Paylaş
Biraz yorgunum, azcık da karışık...
Dışarıda yağmur yağıyor.
Penceremin önünde, klavyemin başındayım.
1965’ten kalma siyah-beyaz Türk filminde, Öztürk Serengil’in dediği gibi sanki, “Şepkemin altındayım”.
Kulaklarımda çiseleyen şarkı, buralardan değil “nedense”:
“Bu sabah yağmur var İstanbul’da...”
Oysa Ankara’da, bulut geçişiyle yetinmiştik.
Ve çarşamba akşamı, “Artık cenazelere gitmiyorum, nasıl olsa o benimkine gelmeyecek” diye, hem yaşamı hem ölümü hicveden kadîm dostun telkinine uyamadık; yine bir cami avlusunda Fatiha okuduk, hafta sonu...
Dışarıda yağmur yağıyor.
Perşembe gecesi, Eskişehir’de hamsi tavayla karşılıklı birer kadeh rakı yuvarladığımız İsmail ve güzel kızım Simten geliyor aklıma:
“Hiç kimsenin, yağmurun bile böyle küçük elleri yoktur”la değişiyor kafamın içinde dönen plak.
Orası da yağmurluydu.
Biz sohbet ederken “Neyzen”de, Zeki Müren, “Neş’em emelim, ruh-i hâzinim zedelendi” diye başka bir estetiğini fısıldıyordu...
Dün gece, Manisa’da, Ayn-ı Âli’de, ağır bir misafir ağırladık, nargile fokurdatırken.
“Şeb-i Arus” vardı TRT ekranlarında...
Ömrünü, Mesnevi-i Şerif’in ilk sözcüğüne adamış, “dinle” telkinine teslim olmuş Üstât Tuğrul İnançer, yine işin esasını anlatmak derdindeydi:
“Burada izleyeceğiniz bir gösteri değildir; ‘Âyin-i Mevlâna’dır, aman...”
Daha ne desinler; daha kaç kere söylesinler?
Dönüşte, yolda yağmur vardı yine.
“Seyyah tabiatım”a uygun bir haftaydı.
Aslında hayat böyle “ortaya karışık” gibi bir şey.
Ya da çok basit; biz içinden çıkılmaz hale getiriyoruz.
Paylaş