisi seçilinceye kadar oylama yaparlar. Katolikler, dışarıda heyecanla yeni ruhani liderlerini beklerken, eğer kazanan yoksa, oy pusulaları her sayımdan sonra siyah renk veren bir kimyasal eklenerek yakılır. Bacadan süzülen siyah beyaz duman, meraklı kalabalığa papanın henüz seçilemediğini anlatır. Kazanan belli olduğunda ise, sadece oy pusulaları yakılır. Beyaz duman Hristiyan âlemine yeni papanın seçildiğini müjdeler. Kazanan aday kararı kabul ederse, anılmak istediği ismi seçer ve Vatikan’ın en yaşlı kardinali, St. Peter Meydanı’na bakan balkona çıkarak, “Habemus papam” (Papamız var) diyerek yeni papayı halka takdim eder.
Şimdi bu olayı, İzmir için modelleyelim; bu da benim “çılgın proje”m olsun:  Bugüne kadar İzmir’in ayağını bağlayan uyuşmazlıklara, öyle ya da böyle taraf olmuş herkesi (-İZUP- İZmir için Uzlaş Platformu- çatısı altında) toplayalım. Çakmur, Özfatura, Demirtaş, Kocaoğlu... Genci yaşlısı, eskisi yenisi, hukukçusu, bürokratı, mühendisi, mimarı, doktoru... “Ben İzmir için iyi olanı istiyorum, çözümden yanayım; samimiyim...” diyen herkes gelsin. Tam yetkili olsunlar, müzakereye, pazarlığa, uzlaşmaya, imzaya... Fedakârlık, geri çekilme, vazgeçme, ödün verme, kazan-kazan, kazan-kaybet İzmir için yapılabilecek ne varsa... Finansman, proje, yargı; ne konuşulması, hangi kararın alınması, hangi adımın atılması ve hangi düzenlemenin yapılması gerekiyorsa...
İlk toplantıda, İzmir’in önünü tıkayan bütün uyuşmazlıkları öncelik sırasına dizelim. Her madde için, sadece çözüm adına orada bulunması gerekenleri belirleyelim. Sonra da ilk maddeden başlayalım. Çözüm üretilene kadar, “beyaz duman çıkana kadar odadan çıkmayalım...” Bir madde bitince 24 saat ara, ardından sıradaki maddeye geçelim. Kaç gün, kaç hafta, kaç ay sürerse sürsün. Büyükşehir Belediyesi, EBSO, İzmir Ticaret Odası, meslek odaları, hatta üniversiteler... Aralarında küslükler var. Husumet, kırgınlık, en hafif tabiriyle soğukluk var. Tavır almalar, tavır koymalar, dudak bükmeler, ego tatmini için sürdürülen inatlar, tadı kaçmış boş işler var. İzmir’in İzmir’le, İzmirli’nin İzmirli’yle, İzmir’in İzmirli’yle ve İzmirli’nin İzmir’le kavgası var; hoş değil, yeter artık! Ankara’dan İstanbul’dan bir şey beklemekten vazgeçin. Sadece küçük uzlaşmalarla sıçrar bu şehir; kimse tutamaz. Bir “orta oyuncu” lâzımsa, ombudsman sıfatıyla, ben bu projenin moderatörlüğünü de üstlenirim.
Liman’ı konuşalım, Bayraklı’yı, seyir teraslarını... Kemeraltı esnafının halini, turist otobüslerini, İnciraltı’nı, metroyu, Basmane Meydanı’ndaki Dünya Ticaret Merkezi’ni, nâm-ı diğer yüz karası çukurumuzu konuşalım. Altay’ı, Göztepe’yi, Karşıyaka’yı ve diğerlerini, EXPO’yu, Sakin Şehrimiz Seferihisar’ı, dalyanları ve daha aklıma gelmeyen onlarca sıkıntılı, topa basıp tuttuğumuz kırık dökük işimizi... Çok ciddiyim, şaka yapmıyorum. Eğer İzmir, iddia edildiği gibi, çağdaşlığın, uzlaşının, uyumun, özgürlüğün, hoşgörünün, tahammül ve toleransın kentiyse, bu “çılgın öneri”nin, daha bir “akıllısı”nı elbet birileri gündeme getirecektir. Ben ortalığı karıştırmış olayım. Destekleyenler mail atsın, ıslık çalsın, parmağını kaldırsın, yapsın bir şeyler... Haydi bakalım, gösterin farkınızı, meydan bu meydan... “Mangala yakın oturanlar, sesim geliyor mu?”
Yazının Devamını Oku

Recep segâh seviyor

23 Mayıs 2011
Manisa’da, “Ayn-ı Âli”nin bir köşesinde, kallâvi Osmanlı fincanlarının telvesine dalmışız. İçimizde, “üç vakte kadar…” yakıştırmasına kanmaya eğilimli niyetler…

Nargile dumanının baskın kokusuyla tütsülenmiş bir alaturka eşlik ediyor akşamın alacasına. Konuşmaların omuz darbeleri arasından ancak sıyrılabilen müzik sesi, bize ulaşana kadar “belli belirsiz bir terennüm”e dönüşüyor. Önce bir Nişâbürek şarkının ilk ezgileri canını atıyor masamıza. “Neydi bu? Dilimin ucunda” derken, nakaratın da aramıza katılmasıyla, anlıyoruz ki, bu gelen Neveser Hanım’ın esintisidir: “...Bırak kalbine gireyim, gözyaşlarımı dökeyim / İç bu şarab olsun sana, yansın senin de yüreğin...”
“Söyleyene değil, söyletene bak” der bütün ustalar; biz de öyle yapıyoruz ama, ne mümkün Zeki Müren’in sesini umursamamak? Nihavend, bir hayal gibi sokuluyor masamıza: “Hüsranla gönül hep inler / Gece gündüz ah eder / Bir serâb oldu şimdi hayalin / Canım sen, neşem sen, bir lahza görsem... / Neden solar çiçekler, onlar da hasret mi çeker? / Bilinmez ne söyler, sevdiğini mi özler gözler?”
Birinin tesirinden kurtulamadan bir başkası başlıyor. Semai usulündeki bu suali, herkese Murat Bardakçı’nın hatırlatışı geliyor aklımıza: “Neden bilmem bu iptilâ? / Günden güne halim fena...”
Ardından yine bir Neveser Kökdeş şarkısı... Kendinden emin bir aranağme ve Melihat Gülses’in hakkını veren, önce dingin, ipeksi, sonra azıcık hoyrat, rüzgârlı, giderek kıskanç, sitemkâr ve nihayet nazlı yorumu: “Kuş olup uçsam sevgilimin diyarına / Saçından bir tel alsam, âh koysam canıma. / Söylesem sevgimi, kalbimi açsam ona / Aşkımın çiçeğini taksam başına / Sözleri âh sitemkâr, kıskanır beni yakar / Nazlanır, yalvarır, âh bu güzel yâr...” Rastlantı(?) olsa gerek, akşamın özensiz sesleri hafifliyor bahçede. Hasret de vuslat da daha bir duyulur hale gelmişken, o da ne? Bu saate kadar hiç ağzını açmayan Recep, başlıyor şakımaya. Ama telâşsız, revnaklı... Kreşendolar birbirini kovalıyor. Bazen heyecanlanıyor, kanı kaynıyor besbelli; makaralıyor. Yorgun düşer gibi oluyor ardından. Biraz soluklanıyor, tekrar başlıyor. Yüksek perdeden söyleniyor ama hiç incitmiyor.
Saka – kanarya kırması âfet, son şarkıya kadar bekledi sizin anlayacağınız. “Recep segâh seviyor galiba” dedim Levent Bey’e, “hikmetinden sual olunmaz” diye cevap verdi. Öfkesiz bir hatipti. Zamanlı zamansız konuşmuyordu. Her şarkıya karışmıyordu. Her güfteye sarkmıyor, her masaya bulaşmıyordu. “Her Recep böyle olsa” diye iç geçirdim; “böylesini ben bile sevebilirdim...” Arabaya doğru yürürken, içimden bir şarkı hediye etmek geldi Recep’e. Segâh olmalıydı ki hoşuna gitsin. Güftesi Enderûnî Vâsıf Osman’a, bestesi Tanbûrî Ali Efendi’ye ait devr-i hindî besteyi hafifçe mırıldanmaya başladım: “Dil harâb-ı aşkınım, sensin sebep berbâdıma / Bir teselli ver gelip bari dîl-i nâşâdıma. / Taş mıdır bağrın ki gelmezsin benim imdâdıma? / Dini ayrı kâfir olsa rahmeder feryâdıma...” Sabuncubeli’nden inerken, ışıl ışıldı İzmir...

Yazının Devamını Oku

İçinde, kıçında, başında, kanadında...

20 Mayıs 2011
İZMİRLİ köşe yazarlarından bazıları gibi Deniz Sipahi de Aziz Kocaoğlu’na hak verenlerden... Özetle şöyle demiş çarşamba günkü yazısında sevgili dost: “... Bugün İzmir için çok önemli bir gün... Resmi başvuru için dün sabah saatlerinde bir heyet Paris’e uçtu. Kocaoğlu tüm ısrarlara rağmen Paris’e gitmedi. EXPO’lar aslında bir devlet projesi olarak kabul ediliyor ama bu büyük fuarın ev sahipliğini her seferinde o kentin belediye başkanları yapıyor. EXPO 2020’nin adresi İzmir gösterilirse; davetiyenin altındaki imza İzmir Büyükşehir Belediyesi olacak...”
* * *
Herkes biliyor ki, Kocaoğlu EXPO’yu belki de uçağa binenlerin hepsinden daha çok istiyor. Bu tavrı sadece ve sadece İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne yapılan son operasyonlardan sonra, “kader arkadaşları”nı yalnız bırakmamak için; “zorunlu olmadıkça” kentten ayrılmak istemediğini söylemiş. Dostlar da, “ilâhlara kurban verme” geleneği güçlü olan politikada, bu sık rastlanmayan “vefâ ve kadirşinaslık” güme gitmesin diye, “uçağa binmemekte haklıdır” demeye getiriyorlar.
* * *
İşte tam bu noktada, onlardan ayrılıyorum! İşte yıllardır söylediğimiz de tam buydu: “bugünün sorunlarını, yarının çözümlerine tercih etmek...” Hele İzmir’in yakın geçmişini süsleyen projelerin hemen hepsine sahip çıkılarak, “tamamlayamadılar biz el uzattık, bitiremediler, biz tamamladık; beceremiyorlardı, himmet ettik” söylemi, bir istismar sakızı olarak çiğnenmekte iken, yeni bir spekülasyona çanak tutmak pek akla yakın gelmiyor bana. Aziz Başkan, “kader arkadaşları”na 48 saatlik bir “devre arası”nı çok kolay açıklayabilirdi. İzmir sevdâlısı hiç kimse gönül koymazdı bu yolculuk için kendisine. Unutmayın ki İzmirli, Kılıçdaroğlu’nun Kocaoğlu’ndan esirgediği (seçim kampanyasını bir uçak yolculuğu kadar aksatır diye yapmadığı) destek ziyareti için bile gönül koymadı. (En azından şimdilik öyle görünüyor...) Özetle, orada olmanın “sembolik olarak değeri” çok fazlaydı; bence ıskalanmıştır. “Tarlan varsa içinde, teknen varsa kıçında, işin varsa başında duracaksın” nasihatı önemsenmemiştir. O uçağın kanadında olmak lâzımdı.
* * *
EXPO 2020 İzmir’de düzenlenirse, “uçağa binen ve binmeyen”lerden hiçbiri o tarihte, büyük olasılıkla (?!) görevlerinde olmayacak. Bayrak çoktan başka ellere geçmiş olacak. Dilekçeyi verenler, açılışta onur konuğu olarak davet edilecekler. “Ben oradaydım” diyenler atıp tutacak. Ev sahibinin sicilinde ise hep başa kakılan bir “imam öyküsü” bulunacak.
* * *
“Ufuk” dediğimiz şey, işte tam olarak budur. Vaktiyle, Universiade ile aynı tarihe geleceği için, (onu gölgede bırakmasın diye) Formula 1’in Selçuk’a alınması projesine “benim işim değil ki...” diyerek uzak duran ve bizimle uçağa binmeyen rahmetli başkanı da hatırladım ister istemez. İzmir’de kalmak için her zaman haklı, makûl ve onurlu gerekçeler bulunabilir. Oysa, kentlerin geleceğini kurmak anlamında asıl hayati olan, “uçağa binmek” için sebepleriniz olduğunu fark edebilmektir.
Yazının Devamını Oku

Bir turnuvanın daha ardından

16 Mayıs 2011
1970 Eylül ayının Bilim ve Teknik Dergisi’nde, Pierre Berloquin imzasıyla yayınlanmış Dr. Hikmet Bilir’in bir çevirisini okumuştum; tepesinde, şöyle bir başlık göze çarpıyordu:

“Satrançtan daha ilgi çekici bir oyun: GO...” Daha ne olduğunu tam anlayamadan, Temmuz 1971’de ikinci yazı geldi: “GO oyunu hızla yayılıyor...” Merak ediyordum ama meraktan daha fazlası elimden gelmiyordu. GO tahtası ve taşlarına dokunabilmek için 20 yıl daha beklemem gerektiğini bile bilmiyordum... GO ile yollarımız ikinci kez Trevanian’ın ŞİBUMİ adlı efsane romanında kesişti; artık geri dönüş yoktu. Türk–Japon Dostluk Derneği’ne oradan rahmetli Alpar KILINÇ’a ulaştım. Bana bir oyun takımı ve “GO-Dünyanın En Büyüleyici Oyunu” adlı kitabını yolladı. Öyle veya böyle yolculuk başlamıştı...
Türkiye’deki GO etkinlikleri 1988 yılından bu yana çeşitli şehirlerdeki GO dernekleri, GO toplulukları ve üniversite kulüpleri aracılığıyla serpildi. 2004 yılında ilk kez GOBAN (oyun tahtası) etrafında buluşan İzmir GO oyuncularının, nihayet bu yıl İzmir GO Oyuncuları Derneği (GOİZM) olarak kurumsal bir yapıya kavuştuğunu, geçenlerde müjdelemiştim.
İzmir’de GO adına güzel şeyler devam ediyor. Hafta sonu, 4. Ekin Koleji GO Turnuvası’ndaydık. 7 ayrı ilköğretim okulundan, 6-14 aralığında, “akıl oyunları ve strateji sporları”na gönül vermiş 37 oyuncu katıldı turnuvaya. İzmir Ekin Koleji’nden Emir Konuşkan birinci, İstanbul Avrupa Koleji’nden Ulaş Mısırlıoğlu ikinci, İzmir Ekin Koleji’nden Yağız Üstündağ üçüncü oldu. İçlerindeki en geç oyunculardan biri olan 3. sınıf öğrencisi Ulaş’ı Goseverler olarak özellikle kutluyoruz; kendisini izlemeyi sürdüreceğiz. Turnuvaya ilk kez okul takımıyla katılan Özel Ege Lisesi oyuncuları da ev sahibi Ekin Koleji’nin ardından en iyi ikinci okul performansıyla okullarına döndüler. Bu da şunu gösteriyor: İzmir’deki okullar, GO’ya yeterince kucak açarlarsa, bu kentin, GO’da gelecekte yakalayabileceği başarılar için güçlü tohumlar atılmış olacak.
GOİZM’in çalışmalarına gelince... Facebook’ta “Online Go Eğitimi” sayfası oluşturuldu. Oyunun tanıtımı yapılmakta, oyunu öğrenmek isteyenlere ve çeşitli seviye aralığındaki oyunculara “gokgs.com” üzerinden GO eğitimi veriliyor. 2-3 Temmuz günlerinde, “6. İzmir Ulusal GO Turnuvası” düzenlenecek. GOİZM’in, pazar günleri öğle saatlerinde, Alsancak 2. Kordon’da, Nazım Hikmet Kültür Evi’nde buluştuğunu hatırlatalım. Ardından, ülkemizin GO’da uluslararası organizasyonlara için de artık vitrinde olduğunu ekleyelim: 2011 Avrupa Eşli Go Şampiyonası 28-29 Mayıs tarihlerinde İstanbul’da düzenlenecek...

Yazının Devamını Oku

Friedrich Nietzsche ile mülakat

13 Mayıs 2011
BUGÜN klâsikler arasında sayılan, (Herkes için ve Hiçkimse için bir Kitap dediğiniz) “Böyle Buyurdu Zerdüşt”ü, Rapallo’da on günde yazdınız. Kitabınız hiç tutulmadı ve sadece kırk adet basıldı. Bunlar da yakın arkadaşlarınız tarafından nezaketen satın alındılar... Felsefeyi, asıl öldükten sonra etkilediniz. Bazı siyasetçilerce Hitler’i beslemekle bile suçlandınız. Son günlerde bakıyorum da haklı çıkıyorsunuz galiba. “Böyle seçim olmaz olsun” demek geliyor içimden. Ben bu düzeysizliğin içinden mutlaka birini seçmek zorunda mıyım? Seçim, ortada seçenek varsa yapılabilir...
Nietzsche: İnsanların tarih boyunca farkına vardıkları aşılmaz zorunluluk, bu zorunluluğun ne aşılmaz ne de zorunlu olduğudur... İnsan yığınlarının davranış biçimlerini önceden kestirmek için, onların güç bir durumdan kendilerini kurtarmak için hiçbir zaman çok önemli bir çaba göstermediklerini kabul etmek gerekir.
Hürriyet: Ama bu gidiş, gidiş değil!
Nietzsche: Kendi alevlerinizde yanmaya hazır olmalısınız: Önce kül olmadan kendinizi nasıl yenileyebilirsiniz? Gerçekten kül olmadan kendinizi nasıl yenileyebilirsiniz?
Hürriyet: Yalan söylemek sıradan bir iş oldu... Yükselmek için, herkes birbirinin sırtına basıyor. Sonra, nedir bu kadar karşılıklı nefret, düşmanlık?
Nietzsche: Bütün yargılayanların gözünden bir cellat bakar. Kanmışlıklar, hakikat düşmanları olarak, yalanlardan daha tehlikelidir. İnsan ağaca benzer. Ne kadar yükseğe ve aydınlığa çıkmak isterse, o kadar kök salar yere; aşağılara, karanlığa, derinlere kötülüğe... Unutma: Bir düşmanla savaşarak yaşayan kişinin, düşmanını hayatta bırakmakta çıkarı vardır.
Hürriyet: Hepsi halka hizmet için yanıp tutuştuğunu söylüyor ama! Dinlemekten sıkıldık artık.
Nietzsche: Tüm idealistler, hizmet ettikleri davaların, her şeyden önce dünyanın tüm öteki davalarından üstün olduğunu düşünürler. Kendi davalarının biraz olsun başarılı olması için, bu davanın tüm öteki insan girişimlerine gerekli olan aynı pis kokulu gübreye açıkca ihtiyacı olduğuna inanmak da istemezler. Hakikatin temsilcisinin en az olduğu zaman, onu dile getirmenin tehlikeli olduğu zaman değil, can sıkıcı olduğu zamandır.
Hürriyet: Senelerdir, tereyağından kıl çeker gibi yapılan üniversite sınavını bile elimize yüzümüze bulaştırdık. Herkes kuşku içinde... Biz bu kadrolara nasıl memleket emanet edeceğiz?
Nietzsche: Açıkça büyük amaçlar tasarlayan ve daha sonra bu amaçlar için oldukça yetersiz olduğunu gizlice kavrayıveren kimse, çoğu zaman bu amaçlardan vazgeçecek kadar güçlü de değildir. İşte o zaman ikiyüzlülük kaçınılmazdır. Üniversite sınavına gelince: Kuşku değil, kesinliktir insanı deli eden...
Hürriyet: Sizin “sürü, kendini feda ederek üst insanı belirleyecektir” diye bir görüşünüz var. “Sadece güçlü insanların egemenliğinde, sürü olarak nitelediğiniz çoğunlukla ve ancak bu tip insanlıkta ilerlemenin mümkün olabileceğine”, gerçekten inanmamızı mı istiyorsunuz?
Nietzsche: Ben diyeceğimi dedim! Üstünden de bir asırdan fazla geçti. Orası sizin bileceğiniz iş. Zayıf belleğinizin faydalı tarafı, (birilerinin) aynı şeylerden bir çok kez, ilk kez gibi istifade edebilmesine fırsat veriyor olmasıdır.
Hürriyet: Son olarak şunu da sormalıyım: Herkes İzmirli’ye kendini şirin göstermeye, kendini sevdirmeye çalışıyor. Siz ne dersiniz?
Nietzsche: İşte buna özellikle dikkat edin! Sevilmiş olma isteği, kendini beğenmişliklerin en büyüğüdür.
Yazının Devamını Oku

Bornova Park’ta bir koleksiyon

9 Mayıs 2011
İZMİR’den, “meraklısı için” çarpıcı bir sergi geçiyor, bitti bitecek; “kaçırmayın.” Sergi demek geldi içimden ama bu yaşayan bir koleksiyonun paylaşımı aslında.

Sadece “nostaljik” diyerek sığ sulara çekmek de mümkün. Oysa, alıcı gözüyle bakarsanız, farklı çağlar ve farklı yaşam biçiminden kesitlerdir görecekleriniz. Yarım asırlık otomobiller ve sepetli motosikletler sergileniyor, Bornova Park Outlet’in
orta yerinde. İsteyen istediğine hayran olmakta serbest. Benim içimi titretenler “sepetli”ler kuşkusuz. 50’li yıllara kadar uzanan BMW’ler elden geçirilmiş, (mümkün
olduğu kadar) aslına sadık kalınarak yenilenmiş. Hepsi pırıl pırıl. Hele bir tane koyu yeşil var ki.

İşadamı farkıyla “Marduk” yorumu

Can Ataklı diyor ki, “Maya takvimine göre “büyük yıkımın yaşanacağı” o “meşum” yılın bir yıl öncesindeyiz. Bilinmeyen gezegen Marduk’un yanındaki milyonlarca astroidle dünyaya gelmekte olduğuna inanan milyonlarca insan var dünyada. Her ne kadar başta NASA olmak üzere uzayla ilgilenen hiçbir kuruluş bunu doğrulamasa da, Marduk efsanesi dalga dalga yayılıyor. Dünyanın ışığını kapatıp hep birlikte gideceksek mesele de yok…” Sohbet arasında bu makaleye geldi söz. İçimizden biri, “eğer gerçekten kopacaksa kıyamet, hiç uğraşmayalım. Satıp savalım ne var ne yoksa, dünyayı gezelim” dedi. İzmirli bir sanayicimiz lâfa karıştı masanın öbür ucundan: “Niye
satıp savıyorsunuz? Kredi alıp gezelim; kıyamet kopacaksa nasıl olsa ödemeyeceğiz.” Kırk yıl düşünsem gelmez aklıma!

Seçim otobüslerinde çalınmayan şarkılar

Mor Menekşe Partisi’ndeki gerginlik ve yaranma rekabeti devam ediyor. Seçim otobüsüne binmek ve Genel Başkana yakın olmak için birbirini yiyor partililer:

Yazının Devamını Oku

Bağırmamak cesareti

6 Mayıs 2011

SALONDAYDIM; olan biteni dosdoğru yazabilecek kadar da yakın... Ne kadar yakın meselâ? Protestonun, “Hıncal Bey, size bir şey sormak istiyorum?” diye değil de “Hıncal Uluç sen...” diye başladığını duyacak kadar... Ajanslar, “Ege Üniversitesi’ndeki ‘Medya Okur Yazarlığı’ paneline katılan Hıncal Uluç, 15 kişilik kız öğrenci grubu tarafından Defne Joy Foster hakkında yazdığı yazı için protesto edildi. Eylemin bitmesini bekleyen Uluç, konuşamadan salondan ayrıldı” diye geçtiler. Muhafazakârlar gençlere yükleniyor, internet bloglarında da protestoculara tebrik yağıyor. Peki yaşananlar sadece bu kadar mıydı? Hayır!
Üniversite yıllarıma döndüm sanki. Ama o zamanlar, kimse kimsenin bu kadar uzun uzadıya konuşmasına izin vermezdi. Anında karışırdı ortalık. Taraflar gazoz şişesi atardı birbirlerine, en hafifinden bozuk para... Kuşkusuz böylesi daha güzel. Protestocu gruba güvenlik görevlilerinin herhangi bir müdahalede bulunmaması da sevindirici bir gelişme. Ama bizim zamanımızda, dekanlar da koltuklarında oturmazdı böyle hararetli dakikalarda. Gençler ne yapmak istediler, ne yaptılar, ne yapamadılar?
“Bu ülkede her gün 5 kadın öldürülüyor veya tecavüze uğruyor. Bu öldürmelerin nedenleri kıskançlık veya aşk. Biz artık öldürülmek ve tecavüze uğramak istemiyoruz” diyen öğrencileri pek çok kişi yatıştırmaya çalıştı. İletişime kapalıydılar. Dinlemek, konuşmak, anlamak, anlatmak, anlaşılmak yoktu gündemlerinde. “Biz üniversitemizde Uluç’u istemiyoruz. Özür dile Hıncal, git buradan” diye bağırıyorlardı sadece; yüksek perdeden, hep bir ağızdan... Ve düdük çalıyorlardı; doğrudan kırmızı kart!
“Yeter artık tadında bırakın, biz dinlemek istiyoruz” diyenlere, “O her gün yazıyor, konuşuyor ama biz sesimizi duyuramıyoruz” diye karşılık verilince, ben de yanlarına gittim. Onlardan farklı olarak önce kendimi tanıttım. Ve dedim ki, “Protesto ettiğiniz yazı için sizinle tümüyle aynı kanaatteyim. Ama böyle sonuç almanız mümkün değil. Eğer derdiniz öldürülen ve tecavüze uğrayan kadınların sesini duyurmaksa, bu hafta gazetedeki köşemi size bırakabilirim. İstediğinizi söyler, istediğinizi yazarsınız. İstediğinizi eleştirir, istediğinizi kınarsınız. İstediğiniz kişiyi özür dilemeye davet edersiniz. Burada köşe yazarı başka gazeteciler de var. Onlar adına söz veremem ama, sanıyorum onlar da size benzer bir olanak sunacaklardır. Bir salon dolusu öğrencinin ‘dinleme hakkını’ engellemek pek demokratik bir davranış değil...” Önerime, yarım yamalak bir cevap verdi, burun delikleri “hınç” almanın dayanılmaz hafifliği ile inip kalkan genç hanım: “Bizim derdimiz o değil...” Tekrar sormak zorunda kaldım: “Peki siz ne istiyorsunuz? “Yanıt, neden-sonuç ilişkisinden uzaktı: “Konuşmasın, gitsin istiyoruz...” Yerime dönüp oturdum.
Uygar bir protesto olmadığını düşünüyorum. İzmir’e yakışmadı! Belli ki, bu hanımlar, “sesini yükseltmenin haklı olmaya yetmeyeceğini” bilmiyorlar. Bu da beni şaşırtmıyor. Çünkü, eleştirme yöntemlerini beğenmediğimiz gençleri, bu hale biz getirdik aslında... Seçim meydanlarındaki düzeysizlikten kopya çekmek daha kolay geldi diye kızamazsınız öğrencilere. Onları ayıplamaya bile hakkımız yok. İşin beni asıl üzen tarafı, “eleştirdikleri şeyin cazibesine kapılıp” tuzağa düşmeleriydi. Bu yazısı kesip saklasınlar. Çünkü, 20 yıl sonra çocuklarına, “bağırmayacak kadar cesaretimiz yoktu. Eleştirmeyi konuşturmamak sanıyorduk. ‘Her gün istediğini söyleyen bir gün istemediğini duyar’ diye mesaj vermek istemiştik; aynı hataya kendimiz düştük” diye anlatacaklar. Onlar bana pek sevgi dolu gözlerle bakmadılar ve beni ciddiye almadılar ama ben gençleri çok önemsiyor ve onları çok ciddiye alıyorum. Sözümün arkasındayım. İsterlerse, (bağırmadan) bu köşeden seslerini duyurabilirler. Gelin bu işleri “kalp kırmadan” yapalım. ”Hepimiz ama hepimiz (!) Bilmem anlatabiliyor muyum?”

Yazının Devamını Oku

Bakara Sûresi 266. âyet

2 Mayıs 2011
“Herhangi biriniz ister mi ki, içerisinde her türlü meyveye sahip bulunduğu, içinden ırmaklar akan, hurma ve üzüm ağaçlarından oluşan bir bahçesi olsun; himayeye muhtaç çocukları var iken ihtiyarlık gelip kendisine çatsın; derken bağı ateşli (yıldırımlı) bir kasırga vursun da orası yanıversin? Allah düşünesiniz diye size âyetlerini böyle açıklıyor”.

Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu’nun 100’den fazla kelimenin alan adlarında kullanılmasını yasaklaması üzerine, “yasaklanmış“ kelimelerin, iletişim çağı dediğimiz günümüzden asırlar önce, nasıl ve nerelerde kullanılmış olabileceği aklıma düştü. Şânı yüce Kur’an-ı Kerîm’in, Diyanet Meâli üzerinde küçük bir araştırma yapmaya çalıştım. “Türban hanımların kafalarında değil, erkeklerin beyinlerinde” görüşü de bir kere daha olumlanmış oldu. Değerli okuyucuyla paylaşıyorum: (Ayraç içindeki sayılar, sözcüğün kaç âyette geçtiğini göstermektedir). Ateş (134 âyette geçiyor), çıplak (2), gizli (50), itiraf (2), alevli (12), günah (146), yasak (18), hayvan (43), yerli (3), yetişkin (2).
Bu yasaklamadan sonra, “rızkın onda dokuzunun cesaret ve ticarette olduğunu öğütleyen hadis-i şerîf”ten ilham alan vatandaşlarımızın, internet ortamında kullandıkları bazı “alan adları”nın nasıl “sakıncalı” hale geldiği de konuşuldu. Büyüteci önce bu alan adlarına, sonra da yine âyetlere çevirelim. (Degisikmezeler.com, herkesokusundiye.com, sokmarket.com, bayramcikolotasi.com, bilgisayarakademisi.com, sanaldestekunitesi.com, forzabesiktas.com, tiklayarak.com, donanimalani.org, bakireklam.com, citirkurabiyem.com, kredikartiborcunubitir.com, burcunubil.com, globaldizayn.org, casperminishop.net, anlayarakokuma.com) Herkes (39), okusun (1), sok (54), bayram (2), destek (20), bakire (2), borç (15), okuma (6 ayette geçiyor).
Hani, ”kerâmeti baktığı yerle değil, gördüğüyle sakat” (ve adında, bilgi, teknoloji ve iletişim sözcüklerinin –sehven- yer aldığını düşündüğüm) kurumun aklına gelmemiş” olabilir diyorum.  Bazı “ayet-i kerîme”lere de bir yasak getirmeyi düşünmezler mi acaba? Arama motorlarında, “sakıncalı sözcükler” kullanılarak hâlâ Kutsal Kitaba ulaşılabiliyor da Pek yakışık almıyor gibi geldi bana.  Münasip midir acaba? Ulemaya sorsak mı?  İzmirli merak içinde...

Baldızla helâlleştik

Baldız’a dedim ki, “25 seneyi aşan bir hukukumuz var. Çok şükür en ufak bir gölge yaşamadık, bu sonradan kurulan akrabalık halimizde. Hamit enişteyi de (ömrüne bereket bacanağa biz öyle deriz) sizi de çok kalpten sever ve sayarız. Ama zaman kötü; insanlar en yakınıyla bile geçinemez oldu. Anlaşmazlıklar büyüdükçe, birbirimizi daha iyi anlamak için, kullandığımız ‘lugât’ı zenginleştireceğimiz yerde, kelimelerden korkar olduk. Vardır elbet büyüklerimizin bir bildiği. Vakit varken, ‘baldıza hâl hatır sormak’ da yasaklanmadan, bir helâlleşelim de gözümüz arkada kalmasın”

Seçim Otobüsleri

Bütün partilerde

Yazının Devamını Oku