Ajanslar, Güney Kore’de hamileliğinin sonuna yaklaşan annelerin, 11.11.2011’de sezaryen ile doğum yapmak için hastaneleri doldurduğundan bahsediyor. Las Vegas’taki bir seyahat acentesinin, 11.11.2011’de evlenecek çiftler için özel turlar düzenlediği bildiriliyor. İspanya’da görme engelliler için faaliyet gösteren bir hayır kurumu 11.11.2011 tarihi için özel bir piyango düzenlemeye karar vermiş. Piyango sonucunda her biri 1 milyon Euro değerinde 11 ödül dağıtılacakmış; özel ödülün de 11 milyon Euro olacağı açıklanmış. Bazı medyumlar ve komplo teorisyenleri ise bu tarihte insanoğlunun “büyük uyanışı” için bazı işaretlerin geleceğini iddia ediyor. Yeni bir boyuta kapı açılacağına inanan bu grup, “insan bilincinde büyük bir değişiklik” olacağını söylemekte.
Kutsal bilgi kaynağı “Ekşi Sözlük” yazarlarından biri de, “İlluminati oyun kartlarına bakılacak olursa, şu göze çarpan dört olaydan birini 11.11.2011’de gerçekleştirmeyi planlıyor olabilirler” demiş. “Dev bir meteorun dünyaya çarpması, sahte uzaylı saldırısı, 3. Dünya Savaşı’nın çıkması, sahte mesih projesi...” İşin, her zamanki gibi, bir de ticaret boyutu var elbette... “2011 yılının 11. ayı ve 11. gününde, Cennet’in 11. kapısından Dünya’ya gelen bir varlığı ve beraberinde getireceği lanetleri” anlatan bir sinema filmi bile çevrildi; adı: “11.11.11”. Korku-gerilim türündeki filmin yönetmeni, Darren Lynn Bousman. Vizyona gireceği tarihi tahmin etmek zor değil: Bugün, yani 11.11.2011...
İsviçreli bilim insanları ise, dünyanın dört bir köşesinde, kutlamaların dozunu kaçırması muhtemel olanları suçlayan bir yaklaşım içindeler. Başta kuşlar olmak üzere, hayvanların ses ve ışık kirliliğinden ciddi şekilde rahatsız olduklarını hatırlatıyorlar.
***
Zaman zaman böyle günler (hattâ anlar) yaşanıyor... Başta sayıbilimciler ve metafizikçiler olmak üzere bir kısım dünyalı, takvimin böyle cilvelerini hayli önemsiyor. “Bir bildikleri vardır elbet” deyip geçiyoruz. Bu yazıyı, 11.11.2011 günü (bugün), saat 11’i 11 dakika, 11 saniye geçe okursanız, “sizin ve benim hayatımda neler değişir?”; açıkcası bilmiyorum. Ama şunu biliyorum ki, Marduk meselesi de fiyaskoyla neticelenirse, ömrü olanlar önümüzdeki yıl 12.12.2012’de yine benzer yazıları okuyor olacaklar. Ve bu tarihten sonra (hâlâ kıyamet de kopmamışsa...) sayıbilimciler, yeni oyuncaklar bulmak zorunda kalacak. Peki bu kadar telâş, abartı, vs. boşuna mı yaşanıyor? Sanmam!
***
Pisagor, “Sayılar evrene hükmeder” diyordu; Einstein ise, “Matematik düzeni simgeler ve düzeni olan her şey matematiğe açıktır...” Erath, “Tanrı bir çocuktu ve oynamaya başladığında matematiği geliştirdi. Matematik insana ait oyunların içinde en tanrısal olanıdır...” derken kendine göre haklıydı. Çok daha önceleri Galileo’nun, “Evren, matematik diliyle yazılmıştır; harfler üçgenler, daireler ve diğer geometrik biçimlerdir. Bunlar olmadan tek sözcüğü bile anlaşılamaz; bunlarsız ancak karanlık bir labirentte dolanılır...” diye söylendiğini biliyoruz. Oysa ki Pascal, aynı yıllarda, “Matematiğin çözemediğini sezgi çözer. Akıl ülkesinin sınırının bittiği yerde gönül ülkesi başlar. Akıldan gelen bilgilerin ötesinde duygudan gelen bilgiler vardır ki, önemli olan da asıl bu bilgilerdir...” diyecektir. Gelin yazıyı, “Tanrı tam sayıları yarattı, bütün diğerleri insan işidir...” diyen Kronecker ile sonlandıralım. işin garibi bendeniz, “Asıl özel gün, 11.11.1111’di ve o da 1000 yıl kadar geride kaldı” diyenler tarafındayım galiba...
“Bayram tahtasını mangal tahtası anlamak” deyiminin, Ana Muhalefet Partisi’ni çağrıştırmış olması, hemen arkasından “arefe ile bayramın farkını biliyorlar mı acaba?” ayrıntısını kurcalamayı akla getirse de, tatilde olduğumuz için bu soruyu ertelemek, daha hayırlı olur diye düşünüyorum. (arefe deyince...)
“Arefeyi gösterip bayramı göstermemek” söylemi, ilk bakışta sadece, bayram boyunca masanın başından kalkmayan iddialı tavlacıların, “biz adama dördü gösterir beşi göstermeyiz” yollu horozlanmasıyla eşanlamlı gibi görünse de, hazır bayram için küçük bir mola vermişken, bir işi sonuna kadar kovaladığı halde başarıyla tamamlayamayan herkesin, durumdan hem rakibin etkisi, hem de kendi beceriksizliği adına bir hisse çıkartması fena olmaz diye düşünüyorum. (bayram deyince...)
“At ölür, itlere bayram olur” sözünde, “haksız rekabetin feryadı gizlidir aslında” demek geliyor içimden. Sanki bunu daha da derinlere gizlemek ister gibi, sıklıkla, biraz daha hafif olanını tercih ederiz; hani “kurt kocayınca” diye başlayanı... Niteliksizi sorgulayan bu metaforu, her şeyden habersiz dolanan hayvanların sırtına yıkmakta da ustayızdır diye düşünüyorum; “at, it, koç, deve, kurt” (koç deyince...)
“Bayram koçu gibi giyinmek” yakıştırmasındaki sebep-sonuç iişkisine ironik bile denemez; açıkca, hazindir seyrana çıkan kurbanlığın süslenmesi diye düşünüyorum. (seyran deyince...)
“Bayram değil, seyran değil eniştem beni niye öptü?” için, ayrıca bahis açmak gereksiz diye düşünüyorum. (açmak deyince...)
Seç birini diye üstelerseniz, tercihimi “bayramlık ağzımı açmak”tan yana mı, yoksa “deliye hergün bayram”dan yana mı kullanmalıyım; pek kendimle barışık olmadığımı ve işime gelen hangisidir, biraz kararsız olduğumu düşünüyorum. (gelen deyince...)
“El ile gelen düğün bayram” geleneğini öne sürüp, arka planda anonim bir teslimiyet ve kolaycılığın ardına saklandığımızı düşünüyorum (düğün deyince...)
“Altın tas içinde kınam ezildi / Gümüş tarakla zülfüm bozuldu / Yengeler gelmeden benzim süzüldü...” diye söylenen Kayseri türküsünü hatırlıyorum. Sadece düğünler ve gelinlerin avuçları aklıma gelmiyor... Zamanında yerine ulaşmayan, ulaştığı halde yağmalanan ve bir düzen kurulamadığı için şu kışta kıyamette ihtiyaç sahibine fayda sağlamayan yardım malzemeleri geçiyor gözümün önünden. Yüzü kızarması gereken ben olmadığım halde, yazıyı bitirirken, yüzüm kızararak “bayramdan sonra gelen kına” deyimini hatırlatmak istiyorum.
“Arabadan atladı, pantolonu patladı” diye bilmeceler sorardı bana. Büyüyorken, “Aylak İnsanlar Kenti” kitabında, “Cümle şarkılar yarım gözlerinde bu akşam / Bütün unuttuklarım gözlerinde bu akşam” mısralarıyla tanıştım. Aynı yıllarda, radyolardan da Zeki Müren’in sesi yükseliyordu; “Hançer-i aşkınla ey yâr sinem üzre vurma hiç / Öyle bir derde giriftârım ki halim sorma hiç...” diyordu, Soyuer’in güftesiyle, Ekrem Güyer’in hicaz şarkısında... Oğlu Emrah’a, “Daima mahzundur akşam üstleri / Öyle yazılamaz birkaç satırla / Bir akşam üstünde mahzunlaşırsan / Ne olur ilk anda beni hatırla...” diye not düşerken, bizlere de “Yok’ta noksan aranılmaz / Yasa budur var eksilir; ... Gidersek bozulmaz denge / Halil’lerden bir eksilir...” diye göz kırpıyordu.
***
“Gideceğin yere beni de götür” diyen de oydu, “Nasılsın?” diye soranlara, “Suya düşmüş söğüt dalı gibiyim” diye cevap veren de... Biraz ihmal eder, hatır sormayı aksatırsak, hiç üşenmez telefon açardı: “Alooo, vefasızlığın İzmir Şubesi Nihat Bey ile mi görüşüyorum?” Her geldiğinde mutlaka arar, haber verirdi; sofrasında birlikte olurduk. Son buluşmaların birinde, masadakilere baktı, “Oooo” diye başladı söze. “Bu akşam fakülte gibiyiz”. Şair dostunu kastederek, “O Dil” dedi. Sonra kendini gösterip, “Ben Tarih...” Masadaki zarif hanıma dönüp, “Bu da Coğrafya” diye tamamladı. O, bir “hece ustası” idi. Pera’daki onurlandırma gecesine gidememiştim ama çektiğim telgrafı beğenmişti: “O bir gözler şairi / Özlü sözler şairi / Şiir ayağa düştü / Gönül özler şairi...” Benim için “gözler şairi”ydi, çünkü ilk bestemin güftesini de bana Halil Amca vermişti: “Rüzgârlarla estim hep senden yana / Sakladım kalbimde her yeri sana / Allah o şahane gözleri sana / derdi bana vermiş delirsin diye...”
***
Şimdiiii... Yazının başlığına anlam veremeyenler için, Halil Amca’yı yâdetme sebebimizi açıklayalım. Efendim, İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin organize ettiği “İzmir bizim Van bizim” adı verilen gururlanılacak kampanyayı öğrenince, gözden kaçıranlar için, bu slogana ilham veren mısraı ve şairini de hatırlamanın bir vefâ borcu olduğunu düşündüm. Yıldırım Gürses’in Sultanîyegâh makamında bestelediği “Türk Çocuğu Diyor ki...” şiiri, rahmetli Halil Soyuer’e aittir ve “İzmir benim, Van benim...” dizesiyle başlar. Ama benim sevgili okuyucudan ricam çok başka. Lütfen şiirin tamamını okuyun! Çünkü Halil Amca, “İzmir benim, Van benim...” diyebilme hakkını, manidar bir koşula bağlamıştır; bu vasiyeti ıskalamayalım!
***
İzmir benim, Van benim / Şeref benim, Şan benim /
Ama içeriği üstüne lâflarken, dost bir okuyucu “Nihat Bey” dedi, “yazının başlığı, sen bunu mu anladın?” olmalı... Haklıydı; bu kritik düzeltmeden sonra başladım yazmaya.
Gelen cevaba bakarsanız, ben şunu sormuş olmalıydım: “Sevgili Zabıta Müdürlüğü, EVKA-3 pazar yeri yanındaki basketbol sahasında, zaman zaman düğün organizasyonları yapıldığı ve konu-komşunun rahatsız olduğu yönünde kuvvetli duyumlar alıyorum. Vallahi ben el-âlemin yalancısıyım ama içime bir kurt düştü. Tamamen şehir efsanesi de olabilir. Şunun aslını bir öğrensek. Arada sırada, gelirken geçerken göz ucuyla da olsa, çaktırmadan, ürkütmeden, hani göreviniz değilmiş gibi bir bakıverseniz de mahalleli merakını giderse; mümkün müdür?”
Çünkü cevapta şöyle diyordu: “e-postanıza istinaden; şikâyetinize konu yerde, Zabıta Müdürlüğümüz ekibince değişik tarihlerde yapılan kontrollerde herhangi bir düğün organizasyonuna rastlanılmamıştır. İlçemizde sokak düğünlerine belediyemizce izin verilmemekte olup tespit edildiği takdirde ilgilileri hakkında meri mevzuat hükümleri çerçevesinde gerekli yasal işlemler uygulanmaktadır. Bilgilerinizi rica ederim.”
Oysa ben “bardağın taştığı gece, can havliyle, zaten bir sürü yeri telefonla aramıştım. Emniyet, “biz karışmıyoruz, Belediyeden izin almışlardır” cevabını verince zabıtaya dönmüştüm. Telefona çıkan “nöbetçi melek”le epeyce bir dertleşmiştik. Kendisinden, “vallahi ben yalnızım. Kimseler yok. Ne desem yalan. AB’ye uyum yasalarına göre de suç zaten. Ama benim yapacağım bir şey yok. Sen de haklısın beyefendi?” cevabını alınca da, “mail ortamında şunu sormuştum”: “Evka-3 pazar yeri yanındaki basketbol sahasında düğün organizasyonları yapılıyor. Polis gelmiyor. Zabıta karışmıyor. Tarif edilemez yükseklikte bir ses ve gürültü kirliliği yaşanıyor. En son 03 Eylül 2011 Cumartesi gecesi tam bir rezaletti... Hasta, çocuk, yaşlı, sınava hazırlanan vs. hiç kimse umurlarında değil. Ben vatandaş olarak bu kadar çaresiz ve sahipsiz miyim acaba? Çevre vergisi, birileri kafa ütülesin diye mi ödeniyor? Saygılarımla”.
“Sormadığım soruya verilen” yukarıdaki yanıt, e-posta kutuma 24 Ekim günü düştü; yani şikâyetimden tam 51 gün sonra… Sevgili dostlar, düğün mevsimi zaten bitti. Bundan sonra sokak sokak dolaşsanız ne olur? Kaldırımlarda yorgan döşek yatıp nöbet tutsanız ne fayda? Nasıl ve nerede kime rastlayacaksınız? Yine de bir katkım olsun isterim: Ekipleriniz, “değişik tarihlerde ‘şikâyete konu yerde‘ kontroller yapıp da herhangi bir düğün organizasyonuna rastlayamazken”(?), e-postamdan sadece bir hafta sonra, 500 metre aşağısındaki bir parkta, yine düğün vardı. 10-15 gün sonrasında ise yürüme mesafesindeki bir sokak arasında yer yerinden oynuyordu. Herhalde arkanız dönük olduğu için duyamadınız.
Gürültü kirliliğini ben takip etmeyeceğim. Siz takip edeceksiniz. Ben fark etmeyeceğim. Siz fark edeceksiniz. Ben engel olmaya yeltenmeyeceğim; siz engelleyeceksiniz. Tabii ki her yere yetişemezsiniz; yardımlaşacağız. Bornova’nın geniş bir coğrafya olduğunu da biliyorum, kadro yetersizliğinin belinizi büktüğünü de.
Ama hiç değilse, ben vatandaşlık görevimi yapıp yardım istediğimde, sizi haberdar ettiğimde, sizi göreve çağırdığımda, bana dalga geçer gibi cevap vermeyin. Seçmen bunu hak etmiyor. Gün gelir, onun da soracağı tutar: “Şimdi anladın mı?”
Vaziyet ve manzara-i umumiye:
***
Dolar çıktı, Euro düştü, borsa akşam şuralarda kapandı;
Cumhuriyet altınında rekor...
I Phone’un yenisi piyasada, BlackBerry krizi aştı.
Kredi notumuz yükseldi, asgari ücret durağan.
***
Tarkan CD’sinin fiyatı belli, sinema biletleri değişken...
Ama e-posta kutumu meşgul eden asparagas iletilerden illâllâh geldi artık! Özellikle, kendini çok akıllı zannedenlerin yönlendirmesiyle oluşturulmaya çalışılan yapay ve düzmece gündemlerden bıktım. “Değişim Gençliği” adıyla yollanan yarı haber, yarı derleme, yarı ısmarlama, yarı propaganda kokan yazılar gerçekten kabak tadı verdi. Gel de eski defterleri açma şimdi...
Kızgın olmasına Sarıgül’e kızgınım; “onun şöhreti ve isimlerimizin medyada yan yana anıldığı günlerin tortusuyla, pek çok profesyonel projeden hâlâ uzak tutulmama” sebep olduğu için... Bir yandan da müteşekkirim kendisine! Hayatımın 7-8 ayını ziyan etmişim gibi gözükse de, çok keyifli bir kitap çıkartmama vesile olduğu için... Kırk yıl düşünsem “siyaset üstüne bir hiciv” kaleme almak gelmezdi aklıma. Ben “hadise çıkmadan”, insanlar yüzüstü bırakılmadan sahadan kendi kendime çekildiğim için işin hoş, gülünecek ve kendimizle alay edebileceğimiz tarafları yadigâr kaldı. Suskunluğa yönelik perhizimi, bu yılın başında, Beyaz Yayınları’nın da teşviki ile “Mor Menekşe Partisi” isimli müzikali yazarak bozmuştum. Şimdilerde, usta bir el müziklerini yazıyor; 3 vakte kadar tiyatro sahnesinde seyredeceğiz. Söylenecek her şeyi söylediğimi varsayarak uzakta kalmaya özen gösteriyordum ki, geçen hafta çok çarpıcı ve veciz bir okuyucu mektubu aldım; ilk paragraftaki “kabak tadı bahsi”ne yükleniyordu. Gel de “hiç değilse bir kısmını” paylaşma şimdi...
Okuyucu kaleminden
“...Yalanlandığına bakmayın. Aslında ‘Mustafa Sarıgül’ün, parti kurmak için yeniden çalışmaya başladığı’ haberleri maksatlı çıkartılıyor. Limuzinden inerken göstere göstere frikik vermek kadar ucuz ve eskimiş bir numara bu... CHP’yi eleştiren haberler için bazı yazarlara yazılar yazdırılıyor. Hemen her gün Değişim Gençliği’nden mail gönderiyorlar. Âdet yerini bulsun diye iktidara da bir iki lâf söyleniyor arada. Nasıl yapıldığı bilinmeyen kamuoyu araştırmalarının sonuçlarında, her taşın altından Sarıgül çıkıyor. Şimdi de partiyi tekrar kuracakmış... Şuna buna teklif götürmüşmüş, Filâncaya geçici genel başkanlık önermiş... / ... O köprülerin altından çok sular geçti. Yol arkadaşlarını, maddî-manevî istismar edip, yarı yolda kullanılmış enfiye mendili gibi bırakan birinin artık peşinden kim gider? Söyleyeyim. Sadece, hiçbir yerde bir baltaya sap olamamış, her devrin makam-mevki düşkünü, kaşarlanmış ruh hastalarını yanına toplayabilir ancak. Bu şartlar altında; herhalde biri çıkıp şunları hatırlatmalı kendisine:
Sevgili Başkan, sen artık çadır bile kuramazsın. Çünkü bir ipin bile yok; ipler artık karşında kim varsa onların eline geçti. Kendi elinle ipten kazıktan yana ne varsa muhaliflerine teslim ettin. Sevgili Başkan, sen artık saat bile kuramazsın; çünkü sana destek verenlerin zembereği boşaldı bir kere. Hepsinin heyecanını kendi elinle koyverdin. Sevgili Başkan, sen artık siyasi rakiplerine tuzak bile kuramazsın; kendi arkadaşlarını kurt kapanlarında bırakan iradenin kurmacasına kim düşer bu vakitten sonra? Sevgili Başkan, sen artık o söylediğin bereketli sofraları hiç kuramazsın. Seninle yola çıkanlar bilir, işin bereketini kaçırmakta nasıl usta olduğunu”
Turşu bile kuramazsın
Okuyucumuz, bir noktayı eksik bırakmış. Belki, kendine yediremediği için bilerek teğet geçmiş olabilir. Müsaade ederse o eksiği ben tamamlayayım. Bahane ile küçük de bir özeleştiri yapmış olurum. Sevgili Başkan yukarıda söylenenleri kuramayacak olsa da hayal kurmakta özgürdür elbet... Yine, yeni, yeniden kalkışacağı bir denemede, karşısında yanındakilerden çok daha fazla adam bulacaktır. Çünkü (kabullenmek kolay olmasa da ben dahil) kavanoza girecek türlü “malzeme”nin yarıdan çoğu karşı saflarda artık. Özetle, Sevgili Başkan “turşu bile kuramazsın...” diyerek tatlıya bağlayalım.
VATAN: Yurt
MİLLÎ: Milletle ilgili, millete özgü, ulusal.
CENAZE: Kefenlenip tabuta konmuş, gömülmeye hazırlanmış insan ölüsü.
ŞEHİT: Kutsal bir ülkü veya inanç uğruna savaşırken ölen kimse.
YAS: Ölüm veya bir felâketten doğan acıve bu acıyı belirten davranışlar, matem.
EĞLENCE: Neşeli ve hoşça vakit geçirilen toplantı.
ŞENLİK: Şen olma durumu, şetaret. Belli günlerde yapılan, coşku veren eğlendirici gösterilerin tümü, bayram.
“Durum yazıyorum” dese de, ”kentin vizyonunu tribüşon gibi zorlayan bir kalemdir”; anlayana...
Hal böyle olunca, kendisinin satırlarından sıklıkla alıntılar yapar, selam gönderirim. Kırmadan, dökmeden eleştiririm, “aynı görüşte” olmadığımızı yazarım. Sevgili Sipahi, “haddeden geçmiş nezaketi”yle hiç üstüne alınmaz... “Hazır” dedim, kendi kendime, ”farklı düşündüğümüz bir konuda uzlaşı yakalayacağız, başka yerden dolaşsa da aynı kapıya çıkacak söyleyeceklerim; bu fırsatı kaçırma...”
* * *
Geçenlerde, İzmir’in sezonu açan sanat gündemindeki programsızlıktan bahsediyordu Sipahi, “Etkinlikler aynı saatlere denk gelince, sanatseverler seçim yapmakta zorlandı, biraz dikkat edilemez mi?” diyordu. Edilebilir tabii ama bence etmesinler! Bırakın sanatseverlerin aklı kalsın. Bırakın hangi etkinliğe gideceklerine karar veremeyip şaşkına dönsünler. Dünyanın, adı kültür ve sanatla anılan kentlerinde yaşayanlarla aynı kaderi paylaşsın İzmirli... Eğer İzmir’in serpildiğine, büyüdüğüne (şişmanladığına değil) ilişkin işaretlerse bunlar, bırakın dağınık kalsın... Açıkcası ben kendi adıma, İzmir’in selâmeti için, “Şu konsere gittik ama aynı geceye rastladığı için tüh falancayı kaçırdık” diyeceğim günleri iple çekiyorum.
* * *
Oturun bilgisayarınızın başına ve açın dünyadaki “marka şehirler”den birinin resmi web sitesini. Oralarda sadece “ulaşım, vapur, otobüs, çevre vergisi vs” yazmaz. O kentlerin web sitelerinde, “Bu akşam-gece kentimizde, (örneğin) izleyebileceğiniz 586 farklı etkinlik var” diye yazar. Yani kentin, seçemeyeğiniz kadar çok (ve genellikle 3 haneli) kültür ve sanat etkinliği ile nefes alıp verdiğini görürsünüz.
İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin resmi web sitesinde de, oldukça güzel hazırlanmış bir “Kültür ve Sanat Etkinlikleri” bölümü var. “Konser, tiyatro, sergi, sinema, toplantı/panel, festival, opera ve diğer” olmak üzere başlıklar halinde kent haberleri veriliyor. Bu başarılı derleme, İzmir’in tamamını kucaklayabiliyor mu pek anlayamadım ama emek verenleri kutlamak lâzım. İşin üzücü tarafı, etkinliklerin matematiği ile şehrimizin sınıfı geçmesi mümkün görünmüyor. Üstünkörü bir topladım, İzmir’in 1 aylık kültür ve sanat gündemi, bahsettiğim kentlerin 1 gecelik etkinlik sayısından çok daha az. (Fırsat bulabilirsem, önümüzdeki günlerde sayısal bir karşılaştırma da yapmaya çalışacağım). Yani, daha çok fırın ekmek yememiz gerekiyor. Hattâ bu istatistik zaafiyete, rahatlıkla spor etkinliklerini de ekleyebilirsiniz...
* * *