Nihat Demirkol

İzmir’de tiyatro adına “mahcup” bir kutlama

30 Mart 2012
ZAMANI çok da önemli değil... Mekânı solumaya çalışıyorlardı... 24 bin kişilik Efes Antik Tiyatro, oturulabilecek son taşa kadar doluydu...

 Düşünün ki daha “Dünya Tiyatro Günü” filân da icat edilmemiş... Oyuncular, kuliste son hazırlıkları gözden geçirirken, seyirciler de oyun başlamadan sohbet ediyorlardı kendi aralarında...

“Tiyatro gerçektir; dış hayat yapaydır; hayat ta roldür” dedi Çetin Altan, yanındakine. “Dışarda poz yapan adamların gerçek yüzünü tiyatro verir. Bu hayatta rol yapan insanların gerçek yüzünü ancak tiyatroda gösterebilirsin. Türkiye’nin bir cins şizofrenik görüntüsü, asıl bu gerçeğin ortaya çıkmasına gönlü razı olmadığı içindir.” Soluklanırken bir de iç geçirdi: “Ne olurdu kalemle kâğıtla yürüttüğüm onca serüvenin asıl belkemiği tiyatro olabilseydi...”
“Bir avuç alkışla doyduk” diye ekledi Mücap Ofluoğlu, “Bir avuç alkışla...” Sonra da kendi kendine mırıldandı. “Ağlamakla gülmek arasında / üç duvar ortasında / Dördüncü duvarım perde / Duvarcısı Perdeci... / Shakespeare’de Sezar’ım / Molier’de Cimri” dedi.
“Tiyatro öldü diyorlar” diye gürledi Kenan Işık. “Son yıllarda insanı usandıracak kadar sık tekrarlanan bir söz bu: ‘Miadını doldurdu tiyatro, öldü.’ Eğer öyle ise, gerçekten de iddia edildiği gibi öldüyse tiyatro, bugün Dünya Tiyatro Günü’nü kutlamak yerine yasını tutalım tiyatronun. Oyunları seyretmekten vazgeçip alalım kazmaları, kürekleri elimize ve bir mezar kazalım tiyatroya, şöyle görkemli, geçmişine yakışır bir anıt mezar. Başta bütün zamanların en iyi yazarı William Shakespeare olmak üzere bütün oyun yazarlarını, oyunları, oyuncuları, rejisörleri, dekor, kostüm, ışık tasarımcılarını, sahne arkası teknisyenlerini topluca gömelim bu mezara bari...”

John Malkovich, “Gerekirse onu da yaparız” diye yanıtladı. “Ama hâlâ yeterince denenmemiş şeyler var. Emeğinizin ürünleri sarsıcı ve özgün olsun. Derin, dokunaklı, düşündürücü ve benzersiz olsun. İnsan olmanın anlamı üstüne kafa yormamızı desteklesin, düşüncelerimize yürek gücü, içtenlik, açık sözlülük ve incelik katsın. Dilerim güçlük, sansür, yoksulluk, nihilizm gibi engelleri aşabilesiniz. Eminim birçoğunuz mutlaka karşılaşacak hepsiyle. Umarım yeteneğiniz ve sebatınızla bize insan kalbinin çarpışındaki bütün çapraşıklığı öğretebilirsiniz. Umarım alçak gönüllülük ve araştırıcı bir ruhla, bunu ömür boyu iş edinirsiniz.”
İlk perde biterken, söylenir gibi yaptı Murat Tuncay; “Oyun kötü / Oyuncular oyundan da kötü / Seyirciler şakşakçı...” Sağda solda oturanlar, “Biraz ağır olmadı mı?” kabilinden bir hayret ifadesi takındılar. “Önemli değil” diye devam etti, “Çünkü, beklenen her yeni oyunun adı Umut. Tiyatronun kendi kendini alkışlaması için, 27 Mart insanlığa olan inancımıza bir daha su verme fırsatı. Çölde böylece yürüyoruz işte...”
Oyuncular, yeni bir perdeye hazırlanıyorlardı. Düşünün ki daha “Dünya Tiyatro Günü” filân da icat edilmemiş... 24 bin kişilik Efes Antik Tiyatro, oturulabilecek son taşa kadar doluydu. (Türkiye İstatistik Kurumu, kültür başkenti (?) İstanbul tiyatroları ile ilgili bir araştırmanın sonuçlarını açıkladı 1999–2010 sezonları arasında, salon sayısı beş katına, sahnelenen oyun sayısı 6 katına çıkmasına rağmen seyirci sayısı yüzde 3 azalmış...) Yine de kutlu olsun!

 

Yazının Devamını Oku

“Bir Nefes Alaturka” İzmir’de

26 Mart 2012
İLK kez 1982’de aynı sahneyi paylaşıp, 30 yıl sonra yeniden birlikte müzik yapmaya niyetlenmek, bir yeniden doğuş olmasa da cesaretli bir çıkış kuşkusuz.

Artık hiçbirinin genç üniversite öğrencisi olmadığı, hele bazıları müzikte uluslararası ölçekli başarılarla imza atmışken, bazılarının demlenmeyi evlerinde sürdürdüğü düşünülürse, hayli cesaret isteyen bir girişim olduğu açık.
“Bir Nefes Alaturka”nın, tazelenme turları sürerken, Ankara’da, Semih Sergen ustaya eşlik ettikleri dinletiden sonra, 70’li yaşlarda bir hanımefendi şöyle diyordu: “...Sizi tebrik ediyorum! Bu bizim artık hiçbir yerde işitmediğimiz musiki... Bu şarkılar hepten unutuldu, kayboldu diye düşünürdüm. Ölsem de gam yemem artık. Var olun...” Diğer köşede, bir genç kız da beni şöyle şaşırtıyordu: “...Bu müziği hiç sevmezdim! Hiç dinlemezdim, nefret ederdim. Buraya da annemlere ayıp olmasın diye geldim. İnanmıyorum ya süperdi. İlk defa birisi, bu müziğin ne anlattığını söyledi bana...” 40’larını yaşayan bir beyefendi ise şunları ekliyordu: “Biz arada kalmış bir kuşağız. Yozlaşmamış müziğin aslında hayatın içinden bir parça olduğunu hissettirdiniz. Kulağımızın pası silindi. İstenirse Türkçe’nin doğru konuşulabildiğini hatırlattınız. Bağırmadan da şarkı söylenebiliyormuş. Siz niye televizyonlarda yoksunuz?”
“Alaturka”yı bir “düşünce ve yaşama biçimi” olarak yorumluyorlar. Bunu izleyiciye hatırlatıp, kaybolan değerlerimize birlikte sahip çıkarak, onları birlikte özgün bir sanat gündemi oluşturmaya davet  ediyorlar. Beni de yıllar sonra, tekrar piyanonun başına oturmaya mecbur bırakan “Bir Nefes Alaturka”yı, hayli eksik bir kadroyla da olsa, 30 Mart Cuma günü İzmir’de ilk kez dinleyeceğiz. Bu kentin seçkin eğitim kurumlarından Özel Ege Lisesi’nin 25. kuruluş yıldönümü etkinlikleri kapsamında, Bornova’da Yüksel Eraslan Kültür Merkezi’nde saat 20.00’de sahne alacaklar. Abdülbakî Gölpınarlı’nın “Daüssıla-i Mâzi” isimli metni üzerine, müzikle düzenlemesini, topluluğun genel sanat ypönetmeni, kanun
ve ney sanatçısı olan, T.C. Kültür Bakanlığı Ankara Devlet Klasik Türk Müziği Korosu Şef Yardımcısı Halûk Derinöz’ün yaptığı bir kolaj sunacaklar. Bendeniz, Simten Demirkol ve İsmail Demirci’ye eşlik edeceğim.
Unutulmuş, ihmal edilmiş zamanların derinliği olan müziğini, sanat ve edebiyat tarihinden alınma öykülerle buluşturuyorlar. İzleyiciye kendi evlerindeki buğulu kahve sohbeti tavrını anımsatan, pozitif bakış açısını öne çıkartan ve sanatseverleri olgun düşünceye yönelten ve “sohbetçe” olması sebebiyle de tadı damakta kalacak kadar kısa programları tercih ediyorlar.
Cuma akşamı için, “Programda neler var?” diye sorduk, “Sultaniyegâh Sirto’nun tarifsiz büyüsüyle ‘merhaba’ dedikten sonra, kadına ‘Hanımefendi’, erkeğe ‘Beyefendi’, candan çok sevilen canana bile ‘Siz’ diye hitap edilen zamanlara uzanacağız. Sevgiliye, ‘Yine bir gülnihal aldı bu gönlümü’ diye iltifat, ‘Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın’ diye sitem edeceğiz. Yol üstünde ‘Kandilli’ye uğrayıp, ‘Hülya tepeler, hayal ağaçlar, durgun suda dinlenen yamaçlar’ hâlâ yerinde mi bir bakacağız... Biraz Yahya Kemal, biraz Münir Nurettin, Tatyos Efendi, Ümit Yaşar, Tanburî Mustafa Çavuş ve hattâ biraz da Orhan Veli. Semt-i Nihavend, Hicaz,
Rast, belki Hisarbûselik, Segâh ve Şedaraban, nihayet Mahûr diyerek, ‘Refik Tâl’ât Bey’ ile vedâlaşacağız...” dediler. Etkinliğin ücretsiz davetiyelerini, okulun halkla ilişkiler bölümünden temin edebilirsiniz.

Yazının Devamını Oku

Aramak üstüne

23 Mart 2012
GEÇENLERDE, bir “arama konferansı”nın moderatörlüğünü (orta oyuncu gibi bir şey...) üstlendim yine.

Toplantıya başlamadan önce bildik takılmaları savuşturduk; “Ne arıyorsunuz yahu?” Akşamına da orta şark kurnazlığının, ince hicivden nasiplenmemiş tekerlemesini göğüsledik; “Aradığınızı buldunuz mu bari?”
İzmir’de, kurumların, yüzlerini stratejik bir yolculuğa çevirmeye niyetlendikleri raslantısal mevsimlerde, bu tip toplantılara rağbet artar. Konferansların gediklisi halimle ve “dalya” demeye hayli yaklaşmış bir eskimişlikle, bendenizin de telefonları daha sık çalmaya başlar. Kentin ticari, sınai, sosyal ve kültürel dinamikleri adına sevindirici bir rüzgârdır bu... Karar vericiye, sınıflandırılmış bilgiler sunan bir resim, yani güçlü bir veri tabanı oluşturmaktır maksat. Birim zamanın verimliliğini artıran bir çalışmadır. Yeter ki sonuçlar, “günü kurtarmak” amacıyla, bir savsaklama modelinde gölgelenmesin.
Arama konferansları, sorun çözme toplantıları değildir. Kurumun eteğinde dökecek taşı olan ileri gelenleri ve geride kalmışları toplanır bir araya ve bugünü yarına bağlayan vizyonu tartışırlar... Rütbesiz toplantılardır bunlar; “yanlış, saçma, tuhaf, ayıp, uçuk-kaçık” yoktur. Aranan şey de aslında, yola çıkarken tanımlanacak, sabitlenecek bir “görüşbirliği”dir; daha fazlası değil.
Üzülerek görüyorum ki, İzmir genleştikçe, bu stratejik çalışmalara can suyu verecek insan kaynağındaki “mental büzülme” yaygınlaşıyor. Düşünecek, üretecek, tasarımlayacak yetişmiş beyinlerde, bir tedirginlik, bir hevesi kaçmışlık, bir ağzını korkak alıştırma, bir teslim olmuşluk var. Hem eteğinde dökecek taş biriktirmiş olanların hem de etekteki taşların sayısında bir azalma gözlemleniyor. Oysa, zaman yazgıya razı olma zamanı değil! Kentin kılcallarında devinen enerjiyi geometrik bir şekilde büyütmek ve vitrinlemek zorundayız. Daha çok konuşup tartışmalıyız ama karşılıklı iki “monolog”tan bir “diyalog” doğmayacağını unutmadan.
Arama konferanslarına katılanların tipolojisi üzerinde akademik bir çalışma yapılsa, aşağıdaki satırlardan daha iyisi çıkar mı, emin değilim? “Aramak” deyince, kavramın perde arkasındaki bilinçaltı figürün, yaradılıştan bu yana çok da değişmediğini görmek moralinizi bozmasın sakın; “aramak” eylemini hafife almayın yeter! Çünkü aramak niyeti, en az “bulabilme idealinin motivasyonu” kadar önemlidir. Beklenti baştan tariflenmiş olsa da, her katılımcı başka bir şey aramak için oradadır... Kimi belâsını, kimi Leylâsını, kimi de Mevlâsını arar. Öküzün altında buzağı arayanlar da vardır, dost arayanlar da. Kâtibini arayanlara da  Diyojen gibi “adam” arayanlara da rastlanır... Karanlıkta kaybettiği eşyasını, aydınlık olduğu için başka yerde arayanlar, elin eşeğini türkü söyleyerek arayanlar, hak arayanlar, Hacı Bektaş Veli gibi “her ne ararsa kendinde” arayanlar...
Ama Hoca Nasreddin meşrebinde olup, toplantıyı bir “mış gibi gösterisi”ne çevirip, sonunda yine bildiğini okuyan patronlardan bahsetmeden takım tamamlanmış olmuyor. Hani Hoca saz çalmaya kalkmış da hep aynı perdeye basıyormuş. Etraftakiler, “Olmadı” demişler, “Saz çalanlar ellerini tellerde gezdirir. Sen hep aynı yere basıyorsun...” Bıyık altından gülmüş malûm; “Onlar çalacakları yeri arıyorlar. Ben buldum da ondan...” deyivermiş. Ben de, nasıl ve nereden çalacağını bilenlere, bari “Yorgunu yokuşa sürmeseniz” diyorum.

Yazının Devamını Oku

Mazot pahalı, can bedava

19 Mart 2012
OTOBÜS benzin istasyonuna girdi ve pompacının el kol hareketleriyle yönlendirdiği pompaya yanaştı...

Sallana sallana gelmekte olan pompacı, son birkaç adımını atarken elindeki sigaradan da bir nefes çekti... Bu arada otobüsün sürücüsü de araçtan indi, pompacıya ne kadar mazot istediğini söyledi.
Pompacı pompayı ayarladı, bir elinde yakıt tabancası varken diğer elindeki sigaradan bir nefes daha çekti; üstüne bir nefes daha... Bu arada, otobüsün ihtiyaç gidermekten gelen sürücüsü de pompaya yanaştı ve o da yaktı sigarasını...
Manzarayı yukarıdan izlemekte olan yolcu, dehşete düşmüştü; parmağındaki yüzükle cama vurdu. Aşağıdakiler başlarını yukarıya çevirdiler. Yolcu, önce uyarı levhasını işaret etti ve ardından parmaklarını ağzına götürdü ve sigara içiyor taklidi yaparak, “Ne yapıyorsunuz?” diye sordu. Onlar da “delinin zoruna bak” tavrı içinde, beden dilleriyle “Bir şey olmaz abi...” diye cevap verdiler. Pompacı işini bitirince sıvıştı. Birkaç yolcunun daha söylenmesine, muavinin, “Mazot abi mazot, bir şey olmaz ya...” yollu alaycı cevabı yüzünden, münakaşa otobüsün kapısında ve içinde de bir süre devam etti; kan çıkmasın diye konuşmaktan vazgeçti yolcu. Sözlüklerde, “turuncuya yakın koyu limon renkte berrak ve sıvıdır; ham petrolün rafinerilerde, değişik ısı ve basınç altında damıtılması ile elde edilen ürünler içinde, beyaz ürünler olarak adlandırılan, nafta, benzinler, gazyağı ve uçak yakıtı grubuna mensuptur” diyorsa da, bu istasyonda “Turkuvaz”ı çağrıştırıyordu motorin (mazot).
Küçük bir araştırmadan sonra yolcu, bildiklerini, okuduklarıyla şöyle teyid ediyordu: “Sıvı bir yakıtın yanabilmesi için, bu yakıtın buharı ile havanın belirli oranlar dahilinde karışmış olması icap eder. Bir yakıt ne kadar kolay buhar haline gelebilirse, hava ile yanıcı bir karışım oluşturması da o derece kolay olur.
Bir petrol ürününün, hava ile bir karışım oluşturup parlayacak kadar yeterli miktarda buharlaşmaya başladığı ve hava ile karışımının ilk tutuşacağı, yani yanıcı ve tehlikeli bir hale geldiği en düşük ısı derecesine ‘parlama noktası’ denir. Petrol ürünlerinin tehlike sınıfları, parlama noktaları esas alınarak sınıflandırılır. En tehlikeliden daha az tehlikeye göre sıralandığında motorin, parlama noktası 55 santigrat derece civarında (üzerinde) olan gruba dahildir.
Motorin, normal hava koşullarında buhar çıkarmadığından parlayıcı değildir. Ancak bu sıcaklığın üzerindeki ısılarda (örneğin sıcak egzos borusu ile temas, sigara içilme alanları, kaynak yapılma anı gibi durumlarda) buharlaşarak parlayıcı ve yanıcı bir hale gelir. Akaryakıt istasyonlarında yangın önlemleri tehlike bölgelerine göre belirlenir. Bu tehlikeli bölgeler, patlama ihtimallerine göre gruplara ayrılır. -Sigara ve benzerleri içilmez, aracınızın motorunu durdurunuz, cep telefonu kullanılmaz- veya eşdeğer uyarı işaretlerinin dikkat çekici biçimde asıldığı dolum ve nefeslik bölgeleri için istasyonda çalışanlar, işleri ile ilgili sağlık, emniyet ve yangına müdahale eğitimine tabi tutulmuş olmalıdır...”
Yolcu şöyle düşündü: “Bu ülkede mazota her gün zam geliyordu ama hayat her gün ucuzluyordu. Bu yazı yerine, gazete manşetlerinde ‘Mazot pompası başında sigara sohbeti facia getirdi’ cümlesini okumuyor olmanız, tâlih değil sadece tesadüftü...”

 

Yazının Devamını Oku

Kentsel dönüşümde “Aşûre” modeli

16 Mart 2012
KENTLERİN geçmişini geleceğe taşıyan köprüler arasında tarihi yapılar çok önemli bir yer tutar.

Bu mekânlar, “görmüş geçirmiş” olmanın olgunluğunda, nice unutulmuşun ortak belleğidir. Bu anonim payda, “kaderde, tasada, kıvançta ortak olmak” idealini de yelpazelemeye yeter mi, üzerinde yeterince düşünülmemiştir. Bence dört duvar arasında edilmiş lâflar, tutulan bahisler, kavgalar, uzlaşmalar, isyanlar, siyasi vaatler, ilân-ı aşklar, hep mekânın tecrübe hanesine yazılmalıdır. Buna rağmen, statükoyu abartmamak adına, “tecrübe tek başına her şey demek olsaydı, kimse Londra’daki kaldırım taşlarından daha bilge olamazdı” diyen Bernard Shaw’a da hak vermemek mümkün değildir.
Bütün bunların bir arada ve etkileşimli bir anlam ifade edebilmesini, önemli bir koşulun yerine getirilmesine bağlamanın yanlış olmayacağı parantezinde, fikrimizi söyleyelim:

“Bu mekânların hayatla olan bağları kesilmemelidir...”
İçinde yaşanan ve bu suretle yaşatılan mekânlar, ancak gündemin ve güncelin bir parçası olarak kalmayı sürdürdükçe, kentle, kentliyle olan alışveriş de devam edebilmektedir. Mekânlara bu fırsatı tanımak, kent estetiğini korumanın ötesinde, sosyal ve ekonomik açıdan da bir sorumluluktur.
Abdülhak Şinasi Hisar’ın “Boğaziçi Yalıları” kitabında, (kaleme alındığı tarihlerde bile) bu yadigârların çehreleri, kimlikleri, huyları, tavırları hattâ geri bildirimlerinden söz eder. Kentsel dönüşüm tamtamlarının, tanımsız ve belirsiz çalınmakta olduğu İzmir, kent silüetini süsleyen bu değerli ve işlevsel taşlara fazlasıyla sahip olduğu için, yerel yönetimlerin tasarımcı beyin takımlarına, “bu kitabı okumadan dozerleri çalıştırmayın” demek isterim.
Çünkü, dünyadaki bütün marka şehirler, “eski ve yeni kent” konseptini özgün sahiplenmelerle ayakta tutabilmişlerdir. Sokaktaki adama, “kentsel dönüşüm” yaklaşımını iyi ve doğru bir şekilde anlatabildiğimize inanmıyorum. Sorular sarmalı, tanımsızlığımızı zeytinyağı damlası gibi suyun üstüne çıkartıveriyor. Bu bir yıkım projesi midir? Birilerine daha iyi bir konut standardı sağlamaktan ibaret olmadığı bilinmekte midir? Yerel yönetimlerin ve kentli bilincinin karşılıklı yükümlülükleri nelerdir? Hedeflenen yeni resimde kente hangi kimlik biçilmiştir? Neden dönüşüm sözcüğü seçilmiştir? Ve nihayet, tamamlandığında veya olgunlaştığında kent, neye dönüşmüş olacaktır? Kentlinin bunları bilmeye hakkı yok mudur?

Şimdi lütfen iş edinip sokağa çıkın. Onlarcası içinden sadece 2 küçük örneğe alıcı gözüyle bakın. Pasaport Vapur İskelesi ve Kantar Polis Karakolu’nun kavlamış boyalarına üzülün önce... Vaktiniz varsa limandaki Alsancak Karakolu’nun perişanlığına da bir göz atın; bir de orada kahrolun. Geçmişi neye dönüştürdüğümüzle yüzleşin ki, geleceği neye dönüştürebileceğimizin risklerini yüksek sesle konuşabilelim. Bu bilgi yoksunluğu ve kirliliğini hepimiz önemsemeliyiz. Çünkü, bildiğiniz üzere aşûre, “kent plânlamasındaki stratejik ve estetik kategorilerden bir” olmayıp, damak zevkine hitap eden bir tatlıdır.

Yazının Devamını Oku

Bugün 12 Mart...

12 Mart 2012
GENÇ kuşakların, ülkelerinin “yakın–uzak tarihini” sadece televizyon dizilerinden öğrendikleri başka ülke var mı, bilmiyorum?

27 Mayıs’ı böyle öğrendi insanımız, 12 Eylül’ü de öyle...
6-7 Eylül olaylarını, 12 Mart’ı.
Bu kadar ısıtıldığına göre bir 28 Şubat dizisinin de eli kulağındadır.
Hepsini, kim nasıl anlatırsa öyle belledi...
Yenisini adına umutlu olmak için de bir sebep yok.

Diyeceksiniz ki, alan memnun–veren memnun sana ne?
Aslında haklısınız, kurcalayanda kabahat!

Yazının Devamını Oku

Engellileri takdimimdir...

9 Mart 2012
Bornova’da çarşamba sabahı, Türkan Özilhan Acil Yardım Hastanesi’nin önü...

Karşısındaki benzin istasyonundan benzin aldım. Benzinlikten çıkıp, sola Ankara Caddesi’ne döneceğim. Yolun tam ortasında genç bir hanım. Engellilere mahsus akülü arabasıyla, karşıya geçmeye çalışıyor. Yarıya kadar gelmiş, iki şerit daha geçebilse karşı kaldırıma ulaşacak... Yukarıdan kopup gelen araçların hiçbiri yol vermiyor, yavaşlamıyor. İçlerinden biri, sadece biri ayağını gazdan kaldırsa iş bitecek...
Genç hanım, uzunca bir süre, sabrı ve olgunluğuyla bekledi. Karşıya geçememenin ötesinde, yolun ortasında, çok da tehlikeli bir yerde kalakalmıştı. Nezaketini kaybetmeden, önce hafifçe elini kaldırıp yol istemeye çalıştı, sonra da kollarıyla varlığını belli etmeye...
Ben arabamın içinde kahroldum. Birkaç kez, yolu enlemesine kapatıp, kendisine bir fırsat yaratmaya yeltendim, ama akan trafiğin ortasına atlamayı başaramadım...
Devasa TIR’lar, boyalı kamyonlar, logolu kamyonetler, Doğan görünümlü Şahinler, sıradan binek araçlar, gösterişli jipler, deşilmen minibüsler, erkek sürücüler, hanım sürücüler, genç sürücüler, yaşlı sürücüler, ustalar, acemiler... Camlarında Atatürk imzası olanlar da “Hakimiyet Allahındır” yazanlar da... Hepsi, önümüzden “tabakhane istikametinde” geçip gidiyorlardı.
Neden sonra... Yolu aracımla kesmeyi becerebildim. Genç hanım karşı kaldırıma ulaşırken gözgöze geldik. Birbirimize söylemek istediklerimiz çok açıktı. O, “aslında gerekmeyen bir teşekkürle” tebessüm etti. Ben, bütün mahallenin mahcubiyeti sırtımda, uzaktan uzağa özür dileyebildim.
Şimdi diyebilirsiniz ki, kimse göz göre göre böyle bir densizlik yapmaz; “görmemişlerdir, fark etmemişlerdir.” Mesele de burada zaten: Asıl engelin, “gönül gözü kapalı olmaktan ibaret” olduğunu anlatmak ve “gerçek engellileri teşhir etmek zorundayız”.
Adam sırasına karışıp yola sokağa çıkan, görecek! “Engelleri kaldıralım” diye caka satmaya geldiğinde mangalda kül bırakmayanlar, burnunun ucundakini görmek için etrafına dikkat edecek. Sokaklarımızın, herkes için kolay yaşanılır yerler olmadığını unutmayacak. Başkalarının yaşam kalitesini sakınacak. Özen gösterecek. Durumdan vazife çıkartacak. Hepimizin, “engelli” olmaya, “an” kadar yakın olduğumuzu aklından çıkartmayacak.

Yazının Devamını Oku

Logosunu sevsinler...

5 Mart 2012
“İlkin söz vardı, der Kitap. Bunu Platon duysa, söz mü, hangi söz diye sorar. Çünkü, eski Yunan dilinde söz kavramını vermek için bir değil, üç sözcük vardır: Biri ‘mythos’, öbürü ‘epos’, üçüncüsü ‘logos’.

Mythos söylenen veya duyulan sözdür, masal, öykü, efsane anlamına gelir. Ama mythos’a pek güven olmaz, çünkü insanlar gördüklerini, duyduklarını anlatırken birçok yalanlarla süslerler. Bu yüzdendir ki, Herodot gibi bir tarihçi mythos’a tarih değeri olmayan güvenilmez söylenti der, Platon gibi bir filozof da mythos’u gerçeklerle ilişkisiz, uydurma, boş ve gülünç bir masal diye tanımlar.

Epos daha değişik bir anlam taşır: Belli bir düzen ve ölçüye göre söylenen, okunan sözdür, epos insana tanrı armağanıdır, güzelim süslü sözleri bir araya getirerek büyüler dinleyicilerini bir ozan. Ozanın sözünü tanımlayan epos, şiir, destan, ezgi anlamına gelmiş ve o gün bugün epik ve epope diye Batılı dillerin hepsinde yerini almıştır. Mythos ile epos arasında ilkinden bir yakınlık vardır, mythos söylenen sözün, anlatılan öykünün içeriği ise, epos da onun doğal olarak aldığı ölçülü, süslü ve dengeli biçimdir. Epos ne kadar güzelse, mythos o kadar etkili olur, epos’la mythos’un bu başarılı evlenmesidir ki, ilkçağdan kalma efsanelerin ürün vere vere günümüze dek yaşamasını ve mythos kavramının çağlar ve uluslararası bir nitelik kazanarak ölmezliğe kavuşmasını sağlamıştır...” diyor Azra ERHAT, “Mitoloji Sözlüğü”nün ilk baskısına ait önsözde.

Ve şöyle devam ediyor: “Ama bir de Logos vardı. Onun sözcülüğünü başta Herakleitos olmak üzere İonya düşünürleri, yani doğa bilginleri yapmıştır. Onlara göre logos gerçeğin insan sözüyle dile gelmesidir. Logos bir yasal düzeni yansıtır, insan bedeninde ve ruhunda bir logos bulunduğu gibi, evrenin ve doğanın da logos’u vardır. Logos insanda düşünce, doğada kanundur, her yerde ve her şeyde vardır, ortaklaşa ve tanrısaldır. Logos’u bulmak, sırlarını göz önüne sermek, insan sözüyle dile getirmek düşünürün asıl ödevidir. Logos kavramıyla açılan bu çığır dosdoğru bilime varmış, öyle ki logos-logia bugün herhangi bir araştırma dalında bilgini ve bilimi dile getirmek için kullanılan birer ek olmuştur.”

Birbirine karşıt gibi görünen bu kavramları, “Mitoloji” sözcüğünün oturmuş kişiliğinde birleştiren yazgı, “söylence”nin gerçekle olan ilişkisini aramak kaygısından da kurtarmıştır insanı. Çünkü, asıl gerçeğin insan sözünün içinde, özünde ve şiirinde olduğunu anlamak için yüzyıllar, yeteri kadar uzun gelmiştir. Kahramanları vardır Mitoloji’nin; kaderi tüyler ürpertici olan Prometheus gibi... Ateşi tanrılardan çalmış ve insanlara vermiş, tanrıların kurduğu düzene karşı geldiği için zincire vurulmuş, yaman bir ceza çekmiştir. Kavga Zeus’la Prometheus arasındadır ve bugün, “bilginin tutsaklığına tahammülü olmayan insanoğlunun özgürlük-kölelik kavgasında, belki de ilk perdedir”. Evreni yöneten, tanrıların ve insanların egemeni Zeus özgürdür, prangaya vurulmuş, ıssız bir kayalıkta sonsuzluğa dek işkencelere mahkum, ölümsüz olduğu için canına kıyma özgürlüğünden de yoksun Prometheus köledir, öyle mi? Zeus bütün kurbanları, uşakları, dalkavuklarına karşın bir çocuk gibi zayıf ve çaresizdir. Onu yıkımdan kurtaracak tek kişi, akıl gücünün taşıyıcısı Prometheus’tur. Zeus tutukladığı düşmanının elinde tutukludur aslında. Aiskhylos’un tragedyasını bu açıdan okuduğunuzda, “logo ile logos arasında yapılan tercihin dramı”nı yaşarsınız.

Girişteki alıntıyı yazılarımda ilk kullanışımın üzerinden 10 yıldan fazla zaman geçmiş... Mitoloji devlerinin satırlarını, (sanki milattan önce değil de...) geçen hafta yazılmış gibi okumayı deneyin, hiç yadırgamadığınızı göreceksiniz. İşte “güvenilmez mythos’un arkasına saklanan ve süslü sözlerin illüzyonuyla sadece epos’tan medet uman siyasetin gerçeği”, bu ikilemi, her devirde körüklemekten ibarettir. “Logo’dan Logos’a geçemedik bir türlü”; ben ona yanarım.

Yazının Devamını Oku