Paylaş
“İZMİR Kitap Fuarı” heyecansızdı. Yarısı dinî yayınlar, yarısı her düzeyde test kitabı... Geriye kalan alanda da, puzzle, tişört, CD ve diğer kitaplar. “Bazı yayınevleri” ise bu sene hiç katılmamıştı; neden acaba? (Cümlenin gelişinden, geometri bilgimin yetersiz olduğunu düşünenler, yazının sonunda, felsefede, daha da kötü durumda olduğumu anlayacaklardır). Sayılar, beni bütünüyle desteklemese de, hislerimi hafife almamanızı öneririm; “İzmir Kitap Fuarı zayıflıyor, güç kaybediyor”.
Şöyle göz ucuyla baktım etrafa... Ulusalcılar, kâğıt torbalarına Turgut Özakman’dan bir kitap daha atabilmek veya Vural Savaş’ın elini sıkabilmek için uğraşırken, eski tüfekler Che ve Küba devriminin, tesettürlüler de risale, ilmihâl ve tefsirlerin peşindeydi. Herkes doğal olarak, kendi ilgi alanına yönelik, seveceği, hoşlanacağı, önemli ve değerli bulduğu kitapları alıyordu. İmza saatlerinde, standların önündeki kalabalık da aynı resmi veriyordu. Ve fark ettim ki, kitapseverler, “tek yönlü beslenme”nin sarmalında, kendi ufuklarının dışındaki dünyayı önemsemeyen, merak etmeyen, tanımayan, hattâ yok sayan bir hoyratlık içindeydiler.
“Keşke bir kampanya olabilseydi” diye geçirdim aklımdan. Bir yayınevinden, kendi seçtiği bir kitabı alana, (yazmak bile üzüntü veriyor) diğer kampın kitaplarından bir tane armağan edilebilseydi... Akşam da lâmbasının altına çekildiğinde herkes, (olmadığını söylediğimiz) “öteki”nin neler okumakta olduğuna önyargısız olarak dokunabilseydi. Bu değiş tokuş, en çok çocuklarımıza yarardı diye düşünüyorum. Çünkü dengeli beslenme, sadece bir sindirim sistemi sorunsalı değildir!
Kulübedeki 11
Bir futbol takımının “kulübesi”, günümüzde daha çok önemseniyor. Teknik direktörün, oyunun gidişatını değiştirebilecek hamleler yapabilmesi için yedeklerin kalitesi belirleyici sayılıyor. En sıradan ve olaysız haftalarda bile, kulübe üstünde spekülasyon yapmanın tadına varamıyor yorumcular: “Şunu niye kulübede oturttun? Ben olsam onunla başlardım. Filânca ilk 11’e alınmaz mı canım?”
Ben de aynı gözlüklerle, CHP’nin İzmir adaylarına baktım. Ve gördüm ki, sahaya çıkanlarla karşılaştırınca, yedeklerden (listeye giremeyenlerden) daha iyi bir 11 çıkartmak mümkündür. Sadece hiç kimseyle göbek bağı olmayanlardan (yani bonservisi elinde olanlardan) bir liste yapmaya kalksanız, ilk anda akla geliverenler zaten bir “A takımı”: (soyadı alfabetiğine göre) “Ramazan Abay, Dilâra Ersözlü, Rıfat Nalbantoğlu, Ülkümen Rodoplu, Engin Önen, Tülay Özüerman, Atilla Sertel...” Böyle durumlarda “esame listesi”, hazırlamak zor iştir. Takımdan emektarları kessen olmaz. Sponsorlar, parasını verdiği kendi oyuncusu soyunsun ister. Tribüne oynayanlara zaten dokunamazsın. Pahayla mal ettiğin yaşı geçmiş ithal oyuncular da kulübede oturacak değil ya... Seyirci, maçın sonucuna kadar susar ve bekler bir ümit... Gözler artık “scorboard”tadır. Soyunma odası kulislerine devam edeceğiz...
Seçim şarkıları
Berikimiz olmayacak,
Kim gelirse al içeri.
Ayakta bekletme sakın,
Kaydını yap sal içeri.
Çalmalısın her kapıyı,
Her delikten dal içeri.
Düğün evinde tefçiyiz,
Ölü evinde yasçıyız,
Nabza göre şerbetçiyiz,
Mor menekşe partisiyiz...
Paylaş