Aramak üstüne

GEÇENLERDE, bir “arama konferansı”nın moderatörlüğünü (orta oyuncu gibi bir şey...) üstlendim yine.

Haberin Devamı

Toplantıya başlamadan önce bildik takılmaları savuşturduk; “Ne arıyorsunuz yahu?” Akşamına da orta şark kurnazlığının, ince hicivden nasiplenmemiş tekerlemesini göğüsledik; “Aradığınızı buldunuz mu bari?”
İzmir’de, kurumların, yüzlerini stratejik bir yolculuğa çevirmeye niyetlendikleri raslantısal mevsimlerde, bu tip toplantılara rağbet artar. Konferansların gediklisi halimle ve “dalya” demeye hayli yaklaşmış bir eskimişlikle, bendenizin de telefonları daha sık çalmaya başlar. Kentin ticari, sınai, sosyal ve kültürel dinamikleri adına sevindirici bir rüzgârdır bu... Karar vericiye, sınıflandırılmış bilgiler sunan bir resim, yani güçlü bir veri tabanı oluşturmaktır maksat. Birim zamanın verimliliğini artıran bir çalışmadır. Yeter ki sonuçlar, “günü kurtarmak” amacıyla, bir savsaklama modelinde gölgelenmesin.
Arama konferansları, sorun çözme toplantıları değildir. Kurumun eteğinde dökecek taşı olan ileri gelenleri ve geride kalmışları toplanır bir araya ve bugünü yarına bağlayan vizyonu tartışırlar... Rütbesiz toplantılardır bunlar; “yanlış, saçma, tuhaf, ayıp, uçuk-kaçık” yoktur. Aranan şey de aslında, yola çıkarken tanımlanacak, sabitlenecek bir “görüşbirliği”dir; daha fazlası değil.
Üzülerek görüyorum ki, İzmir genleştikçe, bu stratejik çalışmalara can suyu verecek insan kaynağındaki “mental büzülme” yaygınlaşıyor. Düşünecek, üretecek, tasarımlayacak yetişmiş beyinlerde, bir tedirginlik, bir hevesi kaçmışlık, bir ağzını korkak alıştırma, bir teslim olmuşluk var. Hem eteğinde dökecek taş biriktirmiş olanların hem de etekteki taşların sayısında bir azalma gözlemleniyor. Oysa, zaman yazgıya razı olma zamanı değil! Kentin kılcallarında devinen enerjiyi geometrik bir şekilde büyütmek ve vitrinlemek zorundayız. Daha çok konuşup tartışmalıyız ama karşılıklı iki “monolog”tan bir “diyalog” doğmayacağını unutmadan.
Arama konferanslarına katılanların tipolojisi üzerinde akademik bir çalışma yapılsa, aşağıdaki satırlardan daha iyisi çıkar mı, emin değilim? “Aramak” deyince, kavramın perde arkasındaki bilinçaltı figürün, yaradılıştan bu yana çok da değişmediğini görmek moralinizi bozmasın sakın; “aramak” eylemini hafife almayın yeter! Çünkü aramak niyeti, en az “bulabilme idealinin motivasyonu” kadar önemlidir. Beklenti baştan tariflenmiş olsa da, her katılımcı başka bir şey aramak için oradadır... Kimi belâsını, kimi Leylâsını, kimi de Mevlâsını arar. Öküzün altında buzağı arayanlar da vardır, dost arayanlar da. Kâtibini arayanlara da  Diyojen gibi “adam” arayanlara da rastlanır... Karanlıkta kaybettiği eşyasını, aydınlık olduğu için başka yerde arayanlar, elin eşeğini türkü söyleyerek arayanlar, hak arayanlar, Hacı Bektaş Veli gibi “her ne ararsa kendinde” arayanlar...
Ama Hoca Nasreddin meşrebinde olup, toplantıyı bir “mış gibi gösterisi”ne çevirip, sonunda yine bildiğini okuyan patronlardan bahsetmeden takım tamamlanmış olmuyor. Hani Hoca saz çalmaya kalkmış da hep aynı perdeye basıyormuş. Etraftakiler, “Olmadı” demişler, “Saz çalanlar ellerini tellerde gezdirir. Sen hep aynı yere basıyorsun...” Bıyık altından gülmüş malûm; “Onlar çalacakları yeri arıyorlar. Ben buldum da ondan...” deyivermiş. Ben de, nasıl ve nereden çalacağını bilenlere, bari “Yorgunu yokuşa sürmeseniz” diyorum.

Yazarın Tüm Yazıları