2 Nisan 2004
<B>AYNA </B>(ayine) eşyayı yansıtması, parıltısı, aydınlık ve lekesizliği gibi özelliklerinden dolayı varlık ve mefhumlar (anlamlar) kendisine benzetilmiştir. Tasavvufta, kalbin ilahi bilgiye hazırlanmak üzere temizlenip aydınlatılması yine ayna örneğiyle açıklanmıştır. Özellikle İbn-i Arabi’de bu unsur büyük önem kazanmıştır. Ona göre; álem dümdüz, ruhsuz, cilasız bir halde iken Allah Adem’i yaratınca yokluk aynası da denilen álem cilalanmış oldu. İnsan aynasında Allah, öbür varlık aynalarında olduğundan daha iyi tecelli etmiştir.
Ayna, gerçeği olduğu gibi yansıtır. Hiçbir ayna hatır gönül için yalan söylemez. Çirkini güzel, güzeli de çirkin göstermez. Kendisine akseden şey her ne ise görüntüsü de ondan ibarettir.
‘Her ne gözle baksa göz
Ayinede kendin görür.
Vechini(yüzünü) pak eyle kim
Mir’ata (aynaya) bühtan (iftira) olmasın.’
Mevlana aynaya teraziyi de ilave ederek şöyle der: ‘Bir kimse incinecek yahut bir şahıs utanacak diye ayna ve terazi doğruyu söylemekten çekinirler mi?’ Evet, ayna da terazi de yüksek birer mihenk taşıdır. Hatırım için doğruyu gizle, fazla göster, eksik gösterme diye yalvarsan onlar sana cevap verirler ki, herkesi kendine güldürme. Ayna ve terazi karşısında hilekárlık olur mu?
‘Mümin müminin aynasıdır’ (Tirmizi, Ebu Davud) mealindeki hadis, Müslümanların birbirlerine ayna vazifesi gördüklerini ifade eder. Gazali’nin de işaret ettiği gibi, insan kendisinde mevcut olup doğrudan göremediği kusur ve hatalarını din kardeşi vasıtasıyla görür. Bunun içindir ki Halife Hz. Ömer kendi kusurlarını Selman-ı Farisi’ye sorardı. Mümin, mümine kusur ve hatalarını münasip bir dille söyleyerek ayna görevi yapmalıdır. Dinimizde ruh ve huy güzelliğine de değer verilmiştir. Çünkü ‘dış, için aynasıdır’. İçteki güzellik mutlaka dışa akseder. Şu halde beden ve şekil güzelliğine bakılarak ruh ve ahlak güzelliğine hükmedilebilir. Kişinin iç halleri bakımından güzel olduğuna sözü değil, hali şahitlik eder.
Kuran-ı Kerim’de Allah’ın isimleri arasında gösterilen ‘el-mümin’ ile hadiste geçen ‘mümin, müminin aynasıdır’ anlamındaki ‘mümin’ kelimeleri arasında Hamadani tasavvufi bir bağ kurarak müminin aynı zamanda Allah’ı yansıtan bir ayna olduğu sonucuna varmıştır. Buna göre, halk kendini hak aynasında, hak da kendisini insan aynasında görür. Başka bir hadise göre ‘Allah insanın kalbine nazar eder’, yani kendisini kalp aynasında temaşa eder, mümin de hakkı kendi kalp aynasında seyreder.
Biz cilalı ayna gibiyiz, herkes bizde kendi suretini görür diyebilecek mana yüceliğine sahip insan nerede? Bakınca kendimizi göreceğimiz ayna olabilecek, inanç, fikir, düşünce, ahlak ve fazilet adamları nerede! Bugün bunlara ne kadar da muhtacız.
Ben diyorum ki;
Çerh ile söyleşemem
Ayinesi saf değil...
SORALIM ÖĞRENELİM
Ateist bir insanla bir arada oturup konuşabilir miyim?
Rumuz/İzmir
Elbette konuşabilirsiniz. Ancak ikna gücünüz yoksa dini konularda tartışmaya girmeyiniz.
Cuma namazı evde kılınır mı?
İsa Zengin/İSTANBUL
Adından da anlaşılacağı üzere cuma namazı toplu halde kılınması farz olan bir ibadettir. Buna göre cuma namazı az veya çok bir cemaatle herkese açık bir mekánda kılınır.
Nefese uğrayan çocuk için kurşun döktürmek doğru mudur?
Çocuğa nefes değdi veya nefese uğradı gibi şikáyetler Anadolu’da kadınlar arasında çok duyulur. Kurşun dökmek, üzerlik tüttürmek suretiyle iyileşeceğine inanılır. Bunların dinde yeri yoktur.
Kendisini mürşit diye tanıtan bir zat, Allah’tan özel bilgiye sahip olduğunu söylüyor, ne dersiniz?
İbrahim Özcan/İZMİR
İslam’a göre; Allah katından özel bilgi yani vahiy alan kimseler sadece peygamberlerdir. Hz. Muhammed’le birlikte vahiy kapısı kapanmıştır. Artık hiç kimsenin özel bilgi aldığını iddia etme hakkı yoktur. İlhama gelince; bu bir tür sezgidir ve herkese gelebilir. Kesin bilgi değildir. Dolayısıyla dini açıdan delil sayılmamıştır.
Terörist, bir noktada ateisttir sözü doğru mudur?
Ahmet Bilgin/İSTANBUL
Terörist işlediği cinayetleri helal, meşru sayarsa dinle bağını koparmış olur. Çünkü helale haram, harama helal demek İslam inancına göre inkár sayılmıştır.
1970 yılından sonra oruç tutamadım. Kimlere ve ne kadar fidye vermeliyim?
Mediha Aykul
Oruç tutmaya gücü yetmeyen düşkün, yaşlı ve iyileşme ümidi olmayan hastalar tutamadıkları her gün için yoksullara fidye (fitre kadar) para verirler. Bunların dışında, yani özürsüz olarak oruç tutmayanlar Allah’a karşı sorumlu duruma düşmüşlerdir. Bundan dolayı af dilemeleri ve kaza etmeleri gerekir.
Yazının Devamını Oku 
26 Mart 2004
<B>DAR-ÜL </B>İslam ve dar-ül harb kavramları, İslami literatürde bir ülkenin dine referansla kimliğini tayin ve tespitte kullanılan iki kavramdır. Bu iki kavram aynı zamanda ülkemizde genellikle yanlış anlaşılan kavramlar arasında yer almaktadır. Özellikle devletin yönetim şekli gerekçe gösterilerek zaman zaman bu kavramlar üzerinde tartışmalar yapılmakta, çoğu zaman zımnen bazen de açıktan olmak üzere Cumhuriyet dönemiyle birlikte ülkemizin artık bir İslam ülkesi olma özelliğini yitirdiği şeklinde fikirler öne sürülmekte, böylece halkımızın zihni karıştırılmaktadır.
Her şeyden evvel bu kavramlar Kuran-ı Kerim'de yer almamaktadır. Hz. Peygamber de yaşadığı dönemde böyle tasnife gitmemiştir. İslam hukuk literatüründe dar-ül İslam kavramı, nüfusun müslim veya gayrimüslim, az veya çok olmasına bakılmaksızın, ‘‘Müslümanların hakimiyeti altındaki yer’’ veya ‘‘Müslüman devlet başkanının hüküm ve sultasının yürürlükte olduğu ülke’’ anlamına gelir.
Dar-ül harb kavramı ise, ‘‘İslam siyasi hakimiyetinin sınırları dışında kalan ve yönetim şekli İslam ilkelerine uymayan ülke’’ şeklinde tarif edilmiştir. Buna göre, dar-ül İslam Müslümanların, dar-ül harb de İslam dışındaki devlet ve yönetimlerin hakimiyet alanını ve yönetim şeklini ifade etmektedir.
* * *
Herhangi bir devletin İslam yurdu olma özelliğini kaybetmesi, ancak o ülkenin İslam hakimiyetinden çıkarak gayrimüslimlerim hakimiyetine girmesi ile mümkün olur. Bunun göstergesi de, ülke üzerinde egemenlik haklarının tamamıyla gayrimüslimlere geçmesi ve Müslümanların can ve mal güvenliğini bütünüyle yitirmesidir.
dar-ül harb ilk bakışta ‘‘kendisiyle Müslümanların savaş halinde olduğu ülke’’ manasını çağrıştırıyorsa da, esas itibarıyla dar-ül İslam'ın dışında kalan yabancı ülkeler anlamında kullanılmaktadır. Dolayısıyla kelimenin sözlük anlamından hareketle bazı Batılı yazarların maksatlı bir şekilde ileri sürdüğü Müslümanların gayrimüslimlerle ilişkilerinde barışın değil savaş halinin esas olduğu, ayrımın da bundan kaynaklandığı şeklinde görüşün isabetsizliği açıktır. Gayrimüslim ülkelere dar-ül harb adının verilmesi Müslümanların bu ülkelere karşı takındığı savaşçı ve saldırgan bir anlayışın sonucu değildir. Tarihe baktığımızda durumun bunun tam da aksine olduğu görülmektedir. İslam'ın ilk dönemlerinden beri, İslam dünyası ile gayrimüslim dünya arasında meydana gelen bütün savaşlarda gayrimüslimler hep saldırgan taraf olmuştur. Öyle ki Hıristiyanlar için Müslüman memleketlerin istila ve fethedilmesinin dini bir vecibe olduğu şeklindeki anlayış asrımızın başlarına kadar itibar görebilmiştir. Halbuki bütün dönemlerde bir İslam devletinin gayrimüslim devletlerle olan ilişkilerinin temelinde savaş değil barış esas hareket noktası olmuştur. İlahi irade tarafından bu dinin barış anlamına gelen İslam diye isimlendirilmiş olması da oldukça anlamlıdır.
İslam her şeyden önce insanlar arası inanç ve fikir ayrılıkların tabii olduğunun altını çizmektedir (Hud,118). Bu inanca sahip bir Müslümanın kendisi gibi inanmayanlara kin duyarak, sırf bu yüzden savaş açacaklarını düşünmek makul olamaz. Kuran mal, mülk edinme yahut hakimiyet amacıyla kan dökmeye asla müsaade etmemektedir.
* * *
Bu açıklamalarımız ışığında ülkemizin durumuna bir göz atacak olursak şunları söyleyebiliriz: Her şeyden önce Türkiye siyasal bağımsızlığı olan ve halkının tamamına yakını Müslüman olan bir ülkedir. Ülkemizde İslam dinini merkeze alan, ilk ve ortaöğretim kurumlarında mecburi olan din eğitimi programı uygulanmaktadır. Resmi okullarda din adamı yetiştirilmekte, üniversitelerde de İslam dini hakkında yüksek araştırmalar yapılmaktadır. Din ve vicdan özgürlüğü anayasal düzeyde garanti altına alınmış, dinin istismarı yasaklanmıştır. Vatandaşlara İslam ahlakını benimsetmek ve ibadet yerlerini yönetmek üzere 80 binin üzerinde devlet kadrosu tahsis edilmiştir. Dini törenlerin ihlali ve dince kutsal sayılan değerlere ve din adamlarına saldırı suç kabul edilmiştir. (TCK; 175-177). Bu itibarla bütün bu özellikleriyle diğer İslam ülkelerine örnek olacak konuma yükselmiş bulunan ülkemizi, dar-ül İslam'ın dışındaki herhangi bir kavramla tanımlamak mümkün değildir.
Ülkemizin dar-ül harb olduğu iddiası dini ve ilmi dayanaktan yoksun olup, aynı zamanda insanlarımızı kamplara bölecek, çeşitli huzursuzluklara sebep olabilecek tehlikeli ve zararlı bir yaklaşımdır.
SORALIM ÖĞRENELİM
Soru: Özel bir şirkette çalışan bayanım ve çalışmak zorundayım. İşyerim namaz kılmaya müsait değil. Yatsıdan sonra ben de kılamadığım namazların hepsini kılıyorum. Bu konudaki görüşünüz nedir?
E.O/Ankara
Cevap: Namazları vakitlerinde kılmak için bir imkan araştırın. Hiç değilse öğle ile ikindiyi akşam ile yatsıyı birleştirerek kılın. Bu da mümkün değilse yatsı namazından sonra hepsini kılın ve yüce Allah'tan af dileyin. Sakın namazı terk etmeyin.
Soru: Dini vecibelerimi yerine getiren bir bayanım. Hac bana farz oldu. Ancak başörtüsü kullanmıyorum. Hacdan sonra da kullanmak istemiyorum. Hacca gitmeli miyim?
Aysel Ünlü/Eskişehir
Cevap: Allah'a karşı sorumlu duruma düşmemek için farz olan hac ibadetini yerine getirmelisiniz. Hacdan sonra başınızı örtmeme kararınız, hac ibadetini terk etmeniz için gerekçe olamaz.
Soru: Mekruh ne demektir?
İsmail Safa/İstanbul
Cevap: Mekruh hoş görülmeyen, çirkin şeyler anlamına gelir.
Soru: Dört sene önce ölen zihinsel engelli erkek kardeşimin mezarına vefat ettiğinde annemin gömülmesi caiz midir? Cinsiyet farkı sakıncalı mı?
Ayşen Karagöz/İstanbul
Cevap: Bir mezara iki ölünün gömülebilmesi için ya yer sıkıntısı gibi bir zorunluluğun bulunması veya ölünün toprak olması gerekmektedir. Kardeşinizin ölümünün üzerinden dört yıl gibi bir zaman geçtiğinden (toprak olduğundan) annenizin aynı mezara gömülmesinde bir sakınca yoktur. Cenazelerin cinsiyetlerinin farklı olması önem arz etmez.
Soru: Boy abdesti alırken ojeler çıkartılmalı mıdır? Oje ile namaz kılınır mı?
Hale/İstanbul
Cevap: Boy abdesti alırken ojeler çıkartılmalıdır. Oje ile namaz kılınır.
Yazının Devamını Oku 
26 Mart 2004
DAR-ÜL İslam ve dar-ül harb kavramları, İslami literatürde bir ülkenin dine referansla kimliğini tayin ve tespitte kullanılan iki kavramdır. Bu iki kavram aynı zamanda ülkemizde genellikle yanlış anlaşılan kavramlar arasında yer almaktadır. Özellikle devletin yönetim şekli gerekçe gösterilerek zaman zaman bu kavramlar üzerinde tartışmalar yapılmakta, çoğu zaman zımnen bazen de açıktan olmak üzere Cumhuriyet dönemiyle birlikte ülkemizin artık bir İslam ülkesi olma özelliğini yitirdiği şeklinde fikirler öne sürülmekte, böylece halkımızın zihni karıştırılmaktadır.Her şeyden evvel bu kavramlar Kuran-ı Kerim'de yer almamaktadır. Hz. Peygamber de yaşadığı dönemde böyle tasnife gitmemiştir. İslam hukuk literatüründe dar-ül İslam kavramı, nüfusun müslim veya gayrimüslim, az veya çok olmasına bakılmaksızın, ‘‘Müslümanların hakimiyeti altındaki yer’’ veya ‘‘Müslüman devlet başkanının hüküm ve sultasının yürürlükte olduğu ülke’’ anlamına gelir. Dar-ül harb kavramı ise, ‘‘İslam siyasi hakimiyetinin sınırları dışında kalan ve yönetim şekli İslam ilkelerine uymayan ülke’’ şeklinde tarif edilmiştir. Buna göre, dar-ül İslam Müslümanların, dar-ül harb de İslam dışındaki devlet ve yönetimlerin hakimiyet alanını ve yönetim şeklini ifade etmektedir.* * *Herhangi bir devletin İslam yurdu olma özelliğini kaybetmesi, ancak o ülkenin İslam hakimiyetinden çıkarak gayrimüslimlerim hakimiyetine girmesi ile mümkün olur. Bunun göstergesi de, ülke üzerinde egemenlik haklarının tamamıyla gayrimüslimlere geçmesi ve Müslümanların can ve mal güvenliğini bütünüyle yitirmesidir.dar-ül harb ilk bakışta ‘‘kendisiyle Müslümanların savaş halinde olduğu ülke’’ manasını çağrıştırıyorsa da, esas itibarıyla dar-ül İslam'ın dışında kalan yabancı ülkeler anlamında kullanılmaktadır. Dolayısıyla kelimenin sözlük anlamından hareketle bazı Batılı yazarların maksatlı bir şekilde ileri sürdüğü Müslümanların gayrimüslimlerle ilişkilerinde barışın değil savaş halinin esas olduğu, ayrımın da bundan kaynaklandığı şeklinde görüşün isabetsizliği açıktır. Gayrimüslim ülkelere dar-ül harb adının verilmesi Müslümanların bu ülkelere karşı takındığı savaşçı ve saldırgan bir anlayışın sonucu değildir. Tarihe baktığımızda durumun bunun tam da aksine olduğu görülmektedir. İslam'ın ilk dönemlerinden beri, İslam dünyası ile gayrimüslim dünya arasında meydana gelen bütün savaşlarda gayrimüslimler hep saldırgan taraf olmuştur. Öyle ki Hıristiyanlar için Müslüman memleketlerin istila ve fethedilmesinin dini bir vecibe olduğu şeklindeki anlayış asrımızın başlarına kadar itibar görebilmiştir. Halbuki bütün dönemlerde bir İslam devletinin gayrimüslim devletlerle olan ilişkilerinin temelinde savaş değil barış esas hareket noktası olmuştur. İlahi irade tarafından bu dinin barış anlamına gelen İslam diye isimlendirilmiş olması da oldukça anlamlıdır.İslam her şeyden önce insanlar arası inanç ve fikir ayrılıkların tabii olduğunun altını çizmektedir (Hud,118). Bu inanca sahip bir Müslümanın kendisi gibi inanmayanlara kin duyarak, sırf bu yüzden savaş açacaklarını düşünmek makul olamaz. Kuran mal, mülk edinme yahut hakimiyet amacıyla kan dökmeye asla müsaade etmemektedir.* * *Bu açıklamalarımız ışığında ülkemizin durumuna bir göz atacak olursak şunları söyleyebiliriz: Her şeyden önce Türkiye siyasal bağımsızlığı olan ve halkının tamamına yakını Müslüman olan bir ülkedir. Ülkemizde İslam dinini merkeze alan, ilk ve ortaöğretim kurumlarında mecburi olan din eğitimi programı uygulanmaktadır. Resmi okullarda din adamı yetiştirilmekte, üniversitelerde de İslam dini hakkında yüksek araştırmalar yapılmaktadır. Din ve vicdan özgürlüğü anayasal düzeyde garanti altına alınmış, dinin istismarı yasaklanmıştır. Vatandaşlara İslam ahlakını benimsetmek ve ibadet yerlerini yönetmek üzere 80 binin üzerinde devlet kadrosu tahsis edilmiştir. Dini törenlerin ihlali ve dince kutsal sayılan değerlere ve din adamlarına saldırı suç kabul edilmiştir. (TCK; 175-177). Bu itibarla bütün bu özellikleriyle diğer İslam ülkelerine örnek olacak konuma yükselmiş bulunan ülkemizi, dar-ül İslam'ın dışındaki herhangi bir kavramla tanımlamak mümkün değildir.Ülkemizin dar-ül harb olduğu iddiası dini ve ilmi dayanaktan yoksun olup, aynı zamanda insanlarımızı kamplara bölecek, çeşitli huzursuzluklara sebep olabilecek tehlikeli ve zararlı bir yaklaşımdır.SORALIM ÖĞRENELİMSoru: Özel bir şirkette çalışan bayanım ve çalışmak zorundayım. İşyerim namaz kılmaya müsait değil. Yatsıdan sonra ben de kılamadığım namazların hepsini kılıyorum. Bu konudaki görüşünüz nedir?E.O/AnkaraCevap: Namazları vakitlerinde kılmak için bir imkan araştırın. Hiç değilse öğle ile ikindiyi akşam ile yatsıyı birleştirerek kılın. Bu da mümkün değilse yatsı namazından sonra hepsini kılın ve yüce Allah'tan af dileyin. Sakın namazı terk etmeyin.Soru: Dini vecibelerimi yerine getiren bir bayanım. Hac bana farz oldu. Ancak başörtüsü kullanmıyorum. Hacdan sonra da kullanmak istemiyorum. Hacca gitmeli miyim?Aysel Ünlü/EskişehirCevap: Allah'a karşı sorumlu duruma düşmemek için farz olan hac ibadetini yerine getirmelisiniz. Hacdan sonra başınızı örtmeme kararınız, hac ibadetini terk etmeniz için gerekçe olamaz.Soru: Mekruh ne demektir?İsmail Safa/İstanbulCevap: Mekruh hoş görülmeyen, çirkin şeyler anlamına gelir.Soru: Dört sene önce ölen zihinsel engelli erkek kardeşimin mezarına vefat ettiğinde annemin gömülmesi caiz midir? Cinsiyet farkı sakıncalı mı?Ayşen Karagöz/İstanbulCevap: Bir mezara iki ölünün gömülebilmesi için ya yer sıkıntısı gibi bir zorunluluğun bulunması veya ölünün toprak olması gerekmektedir. Kardeşinizin ölümünün üzerinden dört yıl gibi bir zaman geçtiğinden (toprak olduğundan) annenizin aynı mezara gömülmesinde bir sakınca yoktur. Cenazelerin cinsiyetlerinin farklı olması önem arz etmez.Soru: Boy abdesti alırken ojeler çıkartılmalı mıdır? Oje ile namaz kılınır mı?Hale/İstanbulCevap: Boy abdesti alırken ojeler çıkartılmalıdır. Oje ile namaz kılınır.
button
Yazının Devamını Oku 
19 Mart 2004
<B>GEÇEN </B>haftaki yazılarımda, tecdidin (yenilenme) gerekliliği, tecdidin mahiyeti ve alanı üzerinde durduk. Bu hafta ise tecdit faaliyetleri ile tarihe mal olmuş şahsiyetlerden örnekler sunacağım. Hz. Peygamber'e mücadelesinin başından beri yakın olmuş, onun zihniyetini çok iyi kavramış ve tecdit faaliyeti ile bizlere ışık tutmuş olan Hz. Ömer'in; zekáttan Kuran'ın hisse verilebileceğini belirttiği müellefe-i kuluba (kalpleri İslam'a ısınsın diye şüpheli imanlılara) hisse verme uygulamasını kaldırması; hırsızlık yapan erkek ve kadının elinin kesilmesini emreden ayete rağmen, döneminde açlık yüzünden hırsızlık yapmak zorunda kalan fakir bir kimse yerine, onu aç bırakmış olan köle sahibini cezalandırması; yine savaş yoluyla kazanılmış ganimetlerin taksimi Kuran'da açıkça belirtilmiş olmasına rağmen (beşte biri devlete, kalanı savaşanlara), savaş sonucu kazanılmış Irak arazilerinin taksimi sırasında, bu toprakların kıyamete kadar Müslümanların ortak malı olduğu görüşünü benimseyip savaşanlara maaş bağlaması vb. onun tecdid ruhunun pratik hayata yansımalarıdır.
* * *
Görülüyor ki Hz. Ömer, Kuran ayetlerinin ve hadislerin altında yatan muayyen amaç, ilke ve prensipleri tespit ederek bunların gereklerini cesaretle yerine getirmiş ve uygulamıştır.
Yeni İslam tarihinin en parlak dönemlerinde Ömer, İbn Abdülaziz, İmam Ebu Hanife, İmam Şafii, İmam Malik B.Enes, İmam Ahmed İbn Hanbel, İmam Gazali, İbn Teymiye gibi alimlerin İslam kültürünün tecdidine yönelik ciddi katkıları olmuştur.
Bu alimler, içtihat derecesine varmış olsun olmasın, her Müslüman'ın dinin iki kaynağı (Kuran ve sünnet) ile devamlı temaslarını sağlamayı hedef edinmişler, kendi görüşlerinin mutlaklaşmasına vesil olacak tutum ve davranış içerisine girmemişlerdir.
Ancak, dört ve beşinci asırlardan itibaren İslam düşüncesinin yorum ve içtihat yoluyla zenginleştirilmesi faaliyetlerinde ciddi gerilemeler meydana gelmiştir. Zikredilen müceddit alimlerden sonra gelen ulema, öncekilerin görüşlerini eleştirip geliştirecekleri yerde, hatta şartlara göre değiştirecekleri yerde, onların üretmiş oldukları pratik çözümleri taklit yoluyla mutlaklaştırma cihetine gitmişlerdir. Arada buna karşı çıkan bilginlerin sesi ise zayıf kalmıştır.
* * *
Yalnız, son iki asırdır dini düşüncede tecdit faaliyetlerinin hız kazandığını sevinerek görmekteyiz. İslam dünyasının muhtelif yerlerinde, dini düşünceyi ve kurumları yenileme veya ihya etme hareketleri gözlemlenmektedir. Mısır'da Muhammed Abduh, Reşit Rıza, Afganistan veya İran'da Cemalettin Afgani, Hindistan ve Pakistan'da Şah Veliyullah Dehlevi, İmam Rabbani, Tataristan'da Musa Carullah, Osmanlı'nın son dönemlerinde de Mehmet Akif, Hamdi Yazır, İzmirli İsmail Hakkı gibi isimler son iki asırdır dini düşünceyi ve kurumları yenileme uğrunda ciddi çabalar sarf etmiş isimlerdendir.
Yukarıda adı geçen alimlerin hepsinin ortak çabası, taklit ve taassubu ortadan kaldırmak, insanlara geçici güven veren katı muhafazakarlık duygusundan sıyırarak kur'an'da yankısını bulan aklı ve hür tefekkürü güçlendirmek ve İslam dünyasını geri kalmışlıktan kurtarmaktır.
SORALIM ÖĞRENELİM
Cuma namazı kaç rekattır? Cuma namazına ekleme yapılmış mıdır? Bu eklemeler bidat midir?
Mesrur Doğrudil/İSTANBUL
Kuran'da rekat sayısı belirtilmemiş bulunan cuma namazının farzı, Peygamberimiz tarafından iki rekat olarak belirlenmiş ve kılınmıştır. Cuma namazının evvelinde ve sonunda ‘‘sünnet’’ adı altında kılınan namazları bidat diye nitelemek kişisel bir kanaat yansıtmaktan öteye geçmez. Hz. Peygamber döneminden beri bu namazlar kılınmış, birkaçı dışında bütün İslam bilginleri bu namazları sünnet diye nitelemişlerdir. Dolayısıyla cuma namazına eklenmiş değillerdir.
Hangi yerleşim merkezinde cuma namazı kılınır? Örneğin ‘‘Köylerde cuma namazı kılınmaz’’ diyorlar doğru mu?
Abdurahman Koçak/URFA
Cuma namazı, az veya çok bir cemaat ve arkasında namaz kılmaya razı olunacak bir imamın bulunması halinde küçük ya da büyük bir yerleşim merkezinde kılınır.
Zuhr-ı ahir namazı var mıdır?
Ahmet Arifoğlu/ALMANYA
Hz. Peygamber'den ve ilk dönemden gelen rivayetler arasında, zuhr-ı ahir (son öğle namazı) diye bir namaz yoktur. Bu namaz, cuma namazı için bazı fakihlerce belirlenen ‘‘sıhhat şartları’’nın yerine getirilmemesi, özellikle cuma namazının bir şehirde, bir tek camide kılınması şartının gerçekleşememesi, bir şehirde birden fazla camide cuma namazı kılınmasının zorunlu olması sonucunda ortaya çıkmış bir uygulamadır. Buna göre, bir şehirde birden fazla camide cuma namazı kılınıyorsa, bunlardan sadece biri sahih olacaktır, hangisinin sahih olacağı da bilinemediğine göre, ihtiyaten herkesin o günkü öğle namazını kılmaları öngörülmüştür. Cuma namazının bir camide kılınması ‘‘cuma’’ kelimesinin anlamına uygun düşmekle birlikte, nüfusun kalabalık olması sebebiyle bu şartın yerine getirilmesi mümkün değildir. Fakihlerin böyle bir şart ileri sürmüş olmaları, kendi dönemlerinin şartlarından kaynaklanmaktadır. Esasen, bu tür endişelerle kılınacak namazın sahih olmayacağı şüphesine düşmek, ibadetin ruhuna aykırıdır.
Maaş alan imamın arkasında namaz kılınır mı?
Osman Damal/ANKARA
Bu konu yeni bir tartışma konusu değildir. Geçmişte İslam bilginleri arasında tartışılmış, sonuçta mesailerini bu hizmete tahsis etmeleri ve zorunluluk nedeniyle imamların maaş almaları caiz görülmüştür. Bugün İslam dünyasında imamlar, devletten veya halktan ücret almaktadırlar. Bu itibarla maaş alan imamın arkasında namaz kılınır ve hiçbir sakıncası da yoktur.
Yazının Devamını Oku 
12 Mart 2004
<B>TECDİDİN </B>hangi alanlarda olabileceği hususunu kısaca şöyle açıklayabiliriz: Dini hükümlerin tecdidi, İslam'ın tecdidi anlamında anlaşılmamalıdır. İslam'ın getirdiği ana prensipler, hiçbir tecdid ihtiyacını hissettirmeden varlığını muhafaza edebilecek niteliktedir. Buna mukabil, içtihat yoluyla elde edilen hükümler ile zaman ve şartların değişmesiyle değişebilen gerekçelere dayalı hükümler, gerektiğinde yeni içtihatlarla değiştirilebilir. Bu yolla din kültürü tecdide açık hale gelir. Ayet ve hadislere dayalı hükümler, ancak gözettiği maslahatın ortadan kalkması veya değişmesiyle değişebilir. Sadece modern normlara ve değerlere ters düştüğü gerekçesiyle bu hükümlerin değiştirilmesi gerektiği fikri ise kabul edilemez.
* * *
Bu açıklamalar ışığında: Tecdid, mutlak ve değişmezlik özellikleri taşıyan alanlarda, yani dinin özünde gerçekleşmez. Bunlar iman, ibadet ve ahlak alanıdır. Tecdid, dinin bireyler tarafından içtihat yoluyla anlaşılma biçimlerinde yorumlamış ve toplumsal hayata uygulanmış şekillerinde olur.
Değişmezler, yazıldıkları şekilde geçerli olan Kuran ve sünnetin kesin ve evrensel hükümleridir. Bunlar Müslümanlar tarafından bütün devirlerde, gerekli ve değişmez olarak kabul edilmişlerdir.
Biraz daha açmak gerkirse şunları söyleyebilirz: İslam'da itikatla ilgili hükümlerde bir değişiklik söz konusu değildir. Zira Hz. Peygamber'in vefatı ile vahiy son bulmuş, din de kemale ermiştir. Dinin kemale ermesi, onun inanç esaslarının ve genel prensiplerinin tamamlanması demektir. İmana konu olan hususlarda bir değişiklik olmayacağından, itikadi hükümlerde de bir değişklik söz konusu olmaz. İnanç esaslarında ve inanılması gereken hususlarda bir değişikliğe gitmek, başta tevhid akidesi olmak üzere İslam'ın özünü zedeler.
Öte yandan ibadetler, illetleri akıl ile anlaşılmayan hükümler cümlesindedir. Bu sebeple, ibadetler konusunda akıl yürütmek yerine, yüce Allah tarafından nasıl yerine getirilmesi istenmişse, o şekilde ifa edilmesi gerekir. İbadet konularında yapılacak her yenilik bidatlar cümlesindendir ki, reddedilmiştir. Keza helaller ve haramlar konusunda da tecdid faaaliyetine yer yoktur. Zira İslam'da helal ve haram kılma yetkisi sadece Allah'a aittir. Kuran kendisinde bu yetkiyi görenleri Tanrılık iddiasında bulunmakla nitelemiş, haramı helal, helalı haram kılmayı şirke eş koşmuştur.
Muamelat alanı, yani toplumsal ilişkileri tanzim eden hükümler, kahir ekseriyetle, hikmeti, nedeni, maslahatı ve gayesi insan aklıyla anlaşılabilecek hükümlerdir. Bu hükümlerin gerekçeleri zaten kaynaklarda ortaya konmuştur. Kaynağı Kuran'da ve sünnette yer almış olsa da bu hükümlerin, akıl ötesi, anlamı, hikmeti bilinmez, dogmatik akılla temellendirilemez olduklarını iddia etmek, bu alanı tecdide kapalı tutmak kesinlikle doğru değildir.
* * *
Tecdid, İslam'ın temel prensip ve değerlerinin istikametinde gelişme trendi göstermelidir.
Tecdidin amacı, dini yeniliklere uydurmak değil, yeniliklerle ilgili İslam'ın tavrını belirlemek olmalıdır.
Tecdid aynı şekilde on dört asırlık birikimi küçümseyip reddeden bir anlayıştan da uzak durmalıdır. Muhammed İkbal'in dediği gibi ‘‘Tecdid, gerçek gücünü geleneğin yaratıcılığından almalıdır’’.
İslam dünyası, eskinin güzellikleriyle yeninin güzelliklerini ideal senteze tabi tutarak toplumların yolunu aydınlatacak ve önünü açacak yenilikçiler yetiştirmek zorundadır.
SORALIM ÖĞRENELİM
Ölülerimiz için Türkçe iki dua önerir misiniz?
Begüm Günay
Ölüleriniz için içinizden geldiği gibi dua edebilirsiniz. Kuran'da geçen iki duanın mealini okumanızı tavsiye edyorum. Bunlar, ‘‘Allahım beni, annemi ve müminleri kıyamet gününde bağışla’’ ve ‘‘Rabbim bize dünyada, ahirette güzellik ver, bizi cehennem azabından koru’’dur.
Kültürlü, saygılı bir beyle evlenmek istiyorum. Ancak bu bey Alevi, evlenebilir miyim?
Rumuz: Sakarya
Sayın okurum, peygamberimizin insanlığa sunduğu ve hayatında uyguladığı dini hükümlerin (vahyin) doğru ve gerçek olduğunu kabul eden ve ‘‘Müslümanım’’ diyen herkes kendilerine ister Sünni, ister Alevi denilsin Müslüman'dır. Bu itibarla İslam'ın sınırları içinde bulunan bu kimselerle evlenmekte dini açıdan hiçbir sakınca yoktur.
Kılamadığım namazları, yatsı ile vitir namazı arasında kılabilir miyim?
Bursa
Vitir namazı, yatsı namazından sonra kılınır. Ama başlı başına bir namazdır. Yani yatsı namazına bağlı değildir. Dolayısıyla, yatsı ile vitir arasında kılamadığınız namazları kılabilirsiniz.
Bektaşi tarikatı ile ilgili bir kitap okudum. Tarikatın prensiplerinde iman ve İslam'ın şartlarından söz etmiyor. Acaba Bektaşilik, İslam dışı bir inanç mıdır?
Celal Güvendi/ANKARA
Bektaşilik, İslam dışı bir inanç sistemi değil, İslam'ın içinde Nakşilik, Kadirilik gibi bir tarikattır. Hacı Bektaş Veli, Kuran ve sünnetteki ilkelere uygun olarak insanları sevgi ve ümit ile Allah'a ve hayata bağlamayı gaye edinmiş bir din alimi ve tasavvuf eridir. Onun konuşmalarını ve öğütlerini içeren ‘‘Makalat’’ adlı eserinin 3. Bölümü'nde, ‘‘Dinin birinci emri iman etmek, ikinci emri ilim öğrenmek, üçüncü emri namaz kılmak, zekát vermek, oruç tutmak, hacca gitmek, savaş durumunda düşmanla savaşmak, cünüplü olunca temizlenmek’’ denilmektedir. Hacı Bektaş Veli'yi böyle anlamak ve tanımak gerekir. Kendisi kıymetli bir zattır.
Hocam, rüyamda peygamberimizi gördüm. Kendisi namaz kılıyordu, babam da Kuran okuyordu. Rüyam sahih mi?
Mazhar İbiş/İSTANBUL
Güzel bir rüya, sizi kutluyorum. Peygamberimiz, ‘‘Beni gören hak (gerçek) görmüştür. Çünkü şeytan benim suretime giremez’’ buyurmuştur. Peygamberimizi namazda, babanızı Kuran okurken görmenizi, bu iki ibadeti yerine getirmeniz veya devam etmeniz hususunda önemli bir işaret diye yorumlamak gerek.
Yazının Devamını Oku 
5 Mart 2004
<B>TECDİDİN </B>en belirgin özelliği bir yorum (açıklama) faaliyeti olmasıdır. Yorum ise, vahyin ferdi ve toplumsal hayatı yaşanır hale getirmesi için başvurulması zorunlu bir yöntemdir. Kuran bizatihi kendisi de ilahi bir beyandır. Onda varlık álemi hakkında açıklamalar ile insanın ilgi alanına giren en temel konularla ilgili ilahi iradenin hangi istikamette olduğuna dair, insanın zihin yapısı ve idrak gücüne uygun beyanlar bulunmaktadır.
* * *
Hz. Peygamber'in sünneti de hemen hemen Kuran'ın bir yorum açıklamasından ibarettir. Hz. Peygamberin ilk görevi, ilahi iradeyi açıklamaktır. Örneğin, namaz Kuran-ı Kerim'de sadece kavram olarak geçer ve bu kavramla ilahi iradenin, insanların sevgi ve saygı ile kendisine yönelmesini istediği anlaşılır. Bu kavramı yorumlayıp, söz konusu saygının ne şekilde tahakkuk edeceği hususu ise bizzat Hz. Peygamber tarafından izah edilmiştir. Zekát ve diğer temel konularda da durum bundan farklı değildir.
Hz. Peygamber, bir hadisinde ‘‘Bilginler peygamberlerin mirasçılarıdır’’ buyurmuştur. Bu hadisten Kuran'la başlayan ve Hz. Peygamber'le sürdürülen açıklama, yorumlama ve toplumun hak ve ahlaki çizgide sürekliliğini sağlama görevinin, bilginler tarafından sürdürülmesi gerektiği anlaşılmaktadır. Bu ise yorumun, dolayısyla tecdid faaliyetinin sürekliliğine delalet eder.
İnsanlara kutsal kitaplar yoluyla her şey bildirilmemiştir. İnsanın önünde her zaman bilinenden hareketle bilinmeyenleri öğrenme gibi görev durmaktadır. Bu görev ise elbette yorumlama ve anlamlandırma yoluyla yerine getirilecektir. Şu halde yorumlama ve anlamlandırma, insanın en temel ihtiyacı ve önüne geçilmez etkinliklerden birisidir. Yorumlama ve anlamlandırma tabii bir ihtiyaç ve zorunluluk ise, bu etkinliğin tabii sonucu olan tecdid faaliyeti de bir ihtiyaç ve zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır.
* * *
Geçen haftaki yazımda belirttiğim gibi, din yorum yoluyla bireysel ve toplumsal hayatta pratiğe geçer. Yapılan yorumlar yanlış yapılabileceği gibi, kasıtlı veya kasıtsız tahrif edilmiş olabilir. Yahut hayatın imkánları, şartları ve ihtiyaçları değiştiği için tamamıyla fonksiyonunu da kaybetmiş olur. Mecelle'nin meşhur ifadesiyle, zamanın değişmesiyle hükümler de işlevini yitirebilir, anlamsız hale gelebilir. Bu durumda tecdid kaçınılmaz bir hal alır.
Kısacası, taklit ve taassubu önlemek, aklı ve hür tefekkürü canlı tutmak, değişim karşısında dini geleneğin dinamizmi ve sürekliliğini muhafaza edebilmek için tecdid faaliyeti zaruret arz etmektedir.
SORALIM ÖĞRENELİM
Köpek ve kedi alıp satmak caiz midir? Kuran'da geçiyor mu?
Mehmet Cemal Direksoy
İhtiyaç duyulan örneğin polis, av, bekçi, çiftçi, özürlü insanlara yardım amacıyla eğitilmiş ve benzeri köpeklerin alınıp satılmasında bir sakınca yoktur. Keza kedi de alınıp satılabilir. Kuran'da bu hususta bir ayet yoktur. Esasen bu konudaki belirleyici hüküm örftür.
Hak din, batıl din ne demektir açıklar mısınız?
Hüseyin Mert/SİVAS
Hak din; Allah tarafından peygamber aracılığıyla insanlara bildirilen, hiçbir değişikliğe uğramadan ve bozulmadan günümüze kadar gelen dindir. Batıl din; insanlar tarafından uydurulan dinlerdir. Bir de tahrif edilmiş dinler vardır ki; Allah tarafından bildirildiği halde, zamanla aslı bozulmuş olan dinler.
Hocam, münafık kime denir?
Muhsin Akçe/İSTANBUL
Dini literatürde münafık, Allah'ın varlığına ve birliğine, Hz. Muhammed'in peygamberliğine kalbi ile inanmadığı halde, dili ile inandığını söyleyene denir.
Muharrem ayında aşure pişirip dağıtmanın dinde yeri nedir?
Hasan Alkan/İSTANBUL
Özellikle komşular arasında sevgi bağının pekişmesine neden olduğu için güzel bir gelenektir.
Mastürbasyon günah mıdır?
A.Özçelik/ANKARA
Bu konuda İslam bilginleri arasında farklı görüşler var. Şehvetin kabarması, zina ile karşı karşıya kalınması ve sağlık durumunun söz konusu olduğu hallerde mastürbasyona izin verilmiştir. Ancak, bu durumdaki insanların bir an önce evlenmeleri tavsiye edilmektedir.
Sayın ‘‘Kátip’’ rumuzlu okurum. Sizi tanımıyorum. Ancak değerlendirmelerinize devam edin. Teşekkür ederim.
Yazının Devamını Oku 
27 Şubat 2004
<B>ÇOK </B>boyutlu olan tecdidin (yenilenme) tanımını yapmak çok zordur. Yine de bir tanım vermek gerekirse şöyle söylenebilir: Tecdid kavramı bir kelime olarak yenilenme anlamına gelmektedir. Terim olarak ise din anlayışını ve din kültürünü başlangıç noktasındaki orijinalliğe götürmek, onu sosyal değişmeye ve hayatın temel dinamiklerine uygun olarak sağlıklı bir istikamette sürekli yenilemek anlamına gelmektedir. Tecdid fikri İslam düşünce tarihinin başlangıcından bu yana hep götürülmüştür. Hz. Peygamber'den Ebu Hureyre kanalından ‘‘Allah her yüzyılın başında dini yenileyecek kişileri ümmete gönderir’’ şeklinde bir hadis rivayet edilmiştir. Bu hadisin sıhhati ve yenilenmeyi gerçekleştirecek olan şahsın nitelikleriyle ilgili tartışmalar bir tarafa, bu hadis tarih boyunca Müslümanların tecdid anlayışlarını diri ve dinamik tutan unsurlardan biri olmuştur.
* * *
Müslümanların bilim, kültür, sanat, şehircilik ve hayatın diğer alanlarda kaydettikleri üstün başarılar, bu hadiste ifadesini bulan yenilenme fikrinin bir sonucu meydana gelmiştir. İslam parlak başarılarının büyük çoğunluğu, İslam'ın bu ilk beş yüzyılın içinde, sürdürülen canlı ve dinamik çabalar sonucu gerçekleştirilmiştir. Bu yüzden yenilenme ve ilerleme kavramlarının İslam düşüncesi içerisinde aydınlanma ve modernizmin tesiriyle girdiği iddiası gerçek dışıdır.
Esasen tecdidi sadece İslam dünyasına özgü bir mesele olarak vazetmek yerine global bir insanlık meselesi olarak ele alıp bu konuda dünya tecrübesinden de yaralanma cihetine gidilmesi isabetli olacaktır.
Kuran yüce varlığın her an yeni tecellilerle bir oluş halinde bulunduğunu ifade etmektedir. Şurası bir gerçektir ki, Müslümanlar ilk fetihlerden itibaren başlayan süreçte, kendilerini, karşılaştıkları yeni çevre koşullarına ve değişen dünyaya adapte etmek mecburiyetinde kalmışlardır. Bununla birlikte tarihi kaynaklar bize Müslüman toplumların ilk yüzyıllarda, söz konusu adaptasyon sürecinde çok ciddi sıkıntılar içine düşmediklerini göstermektedir. Kuran-ı Kerim'de (... Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. Çoğu zaman fasık olmuş durumdadır) denilmektedir. Elmalı Hamdi Yazır bu ayetten şu noktaların çıkarılabileceğini ifade etmektedir: ‘‘İnsan, hadiselerin içinde sürüp giden bir hayatı müşahede etmek ister. Oysa zamanın geçmesiyle müminin kalbinde derin yaralar açar. Bunun sebebi de teceddüdün (yenilenmenin) yokluğudur. Eğer bir dini hayat, kendini yenileyemez, içine yeni tecrübeler katarak zenginleşemez ve yeni ifade yolları bulamaz ise insanlar ona olan ilgilerini yavaş yavaş kaybedebilir, hatta bütünüyle yabancılaşabilir.’’
* * *
Ne yazık ki yenilenme fikri İslam'ın ilk beş yüzyılından sonra giderek zayıflamış, bir hareket ve dinamizm prensibi olan içtihat faaliyetleri azalmış, yenilenme çoğu zaman sonradan ortaya çıkan bidatlerin temizlenmesi ve sahabe döneminin safiyetine dönülmesi çabası olarak dar çerçevede anlaşılmaya başlanmıştır. Bunun sonucu olarak da, Müslümanlar gelişmelere göre kendilerini yenileyemedikleri gibi ilmi, fikri ve iktisadi açıdan da geri kalmışlardır.
Bütün İslam ülkelerinin gündeminden düşmeyen bu konuya gelecek hafta da devam edeceğiz.
SORALIM ÖĞRENELİM
Bir gece yatarken bacağımdaki damardan bedenime bir şeyin girdiğini hissettim. Bu beni çok rahatsız ediyor. Beynimi ve ruh halimi size anlatamam. Bu halim beni yaşlı gösteriyor, hislerim yok oldu, bu acılardan kurtulmak istiyorum. Bana yardımcı olur musun?
Meral Ş./ANTALYA
Önce bir doktor gözetiminde tedavi olmanızı, ayrıca sıkıntılardan kurtulmanız için Allah'a samimiyetle yakarışta bulunmanızı tavsiye ederek acil şifalar dilerim.
Büyük bir çoğunlukla Hıristiyan olan Batı Avrupa ülkelerinde yaşayan gerçek bir Müslüman, domuz eti veya domuz yağını yemekten sakınabilir mi?
İsmet Akşan/ALMANYA
Elbette sakınabilir ve sakınmalıdır. Batı ülkelerindeki vatandaşlarımızın bu husustaki hasasiyetlerini takdir ediyorum.
Mevlana babasının yanına defnedilirken babasının ayağa kalktığı ve bundan dolayı sandukasının dik durduğu doğru mu?
İhsan Güneş/İSTANBUL
Menkıbe kitaplarında geçen bir uydurmadır. Bu ve benzeri keramet iddiasıyla yapılan yakıştırmalara inanmamak gerekir.
Çocuklarım her ay bana harcamam için bir miktar para veriyor, ben de bu parayı biriktirip hacca gidebilir miyim? Kuran okurken, tespih çekerken niyet lazım mı?
Müfide Çirar/İSTANBUL
Çocuklarınızın harcamak için size verdiği paralardan biriktirdiğinizle elbette hacca gidebilirsiniz. Çocuğunuzun parası sizin de paranızdır. Niyet, bir işi yapmaya gönülden karar verip ona bağlanmaktır. Kuran okurken, tespih çekerken zaten o işe yönelmişsiniz, dil ile söylemenize gerek yoktur.
Dinimizde zinanın, içkinin ve diğer günahların affı var mıdır?
A.Y/ADANA
Kuran'da şirk (Allah'a ortak koşma) dışındaki bütün günahların tövbe ile bağışlanabileceği yer almaktadır. Bu yüce Allah'ın günahkár kullarına bir lütfudur, merhametidir. Ancak kul hakları bunun dışındadır. Kul hakkının tövbesi, sahibinden helallik almakla olur. Hakları ancak hak sahipleri affedebilir.
Akıl ve kalbi birleştirerek Allah'ı çağırırsanız, çağrınıza karşılık verir diyorsunuz. Onu ne şekilde çağıracağız?
Hasan İnaltekin/İZMİR
Yüce yaratıcıyı çağırmak, ona içten bağlanıp yakarmaktır. Kuran-ı Kerim'de, ‘‘Kullarım beni senden sorduklarında de ki, ben yakınım, dua ettiklerinde onların dualarını kabul ederim’’ buyrulmuştur. Duanın kabulü için samimiyet, ihlas ve helal lokma şarttır.
Yazının Devamını Oku 
20 Şubat 2004
<B>ÖLÜMCÜL </B>bir hastalığa yakalanan ve iyileşme olasılığı bulunmayan kimsenin, yaşamını kendi veya kanuni temsilcilerinin isteği üzerine, acı vermeyen bir yöntemle sona erdirme şeklinde tanımlanan ötanazi, çağımızda önemini kaybetmeyen konulardan biridir. Istıraplar içinde kıvranan ve tıbbi verilere göre çaresi olmayan, ölümcül bir hastalığa yakalanan kimsenin böyle bir isteminin yerine getirilmesinin dinen ve hukuken suç teşkil edip etmeyeceğini, tartışmanın odak noktasını oluşturmaktadır.
* * *
İslam'da insanların can güvenliğine, diğer bir ifadeyle hayat hakkına büyük önem verilmiş ve insan hayatının dokunulmaz (masun) olduğu genel ilke olarak kabul edilmiştir. Bütün hak dinlerin kabul ettikleri vazgeçilmez beş esastan biri de ‘‘hayatın korunması’’ prensibidir. Kuran-ı Kerim'deki pek çok ayet-i kerimede de hayatın öneminden bahsedilir ve haksız yere insan hayatına kastetmenin ne kadar büyük bir suç teşkil ettiğine işaret edilir. Bunlarla da yetinilmeyip haksız yere bir insanın hayatına son vermenin cezasının yine misliyle mukabele olması (ölümle) gerektiği ifade edilir.
İslam'a göre insana verilen hayat, Allah'ın bir emanetidir. Dolayısıyla o hayatı sona erdirme yetkisi de Allah'a aittir. Buna göre, bir kimsenin etkisi olmadığı bir konuda başkasına izin ve yetki vermesi de söz konusu değildir. İslam hukukçuları, bir kimsenin hayatına son verdirilmesi konusunda başkasına izin vermenin caiz olmadığı ve böyle bir fiilin suç olduğu konusunda görüş birliğine varmışlardır. Aralarındaki görüş ayrılığı bu durumda suçluya (katile) ceza verilip verilmeyeceği, eğer verilecekse bu cezanın kısas mı, yoksa diyet mi olacağı konusundadır.
Esasen öleceğini hisseden kimsenin akli meleke ve dengesinin normal durumda olması şüphelidir. Bu nedenle iradesi geçerli sayılamaz. Yakınlarının arzu ve rızalarına itibar edilmesinin ise nice suiistimallere yol açacağı gözden uzak tutulmamalıdır.
* * *
Şu nokta da iyi değerlendirilmelidir ki, hızla ilerleyen, adeta hemen her gün yeni buluşların ortaya çıktığı günümüzde, tıp da süratle gelişmekte ve dün ölümcül olan birçok hastalık bugün tedavi edilebilmektedir. Yine, kendisinden tamamen ümit kesilen ve tıbben yaşaması mucize sayılan nice hastaların iyileştiği zaman zaman müşahede edilmektedir. Hz. Peygamber, ‘‘Allah her hastalığın bir şifasını yaratmıştır’’ buyurmuştur (Buhari, Tıb, 1: Müslim, Selam, 69; Tirmizi, Tıb, 3, 22; Ebu Davud, Tıb, 1, 11; Müsned, 11, 468). Buna göre; bu durumdaki kimselerin hayatına son vermeyip sabretmeleri ve mükáfatını da Allah'tan beklemeleri zor olmasına rağmen en doğru yoldur diyebiliriz.
SORALIM ÖĞRENELİM
Ben yoksul biriyim. Yoksulluk canımdan bezdirdi. Zaman zaman ölümüm için dua ediyorum. Günahkár olur muyum?
Ahmet-İSTANBUL
Dinimizde yoksulluk, hastalık ve benzeri sebeplerle ölümü arzu etmek caiz görülmemiştir. Peygamberimiz, ‘‘Sizden hiçbiriniz ölümü arzu etmesin. Eğer bunu yapmaya mecbur ise o takdirde ‘Allah'ım benim için yaşamak hayırlı olduğu müddetçe beni yaşat. Ölüm benim için hayırlı olduğu zaman beni öldür' desin’’ buyurmuştur. Her zorluğun bir kolaylığı vardır, ümitsiz olmayın. Sabredin, çünkü yüce Allah kuluna bütün kapıları kapatmaz, yeter ki sebeplere sarılmayı ihmal etmeyiniz.
Hocam biriyle gizlice evlendim. Şahit bulundurmadık, kocam melekler şahit olsun dedi. Bu doğru mudur?
Ayşe-ALMANYA
Bir nikáhın geçerli olabilmesi için en az iki şahit huzurunda kıyılması gerekir. Bu ayrıca evliliğinizin hukuki sonuçları açısından da gereklidir. Gayp álemine ait meleklerin şahitliği söz konusu olamaz. Bu bir aldatmacadır.
Faiz parasını ihtiyaç sahiplerine dağıtmam doğru olur mu? Sabah namazının kılınması gereken en son zamanı ne zamandır?
Serkan-İSTANBUL
Paranızın faizini, karşılığında sevap beklemeden fakirlere veya hayır kurumlarına vermeniz en doğru olanıdır. Vaktinde kılamadığınız sabah namazını öğlene yaklaşık yarım saat kalana kadar kılabilirsiniz. Niyet ederken, kaza sözcüğünü söylemeniz gerekmez.
Annem 80 yaşında oturarak namaz kılıyor, ancak abdest alırken büyük zorluklarla karşılaşıyor (eğilemiyor). Abdest alırken de benzer bir kolaylık imkánı olabilir mi?
O. Gökçen-ANKARA
Annenizin abdest almasına birisi yardım etmelidir. Şayet yardım edecek kimse yoksa ve hiçbir şekilde abdest alması mümkün değilse, toprak cinsinden örneğin taş üzerine ellerini, yüzünü ve kollarını meshederek (teyemmüm ederek) namazını kılar.
‘‘İsm-i azam’’ı bilip onunla dua edenin duası kabul olurmuş diyorlar, ism-i azam nedir.
Suha Timur-ANTALYA
İsm-i azam, Allah’ın en büyük ismi anlamına gelmektedir. Yüce varlığın bütün sıfatlarını içinde bulunduran Allah, ism-i celalidir. Akıl ve kalbi birleştirerek onu çağırırsanız çağrınıza karşılık verir.
Yazının Devamını Oku 