4 Temmuz 2003
<B>BİLİNDİĞİ</B> gibi, dinin aslında bulunmayan, birtakım yollarla sonradan dine sokulan ve dini inançmış gibi telakki olunan söz, fiil ve davranışların tümü bidat ve hurafe kapsamına girmektedir.<br> Dinler tarihi incelendiği zaman görülecektir ki, hemen hemen her devirde bidat, hurafe ve batıl inanışlar, toplumların ortak problemi olmuş, daima gündemdeki yerini ve önemini muhafaza etmiştir. Bu, dün olduğu gibi bugün de böyledir. İslam dini ile bağdaşmayan, akla ve mantığa uymayan, farkına varmadan insanları yüce dinin özünden uzaklaştıran bidat ve hurafeleri, bazı farklılıklarla hemen her kesimde ve her bölgede görmek mümkündür.
Dinimizin temel inanç, ibadet ve ahlak esaslarıyla bağdaştırılması asla mümkün olmayan, halkımızı yanlışlıklara sevk eden, tek tek saymaya gerek görmediğimiz öyle hurafeler ve saçmalıklar var ki, birçok insan bunu din adına samimi bir şekilde savunmakta ve hatta bu davranışın ‘‘hakiki dindarlık’’, bunlara karşı çıkmayı ise ‘‘dinden uzaklaşma’’, ‘‘itikatsızlık’’ ve ‘‘inançsızlık’’ olarak kabul etmektedir. Halbuki dinin kabul etmediği anlayış, inanış ve uygulamalarla dindarlık olamaz. Tam tersine hurafe ve batıl inanışlar, farkına varmadan kişileri, inandıklarını söyledikleri dinin gerçeklerinden ve özünden uzaklaştırır. Gerçek dindarlık, ancak dinimizin ana kaynaklarında bulunan itikat, ibadet ve ahlak esaslarını kabul etmek ve yaşantımızı bu prensipler çerçevesinde düzenlemekle mümkündür. Sağlıklı ve gerçek bir dini hayat, hurafe ve batıl inanışlardan uzak olan bir hayattır.
* * *
Ashab-ı kiram ve gerçek din bilginleri, batıl inançlarla asırlar boyu mücadele etmişlerdir. Bu mücadele bugün de devam etmektedir. Ama buna rağmen maalesef batıl inançların kökü bir türlü kurutulamamıştır.
Toplumların ortak kültürel ve sosyal derdi olan bu sakat inanışların neşv-ü nema bulmasına (büyümesine), kök salmasına zemin hazırlayan birçok sebep vardır. Cehalet, ádet, gelenek görenek, menfi propaganda, çıkar hesapları, kişisel zaaflar, insanların saf ve temiz inançlarını istismar, dini yanlış anlatma gibi sebepler, hurafe ve batıl anlayışların zuhuruna ve yayılmasına neden olan faktörlerden bazılarıdır.
İnsan fıtraten bir şeye inanmak zorundadır ve telkine müsait bir varlıktır. Bu bela, musibet, felaket, hastalık ve sıkıntı anında sığınacak bir merci ve başvuracak bir çare arar. İnsanın yaradılışında bulunan bu acziyetini ve zaafını iyi değerlendiren bazı uyanıklar, din ve merhamet simsarları, kötü niyetli kişiler, insanlarımızın dini cehaletinden de istifade ederek onların saf duygu, inanç ve düşüncelerini istismar etmekte, ‘‘çare’’ diye dinin özüne tamamen zıt olan şeylere teşvik etmekte ve bu yolla menfaat sağlamaktadırlar.
* * *
Dertlerine deva aramak maksadıyla kendilerine başvurulan bu çıkarcılar eliyle pek çok insanımızın çeşitli felaketlere maruz kaldığını, büyük bunalımlara, ümitsizliklere ve çaresizliklere sürüklendiğini, basın-yayın kuruluşları vasıtasıyla hemen her gün üzülerek müşahede etmekteyiz. Bu çıkarcıların zararları sadece kendi şahısları veya muhatapları ile de sınırlı değildir. Bunlar, din dışı uygulamalarını din kılıfı altında sergiledikleri için insanların saf itikatlarını bozmakta ve böylece hem yüce dinimize, hem de halkımıza çok büyük zararlar vermektedirler.
Öyleyse; İslam'ın ulviyetini ve kutsiyetini gölgeleyen, O'nun dinamizmini ve hamleci ruhunu menfi yönden etkileyen bu asılsız inanç ve uygulamalara karşı mücadele etmek ve yüce dinimizi bu saçma inançlardan arındırmaya çalışmak, her olgun müminin asli vazifesi olmalıdır. Bunun için yılmadan, usanmadan dini gerçekleri insanlarımıza anlatmak, onları cehaletin karanlığından kurtarmak hepimizin ortak görevidir.
SORALIM ÖĞRENELİM
Geçen yazınızda Şia hariç namaz beş vakit kılınır yazmıştınız. Şia'da namaz kaç vakittir?
Selim Cantürk-ELAZIĞ
Şialarda namaz İbn-i Abbas'tan gelen bir rivayete dayanılarak öğle ile ikindi öğle vaktinde, akşam ile yatsı akşam vaktinde birleştirilerek kılınır. Bizde zorunlu hallerde olan namaz birleştirme Şia'da devamlı olarak yapılmaktadır.
Hayvan, burç gibi figürler olan kolyeyle namaz kılınabilir mi?
Eylem Kazan-İZMİR
Namaz kılınabilir, herhangi bir engel yoktur.
Evlenirken başlık parası istenmesinin dinde yeri var mıdır?
Hatice Arslan-AĞRI
Başlık parasının dinimizde yeri yoktur. Peygamberimiz ‘‘Evliliği kolaylaştırınız’’ buyurmuştur.
Yazının Devamını Oku 
27 Haziran 2003
<B>İNSANLARIN</B> günlük hayatta çeşitli sebeplere bağlı olarak meydana gelen sosyal ve ruhi problemlerin çözümü için inanca yönelmeleri, yaratılışlarında var olan din duygusunun kaçınılmaz sonucudur. İnançları hakkında yeterli dini bilgiye sahip olmayan kimselerin, geçmişte olduğu gibi günümüzde de falcı, cinci, muskacı vb. sıfatları kendine yakıştıran insanlar tarafından aldatıldıkları, sömürüldükleri ve çıkmaza sokuldukları görülmektedir.
Dinimize göre, insanı yaratan yüce Mevla, onu sahipsiz bırakmamış, onu cinlerin, görünmeyen şer güçlerin saldırısına terk etmemiştir.
Allah-ü Teala bir ayet-i kerimesinde, ‘‘İnsanın önünde ve arkasında Allah'ın emriyle onu koruyan takipçi (melek)ler vardır’’ (Rad, 11) buyurmuştur. Müminler her türlü tedbirini alır. Allah'a güvenir ve bilir ki Allah'ın kendisi için takdir ettiği bir iyiliği káinat toplansa engelleyemez. O'nun dilediği bir sıkıntıyı da kendinden başkası kaldıramaz. Bu gerçek Yunus Suresi'nin 107. ayetinde dile getirildiği gibi, En'am Suresi 17-18. ayetlerinde de şöyle ifade edilmiştir: ‘‘Allah sana bir sıkıntı verirse O'ndan başkası gidermez. Sana bir iyilik verirse elbette O her şeye layıkıyla gücü yetendir. O, kullarının üstünde tam hákimdir. O, her şeyi yerli yerince yapan, her şeyden haberi olandır.’’
Ayrıca Allah, iman etmiş olanların dostudur. Onları hayatın karanlıklarından aydınlığına çıkaran da O'dur (Bakara, 257). Bunların hepsi Allah'ın açık mesajları olduğu halde, Müslümanların kalkıp cincilerden, falcılardan, muskacılardan medet umması çok yanlıştır. Allah cinleri, insanlarla uğraşsın diye yaratmamıştır. Cinlerin de her yaratık gibi kendine mahsus kulluk görevleri vardır. Onların álemi başka, insanlarınki başkadır. İyi veya kötü insan-cin ilişkisi öteden beri birtakım mihrakların abartısına konu yapılmıştır. Bu doğru değildir. Ruhi kargaşa, stres ve denge bozukluğu ortamından kurtulmak için insanların tek sığınağı Allah'tır. O'nun ruhlara ferahlık veren engin rahmetidir.
Bu gerçekleri göz ardı ederek bulanık suda balık avlamaya çıkan birtakım cincilere, falcılara, muskacılara itibar etmenin bir anlamı yoktur. Bunları dinimiz lanetlemiştir. Bazı hadiselerde bu gibi kimselere başvuran ve onları doğrulayan kişilerin ‘‘Allah'ın Hz. Muhammed'e indirdiğini inkár etmiş olacakları’’ bildirilmiştir.
Şu halde, insanları aldatmakla uzmanlaşmış büyücü, falcı, muskacı ve benzerlerinin parlak laflarına aldanarak yok yere ruhi sıkıntılara davetiye çıkarmak, din açısından olduğu kadar, akıl ve mantık açısından da doğru değildir. Allah-ü Teala Kur'an-ı Kerim'de, ‘‘Ey inananlar! İçki, kumar, putlar ve fal okları şeytan işi pisliklerdir. Bunlardan kaçının ki, saadete eresiniz’’ (Maide, 90) buyurmak suretiyle bunlardan uzak durmaları için müminleri ikaz etmektedir.
Ayet-i kerime ve hadis-i şerifler gösteriyor ki, Müslüman her şeyi Allah'tan ümit etmeli ve bu psikolojisini her zaman inancının bir gereği olarak korumalıdır. Gaybı bilme, kaderi değiştirme Allah'a mahsustur. Aksini iddia etmek yalandır, yanlıştır.
Vatandaşlarımız, kendilerinin saf ve temiz dini duygularını kullanmak suretiyle kötü emellerine alet etmek isteyenlere karşı uyanık olmalı, her konuda olduğu gibi bu konuda da Kur'an ve sahih sünnetin mesaj ve tavsiyesine kulak vermelidirler.
SORALIM ÖĞRENELİM
Namaz üç vakit mi, yoksa beş vakit midir?
Mehmet Demir/Ankara
Namaz üç vakit mi, beş vakit mi tartışmasını da gereksiz görüyorum. Namaz dinimizde önemli yeri olan bir ibadettir. ‘‘Kelime-i şahadet bir sedeftir. Namaz onun içindeki incidir’’ denilmiş. Yetişkin erkek ve kadınlar için beş vakit namaz emredilmiştir: Sabahleyin güneş doğmadan önce, öğleyin, ikindi vaktinde, akşamleyin ve gece yatmadan evvel yatsı namazı... Peygamberimizden günümüze kadar uygulanan namazlar ve vakitleri bu şekilde tatbik edilmiştir. Halen İslam dünyasında İran hariç kılınan namaz beş vakittir.
Namazların birleştirilmesi yolculuk, meşguliyet ve benzeri zorunlu hallerde ileri veya geri almak suretiyle üç vakit, iki vakit, hatta bir vakitte kılınabilir. Hendek Savaşı sırasında düşman, namaz kılmak için hiç fırsat bırakmadığından Peygamberimizin öğle, ikindi ve akşam namazlarını gecenin geç saatlerinde topluca kıldığı olmuştur. Bu durumda günlük beş vakit namazı iki vakitte kılmıştır.
Namaz vaktinde kılınmalıdır. Ancak yukarıda da ifade ettiğim gibi bazı sebeplerden dolayı öğle ile ikindi, akşam ile yatsı, herhangi bir namazın vaktinde ileri veya geri alınarak kılınabilir.
Yazının Devamını Oku 
20 Haziran 2003
<B>İNSANIN</B> sahip olduğu temel ve devredilmez hakların neler olduğu tarih boyunca tartışılagelmiştir. Devlet adamları, filozoflar ve hukukçular serdettikleri değerli fikirlerle bu önemli konunun olgunlaşmasına katkıda bulunmuşlardır.
Elbette konu düşünüldüğünün ötesinde bir kıymeti haizdir. Bu sebepledir ki, sadece tartışılmakla kalmamış, yayınlanan delkarasyon ve hukuki metinlerde de kayıt altına alınmıştır.
Batı'da önem itibarıyla ilk bilinen ve klasik on sekizinci yüzyıl deklarasyonlarının öncülüğünü yapan 15 Haziran 1215 tarihli Magna Karta deklarasyonundan 10 Aralık 1948 tarihli Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'ne kadar bu yönde atılmış önemli adımlar söz konusudur. Bu tarihten sonra da insan haklarına yönelik çalışmalar milli ya da milletlerarası seviyede devam etmiştir.
* * *
Söz konusu deklarasyonlar -ki başlıcaları İngiliz Haklar Belgesi (1668), Amerikan Bağımsızlık Beyannamesi (1776), Fransız Beyannamesi (1791) ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi (1948)- İnsanların Tanrı tarafından yaratılmış varlıklar olarak eşit oldukları ve vazgeçilmez haklara sahip bulundukları temasını vurgulamışlardır.
Günümüz dünyasında bile pek çok bölgede insanlar hálá bu temel haklardan mahrum edilmekte, ırkı, dili ve düşüncesinden ötürü zulümlere ve hatta kıyımlara maruz bırakılabilmektedirler. Bu temel hakların başında gelen hürriyet ve eşitlik, artık tarihin derinliklerine gömülmesi gereken birtakım Ortaçağ artığı husumetlerle ya da ideolojik düşüncelerle, insanlara ve hatta toplumlara çok görülebilmektedir.
Daha üzücü ve acıklı olanı ise bütün bu istismarların, hür dünyanın ve yukarıda belirtilen deklarasyonlara öncülük eden devletlerin gözleri önünde cereyan etmesi, buna rağmen gerekli tepkinin gösterilmemesidir. İyi niyetle oluşturulmuş gibi görünen kuruluşların takındığı çaresizlik ve acziyet tavrı ve zaman zaman uyguladıkları çifte standart, bunların güvenirliklerinin ve hatta meşruiyetlerinin de sorgulanmasına yol açmaktadır.
* * *
Her ne kadar Batılılar insan hakları konusunda öncülüğün kendilerine ait olduğunu iddia etseler de, gerçekte onların ilk teşebbüslerinden altı yüzyıl önce gönderilen İslam, insanın sahip olması gereken bugünkü temel hak ve hürriyetlerin hepsini garanti altına almıştır.
İslam'da insan haklarından bahsedildiği zaman Allah tarafından garanti edilen haklar anlaşılır. Bu anlayış hiçbir fert ya da kuruluşun Allah tarafından verilmiş olan hakkı geri alma yetkisine sahip olamayacağı neticesini de hasıl eder.
Birleşmiş Milletler'in ya da diğer milletlerarası kuruluşların tüzükleri, yönetmelikleri ya da delarasyonları, Allah tarafından dokunulmaz kılınan haklarla asla mukayese edilemez. Zira onların herhangi bir zorlayıcılığ bulunmazken, İslam'ın belirlediği haklar İslam inancının bir parçasını teşkil etmektedir. Dolayısıyla bütün Müslümanlar bu hakları kabul etmeyi ve uygulamaya koymayı bir sorumluluk olarak görürler. Zira Kuran'ın belirlediği bir hususun inkárı küfrü, ihmali ise zulmü doğuracaktır.
* * *
İslam insana bu hakları tanırken onun, bu ya da şu ülkenin mensubu bulunduğuna, inançlı ya da inançsız olduğuna veya ormanda ya da çölde yaşadığına bakmaz. Ona bütün bu haklar sırf insan olduğu için verilmiştir.
Hürriyet, eşitlik, yaşama hakkı, yargılama hakkı, namus ve özel hayatın masuniyeti, şeref ve haysiyetin korunması, İslam'ın bin dört yüz sene önce garanti altına aldığı haklardan bazılarıdır. Bazı Batı ülkelerinde olduğu gibi káğıt üzerinde kalmamış, uygulamaya da konularak her din ve ırktan insanın yararına sunulmuştur.
Yüce dinimizin dün olduğu gibi bugün de insanlık için kurtuluş vesilesi olduğunun bilinmesi gerekir. Ne mutlu bunu idrak edebilenlere.
SORALIM ÖĞRENELİM
Soru 1 Din görevlileri yatarak, oturarak, ayakları uzatarak namaz kılınır, sandalyede kılınmaz diyor?
Cevap: Sandalyeye oturarak ima ile namaz kılabilirsiniz.
Soru 2 Sünneti terk etmek imanın zayıflaması delaleti midir, sakal olmaz ise?
Cevap: Sakalınız yoksa imanınız zayıftır sözü asılsızdır.
Soru 3 Din görevlilerinin cemaat yaş ortalamasını dikkate alarak hikayemsi anlatımlarla vaaz etmesinin faydası nedir?
Cevap: Hikáye eğer Kuran ve sünnete aykırı ise anlatılması doğru olmaz.
Soru 4 Abdest alırken el, kol, yüz ve ayaklara 3'er defa su ile tekrarlamak sünnet midir?
Cevap: Abdest alırken el, kol, yüze ve ayaklara 3'er defa su ile tekrarlamak sünnettir.
Soru 5 Kur'an'ı Kerim'de Bakara suresinde geçen ‘‘namazları ve orta namazı ihmal etmeyin’’ ayetindeki orta namaz ile hangi namaz kastedilmiştir?
Cevap: En kuvvetli görüş ikindi namazıdır.
Yazının Devamını Oku 
13 Haziran 2003
Yüce Allah, insanı en mükemmel varlık olarak yaratmış ve ona diğer canlı varlıklardan farklı olarak bahşettiği akli ve vicdani melekelerinden dolayı sorumluluklar yüklemiştir. İnsan hemcinslerine ve tüm canlılara karşı sorumludur. İnsanoğlu ahlak, bilgi, beceri ve yeterlilikleri nispetinde bu sorumluluklardan derece derece pay sahibidir. Bir doktor, insanın hayatından sorumludur. Meslek hayatına atıldığı ilk andan beri yaptığı Hipokrat yemini, ona hastaları karşısında her ne şart altında olursa olsun hekimlik görevini yerine getirme sorumluluğunu hatırlatır. Dilsiz ve meramsız bir inleyişe şifa bulma görevini yüklenmiş veterinerin sorumluluğu da bundan farklı değildir.
Bir fidanda açan gül, bulunduğu ortama güzellik ve serinlik veren ağaç gövdesi, dalındaki ham meyve, bastığımız yerlerde adımlarımızdan merhamet dileyen incecik çim dalları, uçuşan kuşlar, yuvalarına yiyecek taşıyan karınca sürüleri, Cenab-ı Hakk'ın üstün varlık olarak yarattığı bizlerden hep bu insani davranışı beklerler.
* * *
İnsan, başta kendi hemcinsleri olmak üzere, bütün canlılara karşı böyle bir duruşla mükelleftir. Bu, aynı zamanda Allah'a dönük bir duruştur. Káinatın ve yaratılmışların tek ve gerçek sahibi olan Allah katında değer bulacak davranışlar manzumesidir. Temellere koyduğumuz harçların mayasında bu erdemli katkılara yer yoksa, toplumun ve insanlığın geleceğini nasıl tehlikelerin beklediğini anlatmaya bile gerek yoktur.
Buradan aydınların, bilim ve din adamlarının sorumluluğuna gelmek istiyorum. Toplumun omurgası, bu insanların ürettiği maddi ve manevi değerlerin bileşkesidir. Yarım hekimin cana, yarım hákimin adelete kıyması gibi, yarım alim de bütün insanlığa kıyar. Hayatımızdaki yarımları bir türlü tama tahvil edemediğimiz içindir ki, her alanda büyük perişanlıklar yaşıyoruz. Eğitimimiz perişan, sağlığımız perişan, ekonomimiz perişan, sosyal hayatımız perişan. Doğruluk, dürüstlük, sevgi, saygı, erdem ve merhamet gibi insanlık değerlerini kasap süngeriyle hayatımızdan söküp atmaya kurulu bir düzenin çarkları arasında ufalanıp duruyoruz.
Noksan malzeme ile yapılan okullar çocuklarımıza mezar olurken, yolsuzluk aletleriyle donatılan şifahanelerde hayatlar kurtarılmaya çalışılıyor. Eğitimde hálá pek çok ülkenin gerisindeyiz. Gelişmiş ülkeler, ilmin verileriyle uğraşırken, biz kendini ‘‘alim’’ diye tanıtan bir kısım insanların hezeyanlarını tartışıyoruz. Şöhret ve çıkar uğruna Kur'an'ın ilahi mesajını bile kendi dillerine uyarlama çabasında olanlar var. Hastalıklarının en ileri evresi olan ‘‘mehdilik’’ iddiasıyla Kur'an ve sünnet tahrifçiliğine soyunup insanımızın inanç dünyasını perişan ediyor, iman hayatımızın temellerine nem sızdırıyorlar. İbadet birliğimizi parçalıyorlar.
* * *
Farklı düşünmek, farklı görünmek, farklı algılanmak, bundan kitap tirajlarına dayalı çıkar üretimi yapmak uğruna gençlerimizin dimağlarına kuşku tohumları serpiyorlar. Artık bu sorumsuzluğa dur demenin zamanı gelmiştir. İlim ve fikir namusuna sahip herkesin, kamuoyu önünde sergilenen bu din bezirgánlığına karşı cesur ve kararlı bir duruş sergilemesi, dini, aynı zamanda da milli sorumluluğumuzun gereğidir.
Hz. Ali, bu tür ilim erbabından söz ederken şikáyetlerini şöyle dile getiriyor:
‘‘Benim çok ilmim var ama ne yazık ki öğretecek adam bulamıyorum. Bazı insanları buluyorum, bunlardan kimileri salim ve yetkindirler ama zeki değiller, anlayamıyorlar veya yanlış anlıyorlar, kimileri de zeki ve kavrayıcıdırlar, fakat benden bir şey alır almaz bilgilerini maddi menfaatleri için bir vesile kılıyorlar, yani ilmi basit ve iğrenç hedeflere kavuşmak vesilesine dönüştürüyorlar.’’
Ünlü şair ve mütefekkir Senai de şöyle diyor:
‘‘İlim öğrendiğinde hırstan o zaman daha fazla kork,
Çünkü gece lambayla gelen hırsız, seçerek daha iyi mal götürür.’’
İlmin tahrip gücünü değil, tanzim gücünü kullanarak insanlığa hizmet edebiliriz.
SORALIM ÖĞRENELİM
Okuduğumuz Yasin, Hatmi Şerif ve diğer duaları peygamberimizin ve diğer ölülerimizin ruhuna bağışlamak doğru değil diyorlar. Ölülerimize dua okumayalım mı? Gülsen OĞUL
Ölülerimize elbette dua etmeliyiz. Peygamberimiz de zaman zaman Medine'deki El Baki mezarlığına giderek dua etmiştir. Okuduğunuz Yasin-i Şerif veya herhangi bir ayet sevabını ölülere bağışlayabilirsiniz. Hatim, Kur'an-ı Kerim'i başından sonuna kadar okumaktır. Kur'an mealini okumak da sevaptır ve hatim yerine geçer. Çünkü Kur'an, anlaşılmak için gönderilmiştir.
Yazının Devamını Oku 
6 Haziran 2003
<B>BU</B> haftaki yazım bir okuyucumun ısrarla benden açıklamamı istediği tarikatlar ve şeyhler üzerine olacak. Tarikat sözlükte yol anlamına gelir, terim olarak tasavvufi düşünceyi temsil eden toplulukların oluşturdukları kültür ve eğitim ağırlıklı örgütlenmelerdir. Başlangıçta zuht ve takva hareketi olarak gelişen tasavvuf, hicri üçüncü ve dördüncü yüzyıldan itibaren Hint mistisizminin ve yeni Eflatunculuk fikriyatının etkilerini de bünyesinde taşıyan kitlesel yapılanmalar şeklinde tekamül etmiştir. İslamiyet'in Batı Türkistan'da, Anadolu'da ve Balkanlar'da yayılmasında tarikatların çok önemli etkileri olduğu inkár edilemez.
ADETA TEDAVİ MERKEZLERİ
Selçuklu ve Osmanlı geleneğindeki tarikat uygulamasında tekkeler, yoksul insanların korunduğu iaşe ve ibatelerinin sağlandığı, ayrıca psiko-sosyal, stres ve bunalımlarının giderildiği, adeta tedavi merkezleri idiler. Başlangıçta takva, zuht, nefis terbiyesi, irşat gibi ahlaki eğitim unsurları taşıyan tarikatlar daha sonraları, maalesef dejenerasyona uğramış, günümüzde ise ticarette ve siyasette kullanılarak amacından iyice saptırılmıştır.
Bazılarının zannettiği gibi Müslüman bir ferdin tarikata girmesi gibi bir zorunluluk yoktur. Aksine, günümüzde bu toplulukları bekleyen bazı tehlikelerin bulunduğunu bilmek gerekir. Bu tehlikeler cümlesinden olmak üzere tekke veya başka isimler adı altında faaliyet gösteren mekánlarda insanların istismar edilmesi ve bu vesileyle çıkar-gelir elde edilmesini fevkalade üzücü bir olay olarak görüyorum. Yalan yanlış bir şeyler öğrenip kendilerini halka şeyh, mürşid, yol gösterici diye takdim ederek bunu bir geçim yolu, bazen de seçim yolu yapanların dinimiz için ne büyük tehlike arz ettiklerini halkımız iyi bilmelidir.
Hoca Ahmet Yesevi tasavvufu tarif ederken,
‘‘Tasavvuf yar olup bar olmamaktır,
Gül-i gül-zar olup har olmamaktır’’ der.
Yani, tasavvuf insanlara yar olup, yük olmamaktır. Gül bahçesinin gülü olup, diken olmamaktır. İslam dünyası için büyük tehlike arz eden ve onun hayat damarını kurutan panteistik tasavvufun mümessili ve halkın faaliyetini aksatan, onu tam bir ‘‘kivetizm’’ uykusuna getiren, sözde mürşit ve şeyhlerdir. Dünyanın değersiz olduğunu telkin eden ve kurtuluşun yalnız bir zayıf tevekkül ve bir cennet ümidinden ibaret olduğunu ileri süren bu sahte şeyhler, Müslümanların yaratıcı kuvvetlerini kırmışlardır. Muhammet İkbal, ruhani önder olmak iddiasında bulunan bu şeyhler için, ‘‘Bizim pirler yalnız saçlarının ağarmasından pir oldular, çocukların maskarası oldular. Saçlarını uzatan herkes hırka giyer. Eyvah, din satan bu tüccarlardan sakın! Bunlar milletin zaruretlerinden habersizler’’ demiştir.
MEVLANA’NIN KISSASI
Umudunu, istikbalini ve ahiretini sahte şeyhin nefesinde arayanlar için Mevlana'nın şu kıssasını hatırlatmak isterim: ‘‘Aslan yavrusu bir et parçası halinde doğar. Aslanlar yavrunun etrafında toplanarak ona üflerler ve yavru cana gelir, yürümeye başlar. Tilkiler bu manzarayı görünce aslanın yavrusunu çalmayı düşünürler. Doğar doğmaz yavruyu kaçırıp bir vadiye götürürler, etrafına toplanarak üflemeye başlarlar. Ne var ki yavru aslan ölür. Aslan yavrusunu diriltmek için aslan nefesi gerekir, tilki nefesi değil.’’
Evet sayın okuyucular, bu milleti diriltmek için de tilki nefesi değil, aslan nefesi lazım.
SORALIM ÖĞRENELİM
Sayın Sadi B.Özden
32 yıl önce vefat eden babanızın mezarına annenizi defnedebilirsiniz. Dini açıdan bir sakıncası yoktur.
Sayın Ahmet D.
Sünnetullah, tabiat kanunları demektir. Sahih sünnet peygamberimizden bize kadar gelen güvenilir, sağlam söz, davranış ve uygulamalar bütünüdür.
Yazının Devamını Oku 
30 Mayıs 2003
Devlet, toplumların yaşadığı coğrafya üzerinde, ortak kültür, tasa, kıvanç ve irade birliğinden oluşan yüksek bir yönetim aygıtıdır. Hukuku olan, felsefesi olan, yaşama arzusu ve hedefleri olan canlı bir mekanizmadır. Bir devletin en önemli ve olmazsa olmaz şartı, iyi bir yönetime sahip olmaktır.
Yüce dinimiz, iyi bir yönetimin ancak ehil ellerle kurulup yaşatılabileceğini öngörmektedir. İnsanlığın yaşadığı tarihi hakikatler de bize bunu söylemektedir. Devletlerin yükseliş ve çöküş sebeplerinin altında ise daima iyi, ya da kötü yönetim örneklerinin var olduğunu görmekteyiz.
Nisa Suresi'nin 58. ayetinde Allah, bize emanetleri ehline vermemizi, insanlar arasında adaletle hükmetmemizi emrediyor. Bu ayetin inişine sebep olan olay şu şekilde gelişmişti:
Mekke'nin fethinden sonra Allah'ın Resulü, bineği üzerinde Kábe'yi tavaf ettikten sonra içeriye girmek istedi. Kábe'nin anahtarı, atalarından Osman ibn Talha'ya intikal etmişti. Allah'ın Resulü, Osman'dan anahtarı istedi. Osman anahtarı vereceği sırada Hazreti Peygamber'in amcası Abbas, bundan böyle anahtarın kendisine teslim edilmesini ve uhdesinde bulunan sikayet (hacılara su verme) hakkı yanında, sidanet (Kábe bekçiliği) hakkının da kendisine verilmesini istedi. Osman ise bu haktan yoksun kalmamak için uzattığı anahtarı geri çekti. Aynı şey iki kere oldu. Allah'ın Resulü üçüncü kez isteyince Osman, ‘‘Allah'ın emaneti olarak veriyorum’’ dedi. Allah'ın Resulü içeri girdi, Kábe'yi putlardan temizledi ve çıktı. Osman ibn Talha'yı çağırdı, ‘‘Osman, işte anahtarın, bu gün vefa ve iyilik günüdür’’ dedi, sonra da yukarıda sözünü ettiğim Nisa Suresi'nin 58. ayeti indi. Yüce Allah bu ayette şöyle buyurdu:
‘‘Allah, size emanetleri ehline vermeniz, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size böylece ne güzel öğüt veriyor. Doğrusu, Allah işiten, görendir...’’
Ayetin inişine sebep olan bu olayda -görüldüğü gibi- Allah'ın Resulü, Kábe'nin anahtarını amcasına değil, babadan atadan bu işin sahip ve erbabı olan zata vermiştir. Çünkü Osman, bu işi hakkıyla yerine getiriyordu.
Allah Resulü bu konuda şöyle buyurmuştur:
‘‘Müslümanların bir işine bakan kimse, o işi daha iyi yapacak biri varken bir başkasına verirse Allah'a, Resul'üne ve müminlere hıyanet etmiş olur.’’
O halde, yöneticilerin her işin başına dostluk, akrabalık, soyluluk gibi saikler gözetmek yerine, o işi en iyi bilen ve daha iyi yapacak olana vermeleri, aklın, vicdanın ve dinin gereğidir.
İki kişi, Allah'ın elçisine gelip kendilerini emir (yönetici) tayin etmesini isteyince Peygamberimiz, ‘‘Biz, işimizi isteyene ve mevki düşkününe vermeyiz’’ diye buyurmuşlardır.
Kıyametin ne zaman kopacağını soran birini Allah'ın elçisi, ‘‘Emanet zayi olduğu zaman kıyameti gözetle’’ demiş, ‘‘Emanet nasıl zayi olur?’’ sorusuna karşılık olarak da ‘‘İş, ehli olmayanların eline geçerse kıyameti bekle’’ buyurdu.
Toplumların ve devletlerin kıyameti ise izmihlaldir, çöküştür. Bu çöküşü hazırlayan sebeplerin başında kötü yönetim gelmektedir. İşi ehline vermeyen, devletin imkán ve makamlarını her türlü adalet ve vicdan ölçülerinin dışında eşe, dosta, akrabaya ikram eden yönetim...
Yönetmek, sanat ve maharet işidir. Tıpkı bir orkestra gibi... Bu orkestranın iyi bir şefi olmalı, onu vücuda getiren enstrümanlar arasında ahenkli ve uyumlu bir frekans birliği sağlanmalıdır. Notalar bunun için vardır. İyi bir yönetici bu notaları iyi okuyabilmeli, enstrümanları çalacak olanları da her şeyden önce nota bilgisi olan insanlardan seçmelidir. Kötü çalınan bir enstrüman, orkestranın bütününü ve icra edilen eseri nasıl sevimsiz hale getirirse, kötü yönetilen bir ülke de tıpkı bu orkestra gibi milletin en büyük eseri olan devleti tanınmaz hale getirir.
Osmanlı Devleti'nin üç kıtada 19 milyon kilometrekarelik coğrafya üzerindeki asırlarca süren ‘‘süper devlet’’ hükümranlığı, hep bu iyi yönetimlerin eseridir. O yönetimlerde Sokullu gibi vezirler, Zembilli Ali Efendi gibi sözünü padişahtan esirgemeyen din adamları, Sinan gibi mimarlar, Molla Hüsrev gibi ilim adamları, Baki gibi şairler vardır. Fatih, İstanbul surlarını delecek olan topları işinin ehli olan bir Macar ustaya döktürmeseydi o kutlu fetih gerçekleşebilir miydi?
Osmanlı'nın çöküş dönemi, diğer bütün faktörler yanında bir yönetim dramıdır. Topluma adalet dağıtan kadılıkların bile rüşvet ve iltimasla dağıtıldığı bu dönemin karakterini, bakınız aynı yöntemlerle işbaşına getirilmiş bir köse vezirin şahsında nasıl tavsif ediyor şair:
‘‘Üç tuğlu vezir olurdu evvel
Üç tüylüsü şimdi oldu peyda.
Üç tüy ile üç tuğu var kıyas et,
Devlet ne idi, ne oldu hálá.’’
Arapça'da bir söz var: ‘‘Halkın dili hakkın kalemidir. Halk konuşur, hak yazar.’’ Toplumların kaderi de böyledir; halk nasıl bir yönetimi kendisine layık görürse, Allah da onun başına öyle bir yönetimi getirir.
Bugünkü yazımızı yüce Mevlana'nın şu sözleriyle tamamlayalım:
‘‘Allah vücuda göre baş yaratır. Hiç gördün mü, vücut tilki olsun da baş insan olsun. Vücut tilki ise baş da tilkidir.’’
İyi, ehil, adil ve doğru bir yönetimi tesis etmeden o ülkenin beka ve yükselme davasına hizmet etmek, onu yüceltmek, onun koyduğu hedeflere ulaşmak mümkün değildir.
Yazının Devamını Oku 
23 Mayıs 2003
İnsan hayatının 15-30 yaşlar arası dönemi genellikle ‘‘gençlik çağı’’, 30-50 yaşlar arası dönemi ise <B>‘‘olgunluk çağı’’</B> olarak tarif edilmiştir. Bunu yaşlılık, ihtiyarlık denilen çağlar izlemektedir. Cenabı Hakk'ın bütün canlılar için sünnet-i ilahiyye (tabiat kanunu) olarak takdir buyurduğu nizam dahilinde fani dünya hayatı deveran etmektedir.
İnsanların diğer canlılara göre oldukça yavaş tempoda cereyan eden gelişme çağı içinde ergenlik ve gençlik çağının önemi büyüktür. Zira, kişilik, eğitim, karakter oluşumu ve ideolojik-fikri gelişme genellikle bu dönemlerde alınan eğitim ve yönelişler sonunda ortaya çıkmaktadır. İnsanın hayatını etkileyen önemli gelişmelerin çoğu, gençlik döneminde ve yüksek tahsil esnasında kazanılan birikimlerle de yakından ilgilidir.
* * *
İslam dininin hatta bütün ilahi-semavi dinlerin başlangıçta bir çeşit ‘‘gençler hareketi ve dinamizmi’’ olarak ortaya çıktığı bir gerçektir. Kavminin tanrı olarak taptığı putları kıran Hz. İbrahim (a.s.) bir genç idi. Hz.İsmail'in, Hz. Yusuf'un ve Hz. Davud'un gençlik dönemlerinde üstün başarılar gerçekleştirdiğini Kur'an-ı Kerim bizlere haber vermektedir. İslam'ın ilk tebliğ ve yayılış döneminde Hz. Ali, Cafer ibn Ebi Talib, Hz. Ömer, Mus'ab ibn Umeyr, Fadl ibn Abbas, Ammar ibn Yasir, Üsame ibn Zeyd gençlik dinamizmini iman ve aksiyon uğrunda seferber eden örnek genç şahsiyetler olarak gençlere örnek olmuşlardır. İslam-Türk kültüründeki fütüvvet ve ahilik geleneğinde de gençlerin eğitimi ve yetiştirilmesi temel konulardan biridir. Anadolu kültürümüzde, ‘‘Seğmen, Dadaş, Uşak, Kızan, Yaren’’ vb. terimlerle ifade edilen deyimler, örnek ve mert gençlerin kişiliğini sembolize eden kavramlardır.
* * *
Gençlik konusu gündeme gelince, günümüzde gençliği en çok tehdit eden tehlikeler arasında ‘‘uyuşturucu madde bağımlılığı’’ konusuna değinmeden geçmek mümkün değildir. Çağımızda Batı uygarlığını temsil eden Avrupa ülkelerinde ve Amerika kıtasında insanların önemli bir oranının müptelası olduğu bu korkunç ve tehlikeli illet, günümüzde lise ve ortaokul çağındaki çocukları bile saracak boyutlara varmıştır. Alkolizm, fuhuş, cinsel sapıklık gibi iptilalarla müptela bulunan Batı uygarlığı, uyuşturucu maddelerle de malul durumdadır.
Son yıllarda ülkemizde de yaygınlaşan uyuşturucu madde bağımlılığının okulların çevrelerinde tezgáh kuran örgütler aracılığıyla gençlerimize yöneldiği müşahede edilmektedir.
* * *
Diğer bir ifadeyle, uyuşturucu madde ve alkol kullanma alışkanlığı, günümüz dünya gençliği için büyük bir tehlike durumunda olup, yurdumuz gençliğini de tehdit eder bir hale gelmiştir. Gün geçmiyor ki, basın-yayın organlarından buna dair bir haber işitmiş olmayalım.
Şüphesiz toplum, inançlı, ruhen ve bedenen sıhhatli ve dinamik gençlerle ayakta durur. Fikren ve bedenen olgun bir nesil, bir milletin en sağlam dayanağıdır. Beyni uyuşturulmuş, böylece enerji ve gençlik heyecanını, hizmet, gayret ve azmini yitirmiş bu nesil ise, bir milletin yok olması demektir. Üzerinde çeşitli oyunlar oynanan Müslüman-Türk gençliği bu gibi zehirlerle ve yollarla da mağlup edilemeyecektir. Yeter ki millet olarak, aile, okul, cami ve üniversite olarak el ele verip üzerimize düşen görevi yapalım, zamanında tedbirler alalım ve gereken çarelere başvuralım.
Gençlerimize hayatlarının her safhasında başarılar diliyorum.
SORALIM ÖĞRENELİM
Dövme günah mı
Dövme yaptırmak dinimiz açısından günah mıdır? Dövmesi olanın cenazesi kılınmaz, boy abdesti olmaz diyorlar, doğru mu? Yaptıracak olanlara tavsiyeniz nedir?
Osman S.SEYDAN/ALMANYA
Dövme yapanın cenazesi kılınmaz, ya da boy abdesti olmaz gibi sözlerin aslı yoktur. Ancak Peygamberimiz dövme yaptırmayı yasaklamıştır. Yaptıracak olanlara ise yaptırmamalarını tavsiye ederim.
Yazının Devamını Oku 
16 Mayıs 2003
<B>İMAN,</B> insan ile yaratıcı arasında bir ilişkidir veya Allah'ın iradesinin beşeri alana bir yansıması olan vahye, insanın bir cevabı, kanaati ve bunun da ötesinde bilgi ve onayından ibarettir. Ancak imanın oluşumu için yalnızca inanan ile inanılanın varoluşu yetmemektedir. Buna ek olarak her iki taraf arasında pozitif bir ilişkinin kurulabilmesi ve bu ilişkinin her türlü kuşkulardan uzak bulunması da son derece önemlidir.
Allah'ın imanla yükümlü tuttuğu varlık insandır ve Allah emaneti veya bir anlamda imanı ona vermiştir. Varlık kategorileri içinde yalnızca insan böyle bir sorumluluğu kabul etmiştir. Kuran'ın iman ediniz emrinin muhatabı insandır. Bu nedenle insanlar Allah'a inanmalı ve bu imanı her çeşit kuşkudan uzak olmalıdır. Çünkü bu gerçek mümin olmanın şartıdır.
Kuran-ı Kerim'de ‘‘Müminler ancak Allah'a ve Resulüne iman eden, ondan sonra şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşanlardır. İşte doğrular ancak onlardır’’ buyuruluyor. Ayet, burada iman eyleminde kuşkudan uzak bulunuşu imanın özü olarak belirtmektedir.
* * *
Şüphe ve tereddüt en güçlü zekáları bile sarmış ve sarsmıştır. Nitekim Doğulu ve Batılı pek çok filozof, şair-düşünür tanrısal düşünce ile mücadele etmişlerdir. Fransız şairi ve düşünürü Sully Prudhomme, dizelerinde çektiği ıstırap halini şöyle tasvir etmektedir:
‘‘Her gece yeni bir şüphe ile azap çekerim, o korkunç muammayı kışkırtıp sorgularım. O ikrar eder, ben inkár ederim. Aklıma sık sık gelen o canavar art düşünceli meçhul bilmece, uykusuzluk saatlerinde karşıma müthiş dikilir. Sessizlik içinde güçsüz, taakatsiz kalan gözlerim dört açılır. İçimden o devi bir an kucaklamam gelir. Nerde! Zevk ve neşemin kovulmuş olduğu o dar döşeğimde tıpkı mezardaymışım gibi kımıldamaksızın mücadele ederim. Ara sıra annem gelir, elindeki lambayı üzerime doğru kaldırarak beni ıslatan terleri görünce, ‘Mustarip misin çocuğum, niçin uyumuyorsun' der. Bir elim alnımda, diğeri göğsümde derim ki, ‘Anne, bu gece Allah'la savaşlarım var'.’’
Uçurum başında vahşi hayvanların hücumuna uğramak ne kadar tehlikeli ise, hayatın bazı dönemlerinde iman ile şüphe arasındaki mücadele de o kadar korkunçtur. Bir yırtıcı canavar insanın boğazını nasıl sıkarsa, kuşku da imanı öyle boğmaya çalışır. Yine adı geçen Fransız şair ‘‘Dua’’ adlı şiirinde bu kuşku halini şöyle dile getirir: ‘‘İçim ahlarla dolu, dua etmek isterdim, zalim idrakim istiyor ki, içimdeki ahları zaptedeyim. Ne Hıristiyan bir annenin adakları, ne azizlerin örnek hareketleri, ne şehitlerin kanı, ne benim sevmek ihtiyacım, ne büyük pişmanlıklarım, ne ağlamalarım imanımın bana dönmesini temin edemeyecek. Bu káfirce ve aynı zamanda kutsal bir azaptır. Bununla beraber dua etmek isterim. Pek kimsesizim, işte iki dizimi yere koydum, seni bekliyorum. Allahım orada mısın? Ellerimi beyhude kavuşturuyorum ve alnım Kitab-ı Mukaddes'te ağzımın hecelediği iman duasını beyhude tekrar ediyorum. Önümde hiçbir şey hissetmemekteyim. Bu pek korkunçtur.’’
* * *
Şairin bu dizelerinde yaratıcıyı inkár yoktur. Aksine, bir vicdanın imana ne kadar muhtaç olduğunu olumsuz bir üslup içerisinde de olsa anlatımı vardır. Abdülhak Hamid, bu büyük şair iman ile kuşku arasındaki mücadeleden ne kadar ıstırap çektiğini eserlerinde dile getirir. Ancak sonuçta şüphenin yok olup imanın zafer kazandığı ‘‘Eşber’’deki şu beyitten anlaşılmaktadır:
‘‘Mevla'yı ne türlü etsem inkár
İkrar çıkar netice-i kár.’’
Evet, Abdülhak Hamid doğru söylemiştir. İnkárın neticesi ikrardır.
İman ilgi ile başlayıp sırasıyla kuşku, inanç ve bilgi aşamalarından geçen ve sonuçta bunların hepsinin ötesinde olan veya hepsini aşan bir süreçtir. Bu nedenle bir anlamda iman, bir kesinliğe ulaşma yolunda girişilen araştırmada erişilen nihai nokta ve son hükümdür.
SORALIM ÖĞRENELİM
Organ bağışı caiz mi
Organ bağışının İslam dininde yeri nedir? Dini yönden bir sakınca var mıdır?
Mehmet UĞUR-ANKARA
Dinimiz, insan hayatına büyük önem vermektedir. Kuran-ı Kerim'de bir kişinin hayatını kurtarmak, bütün insanlığın hayatını kurtarmaya denk tutulmuştur. Bu genel prensipten hareketle organ bağışlamak suretiyle bir insana hayat kazandırmak caiz olmakla birlikte, sevaplı bir davranış olarak da mütalaa olunmuştur. Ancak organ naklinin meşru (caiz) olabilmesi için zorunluluk halinin bulunması, yani hastanın hayatını veya hayati bir organını kurtarmak için bundan başka çaresinin olmadığının uzman doktor tarafından tespit edilmesi, organ veya dokusu alınan kişinin bu işlemin yapıldığı esnada ölmüş olması, organ veya dokusu alınacak olan kişinin sağlığında buna izin vermiş olması veya hayatta iken aksine beyanı olmamak şartıyla yakınlarının rızasının sağlanmış olması, alınacak organ veya doku karşılığında hiçbir şekilde ücret alınmaması, tedavisi yapılacak hastanın da kendisine yapılacak bu nakle razı olması gerekir.
Yazının Devamını Oku 