Mehmet Nuri Yılmaz

Bilimsel düşünce

19 Aralık 2003
<B>SAYIN</B> okuyucu, ülkemizde dikkati çeken en önemli problemlerden biri, bilimsel düşünceyle ilgilidir. Deyim yerindeyse ülkemizde ciddi derecede düşünce krizi yaşanmaktadır. Bugün Müslümanların durumu ilim ve fikirde nakil ve taklit seviyesini aşamamıştır. Orijinal fikirler üretemiyoruz. Dünya çapında fikir adamları ve filozoflarımız yok. Uluslararası üne sahip, yayınlarını uluslararası periyodikallerde neşreden ilim adamlarımızın sayısı çok az. Diğer İslam ülkeleri de bizden bu açıdan pek farklı sayılmaz.

İslam üzerine yazılan çizilen kitapların muhtevalarına baktığımızda, maalesef çoğunun güncel konulara hitap etmediğini, eski lafız, kavram ve düşünceleri yeni muhtevaya kavuşturmadan tekrar ettiklerini görmekteyiz. Halbuki bu çağda yaşayan bizlerin, bu çağa ait problemleri konu alan araştırmalara daha çok ihtiyacımız vardır.

Bizde kritik alışkanlığı fazla gelişmemiştir. Kritik bizde aşağılamak için yapılan bir tür tenkit olarak görülmüştür. Halbuki biz biliyoruz ki Batı'da kritisizm, ilim muhitlerinde ilmi mütalaa olarak değerlendirilmekte, ilmin ayrılmaz bir parçası olarak teşvik edilmektedir. Hakikat odur ki, tenkit edilmek insan nefsine hoş gelmez. Ancak, ilim ve tefekkürün gelişimi için şart olduğundan, buna katlanılmalıdır. Günümüzde malumattan ziyade, düşünce mahsulü bilgilere ihtiyacımız vardır. Dinimizin asıl kaynaklarında, insan düşüncesinin önündeki engelleri kaldıran, insanları hür ve serbest düşünmeye ve düşünüleni rahat ve korkusuzca ifade etmeye teşvik eden, tefekkürü ibadet olarak takdim eden naslarının bir hayli fazla olduğu herkesin malumudur.

Düşünmek derken, doğru düşünmeyi kastettiğimi ifade etmek istiyorum. Doğru düşünmek için insan aklının etkin hale getirilmesi ve onu körelten çelişkileri fark etme yetisini kaybetmemesi esastır. Kutsal kitabımız Kur'an-ı Kerim, aklımızı kullanmamızı istemekte, şartlanmışlıktan kurtulmayı öğütlemekte, insan aklını köreltici bütün fiil ve davranışları yasaklamaktadır. Kur'an, aklı ve düşünceyi devre dışı bırakıp Hz. Peygamber'in kendilerine tebliğ ettiği ilahi ve akli gerçekleri işitip de tabi olmayan, adeta bir şartlanmışlık içinde şirke bağlılıkta ısrar eden ve buna gerekçe olarak da ‘‘Atalarımızı bu yol üzere bulduk’’ (Bakara; 170) diyen politeist Araplara ağır tenkitler yöneltmektedir. Önyargılarla kuşatılmış ve şartlanmış bir kişinin çelişkileri fark etmesi mümkün değildir. Şartlanmış bir insan, tenakuzlarla ve yanlışlarla birlikte yaşamaktan zevk alır. Asıl tehlike de bu noktada kendini gösterir. Zira çelişkilerle kucak kucağa yaşamaktan haz duyanlar, dini değerleri ve kültürün bütün unsurlarını olduğu gibi değil, işine geldiği şekilde anlamak isterler. Hangi konuda olursa olsun bilmeden ve delillere itibar etmeden tartışmayı tercih ederler.

Ülkemiz Müslümanları olarak, tembel tembel oturup Batı'da yaşanan hızlı siyasal, teknolojik, ekonomik ve kültürel gelişmeleri, karmaşık bir ruh hali içinde yalnızca seyretmek bize yakışmaz. Selefimiz ortaçağlarda kendi şartlarına göre gelişmiş bir toplum ve medeniyeti meydana getirme başarısını göstermiş olmasına rağmen, şimdi bu geçmişin mirasyedileri olarak tembel tembel zamanımızı heba edemeyiz. Hatta hedefimiz ortaçağların parlak İslam düşüncesini yeniden ihya etmekle sınırlı kalmamalıdır. Hedefimiz daha da ileri seviyede başarılar kaydetmek olmalıdır. Bunun da yolu İslam düşüncesinin yeniden ihyasıdır. Bunu yapamadığımız takdirde, yaklaşık bizden bir asır önce yaşamış olan merhum Mehmet Akif'in serzenişini tekrar etmeye mahkum oluruz. Bakınız Akif ne diyor:

İbn-i Sina niye yok? Nerde Gazali, görelim?

Hani Seyid gibi, Razi gibi üç beş alim?

En büyük fazılınız; bunların asarından,

Belki on şerhe bakıp, bir kuru mana çıkaran,

Yedi yüzyıllık eserlerle bu dinin hálá,

İhtiyacını kabil mi telafi, asla!

Doğrudan doğruya Kur'an'dan alıp ilhamı,

Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam'ı,

Kuru dava ile olmaz bu, fakat ilim ister,

Ben o kudrette adam görmüyorum, sen göster.

Unutmayalım ki Kur'an-ı Kerim, Müslümanların veya insanların kendi nefislerindekini değiştirmedikçe, Cenab-ı Hakk'ın da onları değiştirmeyeceğini, yani insanın kendi nefsini değiştirmediği müddetçe, toplumda insana karşı çıkan veya onu zorlayan şartları değiştirmeyeceğini ifade etmektedir.

SORALIM ÖĞRENELİM

Cuma hutbesinden sonra okunan ayeti açar mısınız? Kim tarafından okutulmuştur?

Musa Ateş/Adana

Her cuma hutbesinde okunan Nuhl Suresi 90. ayet, Emevi hükümdarlarından Ömer bin Abdülaziz'in uygulaması ile başlamış ve günümüze kadar devam etmiştir. Yüce Allah bu ayette dünya düzeninin sağlam ve güzel işlemesi için adaleti, iyilikte bulunmayı ve akrabaya yardımı emrediyor. Suhşayı (yani yalan, iftira ve zina gibi söz ve fiilleri içeren çirkinlikleri), münkeri (dinin ve selim aklın doğru bulmadığı ve kötü kabul ettiği iş ve davranışlar) ile buğyı (insanlara üstünlük taslanıp onları zulüm ve baskı altında tutmayı) da yasaklıyor. Bu üç emir ve üç yasak toplum hayatında önemli bir yer tutmaktadır. Yüce Allah ayetin sonunda düşünüp tutsunlar diye insanlara öğüt veriyor.

Kur'an Peygamberimize kaç yaşında iken indi? Kaç yaşında iken tamamlandı?

Hatice Er/Trabzon

Kur'an Peygamberimize kırk yaşında iken inmeye başlamıştır. 23 yıl sonra yani 63 yaşında iken tamamlanmıştır. Aynı yıl Peygamberimiz vefat etmiştir.

Abdest aldım. Fakat başıma meshetmeyi unutmuşum. Abdestimi tazelemem gerekir mi?

Abdestinizi yenilemeniz gerekmez. Başınıza meshederseniz tamamlanmış olur.

Diş kaplatmak veya dolgu yaptırmanın abdeste ve gusule zararı var mıdır?

Zehra Çiçek/Malatya

Daha önce de açıklanmıştır. Mazerete binaen diş taktırmak caizdir. Abdest ve gusulün sıhhatine mani değildir. Ancak çıkarılıp takılan dişler boy abdesti alındığında çıkarılmalıdır.

Namazdan sonra cami içinde veya önünde cemaat arasında tokalaşma yapılmaktadır. Bunun dinde yeri var mı?

Turan Kanber/Ankara

Namazlardan sonra cami içinde veya önünde sıraya dizilerek musafaha (tokalaşma) yapılmasının dinde yeri yoktur, bidattir. Bunun adet haline getirilmesi uygun değildir. Ancak size elini uzatana, elinizi uzatınız. Bu, onu kırmaktan evladır.
Yazının Devamını Oku

Basın ve toplum

12 Aralık 2003
<B>HABERLEŞME</B> (iletişim) öteden beri kişilerarası ve toplumlararası ilişkilerde önemli bir yer tutmuştur. İnsanlararası sosyo-kültürel ilişkilerin temelinde haberleşme ve iletişim önemli bir rol oynamaktadır. Çağımızda bilginin üretimi ve araştırılması yanında; bilginin duyurulması ve yorumlanması da önem taşımaktadır. Bu durum, basın-yayının (medyanın) önemini açıkça ortaya koyuyor.

Basının, özellikle görsel basının toplumu müspet ve menfi manada etkilemedeki önemi, her türlü izahtan varestedir. Halkın siyasal, ekonomik ve kültürel eğiliminde basın, en müessir bir okuldur. Özellikle çocuklar ve gençler üzerinde anne-baba, aile, öğretmen, okul ve çevreden daha etkili olmaktadır. Kamuoyu, medya ile beslenmekte, oluşmakta, şekillenmekte ve olgunlaşmaktadır. Dolayısıyla basın, kör menfaat veya hırslara alet edildiği takdirde, son derece tehlikeli bir silah haline dahi gelebilmektedir.

* * *

Bu nedenle basınımız, toplumdaki çıkar gruplarına, bölücü, yıkıcı ve bozguncu unsurlara alet olmamalı; objektiflikten, yapıcılıktan ve toplumu bilgilendirme hedefinden asla sapmamalı; hakkın, adaletin, iyiliğin, güzelliğin ve doğruluğun sesi olmalıdır. Tiraj uğruna millet ve ülke yararları bir kenara itilmemeli, sansasyonel yazı ve resimler gazetelerimize hákim olmamalıdır. Bir amme müessesesi olan gazetecilik, genel ahlaka aykırı maksat ve menfaatlere alet edilmemelidir. Yapılan yayınlarda şahıs, zümre ve müesseseler haksız yere hedef alınmamalı, şeref ve haysiyetlere hücum edilmemeli, fert ve topluma zarar verici mahiyette yayın yapılmamalıdır. Sövgülerden ve bayağı ifadelerden kaçınılmalı, toplumun üzerine titrediği ve son derece hassas olduğu değer yargılarını küçük düşürücü, alaya alıcı mahiyette yayınlara tevessül edilmemelidir. Gazeteciliğin ilk şartı, dürüst ve namuslu olmaktır. Gazeteci, milyonlarca insanın gönlünde bir emniyet ve ahlak abidesi gibi yaşamalıdır. Haberin ulaştırılmasında asıl olan, doğruluk ve güvenilirliktir. Yalan haber toplumu her yönde ifsad eder.

Ahlakın ilgisiz kaldığı, hiçbir mesleki alan yoktur. Basın da bu kuralın dışında kalamaz. Meslek ahlak kuralları, temel ahlak kaidelerine dayanır. Bütün ahlaki yasaların temeli, ‘‘başkalarına zarar vermeme’’ ilkesine istinad eder.

Yüce kitabımız Kuran-ı Kerim, genel ahlaka, dolayısıyla basın ahlakına temel olabilecek açık ve kesin ahlaki ilkeler vazetmiştir. Ben bu konuda hayatımızda rehber ve kıstas olabilecek, özellikle basın mensuplarımıza ışık tutacak bir ayet mealini arz etmek istiyorum.

‘‘Ey iman edenler! Eğer bir fasık size bir haber getirirse, onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.’’ (Hucurat, 6).

Bu ayetten anlıyoruz ki, gazeteci bir şahsı, bir zümreyi veya bir kurumu ilgilendiren bir haberi duyunca, hemen onun doğruluğuna hükmederek yayınlamamalı, ilgili kişi ve kuruluşlardan konu hakkında bilgi almalı, gerçeği iyice araştırmalı, kamu yararını, toplumun güvenliği ve huzurunu da göz önünde bulundurarak objektif bir değerlendirmeye tabi tuttuktan sonra yayınlamalıdır. Bu, dürüstlüğün ve doğruluğun gerektirdiği bir ölçüdür. Muhabir, kendisini, bir ilim adamının araştırma objektifliği içinde, mahkeme önünde yemin ederek şahitlikte bulunan bir tanığın vicdani sorumluluğu içinde hissetmeli, gerçek olayların ortaya çıkarılmasını hedef almalıdır. Kesin olarak ispat edilmemiş olan durumlar hakkında suçlayıcı ifadeler kullanmaktan kaçınılmalıdır.

* * *

Ama maalesef bir kısım medya, gerçekleri tahrif etmekte, sansasyon peşinde koşmakta, kitlelerin düşlerini, umutlarını istismar etmektedir. Bu yayın anlayışının, topluma faydalı olacağını hiç kimsenin iddia etmesi düşünülemez. P.Lazaref adlı Fransız yazarın şu sözü bu konuda ne kadar manidardır. Diyor ki: ‘‘Demokratik bir rejimde basın yalan söylerse, rejim de ölüme mahkûm olur. Zira hákimiyete sahip olan millet, eğer doğru haber alamazsa hákimiyetini serbestçe kullanamaz.’’

SORALIM ÖĞRENELİM

Allah'ın haram kıldığı bir madde ile tedavi olunabilir mi?

İnci NİHAL/ANTALYA

Bir hastalığın tedavisi için, yenilmesi, içilmesi veya kullanılması haram olan bir madde liyakatlı bir doktor tarafından tavsiye edilir ve hastalığın tedavisi için söz konusu maddenin yerini tutacak helal bir maddenin bulunmadığı kesinlikle bilinirse bu haram maddenin ilaç olarak kullanılmasında dini bir sakınca yoktur.

Hacı olmak için başkasını vekáleten hacca göndermek doğru mu? Kuran'da bu konuda bir açıklama var mı?

Hatice ŞENOCAK/ALMANYA

Namaz, oruç gibi sırf bedeni ibadetlerde vekillik mutlak surette caiz değildir. Zekát, fıtır sadakası ve kurban gibi mali ibadetlerde vekillik caizdir. Hac ise hem bedeni hem mali bir ibadettir. Yaşlılık, hastalık ölüm vb. sebeplerle bizzat yerine getirmekten aciz olanlar, vekil olarak birini hacca gönderebilirler. Bu hususta Kuran'da bir ayet yoktur. Hadis kaynaklarında bir kadın, peygamberimize, ‘‘Babam çok yaşlı, hayvan üzerine binemiyor, onun yerine ben hac yapabilir miyim?’’ diye sordu. Peygamberimiz ‘‘Evet’’ diye cevap verdi. Mezhep imamlarının görüşü de budur.

Sigara içmek haram mıdır?

Bülent ŞAFAK/İSTANBUL

Hakkında kesin yasaklayıcı bir hüküm bulunmadığından haram denilemez. Ancak mekruh olduğundan şüphe yoktur.

Umrenin belli bir zamanı var mıdır?

Fatma ÇINAR/ERZURUM

Umre için belirli bir zaman yoktur, her zaman yapılabilir. Ancak, Hanefi mezhebinde arife günü ile bugünü izleyen dört günde, arife ve bayram günleri olmak üzere yılda beş gün umre yapmak mekruh görülmüştür.

Kadınlar mezar ziyareti yapabilirler mi?

Tuğba ÖZDİLEK/ESKİŞEHİR

Mezar, ibret almak için ziyaret edilir. Kadınlar da bu amaçla ziyaret edebilirler. Hz. Aişe'nin kabirleri ziyaret ettiği kaynaklarda mevcuttur.
Yazının Devamını Oku

Dini yorumların farklılıkları

5 Aralık 2003
<B>HALKIMIZ </B>arasında oldukça yaygın şekilde dile getirilen bir görüş var. Deniliyor ki, dinimiz bir, kitabımız bir, peygamberimiz bir. O halde neden dini meselelerde görüş ayrılığı ortaya çıkıyor? Neden Müslümanlar farklı farklı mezhep ve meşreplere ayrılmışlardır? Hayretle sorulan bu sorular, aynı zamanda bu durumdan duyulan rahatsızlığı da ifade ediyor. İnsanlar bundan iki yönden rahatsızdırlar. Birincisi, bu durum, birden fazla görüşün içinden seçme yapma gibi kendilerine bir sorumluluk yüklemektedir. Bu da zor ve zihinsel bir gayreti gerektirmektedir. İkincisi ise ihtilaf ve görüş ayrılıklarının gerçek mahiyeti kavranamayınca, bu rahatsızlık vermekte ve insanı zihnen huzursuz etmektedir. Düz mantıkla bakıldığında, insanların yönelttiği bu sorular makul ve samimi gözükmektedir. Evet, Allah'ı bir, peygamberi bir, kitabı bir olan insanlar dini konularda neden görüş ayrılıklarına düşmektedirler?

* * *

Esasen bu sorular, insanların akıl kabiliyetlerinin, benzer sorunlar karşısında benzer çözümlere ve sonuçlara varacağı varsayımına dayanır ki, bu fen ve tabiat bilimleriyle alakalı konularda doğrudur. Ancak sosyal, ahlaki ve dini meseleler söz konusu olduğunda bu varsayım aynı derecede doğru kabul edilmez.

Zira insanlar dini ve ahlaki meseleler karşısında, her zaman aynı düşünmezler. Bu alanlarda fikir birliği daha az ve daha zor olur. Nitekim tarih boyunca insanların ahlaki, hukuki, dini ve siyasi kanaatlerinin farklı olduğu görülmüştür. Çünkü insan aklı, sürekli belli bir tarihsel ve toplumsal yapıya göre (konteks) muhteva kazanmaktadır. Akıl, insanın içgüdülerinden bütünüyle bağımsız değildir. Diğer taraftan düşünce ve akıl, insanda bilgi seviyesine göre etkin olur. Bilgi seviyesi de, insandan insana farklı olacağına göre, farklı düşünceler de kaçınılmaz olacaktır. İslam'ın farklı şekillerde algılanmasının temelinde de bu gerçekler yatmaktadır.

Vahiy aracılığı ile bütün insanlara gönderilen dinin özünü, insanın yüce yaratıcı, kendisi, tabii ve sosyal çevresiyle olan ilişkilerini düzenleyen ezeli ilkeler teşkil etmektedir. Bu evrensel ilkelerde çağlar boyunca herhangi bir değişiklik olmadığı gibi, bu konularda görüş ayrılığına da pek düşülmemiştir. İnsanlar bu ilkelerden hareketle her dönemde içinde bulundukları şartlara ve zamana göre kendilerine uygun uygulama şekilleri geliştirmişlerdir.

* * *

İşte tam bu noktada vahiy tarihi boyunca ortaya çıkmış olan din ile insanların din anlayışları birbirinden ayrılmaktadır. Din, inanç, ibadet ve ahlak ilkelerinden ibaret olup kıyamete kadar değişmeden varlığını koruyacak olan kutsal bir olgu iken, din anlayışı dinin ilkelerinin insanlar tarafından anlaşılma şekilleridir. Dolayısıyla din anlayışı mahiyet itibarıyla beşeri nitelik taşımakta, kutsallık taşımamaktadır. Din anlayışının din ile özdeşleştirilmesi, hem dinin evrenselliğine, hem de insan gerçeğine aykırıdır. Dinin anlaşılma biçimlerinin dinle özdeşleştirilmesi elbette doğru değildir. 14 asırlık İslam tarihinde görülen mezhepler, İslam'ın farklı algılama tezahürleri olarak kabul edilmelidir.

SORALIM ÖĞRENELİM

Bazıları cenaze namazında sağa selam verince sağ elini, sola selam verince sol elini bırakıyor. Bu doğru mudur?

Salim TEKE/MERSİN

Cenaze namazında sağa selam verince sağ elin, sola selam verince sol elin yanlara bırakılmasının hiçbir dayanağı yoktur. Cenaze namasında eller ya dördüncü tekbiri müteakip veya her iki tarafa selam verdikten sonra bırakılmalıdır.

Dövizcilikle uğraşmanın tefecilik olduğunu söyleyenler var. Bu hususta bizi aydınlatır mısınız?

Hamza ÇELİK/ANKARA

Türk parasının günlük rayice göre herhangi bir yabancı ülkenin parasıyla değiştirilmesinde dini açıdan bir mahzur yoktur. Değiştirilen paraların alınıp satılmasında yani döviz ticareti yapmakta bir sakınca yoktur.

Ben taksitle mal alıyor, daha taksitleri bitmeden peşin olarak satıyorum. Bu yaptığım caiz midir?

İlyas KARSLI/İSTANBUL

Vadeli aldığınız herhangi bir mal sizin mülkiyetinize geçmiştir. Başka bir kişiye peşin fiyatına veya istediğiniz fiyata satabilirsiniz.

Bazı camilerde farz namazından önce ‘‘İhlas’’ Suresi okunuyor. Bunun hadiste yeri var mıdır?

Abbas AKIN/ALMANYA

Farz namazından önce İhlas Suresi'nin okunması, ne hadis kaynaklarında ne de fıkıh kitaplarında yer almıştır. Bu uygulama, camiye geç gelen Müslümanların yetişmelerini sağlamak için sonradan ihdas edilmiştir. Cemaatten bazılarının farzdan önce İhlas Suresi'nin okunmasını namazın bir parçası gibi sayması, bunun ádet haline getirilmesi kesinlikle uygun değildir.

Ezan ile kamet arasında yapılan dualar kabul olunur, diye okudum. Ayrıca ya Hannan, ya Mennan, ya Bedi demekle duanın maşrıkla mağrip arasında kabul olancağı doğru mudur?

Sırrı GÜMÜŞ/URFA

Duaların hangi zaman ve mekánda kabul edileceği Peygamberimizin bir hadisinde açıklanmıştır. Ezan ile kamet arasında yapılan duanın kabul edileceği de o hadis-i şerifte geçmektedir. Ezan ile kamet arası kişi kendisini ibadete hazırladığı ve dünyevi alakalardan uzaklaştığı için Allah'a yakındır. Dolayısıyla böyle bir dua geri çevrilmez. Ya Hannan, ya Mennan, ya Bedi yüce Allah'ın isimleridir. Onu hangi ismiyle anarsanız, zatını anmış olursunuz. Maşrık ile mağrip arası kabul olunur sözü ise asılsızdır.
Yazının Devamını Oku

Cihat ve terör

28 Kasım 2003
<B>KURAN-I</B> Kerim'de cihat kelimesi, Allah'ın rızasına uygun olarak yaşama çabası, Allah yolunda mal ve can ile çalışma, mücadele etme ve savaş, muharebe anlamlarında kullanılmıştır. Kuran'da savaşı ifade etmek için daha çok <B>‘‘kıtal’’</B> kelimesi kullanılmaktadır. Cihadı konu alan ayet ve hadislere bakıldığında, cihadın sadece savaşı ifade etmeyip, hemen hemen hayatın her safhasıyla ilgili iyilikler yolunda gayret etme, çalışma ve kötülüklerle mücadeleyi kapsadığı görülür. Peygamber, ‘‘(gerçek) Mücahit nefsiyle savaşandır’’ buyurmuşlardır. Buna göre cihat, hayatın gayesi olarak Allah'a kulluk etmek, bu uğurda nefsin meşru olmayan arzularına karşı koymak ve şeytanla mücadele etmek, Allah ve Resulü'nün koyduğu evrensel ölçülerin fert hayatında uygulanmasına, toplum hayatında da yaygınlaşmasına çalışmak, İslam'ı tebliğ etmek, ülke ve ülke insanlarını her türlü tehlike ve haksız saldırılara karşı savunmayı içeren kapsamlı bir kavramdır.

* * *

İslam'a göre harp, bizatihi ‘‘şer’’ olduğundan, ancak zorunluluk halinde başvurulabilecek bir çaredir ve zorunluluk sınırının da aşılmaması gerekir. İslam hukukçularının çoğunluğuna göre, savaşın sebebi, düşmanın İslam ve inananlara karşı savaş açmaları, onlara saldırmalarıdır. Buna göre, hiçbir kimse Müslüman olmadığından dolayı öldürülemeyeceği gibi, Müslümanlarla harp etmeyenlerle de harp edilmez.

Terör, yıldırma, şiddet eylemleri, tedhiş anlamına gelmektedir. Özellikle bir siyasi hedefe ulaşılmak için sivil halka yönelik gerçekleştirilen şiddet ve yıldırma eylemini ifade etmektedir.

Bir insanlık suçu olan terör ve tedhişin, cihat ve İslam ile bir ilişkisi yoktur. İslam dini, zulüm ve işkenceyi kesin olarak haram kılmış; kadın, çocuk, yaşlı, din adamı gibi sivillerin savaş ortamında bile öldürülmelerini yasaklamıştır. Bu sebeple, İslami bir amaç için bile olsa teröre başvurulamaz.

Müslümanların, suçlu-suçsuz ayrımı yapmadan kan döken terörle mücadele etmeleri ve terör eylemlerine karşı yapılacak ittifaklar içinde yer almaları görevleri arasındadır. Ancak vuku bulan bir terörist eyleme aynı yöntemle, suçsuzlara da zarar verecek şekilde karşılık verilmesi de tıpkı terörist eylemler gibidir.

İslam hukukunun temel prensiplerinden biri de cezaların şahsiliğidir. Buna göre kişi ancak yaptığından sorumlu tutulur. Nitekim Kuran-ı Kerim'de, ‘‘Şüphesiz hiçbir günahkár diğerinin günah yükünü çekmez. İnsan için kendi çalıştığından başkası yoktur’’, ‘‘Herkesin kazandığı yalnız kendisine aittir. Hiçbir suçlu başkasının suçunu yüklenmez’’ buyrulmaktadır. Hz. Peygamber de, ‘‘Kişi ne babasının ne de kardeşinin suçundan dolayı sorumlu tutulamaz’’ buyurmuştur.

* * *

Masum kanının akmasına sebep olan terör eylemlerinin suçlularının ortaya çıkarılıp cezalandırılması amacıyla yapılacak işbirliği, İslam'ın ruhuna aykırı düşmez. Ancak suçluların belirlenmesinde objektif kriterlere uyulması, yargısız infaza gidilmemesi, işlenen suçtan sorumlu olmayanların zarara uğratılmaması ve bu bağlamda sergilenecek eylemlerin dinler ve kültürler arası çatışmaya dönüştürülmemesi gerekir.

SORALIM ÖĞRENELİM

Bayram namazını kılamadım, sonra kaza etsem olur mu?

M.Enes AYDIN

ERZURUM

Bayram namazları cemaatle kılındığından kazası olmaz.

Fitremi ramazanda veremedim, bayramdan sonra versem olur mu?

Bahar SEYHAN

ALMANYA

Fitrenizi bayramdan sonra vermenizde bir sakınca yoktur.

Oğlum bir Alman kızla evlendi. Resmi nikáhları kıyıldı, dini nikáh malum kilisede kıyılacak. Biz kilisede, onların dini nikáhından sonra din görevlimizle yüce dinimizle ilgili birkaç kuralı yerine getirmek istiyoruz. Bir sakınca var mı?

Nurten KARAİSMAİL ALMANYA

Önemli olan resmi nikáhın kıyılmış olmasıdır. Bir din görevlisinin nikáhtan sonra kilisede de olsa dua yapmasında dini açıdan bir sakınca yoktur.

Kutsal kitaplarda kölelik ile ilgili ayetler var. Acaba kullarının yaşam tarzlarını buyuran Tanrı, bu ayetlerle insanlar arasında köleliğin normal bir iş olduğunu mu bildirdi, açıklar mısınız?

Güneş BARIŞ

ALMANYA

İnsanlar tarih boyunca içinde yaşadıkları topluma ve döneme göre çeşitli yollardan köleleştirildiler. Kölelere hiçbir hak ve özgürlükler tanınmadığı için onlar kendilerinden istenen her türlü işi yapmakla yükümlü idiler. Savaşta esir edilmek, herhangi bir suç sebebiyle cezalandırılmak, borcunu ödeyememek ya da köle anne ve babadan gelmek köle olmanın çeşitli şekillerindendi. Sümerler'de, eski Yunan'da, Roma İmparatorluğu'nda kölelerin ev hizmetlerinde, tarlalarda, madenlerde ve taş ocaklarında çalıştırıldıklarını ve bu milletlerin ekonomilerinin ağırlıkla köle emeğine dayandığını biliyoruz. Hatta Roma İmparatorluğu'nda zengin tabakayı eğlendirmek amacıyla yırtıcı hayvanlarla ya da birbirleriyle ölümüne dövüştürüldükleri de tarihi bir gerçektir. Arabistan'da ise dünyanın diğer bölgelerinde olduğu gibi kölenin, efendisinin özel zevk ve hizmetlerini yerine getirmesinin yanında ticaret eşyası olarak alınıp satıldığı ve her türlü insani hak ve özgürlüklerden yoksun oldukları da bir realitedir. Kuran, halk arasında yerleşmiş diğer kötü alışkanlıklarda yaptığı gibi köleliği de yavaş yavaş kaldırmaya çalışmıştır. Kölelere iyi davranılması, işlenen kusurların bağışlanması için birinci derecede kölelerin azat edilmesinin emrolunması, ödeyecekleri belli bir ücret karşılığında özgürlüklerine kavuşmaları, Peygamberimiz tarafından köle azat edilmesinin teşvik edilmesi, vefatından önce bütün kölelerini azat etmesi örneklerden birkaçıdır. O zamanki dünya hukukunda savaşta esir alınan erkekler köle, kadınlar da cariye olarak kullanılıyordu. Kölelik insanların bir kaderi değildir. Allah'ın hür doğurduğunu hiç kimse köleleştiremez
Yazının Devamını Oku

Kadir Gecesi

21 Kasım 2003
<B>RAHMET,</B> mağfiret, feyz ve bereket iklimi olan bir ramazan ayının da sonuna yaklaştığımız şu günlerde, Yüce Allah'ın <B>‘‘bin aydan daha hayırlı’’</B> diye vasıflandırdığı kutlu bir gece olan <B>‘‘Kadir Gecesi’’</B>ne erişmenin huzur ve mutluluğunu yaşıyoruz. Zaman ve mekánlar, kendilerinde meydana gelen büyük ve önemli olaylarla değer kazanırlar. Kadir Gecesi, bu bakımdan hiçbir zamana nasip olmayan, beşer tarihinin en önemli hadisesi olan Kuran-ı Kerim'in inmeye başladığı ve Yüce Allah'ın hakkında müstakil bir süre gönderdiği müstesna bir gecedir. Aynı adı taşıyan sürede Cenab-ı Hakk şöyle buyurmaktadır:

‘‘Şüphesiz biz, Kuran-ı Kadir Gecesi'nde indirmişizdir. Kadir Gecesi'nin ne olduğunu sen bilir misin? Kadir Gecesi bin aydan daha hayırlıdır. Melekler ve Cebrail o gecede Rablerinin izniyle her türlü iş için inerler. O gece, tan yerinin ağarmasına kadar bir esenliktir.’’

* * *

Hz. Muhammed'
e (s.a.s.) elçilik görevinin verilişi ile en büyük hidayet rehberi olan Kuran-ı Kerim'in vahyedilmeye başlandığı Kadir Gecesi'nin insanlık adına taşıdığı önemi ve değeri anlayabilmek için dünyanın İslam'dan önceki durumuna bakmamız, Kuran ve Hz. Peygamber'le insanlığın neler kazandığını, maddi ve manevi alanda hangi noktaya geldiğini kıyaslamamız gerekir. İnsanın dünya ve ahiret mutluluğunu sağlamayı hedefleyen, onun mantık ve vicdanını aydınlatan, manevi varlığımızı karartan her türlü kötülük ve olumsuzluktan arındırarak ve ahlaki değerlere yönelterek bizi mutedil ve huzurlu bir ruh yapısına ulaştıran, Kuran'dır ve onu hayatına uygulayarak bu yolda bizlere örnek ve kılavuz olan Hz. Muhammed'dir (s.a.s.).

O'nun öngördüğü mesajlarda, hiçliğe, boşluğa, anlamsızlığa, karamsarlığa, ümitsizliğe, gayesizliğe, tembelliğe, cehalete, tefrikaya, fitneye, kin ve düşmanlığa yer yoktur. Aksine Kuran'ın vazettiği ilke ve prensiplerin özünde aydınlık bir ruh, huzur dolu bir kalp, sevgi, saygı, hoşgörü, kardeşlik, dayanışma, dostluk, ilim, irfan ve ahlak vardır.

* * *

Nitekim Kuran-ı Kerim'de,

‘‘İşte bu Kitap (Kur'an), kendisinde şüphe edilecek hiçbir şey yoktur. Allah'tan sakınanlar için bir rehberdir’’ (Bakara Suresi, 2) buyurulmaktadır.

Şüphesiz Kuran'ın insanlık için rehber, yol gösterici ve ışık olması, onu anlamaya bağlıdır. Gözlerini güneşe kapayan ve ondan ışık almayanlara, Kuran'ın huzur ve mutluluk bahşetmesi elbette mümkün değildir.

Bu vesile ile son günlerde İstanbul'da Musevi vatandaşlarımızın ibadethanelerine yönelik meydana gelen ve birçok vatandaşımızın ölümüne neden olan terör eylemini şiddetle kınıyorum. Çeşitli şekillerde karşımıza çıkan terör eylemleri insanlığın karşı karşıya kaldığı en ciddi problemlerden birisidir. Her devirde mevcut olan ve hür dünya için bir tehdit oluşturan terör bugün dünya çapında her zamankinden daha geniş boyutlara ulaşmıştır.

Terörün çok vahim bir insanlık sorunu olduğu ve her nerede olursa olsun yol açtığı tahribattan insanların etkilenmesi söz konusu olduğuna göre, insanlık ailesinin bütün fertlerinin terörle olan mücadeleye imkán ve kabiliyetleri doğrultusunda istek ve kararlılıkla iştirak etmeleri gerekir. Aksi takdirde toplumsal kıyametimizi kendi kendimize hazırlamış oluruz. Bu eylemin İslam inancına mensup bir grup tarafından yapıldığının ileri sürülmesi, İslam-terör konusunu dünyanın gündemine taşımıştır. İslam'ın terörü onaylaması bir yana, savaşı bile hoş karşılamadığı apaçık ortadadır. Terör eylemine en ağır müeyyideyi getiren Kuran'dır. Bu konuyu daha sonraki yazılarımızda geniş bir şekilde ele alacağız.

* * *

İşte Kuran'ın inmeye başladığı bu kutlu gecede bu olup bitenlerin muhasebesini yapıp tüm dünyayı tehdit eden terör, kaos, kargaşa ve sıkıntılardan kurtulmak için Kuran'ı anlayalım, onun öngördüğü erdemlik doğrultusunda her türlü kötülük ve çirkinlikle mücadele ederek dünya barışının sağlanmasına katkıda bulunalım.

Kadir Gecenizi kutlar, hayırlara vesile olmasını dilerim.
Yazının Devamını Oku

Kuran álemine dönüş

14 Kasım 2003
<B>BU</B> tabir <B>Efgani'</B>ye aittir. Ona göre dünyayı yenilemek için iki kuvvete dayanmak lazım gelir. Birisi, insanın içindeki yaratıcı kuvvet -ki insan da bir ilahi ayettir-. Ötekisi, insana yol gösteren Kuran'dır. Çünkü onun ayetlerinde insan, hayatın her safhası için gerekli olan hareket tarzını bulabilir.

Efgani, ‘‘Bu Kuran álemi asırlardan beri mevcut olmasına rağmen gizli kalmıştır, henüz gerçekleşmemiştir’’ der.

* * *

Peki bu Kuran áleminin kuvveden fiile çıkmamasının nedeni ne olabilir? İşte neden:

Atalarına körü körüne bağlılıklarından ötürü vahyi unutan gelenekçilerdir. Kuran bunlara şöyle seslenir:

‘‘Onlara, ‘Allah'ın indirdiklerine tabi olun' denildiğinde, onlar, ‘Hayır!.. Biz atalarımızın yolundan gideriz' cevabını verirler. Ya ataları hiçbir şey anlamamışlarsa? Ya onlar doğru yolda değil idiyseler?’’ (Bakara 2/170, Lokman 31/21, Zuhruf 43/22-23).

İslam dünyasında görünen durgunluk, istikrarsızlık, Müslümanların suçudur. Kuran'ın hakiki manasını unutmuşlardır. İslamiyet'in manasını anlayabilmek için bugünkü İslam dünyasına değil, Kuran'ın aslına bakmak gerekir.

* * *

Eski müfessirleri körü körüne taklit etmekle yetinip devirlerinin problemlerine hiç eğilmeksizin kuru bir hafızcılığa kendilerini kaptıran ve İslami mekanik bir ibadetler bütününe indirgeyen sözde ulemanın sorumluluğu büyüktür.

Bunlar çağların sorunlarını çözmek için Allah'ın her zaman canlı seslenişine cevap vermek yerine, Kuran ayetlerini dilbilgisi yönünden irdelemekle Kuran'a hizmet ettiklerini sandılar. İşte bu, Kuran'a hizmet iddiasında bulunmalarına rağmen bir çeşit Kuran'dan kaçıştır.

* * *

Yunan felsefesi, İslam tarihinde büyük bir kültürel tesir olarak ortaya çıkmış, Müslüman düşünürlerin görüş açılarını bir hayli genişletmiş, fakat Kuran-ı Kerim'in gerçek ruhunun ne olduğunu anlamalarını yaklaşık 200 yıl engellemiştir. Bu kimseler, Yunanlıların teorileri, pasif ve ruhsuz kavramları ile yüce Kuran'ı tefsir etme gibi bir hatanın içine düşmüşlerdir.

Çözüm Kuran álemine dönmek ve İslam'ın ilk çağlarındaki yaratıcı düşünce biçimini tekrar yakalamaktır.

Kuran'ı okurken sanki sana yeniden iniyormuş gibi oku.

Kuran áleminde neler var, onu ileriki yazılarımızda göreceğiz.
Yazının Devamını Oku

Barış ve sevgi iftarı

7 Kasım 2003
<B>MARMARA</B> Grubu Stratejik ve Sosyal Araştırmalar Vakfı ile Dini ve Sosyal Hizmet Vakfı'nın 3 Kasım 2003 akşamı Swissotel'de ortaklaşa verdikleri iftar yemeğine yurtiçinden ve dışından çok sayıda ruhani lider ve bilim adamı katıldı. Yaklaşık 5 saati aşan toplantıda hemen her konuşmacı diyalog, barış, terör gibi konular üzerinde durdu ve gerçekten çok hayati ve anlamlı mesajlar verildi.

Esasen global dünyada tüm topluluklar arasında istesen de istemesen de bilgi alışverişi, sosyal ve kültürel etkileşim, yani bir diyalog başlamıştır.

Semavi din mensuplarının da böyle bir asırda kendilerini toplumdan, dünyadan ve gelişmelerden soyutlamaları doğru bir davranış olamaz.

* * *

Yaşadığımız çağda insanlık ailesinin fertleri iktisadi, siyasi, askeri ve daha birçok alanda birbirlerini daha yakından tanıyor ve sıkı ilişkiler kurarak toplumun menfaatine olan çalışmalar yapıyorlar. Din de toplumları en fazla etkileyen bir kurum olarak varlığını devam ettirmektedir.

Dinlerin amacı ise mensubu olan insanların dünya ve ahiret saadetlerini temin etmektir. Eğer din adamları, yapacakları diyalog ve aralarında geliştirecekleri ilişkilerle dünya barışına katkı sağlayabilir, savaşlara mani olabilir, dünya kaynaklarının eşit olarak paylaşımını temin edebilir, materyalizm, pozitivizm vb. akımlara karşı mücadele edebilirler veya bu yöndeki çalışmalara katkıda bulunabilirlerse dinin amacına uygun bir iş yapmış olurlar.

Her üç dinin mensupları birbirlerine ortak tarih ve kaynak şuuru içinde bakacak olurlarsa, gelecekte barış ve akrabalık duyguları içinde birlikte nasıl yaşayabileceklerinin yolunu kolaylıkla bulabileceklerdir. Her üç din mensupları arasında tarihte görülen olumsuzlukların birbirlerini tanımadan kaynaklandığı açıktır. Kardeşlerin birbirlerini iyi tanıma konusunda günümüzde müspet gelişmeler yaşanmaktadır. Ülkemizin Avrupa Birliği'ne girişi ile birlikte bu tanıma süreci daha da kolaylaşacaktır.

* * *

Kardeş dinlerin aralarındaki ayrılıkları, farklılıkları anlayış ve hoşgörü ile karşılamak gerekir. Kardeşleri teke indirgeme arzusu, tarihin bütün dönemlerinde problemlere vesile olmuştur. Halbuki Kur'an-ı Kerim ilahi iradenin bu istikamette olmadığını bize haber vermektedir. ‘‘Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol belirledik. Allah isteseydi hepinizi bir tek ümmet yapardı, fakat size verdiklerinde sizi sınamak istedi. Öyleyse hayır işlerine koşun, hepinizin dönüşü Allah'adır’’ (Maide, 48).

Cenab-ı Hakk, Hucurat suresinin 13. ayetinde de, ‘‘Sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık, birbirlerinizi tanıyasınız diye sizi kabilelere ayırdık’’ buyurmaktadır. Burada birlikte yaşamanın ipuçları açıkça ortaya konulmaktadır. Farklılıklar muhafaza edilecek ve asla ihtilaf ve kavganın sebebi görülmeyecektir.

Bu muhteşem toplantıyı tertip edenlerden Marmara Grubu Stratejik ve Sosyal Araştırmalar Vakfı Başkanı Sayın Akkan Suver Bey başta olmak üzere tüm emeği geçenleri tebrik ediyor ve bu toplantının dünya barışına katkı sağlaması niyazında bulunuyorum.
Yazının Devamını Oku

Vatandaşın soruları üzerine

31 Ekim 2003
<B>MÜBAREK</B> ramazanın gelmesiyle vatandaş sorularında bir hayli artış oldu. Kimileri ilmihal kitaplarında hemen cevaplarını bulabilecekleri soruları sorarken, kimileri de geçen yıllar televizyonlarda tartışılan örneğin, ‘‘Teravihin kaç rekat olduğu’’, ‘‘Cünüp ya da abdestsiz insanın Kuran'a el sürüp süremeyeceği’’, ‘‘Namazın beş vakit olup olmadığı’’ vb. sorular sormaktadırlar. Elbette vatandaşa bunların cevabını soru cevap bölümünde vereceğiz.

* * *

Doğrusu din ekseninde yapılan bu tür münakaşalar bana Osmanlı'nın son dönem medreselerindeki münakaşaları hatırlattı. Mesela; ‘‘Firavun imanlı mı öldü imansız mı?’’, ‘‘Yedi uyurların (Ashab-ı Kehf) kıtmiri (köpek) cennete girecek mi? Rengi beyaz mıydı, siyah mıydı?’’, ‘‘Sakal farz mıdır, sünnet mi? Sakalın uzunluğu ne olmalıdır?’’, ‘‘Kabirde sual melekleri Arapça mı soracak, başka dilde mi?’’, ‘‘İsa Peygamber nereye inecek? Gece mi, gündüz mü?’’, ‘‘Mahşer meydanı Şam'da mı kurulacak, başka bir yerde mi?’’, ‘‘Kahve haram mıdır, helal midir? Çünkü Ebus-Suud Efendi Yemen'den gelen kahve yüklü gemileri deldirip denize döktürmüştür. Nedeni, ateşte yanmış kavruk olduğu için’’... Daha neler neler. Ayrıca bitmez tükenmez lüzumsuz felsefi münazaralar... Ulemamız bütün bunlarla vakit geçirip metafizik vadisinde sonsuz, boş ve kısır çekişmelerle uğraşırken, diğer tarafta Batı'da genç ve zinde milletler deney metotlarına dayanan yeni bir medeniyet kuruyorlardı. Dikkat edilirse, bunlar bir toplumun zayıflama ya da çöküş dönemlerinde tezahür etmekte, bu tezahürler o toplumu yıkıma sürüklemektedir.

Nitekim doğunun zenginliklerine göz diken bu muhteris devletler, icat ettikleri savaş alet ve cihazları ile kendilerini savunmaktan aciz kalan İslam ülkelerini birer birer istila ettiler.

Bu arada ciddi ve düşündürücü soru soranlar da eksik değil. İşte bir okuyucumuz, ‘‘İki yaşında bir çocuk için dikilen elbise 20 yaşına kadar o çocuk tarafından kullanılamaz. 20 yıl boyunca çocuk büyümüş, elbise sabit kalmış ve değişmemiştir. Çünkü zaman her şeyi eksiltmiş, çürütmüş ve köhneleştirilmiş’’ diyor.

* * *

Sayın okuyucum, önce şunu söyleyeyim ki zamanın her şeyi çürüttüğü, köhneleştirdiği düşüncesine katılmıyorum. Evet zaman faktörü önemlidir. Ancak acaba üzerinden 2 bin yıl geçti diye Phthagros'un çarpım tablosu çürüdü mü, köhneleşti mi? Bugün geçersiz midir? Yine binlerce yıldır ağızdan ağıza dolaşan, dostluk, vefakárlık, cömertlik, adalet, doğruluk, şefkat gibi güzel sıfatlar, değerlerini kaybetmiş boş ifadeler midir? Unutmayınız ki dünyanın gerçekleri değişmez. Verdiğiniz elbise örneğine gelince; İslam'ın sabiteleri, değişmez kuralları ile esnekliği tamamen farklı konulardır. Bunları birbirine karıştırmamak lazım. İslam her asrın yeni meselelerine cevap verme gücü ve dinamizmine sahiptir. Yalnız bizim zamanımızda yeni meseleler meydana gelmemiştir. İslam medeniyetinin gelişip büyüdüğü hicri 7. ve 8. asırlara kadarki dönem içerisinde hiçbir yabancı kaynaktan yardım alınmadan yeni hadiselere çözümler getirilmiştir.

Son yüzyıllarda bir taraftan İslam ülkelerinin yöneticilerinin beceriksizliği ve ilgisizliği, bir taraftan eski dünyanın tozunda uyuyan ve her yeni hamleyi reddeden hocalar ve mollaların kötülüğü, ayrıca Batı karşısında dehşete kapılıp kendimize olan güveni yitirmemiz, İslam hakkında yanılgılara neden olmuştur.

* * *

Evet İslam düşüncesi, günümüzde yeniden inşa edilmelidir. Bu yeniden inşa hiçbir zaman ne köklü geleneğimizi inkár veya tekrar, ne de önümüze konan çağdaş normları ve müktesebatı körü körüne taklidi öngörmelidir. Aynı zamanda onları tamamıyla reddetme şeklinde bir iddia da taşımamalıdır. Bu çağın dayandığı normların meydan okuması karşısında, yetersizlik ve çaresizlik gösterip, kendimizi koruma refleksiyle hareket edersek bir yere varamayız. Komplekslerimizin bizi kontrol altına almasına fırsat vermeden, -tıpkı geçmişte başarılı bir yön tutmuş olan aydın ve ulemamızın yaptığı gibi- kendimizden emin bir şekilde İslam düşüncesine ve dünyasına katkı görevini yerine getirmemiz gerekmektedir.
Yazının Devamını Oku