24 Ekim 2003
<B>RAHMET</B> denizinde ruhlarımızın yıkandığı, sosyal yardımlaşma ve dayanışmanın pekiştiği, sevgi, saygı ve kardeşlik duygularının daha da geliştiği, milli birlik ve beraberliğimizin güç kazandığı, bireysel ve toplumsal yaşamdaki bu tür olumlu gelişmelerin, diğer zaman dilimlerine oranla fazla yoğunluk kazandığı müstesna bir zaman dilimi olan ramazan ayına önümüzdeki pazartesi günü ulaşmış olacağız. Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğru ile yanlışı birbirinden ayıran Kur'an-ı Kerim'in (Bakara, 185) indirildiği bir aydır. Bu ayda sevgili Peygamberimiz, vahye muhatap olmuş, yüce Allah'tan aldığı ölümsüz prensipleri insanlara aktarmaya başlamıştır. İçinde ‘‘bin aydan daha hayırlı olan Kadir gecesi’’nin bulunması, bu ayın manevi değerini daha da artırmaktadır.
* * *
Bu aya damgasını vuran en temel ibadet, kuşkusuz oruçtur. Ulaştığımız sayısız nimetlerin kadrini hatırlatan bu ayda, geçici lezzet ve zevklerden vazgeçip sonsuza dek sürecek lezzet ve zevklere ulaşmanın sırrına, yüce Allah'ın emir buyurduğu oruç ibadeti ile kavuşulur. Mevlana Celaleddin-i Rumi oruç ibadetinin insana kazandırdığı manevi özellikleri şu özlü ifadelerle dile getirmektedir:
‘‘İnsanın asıl gıdası Allah'ın nurudur. Ona aşırı beden gıdası vermek, doğru değildir. İnsanın asıl gıdası, ilahi aşk ve ilahi akıldır. İnsan, asıl ruhani gıdasını unuttuğu ve beden gıdasına düştüğü için huzursuzdur. Doymak bilmez, ihtirasından yüzü sararmış, ayakları titremekte, kalbi telaşla çarpmaktadır. Nerede yeryüzü gıdası, nerede sonsuzluğun gıdası? Allah şehitler için, ‘Rızıklandılar' diye buyurmuştur. Halbuki o manevi gıda için ne ağız, ne de ceset vardır.’’
Hayatın sürekli zevklerine ulaşmayı hedefleyen bir anlayışın, insana saadet getirmediği aklıselim sahibi her insan tarafından bilinmelidir. Ünlü şair Nedim’in ‘‘Gülelim eğlenelim, kám alalım dünyadan’’ mısralarıyla yansıttığı zevke dayalı hayat anlayışı insanı, ‘‘İç báde, güzel sev, var ise aklı şuurun/Dünya var imiş, ya yok imiş, ne umurun’’ mısralarında dile getirilen gayesiz ve anlamsız duruma düşürmektedir.
Oruç sayesinde insan en mühim meziyetler arasında yer alan sabır ve metaneti öğrenir. Tahammül gücünün kuvvetlenmesi sayesinde, felaket ve sıkıntılarla karşılaştığı zaman ümitsizliğe düşmez. Çekmiş olduğu kısa süreli açlık, onu açların ve yoksulların halinden anlar hale getirir ve etrafındakilerden sorumlu hassas bir fert yapar. Böylece toplumsal uzlaşma zemini sağlanmış olur.
* * *
Bu ayın gelmesi, şüphesiz Müslümanları sevince boğmakta, yazılı ve görsel yayın organlarında da dini içerikli haber ve yorumların artmasına vesile olmaktadır. Bu nedenle şu hususu hatırlatmakta fayda görüyorum: Teknolojinin baş döndürücü bir şekilde gelişmesi, dünyada hızlı değişimlere zemin hazırlamakta, son teknoloji ürünlerini kullanan medya araçları ile insanlara ulaşan bilgilerle de kamuoyu şekillenmektedir. Farklı düşüncelerin kamuoyunda seslendirilmesi, demokratik hayatın vazgeçilmez bir şartı olduğu gibi, medeniyetlerin kurulması, şekillenmesi, gelişmesi ve de hayatiyetini devam ettirmesinin de genel şartıdır. Ancak düşünceleri sebebiyle farklı özellikler sergileyen oluşumların, her konudaki fikirlerini topluma ulaştırmada, sahip oldukları dünya görüşü, dini anlayış, entelektüel birikim vb. sebeplerle kelime ve kavramlara farklı anlamlar yüklenmesinin, toplumda yanlış anlaşılmalara ve kargaşalara zemin hazırladığı bir gerçektir.
Bu sebeple de topluma ışık tutan aydınların, fikirlerini berraklaştırması, düşüncelerini değişen değerlere göre değil, değişmeyen fıtri ve evrensel kabullere göre şekillendirmesi önem arz etmektedir.
Değerli okuyucularım! Ramazan süresince Cuma Sohbetleri'nin yanı sıra, her gün soru-cevap bölümü olacak. Bu sebeple cevabını bulamadığınız soruları burada cevaplayacağım. Ramazan ayının hayırlara vesile olmasını niyaz ederim.
SORALIM ÖĞRENELİM
Ben nefes alıp vermekte zorlanıyorum. Solunum yetersizliğinden rahatsızım. Rahat soluk alabilmek için ağızdan sprey kullanıyorum. Bu spreyler direkt mideye gitmeyip sadece akciğerdeki bronşları açıyor. Oruç iken iki, üç defa kullanırsam orucum bozulur veya sakatlanır mı?
Ekrem CANAYAZ/İSTANBUL
Sizin de ifade ettiğiniz gibi mideye gitmeyip akciğerdeki bronşları açmak için kullanılan sprey orucu bozmaz.
Ben 80 yaşında bir bayanım ve gözlerimdeki rahatsızlıktan dolayı maalesef Kur'an-ı Kerimi yazılı olarak takip edemiyorum. Kasetten dinleyerek de ‘‘hatim’’ indirebilir miyim?
Hayriye ARMAY/İSTANBUL
Kur'an-ı Kerim dinlemek, okumak kadar sevaptır. Kişiden veya kasetten Kuran dinlemek ‘‘hatim’’ indirmiş gibi sevap kazandırır.
Bizim burada bazı kişiler klorlu suyla abdest alınamayacağını söylüyorlar. Klorlu suyla abdest almak dinimizce engel midir?
Feridun SEFİLOĞLU/Münih-ALMANYA
Bilindiği üzere abdest, boy abdesti sağlık için zararlı olmayan (mikropsuz) temiz su ile alınır. İçilmesi ve kullanılması sağlığa zararlı sularla, temiz bile olsa abdest ve boy abdesti alınamayacağı gibi, içine pislik karışmış veya renk, tat, koku gibi suyun kendine ait asli nitelikleri tamamen değişerek temiz ve mutlak su olma özelliğini kaybetmiş sularla da abdest ve boy abdesti alınamaz. Ancak, sudaki gözle görülmeyen, sağlığa zararlı bakterileri öldürmek ve suyun temizleme özelliğini artırmak gibi amaçlarla suya belli oranlarda klor, kireç ve benzeri maddelerin karıştırılması, abdest veya boy abdestinin sıhhatine engel değildir. Esasen bu maksatla suya katılan maddeler, dinen temiz olduğu gibi, suyun asli vasıflarını da değiştirmemektedir.
Ramazan orucu ne zaman farz kılındı?
Mine Sevim ÖZÇELİK/MERSİN
Ramazan orucu hicretin ikinci yılında, Peygamberimizin Bedir Savaşı'na hazırlandığı bir sırada farz kılındı.
Yazının Devamını Oku 
17 Ekim 2003
<B>KİTLE</B> iletişiminin gelişip çeşitlilik kazanmasıyla birlikte, çocuklarımıza ve gençlerimize yönelik tehlikelerin boyutları da giderek büyümeye ve önü alınamaz bir hale gelmeye başladı. Kastettiğimiz şey, müstehcenliktir. Televizyon, yazılı basın ve internet aracılığıyla insanlarımızın beyin ve ruh bölgelerine kargolanan sayısız yazı ve görüntü, toplumsal ahlakımızı iyiden iyiye tehdit eder noktaya ulaşmış bulunuyor. Gün geçmiyor ki, herhangi bir televizyon kanalında veya diğer iletişim araçlarında ‘‘erotizm’’ adına kadını istismara yönelik bir görüntüye tanık olmayalım. Birçok televizyon kanalının akşam programlarında çeşitli isimler altında sunulan programlarda sıradışı birtakım ilişkiler son derece masum ve olağan haberler gibi takdim edilmekte, özellikle çocuklarımız ve gençlerimiz bu çarpık yaşam tarzlarının zoraki seyircisi haline getirilmektedir. Yine öğreniyoruz ki, internet kanalıyla genç ve yetişkinlerimize ‘‘iğrenç’’ diye tarif edilebilecek nitelikte yüzlerce, binlerce yazılı ve görüntülü materyal gönderilmekte, daha da kötüsü bu faaliyetler artık ‘‘sektör’’ diye tanımlanabilecek geniş bir alanda boy göstermektedir.
Bu sınırsız özgürlüğün ruhları karartan, ahlaki değerlerimizi böylesine ‘‘habis’’ urlarla kuşatan bu tehdit karşısında toplumun adeta reflekslerini kaybetmiş bir halde bulunması, bunlara karşı bireysel ve toplumsal tepki kanalları oluşturamamış olması, olayın vahamet boyutunu giderek artırmaktadır. İlgili ve yetkili organlar ise, bütün bunlar başka bir ülkede oluyormuşçasına, kayıtsız ve duyarsız bir duruşla insanımızı bu pislikler yumağı içinde korumasız bir halde tutmaya devam etmektedir.
Ahlaki erozyon, bir toplumu çökerten en tehlikeli etkenlerden birisidir. Ahlakta ölçüyü kaçırmış toplumların, ölçü adına başka herhangi bir şeye sarılıp felah bulmaları mümkün değildir. Çünkü, ahlaki değerlerin yitirildiği bir yerde ‘‘değer’’ diye sarılabileceğimiz başka sığınak yoktur. Ahlaksızlık, bütün değerleri toptancı anlayışla yok eden bir ‘‘terminatör’’dür. İlke tanımaz, sınır tanımaz ve her şeyden önce insan tanımaz! Onun içindir ki, manevi bünyemizi tahribe yönelik bu sorumsuz gidiş karşısında silkinip, sorumluluk alma zamanı herkes için gelip çatmıştır, bu konudaki tepki ve tedbir reflekslerinin vakit geçirilmeden çalıştırılması gerekmektedir.
Kadın, müstesna bir yaratıktır ve ‘‘analık’’ gibi kutsal bir kavramla taçlandırılmıştır. Ailenin ve toplumun direğidir. Çok değerli bir hazinedir. Bu varlığın birtakım çarpık ilişkilerin, para ve hevesin aracı haline getirilmesi utanç vericidir. Kadın derneklerimizi, kadın konusunda duyarlılık taşıyan herkesi bu onur kırıcı istismarlar karşısında vaziyet almaya, tepkilerini ortaya koymaya çağırıyorum.
Yüce dinimiz kadını üstün bir değer olarak ele alır, onun varlığının ve iffetinin korunmasını ferdi ve toplumsal yükümlülüklerimizin önüne koyar. Kadını cinsel bir obje olarak kullanıp bundan maddi çıkar sağlamak isteyenler, Allah'ın öfkesi ile karşı karşıyadırlar. Kuran-ı Kerim'de bununla ilgili pek çok ayet vardır. Kutsal kitabımız, ahlaksızlık, hayasızlık ve sapkınlık yüzünden yok edilmiş kavimlerden, yerin dibine batırılmış şehirlerden söz eder.
Sohbetimizi Ziya Paşa'nın bir kıtasıyla bitiriyorum:
‘‘Lanet olsun ol mala ki tahsiline anın
Ya din, ya namus, ya ırz olur alet.’’
SORALIM ÖĞRENELİM
Birisine 1 milyon TL. borç verip seneye aynen 1 milyon TL. geriye öderse ve de yüzde 40 enflasyon varsa paranın değeri 600.000 TL. olacak. Böyle durumlarda dinimize göre nasıl ödeme yapmamız lazım?
Hüseyin TUNÇ-Maryland/USA
Günümüzde özellikle az gelişmiş ülkelerde para değer kaybetmekte, gün geçtikçe satın alma gücü azalmaktadır. Bu sebeple öncesine ait bir borç aynen ödendiği takdirde alacaklı zarara uğramaktadır. Oysa dinimizde ‘‘Başkasına zarar vermek ve başkası yüzünden zarar görmek yoktur’’, bu itibarla para değeri çok sık hemen her gün değişmekte olduğundan, paranın borçlanma zamanındaki değeri alım gücü dikkate alınarak ödeme yapılması gerekir.
Hz. İbrahim İncil'e göre İshak'ı Kuran'a göre ise İsmail'i kurban edecekmiş. İncil'in Kuran'dan çok daha eski olduğunu ve Kuran'daki birçok anlatının İncil'den kaynaklandığını düşünürsek, doğru kurbanın İshak olması gerekmez mi?
Selma GÖKSEL
Kuran-ı Kerim'de kurban edilecek çocuğun ismi verilmeksizin nakledilmektedir. Kurban edilecek çocuğunun adının Kuran'da bildirilmemesi, diğer taraftan Tevrat'ta ve Yahudi geleneğinde İshak olarak kabul edilmesi, İslam bilginleri arasında görüş farklılıklarının ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bir kısmı İsmail'in, bir kısmı da İshak'ın kurban edilmek istendiğini ileri sürmüşlerdir. Her iki taraf da kendi görüşlerini ispat yolunda birtakım deliller ortaya koymuşlardır. Ancak kurban edilmek istenen çocuğun İsmail olduğu görüşü daha kuvvetlidir. Şöyle ki; Kuran'da ifade edildiği şekliyle İbrahim peygamberin hiç çocuğu olmadığı için Allah'tan çocuk talep etmiş ve İsmail dünyaya gelmiştir. İsmail onun ilk çocuğudur. Bu hususta Yahudi, Hıristiyan ve Müslümanlar arasında ayrılık yoktur. Kurban edilmek istenen işte bu ilk çocuktur. Çünkü kurban hadisesinden hemen sonra Hz.İbrahim'e bu imtihandan başarı ile çıkmanın ödülü olmak üzere salih (iyi) kişilerden bir peygamber olarak İshak müjdelenmiştir. Bu ise İshak'ın kurban olayından sonra doğduğunu göstermektedir. Şunu ifade edeyim ki, Kuran diğer kıssalarda olduğu gibi bu kurban olayında da vermek istenen mesaj, İbrahim peygamberin yüce yaratıcıya olan teslimiyeti ve itaati, kurban edilecek çocuğun ise sabır göstermiş olmasıdır. Kurban edilmek istenen çocuğun İsmail veya İshak olması önemli değildir. Önemli olan insanlığın bu olaydan ders almasıdır.
Hızır Aleyhisselam kimdir? Onun biyografisi hakkında bilgiler istiyorum.
Nergis KARAOĞLU/İstanbul
Hızır adının İlya Bin Melkan olduğu rivayet edilmektedir. Hızır yeşillik anlamına gelir. Oturduğu yer yeşerdiği için bu ismi aldığı menkibelerde geçmektedir. Musa peygamberin Allah'ın emri ile iki denizin birleştiği yerde kendisiyle buluştuğu ve bir süre arkadaşlık yaptığı, ancak gördüğü garip hallerden dolayı sabredemeyip ayrıldığı zatın Hızır olduğu İslam bilginlerinin çoğu tarafından ifade edilmiştir. Kur'an-ı Kerim'de ise Hızır adı geçmemektedir. Musa peygamberin arkadaşlık yaptığı zatla ilgili ‘‘Biz ona katımızdan rahmet ve gizli ilim verdiğimiz kul’’ diye geçmektedir. Hızır'la ilgili edebiyatta özellikle İran edebiyatında hayat suyu içtiği ve ölümsüzleştiği yolunda mitolojik bilgiler vardır. Hızır'ın hayatta olup olmadığı İslam bilginleri arasında öteden beri tartışma konusu olmuştur. İbn-i Ethem ve Muhiddin İbn-i Arabi gibi tasavvufçular, Hızır'ı gördüklerinden bahsetmiş ve onunla yaptıkları konuşmaları eserlerinde anlatmışlardır. Bu kişilerin gördükleri şey dış alemle ilgili, maddi bir görüş olmayıp, iç alemle ilgili bir görüştür. Tasavvufta buna ‘‘vakia’’ adı verilir, yani içsel bir müşahadeden ibarettir. Şüphesiz herkesin bir ömrü vardır. Eceli gelen her insan mutlaka ölür. Hızır'ın yaşadığına dair nakledilen rivayetler zayıftır. Nitekim Kuran-ı Kerim'de peygamberimize hitaben ‘‘Senden önce hiçbir beşere ebedi bir yaşam kılmadık’’ buyurulmaktadır.
Yazının Devamını Oku 
10 Ekim 2003
<B>ALMANYA'dan sihir ve büyü konusunda bilgi isteyen sayın okurum:</b> İslam dini büyücülük, falcılık, káhinlik, müneccimlik ve herhangi surette gaybı bildirmek için başvurulan her çarenin sahteliğini açıklamış, insanların bu yolla şirke sürüklenmesine engel olmuş ve insanların merakını istismar eden insanlara Müslümanların dikkatini çekmiştir.
Birtakım gizli kuvvetlerin insanlar üzerinde tesir ettiğini iddia ederek büyü, tılsım veya üfürük ile bu tesirleri gidermeye çalışmak, bu tip şeylerle meşgul olanlara değer vermek de insanı şirke götüren tehlikeli davranışlardandır. Kuran'a göre bütün bu iddiaların hepsi yalandır ve insanlara gereken, ‘‘Yalnız Allah'a kulluk etmek ve yalnız Allah'tan yardım dilemek’’tir. (Fatiha Suresi, 4).
* * *
Arap dilinde ‘‘sihir’’ kelimesiyle ifade edilen büyü, çeşitli tekniklerle ve gayri meşru yollarla insanları bir tür manyetize edip, tabiat kanunlarına aykırı birtakım olayları gerçekleştiriyormuş görüntüsü vererek aldatma faaliyetidir.
Sihir kelimesi dilimizde cincilik, muskacılık ve benzeri yollarla maddi manevi araçları kötüye kullanarak, bazı şeyleri gerçekleştirme çabası anlamını da ifade etmektedir.
Kuran-ı Kerim'de büyü kavramına, çeşitli vesilelerle sıkça temas edilmiş, birçok ayette Allah'ın peygamberlere indirdiği vahyin ve bu peygamberlerin hak olduğu, sihir ve sihirbaz olmadığı bildirilmiş, káfirlerin peygamberlere karşı yürüttükleri muhalefet ve iftira kampanyalarında sihirbazlardan destek istedikleri ifade edilmiş ve sihirbazların yalancı ve düzenbaz oldukları vurgulanmıştır. ‘‘Sihirbaz nereye varsa kurtuluşa eremez’’ (Taha, 69), ‘‘Sihirbazlar kurtuluşa eremezler’’ (Taha, 77) mealindeki ayetlerle, Hz. Peygamberin sihir yapmayı büyük günahlar arasında sayması (Buhari, ‘‘Vesáyá, 23; Müslim, ‘‘İman’’, 144) İslam'ın büyücülüğe karşı takındığı olumsuz tavrın açık bir ifadesidir.
Büyük günahlar arasında zikredilmesine rağmen büyü ve sihrin rağbet görmesinin tek sebebi, dini inançların zayıflığı ve büyü muhtevasının yeterince bilinmemesidir. İşte bundan dolayıdır ki, izahında güçlük çekilen, çözümünde aciz kalınan problemlerin halledilmesinde öncelikle dinin ana kaynakları olan Kuran-ı Kerim ve hadis-i eriflere müracaat etmek gerekirken, çoğu kere din eğitiminden haberi olmayan, büyücülüğü meslek haline getiren kişilere başvurulmaktadır.
Kuran-ı Kerim, sihir ve benzeri uygulamalarla ilgilenenleri şöyle ikaz eder:
‘‘Halbuki onlar, Allah'ın izni olmadıkça o sihirle hiç kimseye zarar veremezlerdi. (Onlar böyle yaparak) kendilerine zarar veren, fayda getirmeyen şeyleri öğreniyorlardı. Andolsun, onu satın alanın ahirette bir nasibi olmadığını biliyorlardı. Kendilerini karşılığında sattıkları şey ne kötüdür! Keşke bilselerdi.’’ (Bakara, 2/102)
* * *
İslam'da büyü yasaklanmıştır. Büyü bozdurmak adıyla yapılan işlem de büyü kapsamındadır. Kendisine büyü yapıldığı zannına kapılan kişinin, büyücülere gitmesi doğru değildir. Dolayısıyla bir büyücüden şifa bulamayınca diğerine koşmak, bu işin tacirliğini yapanları kapı kapı dolaşmak daha beter bataklığa gömülmek demektir.
Bu sahanın uzmanı olan doktorlarla istişarelerde bulunmak ve tedavi yolları aramak en doğru yoldur. Ayrıca büyü ve büyücünün zararlarından kurtulmanın en emin yolu da Allah'a sığınmak, O'na ibadet etmek ve duada bulunmaktır.
SORALIM ÖĞRENELİM
Kadınların camiye gitmeleri caiz midir?
Nalan KIRIMLI-ALMANYA
Kadınların namaz vakitlerinde camiye giderek namaz kılmaları bizim arzumuzdur. Kadınların camiye gitmesine dinimiz engel değildir.
Kadının kestiği hayvanın etinin yenmesinde bir sakınca var mıdır?
Kenan AKASLAN- Keçiören/ANKARA
Kadının usulüne göre kestiği hayvan da tıpkı erkeğin kestiği gibi yenir, bir sakınca yoktur.
Kocam, karnımdaki çocuğu aldırmam için baskı yapıyor, buna hakkı var mı?
Dilek MERCAN/FRANSA
Koca böyle bir zorlamada bulunamaz, buna hakkı yoktur. Kocanız zorlasa da çocuğunuzu aldırmayabilirsiniz.
Düşük yapan bir kadın lohusa olur mu?
Sevilay YERLİ/KASTAMONU
Düşük yapan bir kadının düşürdüğü çocuğun el, ayak gibi organları belirmişse, böyle bir düşükte kadın lohusa olur. Aksi takdirde organları belirlenmemişse lohusa sayılmaz.
Kocamdan habersiz hayır yapabilir miyim, caiz midir?
Ayşe VURAL/MUĞLA
Karı ile kocanın malları ayrıdır. Yani her birinin malı kendisine aittir. Kadın kendisine ait malını kocasının izin ve rızasını almadan dilediği gibi meşru şekilde harcayabilir, dilediği hayrı yapabilir, sadaka verebilir. Ancak kadın, kocasının malını evin zaruri ihtiyaçları dışında izni ve rızası olmadan harcayamaz. Kocasının malından herhangi bir kimseye bağışta bulunamaz. Koca da aynı şekilde karısının malından onun izni olmadan harcayamaz. Fakat kadın, kocası gördüğü veya haberi olduğu takdirde izin vereceği ve razı olacağını bildiği miktarlarda harcama ve tasarruflarda bulunabilir, hayır yapabilir. Bu takdirde hem kendisi hem de kocası sevap kazanır.
Yazının Devamını Oku 
3 Ekim 2003
<B>BİR</B> okuyucum, gönderdiği faksta tevekkül (Allah'a dayanma, Allah'a güvenme) konusunu kendine göre değerlendirmiş ve bu değerlendirmeleri ile ilgili görüşümü istemektedir. Sayın okurum, değerlendirmelerinizin bir kısmına katılmamak mümkün değil. Ancak bazı noktaların aydınlatılmasında fayda var. Şöyle ki; yaratılmışların en şereflisi olan ve kendisine akıl verilen insan, bu yeteneği ile yaradanını bulur, düşünür, iyiyi kötüden ayırt eder. Ancak insan, kendisine verilen yeteneğin bir sınırı bulunduğunu, mutlak kudretin bütün káinatı yaratan Allah olduğunu da bilmelidir.
Yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'de ‘‘İnsan, yalnız çalışmasının karşılığını alır’’ (Necm, 53/59) buyurarak insanların ancak kendi el emeklerinin karşılığını bulacaklarını bildirmekte, kişinin kendisi, ailesi, ülkesi, milleti ve tüm insanlık için çalışmasını istemektedir.
Tevekkül, hedefe ulaşmak için gerekli olan maddi ve manevi sebeplerin hepsine başvurduktan ve yapacak başka bir şey kalmadıktan sonra Allah'a dayanıp güvenmek ve ondan ötesini Allah'a bırakmak demektir.
Gerçek tevekkül eden kişi çalışmadan kazanılamayacağını, ekmeden biçilemeyeceğini, amelsiz cennete girilemeyeceğini, ihlasla ibadet ve taatta (Allah'ın emirlerin yerine getirme) bulunmadan Allah'ın rızasına kavuşulamayacağını bilir.
Nitekim Hz. Peygamber de devesini salarak tevekkül ettiğini söyleyen bedeviye, ‘‘Önce deveni bağla, Allah'a öyle tevekkül et’’ (Tirmizi, ‘‘Kıyamet’’ 60) buyurarak tevekkülden önce tedbirin alınması için uyarıda bulunmuştur.
Hz. Ömer, bir gün hiçbir iş yapmadan boş boş oturan ve vakitlerini öldüren kişilere ne yaptıklarını sordu. Onlar, ‘‘Biz Allah'a tevekkül ederiz, mütevekkilleriz’’ dediler.
Hz. Ömer, ‘‘Çoluğunuza çocuğunuza kim bakar?’’ diye sorduğunda da, ‘‘Biz çalışmayız, çoluk çocuğumuza yakınlarımız bakar’’ cevabını alınca kızarak, ‘‘Siz mütevekkil değil, müteekkilsiniz, yani hazır yiyiciler, başkalarının sırtından geçinen asalaklarsınız’’ cevabını verdi.
Böylece Hz. Ömer, çalışmadan, sebeplere sarılmadan, tedbir almadan ‘‘Allah böyle dilemiş, takdir-i ilahi buyurmuş... Kader’’ deyip boş boş oturmanın, gerçek tevekkülle alakası olmadığını öğretti.
Öyleyse tevekkül, çalışıp çabalamak, çalışıp çabalarken Allah'ın bizimle olduğunu hatırdan çıkarmamak ve sonucu Allah'a bırakmaktır.
Yüce Allah bir ayette, ‘‘Kararını verdiğin zaman artık Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever’’ (Ál-i İmran, 3/159) buyurmuş, müminlerin yalnızca kendisine güvenmelerini emretmiş, tevekkül edene kendisinin yeteceğini bildirmiştir.
Hayatın her safhasında karşımıza pek çok pürüz çıkabilir. Alınan tedbirler, yapılan istişareler neticesiz kalabilir. Yerden, gökten insan gücünün önleyemeyeceği nice afetler belirir ve böylece bütün hesaplar altüst olabilir. Bu nedenle başladığımız bir işin kötü sonuçlanması veya ummadığımız anlarda başımıza gelen bela ve musibetler karşısında sabır ve metanet gösterilmesi, tevekkülü gerektirir.
Bir Müslüman'ın kendisine düşeni yaptıktan sonra ötesini Allah'a havale edip de O'na güvenmesi ve O'nun en iyisini, en güzelini, en hayırlısını nasip edeceğine inanması, moralini yükseltir. Günümüz insanının buna ihtiyacı vardır.
SORALIM ÖĞRENELİM
Kandil gecelerine mahsus namaz türü var mıdır?
Burhan POLAT/ANKARA
Peygamberimizden 400 yıl sonra Kudüs'te beraat namazı halk tarafından icat edilerek kılınmaya başlanmış, daha sonraları miraç, regaip ve kadir namazları kılınmış. Ancak bu gecelere özgü namaz yoktur. Bu geceleri değerlendirmek isteyen istediği şekilde değerlendirebilir.
Kur'an-ı Kerim'de çeşitli ayetlerde faizin haram olduğu (Bakara 275) yazıyor. Bankada biraz param var, faiz getiriyor, bu haram mı? Yoksa Kur'an'da adı geçen faiz ‘‘fahiş faiz’’ midir? Kaza namazı borcu olan birinin nafile namazlarla (kuşluk ve evvabin) uğraşmasının haram olduğunu okudum. Kaza namazım bitene kadar bu namazları kılmalı mıyım?
Gülnur KÖKSAL/İSTANBUL
Kur'an-ı Kerim'deki Bakara 275'teki faizin bütün çeşitleri yasaklanmıştır. Kaza namazı olan kimse peygamberimiz tarafından kılınan farz namazların başında ve sonunda olan sünnetleri kılabileceği gibi, kuşluk, evvabin, teheccüt namazlarını da kılabilir. Haramdır sözü asılsızdır.
Reenkarnasyon var mı? Namaz kılarken erkeklerin ve bayanların uyması gereken giyim tarzı var mı? Varsa nasıl olması gerekiyor? İnsan ve cinlerin yaratılmasından önce Allah'a kulluk eden başka bir toplum var mıydı? Cuma namazından sonra öğle namazının farz ve sünnetlerinin kılınmaması gerektiği söyleniyor, doğru mu? Hıdrellez, kurşun dökme, okunmuş pirinç, okunmuş su gibi şeyler ve tespih çekmek dinimizde var mıdır?
Önder ÖZER/İSTANBUL
Daha önce bu köşede reenkarnasyonla ilgili görüşlerimi açıklamıştım, kısaca belirteyim ki, günümüz materyalist düşünce ve yaşayışına karşı tepki olarak ortaya çıkan ruhçu akımın bir yan ürünü olmakla birlikte, Kur'an-ı Kerim'de mümkün görülmemektedir. Mü'minun Suresi'nin 99.-100. ayetlerinde Yüce Allah, ‘‘Onlardan birine ölüm gelince, Rabbim, beni terk ettiğim dünyaya geri çevir, belki yapmayıp noksan bıraktığımı tamamlar, iyi işler işlerim, der. Hayır, bu kendi sözüdür. Diriltilecekleri güne kadar arkalarında (veya önlerinde) geriye dönmekten alıkoyan bir barzah (engel) vardır’’ buyurmaktadır. Reenkarnasyon nazariyesi akli delillerle de çürütülmüştür.
Namazlarda giyim tarzı, erkekler için asgari göbekten diz kapağı altına kadar olan yeri kapatmak gerekir. Ancak uygun olan elbisesini giyinip öyle namaz kılmalı. Kadınlar için ise el, yüz ve ayaklar dışında olan yerlerin namaz kılarken kapatılmasıdır.
İnsan ve cinler yaratılmadan önce Allah'a kulluk eden meleklerin varlığı Kur'an'da geçmektedir. Ayrıca bazı kaynaklarda yeryüzünde ‘‘can’’ kavminin yaşadığından söz edilmektedir.
Cuma namazı, öğle namazının yerini almaktadır. Cuma namazı, öğle namazının yerine kılındığına göre öğle namazının farz ve sünnetlerini kılmanıza gerek yoktur. Yurdumuzda bazı illerde de kılınmamaktadır.
Hıdrellez, halkımız tarafından bir gelenek olarak baharın gelişini kutlamaktır. Dini bir tarafı yoktur.
Kurşun dökmek, okunmuş pirinç, okunmuş su gibi şeyler batıldır, hurafedir, dinimizde yoktur. Tespih, Uzakdoğu kültüründen bize intikal etmiştir. Namaz sonrası yapılan tesbihatı saymak için kullanılmaktadır. Tesbihat yapmak isteyen el ile sayabilir, tespih ile yapmak mecburi değildir.
Yazının Devamını Oku 
26 Eylül 2003
<B>DOSTLUK </B>en az iki yetişkin, özgür, bağımsız iki şahsiyet arasında kurulan ilintiler ve yakınlıklardır.Montaigne, yüksek ve yalın dostluk için şöyle demiştir: Dostlukta ruhlar o kadar derinden uyuşmuş, karışmış, kaynaşmıştır ki onları birleştiren dikişi silip süpürmüş ve artık bulamaz olmuşlardır. Mevlana karşısında duran kişiye ‘‘Sen, bensin. Çünkü sen, ben olmayınca dostluk kurulmaz, özel sırlar paylaşılmaz’’ demiştir. Dostlukta benmerkezciliğe hiç yer yoktur. İki bedende tek bir ruh olarak yaşamak vardır. İşte gerçek dostluk...
‘‘Görenler hiç fark etmez, seni benden beni senden
Seni bende beni sende bakıp bir tende görmüşler.’’
Dost bir ihtiyaçtır. Büyük düşünür Halil Cibran, ‘‘Dost sizin sevgi ektiğiniz, şükran (vefa) biçtiğiniz tarladır. O sizin sofranız, ocak başınızdır. Çünkü siz ona aç gelir ve huzura kavuşmak için başvurursunuz. Vakit öldürmek için aranan dost bir hiçtir. Dostu yaşanmaya değer saatler için seç. Çünkü onun vazifesi ihtiyacınızı karşılamaktır. Boşlukla karşılamak değil’’ demiştir.
Toplum bireyleri arasında gerçek kaynaşma dostlukla sağlanır. Çıkara dayalı dostluklar çıkarın bittiği yerde sona erer. Beklentilere endeksli ilişkiler, beklentilerin gerçekleşmesiyle ya da gerçekleşmemesiyle noktalanır. Sevgiye dayalı ilişkiler ise bitmez. Dostlar arasındaki sevgi arada bir ayrılmakla gevşemez. Dostluğun kolları dünyayı bir ucundan bir ucuna kucaklayacak kadar uzundur.
Sıradan dost her yerde ve her zaman kolaylıkla bulunur. Bunlara karşı tedbirli olunmalıdır. Çünkü aradaki bağ, güvensizliğe yer vermeyecek kadar düğümlenmiş değildir. Zarar görebilirsiniz. Bir fikir adamı, ‘‘Gün oldu dostlarımın elinden düşmanlarım beni zorlukla kurtardı. Beni kahreden bu oldu’’ demiştir.
Aşık Veysel, ‘‘Benim sadık yarim kara topraktır’’ derken gerçek dost bulamadığını, sadakati ve dostluğu hayatta bizi besleyen ve ölünce bağrına basan toprakta buluyor. Kuddusi dostlarının vefasızlığını şöyle dile getirir:
‘‘Çün zerre vefa görmedim ihvani zamandan
Şol yüzleri dost özleri düşmandan usandım.’’
Cami, kadınların vefasızlığından şikáyet eder, ‘‘Ahde vefa keyfiyeti yazıldığı zaman kadınların adlarına sıra gelince, kalem kırılmıştır’’ der. Kadınlar mı daha vefasız erkekler mi bilmem ama günümüzde sadık, vefalı dost bulmak zor.
Devlette işlerinin iyi gitmediği için kendisini terk eden iyi gün dostlarına bir gönül adamı şöyle seslenir:
‘‘Kahvelerim pişti gel,
Köpükleri taştı gel.
İyi günün dostları
Kötü günüm geçti gel.’’
Peygamberimiz duasında ülfet edeceği bir dost istemektedir. Güç olmakla birlikte hayatımızı tatlandıracak mal, can ve namusumuzu emanet edebilecek bir dost arayalım.
SORALIM ÖĞRENELİM
İki bayram arası evlenilmez diye halk arasında yerleşmiş bir düşünce var. Bunun doğru olup olmadığını öğrenmek istiyorum.
Arzu TUNCER
Halk arasında söylenmekte olan iki bayram arası nikáh olmaz sözü dayanaktan yoksundur. Bu itibarla Ramazan Bayramı ile Kurban Bayramı arasında düğün yapılmasında, nikáh kıyılmasında dinen bir sakınca yoktur. Nitekim Peygamberimiz, Hz. Aişe ile iki bayram arasında evlenmiştir.
Ben saç ektirmek istiyorum. Dinimizce bir sakıncası var mıdır?
Şahin TEZCAN-ANKARA
Saçları dökülmüş bir kişinin bu durumu kendisini rahatsız ediyor ve psikolojik durumunu etkiliyorsa saç ektirmesinde dini yönden bir sakınca yoktur.
Ben kiracıyım. Kira ile tuttuğum bu yeri başkasına kiraya verebilir miyim?
Samet TUZCU-İZMİR
Kira ile tutulan bir gayrimenkulün, kira müddetinin sona ermesiyle mülk sahibine teslimi veya kira mukavelesinin yenilenmesi gerekir. Kiracı, mal sahibinin rızası hilafına, bir başka şahsa kira ile oturduğu gayrimenkulü devredemez.
Geçen hafta rüşvet vermenin ve almanın günah olduğunu yazmıştınız. İnsan rüşvet vermek zorunda kalırsa günah olur mu?
Ferhat BİLGİN İSTANBUL
Kayıtsız şartsız dinimiz rüşveti haram kılmıştır. Rüşvetin alınmasını haklı kılan hiçbir sebep yoktur. Fakat verilmesini caiz kılan sebepler vardır. Bir kimsenin kendisine ait olan bir hakkı meşru ve hukuki yollardan alamaması veya çok geç, işe yaramaz hale geldikten sonra alabilmesi, ayrıca canına gelecek zarar korkusu rüşvetin verilmesini caiz kılan zorunluluk halidir. Fakat aslında bu da geçici bir hal çaresidir. Esas çare, rüşvetin verilmesine ve alınmasına yol açan ekonomik, sosyal, siyasal, idari, hukuki ve ahlaki zemini ortadan kaldırmaktır. Bu ortam mevcut oldukça sosyal bünyenin sağlığa kavuşturulması mümkündür değildir.
Ben her ay biriktirdiğim paranın bir kısmını ‘‘B’’ tipi fon olarak değerlendiriyordum. Faiz olduğunu öğrendim. Şimdi altın alıyorum. Ama kazancım düşüyor. Önerilerinizi bekliyorum.
Funda ESER
‘‘B’’ tipi fondaki mevduatınız vadeli olmadığından ve ne miktar ödeme yapılacağı önceden belirlenmediğinden ve ayrıca bir sözleşmeye dayanmadığından paranızı yatırabilirsiniz. Faizle bir ilgisi yoktur. Bu bir nevi ortaklık sayılır. Zarar etmesi de ihtimal dahilindedir.
Yazının Devamını Oku 
19 Eylül 2003
<B>İNSANOĞLUNUN</B> muhayyilesinden üreyip sistemleşen bütün faaliyetlerin hedefi insana dönüktür. Her şey insanın mutluluğu için düşünülmüştür. Dinlerin gayesi de budur. Cenab-ı Hak, ‘‘en mükemmel varlık’’ olarak yaratıp akılla şereflendirdiği insana, önce güzel ahlak sahibi olmayı emretmiş, ailesine, çevresine ve üyesi olduğu topluma karşı ödev ve sorumluluklarını birtakım esas ve kurallara bağlamıştır. Kutsal kitaplarda bu esaslara ilişkin pek çok emir ve yasaklar bulunmaktadır. İslam dini, ‘‘komşu hakkı’’ kavramından başlayarak bütün insanların hak ve hukukuna riayet edilmesini, toplum huzuru ve esenliği için vazgeçilmez bir prensip olarak vazetmiştir.
İnsanlar arasında yardımlaşma ve dayanışmaya da önem veren dinimiz, toplumu içten içe kemiren, sosyal dengeleri bütünüyle bozan, ahlaki değerleri yok eden rüşvet, irtikap ve yolsuzluk gibi hastalıkları korkutucu bir azapla lanetlemiştir. Kur'an-ı Kerim, geçmiş milletlerden misaller getirirken, yalan olduğunu bildikleri bir davada rüşvet alarak yanlış hüküm veren Yahudi hákimleri ve onlara rüşvet veren kimseleri lanetle kınamış, başka ayetlerde de, ‘‘Birbirinizin mallarını aranızda haksız sebeplerle yemeyin, sakın haksız mal edinmeyin, halkın emvalinden yemek için hákimlere, hükümetlere intisap etmeyin, rüşvet vermeyin’’ şeklinde tavsiyelerde bulunmuştur.
* * *
Hazreti Peygamber de zekát toplamakla görevlendirilmiş bir memurun, toplanan zekátın bir kısmını kendisine ayırmak istemesi üzerine onu sert bir dille uyarmış, bu olayın arkasından irad ettiği bir hutbede, ‘‘Allah'a yemin ederim ki, zekat amillerinden (tahsildar) herhangi bir kişi ‘beyt-ül mal'dan (hazine) haksız bir şey alırsa, kıyamet gününde muhakkak o kimse çaldığı malı boynuna yüklenerek haşrolunur’’ diye buyurarak bu cezanın azametini anlatmıştır. Rüşvet ve yolsuzluğu böylesine ağır bir ceza ile cezalandıran İslam, hediyeye de sınır ve ölçü koymuştur. Dinimiz, hediyeleşmeyi teşvik ettiği halde, ölçüyü aşan hediyeyi ‘‘rüşvet’’ sınıfına girer korkusu ile ‘‘alınmaması’’ yolunda bir tavsiye ile adeta yasaklamıştır.
Rüşvet ve yolsuzluk illeti, ne yazık ki içinde yaşadığımız toplumu da temelinden sarsmaktadır. Gazetelere yansıyan beyanlardan anlaşıldığına göre, toplanan vergilerin üçte biri rüşvet ve yolsuzluğa gitmekte, milyonlarca insanın alın teriyle oluşan milli hasılamızın oldukça büyük bir bölümü, vicdanları kezzapla kavrulmuş bir avuç hırsız ve çıkarcının cebine akmaktadır. Günümüzün tabiriyle ‘‘hortumlanan’’ bu paralarda tüyü bitmemiş yetimin hakkı vardır. Yaşamak için çöp bidonlarında ekmek arayan ailelerin, çocuklarına süt alamayan annelerin, işsizlikten ve yoksulluktan bunalıp kendi hayatlarına son vermeyi bile göze alan talihsiz insanların, ilaç parası bulamayan hastaların, on binlerce, yüz binlerce kimsesiz ve çaresizin ise ahları!..
Dinimiz, rüşvet alanı da, vereni de aynı derecede sorumlu tutmaktadır. İkisi de aynı suçun lanetlenmiş failleridir. Buna bir üçüncüsünü de ilave etmek mümkündür. Rüşvet ve yolsuzluğu bildikleri halde, bunları ilgili makamlara ihbar etmeyerek hastalığın kangren hale dönüşmesine seyirci kalan, yılanın kendisine değmediğini sanıp sorumluluğu başkalarına atan gafiller topluluğu. ‘‘Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır!’’ hadisi böylelerini tarif etmektedir. Onlar da bu çirkin olayın şeriki (hisse sahibi) durumundadırlar.
* * *
Allah’ın vaadi değişmez. Bütün insanlar, dünyada yaptıklarının hesabını ‘‘din günü’’nde (kıyamette) mutlak surette vereceklerdir. Bundan kaçış mümkün değildir. İnsanlar, maldan, mülkten, evlattan, hülasa dünyada sahip oldukları her şeyden sorumludurlar. İnsan, istediği gibi yaşama özgürlüğüne sahiptir. Ancak, bu özgürlüğün sınırları vardır. İnsanın hemcinsine, ailesine, çevresine, içinde yaşadığı topluma ve insanlık ailesine olan görevleri Kur'an-ı Kerim'de sayılmıştır. Bunları yerine getirmeden, istediği gibi yaşama hakkı kendisine verilmemiştir. İnsanı komşusunun açlığından sorumlu tutan bu güzel dini hepimiz, insan gibi, insan onuruna yakışır şekilde yaşamak durumundayız.
Geçmişe bakalım ve ondan ibret alalım. Pek çok köşkler virane oldu. İçlerinde behimi (hayvani) eğlencelerin binbir hayasızlıkla yaşandığı pek çok saray yerin dibine battı. İhtişamlar yok oldu. Nice medeniyetlerin bıraktığı anıtların her biri bugün ‘‘sit alanları’’nın altında gün ışığına çıkarılmayı bekliyor. Güvenilen, gururla, gıpta ile bakılan insanlar ve hayatlar... Hepsi, birer kemik yığınından ibaret. ‘‘Baki kalan bu kubbede hoş bir sada.’’ Güzel işler, güzel ameller... İşte İslam'ın bizden istediği bu!
İçinde yaşadığımız binaları ek kolonlarla sağlamlaştırarak depremlere karşı direnmeye çalışıyoruz. Ahlaki değerlerini hepten kaybetmiş bir toplumu hangi kolonlarla ayakta tutabilirsiniz? Biri eşya, diğeri insan. Biri fizik, diğeri metafizik. Biri geçicilik, diğeri sonsuzluk. Geçiciliğin aldatıcı ihtişamını, sonsuzluğun ürpertici ya da göz kamaştırıcı gerçekliği karşısında geçerli kılmak hiç kimse için mümkün değildir.
SORALIM ÖĞRENELİM
Namaz kılarken abdest bozulursa, abdest alınıp baştan mı kılınır, ya da farz veya sünnet nerede kalındıysa oradan mı devam edilir?
Hacer AZAK/ İSTANBUL
Farz namazları kılarken abdest bozulursa hiç beklenmeden ve konuşmadan abdest alınır ve kalınan yerden devam edilir. Aradan zaman geçer veya konuşulursa namazı yeniden kılmak gerekir.
Öğle ile ikindi, akşam ile yatsıyı cem edip çıkıyorum. Döndüğüm zaman ikindi geçmemiş ise tekrar ikindi veya akşamı kılmam gerekir mi?
Cem (namazları birleştirme) yolculuk veya zorunlu hallerde yapılabilir. Anladığım kadarıyla siz bunu alışkanlık haline getirmişsiniz. Bu doğru değildir.
48 yaşında namaza başladım. Rahatsızlığım nedeniyle ara verdim. Bırakıp devam edemezsem daha büyük günaha girer miyim? Her vakit namazının sonunda o vakte ait geçmiş namazımı kaza etmezsem, o günkü vakit namazımın kabul edilmeyeceğine dair görüşler var.
E.KURŞUNLU/BURSA
Namaz, yerine getirilmesi gereken farz bir ibadettir. Hastalık halinde eğilerek kılmak mümkün değilse, başınızla işaret ederek (ima ile) kılmalısınız. Kaza namazlarınızı her vakitte kılabilirsiniz. Namazı vaktinde kılmalısınız, ancak zorunluluk halinde birleştirebilirsiniz. Her vaktin sonunda kaza namazı kılınmazsa o vaktin namazı kabul olunmaz diye bir şey söz konusu değildir.
Sayın Mustafa Başoğlu-Sendika Başkanı ve Necati Ünsal-Konya
Ben yurtiçinde ve dışında birçok cami yapılmasına öncülük etmiş bir insanım. İhtiyaç duyulan yerlerde elbette cami yapılmalıdır. Söz konusu yazıda ‘‘Cami yapan insanları insan yapan mabetlerde buluşturmak istiyorsak eğitime önem vermeli, cami yapımı için gösterilen çabayı, okul yapımı için de göstermeliyiz’’ cümlesi, verilmek istenen mesajın özüdür.
Yazının Devamını Oku 
12 Eylül 2003
<B>HAFTAYA</B> 16 milyonu aşkın öğrenci ve 500 bini aşkın öğretmenle yeni ders yılına <B>‘‘merhaba’’</B> diyeceğiz. 2003-2004 yılının hayırlı olmasını her zil sesiyle dolacak sınıflarımızda, <B>‘‘Türküm, doğruyum, çalışkanım’’</B>la başlayan bu güzel <B>‘‘and’’</B>ın eğitim hamlemizi yepyeni ufuklara, başarılara ve mutluluklara ulaştırmasını diliyorum. Milli Eğitim Bakanımızın verilerine göre, 58.9 bin eğitim kurumunda 16.1 milyon öğrenci öğrenim görüyor. 578.8 bin öğretmen görev yapıyor. Türkiye çok genç bir nüfusa sahip. Sadece ilk ve ortaöğretime devam eden öğrenci sayısı bile birçok Avrupa ülkesinin ayrı ayrı nüfuslarından, bazılarının da alt alta yazılmış toplam nüfuslarından daha fazla bir sayıyı oluşturduğunu gösteriyor. Her yıl 1 milyona yakın çocuğumuzun da ilkokula adımını attığı düşünülürse, bu aynı zamanda Türkiye'nin okul ve derslik ihtiyacındaki devasa boyutları gözler önüne seriyor.
* * *
Eğitim, bir milletin, bir toplumun beka ve yükselme davasının adıdır. Önem sıralamasında değişmez bir şekilde birinci ve öncelikli yer işgal etmesi bundandır. Türk milleti olarak içinde bulunduğumuz medeniyet coğrafyasında ebediyen var olacaksak, medeni milletler ailesi arasında şahsiyetli ve kimlikli bir duruşla yerimizi koruyup, daha ileri ufuklara yelken açacaksak, eğitime sımsıkı sarılmaktan, varımızı yoğumuzu bu uğurda harcamaktan başka çaremiz yoktur. Bu, her birimiz için milli bir görev olmakla beraber, dini yönden de tartışmasız şekilde ‘‘cihat’’ hükmünde bir sorumluluktur. Cami yapan insanlarımızı, insan yapan mabetlerle buluşturmak istiyorsak, şaşmaz bir tercihle önce eğitimimizin muhtaç olduğu kanı bu damara enjekte etmemiz gerekiyor. Cenab-ı Allah yeryüzünün her noktasını Müslümanlar için ibadet yeri olarak tayin etmiştir. Camisiz ibadet olabilir, ancak okulsuz eğitim verebilmek mümkün değildir. Cami yapımı için gösterdiğimiz cehdi (çabayı), aynı derecede sevap kazandıran okul yapımı için de gösterebilirsek, gelecek nesillerin bizden beklediği bu sorumluluğu hakkıyla yerine getirmiş oluruz.
Yüce dinimizin eğitime verdiği önem, vahyin ilk sözü olan ‘‘oku!’’ emriyle başlar. Cenab-ı Allah, Kuran-ı Kerim'de, ‘‘Yaratan Rabbinin adıyla oku; O insanı bir alaktan (askı, kan pıhtısı) yarattı. Oku! İnsana bilmediklerini öğreten, kalemle (yazmayı) belleten Rabbin, en büyük kerem sahibidir’’ buyurmak suretiyle, insanın daima arayış içinde olmasını, eğitim ve öğretimle iç içe yaşamasını tavsiye etmiş ve bunu bir ‘‘hayat düsturu’’ olarak önümüze koymuştur. ‘‘Rab’’ dini literatürde aynı zamanda eğitici anlamına gelmektedir. En üst seviyede eğitici olan Allah, bu sıfatıyla, peygamberlerden sonra günümüzün eğitimcileri olan öğretmenleri en üst seviyede bir onurla taçlandırmış olmaktadır. ‘‘Alimin mürekkebi şehidin kanından evladır’’ sözü, bu erişilmez onurun veciz bir şekilde ziynetlendirilmiş ifadesidir. İslam'ın ilim kapısı Hz. Ali'nin idraklerimizi titreten ifadesiyle ‘‘Öğrendiğimiz her harf, her kelime için kölesi olabileceğimiz’’ öğretmenlerimizi bu vesile ile bir kere daha saygı, minnet ve rahmetle anıyorum.
* * *
Bizim eğitim sistemimizin temeli sevgiye dayanır. ‘‘Yaratılanı sev, yaratandan ötürü’’ düsturu bu sevginin şümulünü belirler. Irkı, dili, dini, mezhebi ne olursa olsun önce insanı sevmek, tabiatı sevmek, hayvanları, bitkileri sevmek Cenab-ı Hakk'ın ‘‘Ol!’’ emriyle vücut verip yarattığı káinatı sevmek... Şümul evrenseldir. Dar kalıplara hapsedilmemiş bir genişlikte, bütün güzellikleri tefekkür eden, bundan insanlık için yararlı sonuçlar ortaya koyan bir evrensellik... İslam bilim ve kültürü bu evrensel bakış ve kavrayışa her biri birer abide niteliğinde olan çok değerli isimler ve eserler kazandırmıştır. Gazali, Farabi, Burhaneddin Zernuci, İbn Sina, İbn Rüşd, Yusuf Has Hacib gibi filozof ve bilginleri bunlar arasında sayabiliriz. İslami terbiye ile yetişen bu değerler, daima hür düşünceyi ve ilmi müdafaa etmişlerdir. Bir İslam bilgini, eğitimi ‘‘insan şahsiyetini inşa ve imha eden şeylerin bilinmesidir’’ diye tanımlarken bu temel ilkeye işaret etmektedir.
* * *
Dinimiz bizden çok çalışmayı ve zamanı en iyi şekilde kullanmamızı ister. Dinimiz insanı yalnız ibadetle görevlendirmez; İslam'da ibadet kadar çalışmanın, -ölçüyü kaçırmamak kaydıyla- dinlenmenin ve eğlenmenin de yeri vardır. Tembellik, uyuşukluk, zamanı boş geçirmek, İslam inancının kötüleyerek reddettiği alışkanlıklardır. Eğitimin, hayatın her alanını kuşattığı ve etkin olduğu günümüzde, gerek gelişmiş ülkelerle aramızdaki mesafenin daha fazla açılmaması ve gerekse bu ülkelerin gelişmişlik düzeylerine ulaşabilmek için çok çalışmamız, kadın-erkek, genç-yaşlı her ferdimizi eğitmemiz gerekmektedir. Unutmayalım ki asrın cihadı eğitimdir. Yirmibirinci asrın İslam kültür ve medeniyetinin yeni bir diriliş ve uyanış dönemi olması şaşmaz hedefimiz olmalıdır.
Bizim dinimiz, çağları kavrayan bir dindir. Kıyamete kadar baki kalacak bu mükemmel dinin, yeniliklere, çağdaş gelişmelere kapalı olması düşünülemez. Eğitim alanında kat edeceğimiz ilmi ve ahlaki merhalelerle geleceğin fethine koşan nesilleri meydana getirmeden, Allah'a, indirdiği muazzez dine ve insanlığa karşı görevlerimizi tam manasıyla yapmış sayılmayız.
SORALIM ÖĞRENELİM
Salavatı Şerif getirirken horozların öttüğünü fark ettim. Bir kitapta ‘‘Salavatı Şerif getirirken hayvanların ötmesi melekleri gördüğünü ifade eder’’ deniyor. Bu ifade doğru olabilir mi?
Emel BENAN/ANTALYA
Bazı kitaplarda bu yönde bilgiler varsa da bunlar sağlıklı bilgiler değildir. İlmi dayanağı yoktur.
Boy abdesti alırken burnumuza verdiğimiz 3 defa suyun kesinlikle genzimize gitmesi gerekiyor mu? Gitmediği zaman aldığımız boy abdesti kabul olmaz mı?
Metin ÇELİK/ANKARA
Boy abdesti alırken buruna verilen suyun genzimize gitmesi gibi bir zorunluluk yoktur.
Yatsı namazı geç kılınırsa günah olur mu? Kaza namazı borcum var, her vaktin arkasından mı kılayım yoksa kuşluk vakti hepsi arka arkaya kılınır mı? Kendi paranla borsada işlem yapmak günah mı?
Türkan BULUT/İSTANBUL
Yatsı namazının vakti çok geniştir, sabah namazı vakti girinceye kadar kılınabilir. Kazaya kalmış olan namazlarınızı istediğiniz vakitte kılabilirsiniz. Borsada alım-satım yapmakta bir sakınca yoktur.
Antalya'dan ismini vermeyen okuyucuya: Bazı günahların cezasını yüce Allah bazen dünyada verir. İhlasla, samimiyetle yapılan tövbeleri Allah kabul eder. Çektiğiniz acılar karşısında sabır gösterirseniz büyük mükáfat kazanırsınız. Namaza başlamanız da çok güzel bir başlangıç. İnşallah devam ettirirsiniz. Acılarınızın huzur ve mutluluğa dönüşmesi dileğiyle.
Yazının Devamını Oku 
5 Eylül 2003
<B>İNSAN </B>sosyal bir varlıktır. Belli bir coğrafya parçası üzerinde yer alan, üyeleri arasında sıkı bir etkileşim ve iş bölümü olan insan topluluğuna toplum adı verilmektedir. Bunun içindir ki insan, içinde bulunduğu kültüre ve konuma uygun davranış biçimleri geliştirmeyi, kendi çıkarlarını korurken başkalarının çıkarlarına da saygı duymayı, farklı düşünceleri dinlemeyi ve kendi düşüncelerini dile getirmeyi öğrenmek mecburiyetindedir.
İnsanların birbirleri ile kurdukları bağlara insan ilişkileri ya da toplumsal ilişki adı verilir. İnsanın yaptığı ya da yapmakta olduğu her şey kültürün bir parçasıdır. Kültür insanların, dolayısıyla toplumların yeteneklerini, düşüncelerini, inançlarını ve meydana getirdiği sanat ürünlerini de belirler. Her kuşak içinde yaşadığı kültürü bir sonraki kuşağa taşır. Ancak aktarılan bu bilgiler, her zaman aynı kalmaz, zaman içinde başka insan topluluklarının kültürleri ile ilişkiye girdikçe değişime uğrar. Yalnız burada şu konuyu açıklığa kavuşturmakta fayda vardır. Çözülme ve değişme asla birbirlerine karıştırılmamalıdır. Zira her değişme bir çözülmeye neden olmamaktadır. Değişme, toplumdaki müesseseleri fonksiyonlarını yerine getiremeyecek şekle sokuyorsa ve kültürel yozlaşmaya yol açıyorsa, toplumun işleyen sisteminde kopukluk meydana getiriyorsa çözülmeye sebep olabilmektedir.
Sosyal çözülme, bir toplumda maddi ve manevi kültür öğelerinin bir araya gelerek bir anlam ifade edecek ve işleyen bir bütün oluşturacak biçimde birbirlerini tamamlayamamalarıdır.
Bir milleti ayakta tutan o milletin varlığının temeli olan dini, milli ve manevi değerleri, örf ve adetleri, dili, dini ve tarihidir. Bu değerlere bağlılıklarını sürdürdükleri sürece milletler yükselirler. Toplumu ayakta tutan bu değerler ahlaki olup, o toplumu temiz toplum yapan öğelerdir. Ahlaki değerler milli kültürün birer parçasıdır. Bu değerlerin ayakta kalması milli kültürün korunmasına bağlıdır. Bir ülkede ahlaki değerler yıkılarak milli kültür tahrip edilebileceği gibi, milli kültürün tahrip edilmesiyle de ahlaki değerler yıkılabilmekte, yok edilebilmektedir.
Tarihin bütün devirlerinde ve bütün toplumlarında daima kendisiyle karşılaşılan evrensel bir olgu olan din, insanı hem içten, hem de dıştan kuşatır, onun düşünce ve davranışlarına yön verir. İnsanın yüce bir kudrete gönülden bağlanması onun gücüne güç katar, dua, niyaz, iltica insanı ulvileştirir. Allah sevgisi ve korkusu, insanın ruhi ilkelliğini gidererek ona kuvvetli bir irade ve sağlam bir karakter kazandırır. Böyle kimselerin içinde yer aldığı toplumlarda fazilet yarışı başlar. Din sayesinde insan bencil duygularına, canlı ve cansız tabiata değil, her şeyin sahibi olan Allah’a boyun eğecektir. Dinin bu telkini insana gerçek hürriyet ve bağımsızlığını kazandırır.
Din fertleri mukaddes duygu, ortak şuur ve vicdan etrafında birleştiren bir amil olduğu gibi, toplumları yükselten, onların gelişmesini sağlayan bir kurumdur. Din aynı zamanda ahlaki bir müessese olarak insanlara yön veren, en mükemmel kanunlar ve en sıkı nizamlardan daha kuvvetli bir şekilde kişiyi içten kuşatan, kucaklayan ve yönlendiren bir disiplindir. Dinin zayıflaması ahlaki ve hukuki suçların artmasına, sosyal çözülme ve dejenerasyona, giderek anarşizme yol açar. Çünkü din olmayınca ahlak için yaptırım gücü kalmaz.
Kuran-ı Kerim, insanların birbirinin kardeşi olduğunu ilan etmiş (Al-i İmran, 3/103, Tevbe, 9/11, Hucurat, 49/10, Haşr, 59/10) Hz. Peygamber de Müslümanları bu kardeşliğe bağlı kalmaya çağırmıştır. Kuran’da müminler arasındaki kardeşliğin onlara bir nimet olarak ihsan edildiği belirtilerek şöyle buyurulmaktadır: ‘’Hepiniz toptan Allah’ın ipine sımsıkı sarılınız, birbirinizden kopmayınız ve Allah’ın sizin üzerindeki nimetini hatırlayınız. Hani siz birbirinize düşman idiniz de O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp ısındırdı...’’ Hz. Muhammet (S.A.S.) ayette yer alan ‘’Allah’ın ipini’’ topluluk (cemaat) diye açıklamış ve insanlara ‘’topluluktan ayrılmayın’’ emrini vermiştir.
Din insan toplumunu her zaman kokuşmuşluktan, çürümekten, mahvolmaktan kurtaran bir medeniyet mimarıdır. Ancak din sayesinde insan bencillikten ve kendine tapmaktan kurtulup insana ve insanlığa hizmet imkánı elde eder. Dinin kişiye başka insanlara karşı kin ve nefrete, intikama ve kan dökmeye sevk ettiğini iddia edenler olmuşsa da gerçekte her hak din sevgi, saygı ve nezaketi telkin eder. Bazı dindarlardaki bayağı duygu ve eğilimler aslında dine rağmen geliştirilmiş sapmalardan ibarettir.
SORALIM ÖĞRENELİM
Soru: Çarşaf giymenin dinimizce zorunluluğu var mıdır? Çarşafın tarihi gelişimini ve bizde kullanılması hakkında bilgilendirir misiniz?
Kübra Koyuncuoğlu
Adıyaman
Cevap: Çarşaf kelimesi, Farsça ‘‘çader-şeb’’den (gece örtüsü) bozularak Türkçe'ye girmiştir. İslam ülkelerinde kadınların tesettür gereği ev dışında giydikleri üstlüğe denir. İran ve Afganistan'da halen çader, çuddar adıyla kullanılan çarşaf, menşe itibarıyla yatak veya yorgan örtüsü olmasından dolayı bu adı almıştır. Nitekim ilk zamanlar tek parçadan yapıldığı ve bugün Anadolu'nun bazı bölgelerinde yanlış olarak car, bürük ve bürgü adlarıyla anıldığı bilinmektedir. Çarşaf eskiden beri en çok İran ve Irak'ta kullanılmıştır ve bugün İran'da resmi daireler dahil kadınların ev dışında lacivert veya siyah çarşaf giymeleri mecburidir. XVIII-XIX. yüzyıl seyyahları çarşafın Mısır kadınları arasında da çok yaygın olduğunu yazarlar.
Çarşaf Türkiye'ye Tanzimat döneminde hacca gidip gelenler tarafından, Araplar veya muhtemelen İranlılardan alınmak suretiyle getirilmiştir. Önceleri pek tutulmayan, hatta bid'at olduğu ileri sürülen çarşaf 1870'te çıkarılan bir emirname ile yaşmak ve feracenin yasaklanmasından sonra yaygınlaşmıştır. Daha sonra II. Abdulhamid, çarşaf altına gizlenen bazı erkeklerin çeşitli suçlar işlemeleri ve saraya girmeye teşebbüs etmeleri üzerine 2 Nisan 1892 tarihli bir emirname ile çarşaf giymeyi yasaklamıştır.
Çarşaf özellikle XX. yüzyılın ilk çeyreği içinde İstanbul'un yüksek sosyete hanımları tarafından peçesi kaldırılmak, eteği dize pelerini bele kadar kısaltmak suretiyle tesettür amacından uzaklaştırılmış, kıyafet devriminden sonra ise yerini genel olarak başörtüsü, manto ve pardösüye bırakmıştır. 1960'tan sonra çarşafa karşı basında ve kamuoyunda bir tepki oluşmuş, manto ve pardösü giyilmesi konusu işlenmiştir.
İslam dini hem kadının hem de erkeğin belli ölçülerde örtünmesiyle ilgili genel usuller koymuş, ancak giyim-kuşamın şekil, renk ve biçimini (tarzını) formüle etmemiştir. Bu gerçeğin bir yansıması olarak genel örtünme kurallarına uymak şartıyla İslam tarihi boyunca erkek ve kadın, değişik giyim-kuşam biçimleri içinde olmuşlardır. Bu farklılaşma başlıca çevre, kültür, iklim, estetik ve zevk farklılıklarının bir sonucudur.
Buna göre İslam’da ‘’çarşaf’’ şeklinde veya başka bir isim veya model altında değişmez sabit bir kıyafet şekli söz konusu değildir. Nitekim Hz. Peygamber (A.S.) ve sahabeler devrinde de şekli, modeli belirlenmiş ve sabitlendirilmiş bir kadın kıyafeti mevcut değildir.
Çarşaf, bazı İslam ülkelerinde kadınların ev dışında giydikleri bir dış kıyafet türüdür. Çarşafı ya da başka bir giysi türünü İslam’ın kadınlara zorunlu kıldığı yegane örtünme şekli gibi algılamak dini ölçülere aykırıdır. Böyle bir sınırlandırma yanlıştır.
Yazının Devamını Oku 