Gila Benmayor

Japonlar Türkiye'de marka arıyor

23 Temmuz 2002
<B>DÜNYANIN</B> en büyük şirketlerinden Japon <B>Mitsui</B>'nin yıllık ticaret hacmi 103 milyar dolar. Enerjiden modaya, bankacılıktan iletişime kadar geniş bir yelpazede faaliyet gösteren Mitsui'nun iş ortakları arasında Airbus, General Motors gibi şirketler var.

Şirketin ufku inanılmaz geniş, sürekli yeni arayışlar içersinde.

Avustralya'da maden işletmeciliği mi, Sakhalin Adası'sında Ruslarla ortak petrol araması mı... Her yerde at koşturuyor anmlayacağınız.

İşte bu Mitsui'nin Tekstil Grubu, yıllık toplantısı geçenlerde İstanbul'da yaptı.

Grup Başkanı Musataka Suzuki, İstanbul'a gelmeden önce, Japonya'da 1996 yılından beri distribürtölüğünü yaptığı Türk modaevi Dice Kayek'in sahipleri Ece ve Ayşe Ege'den, kendisini bazı Türk tekstilcilerle tanıştırmalarını rica ediyor.

Suzuki'nin kafasında, hem Türkiye'den aldığı deri ürünlerini çeşitlendirmek, hem de Endonezya'da özel olarak geliştirilen bir tür ipliği burada dokutturtmak var.

Randevular ayarlanıyor, Mitsui ve ekibinin, İstanbul Tekstil ve Konfeksiyon İhracatçı Birlikleri'ni (İTKİP) ziyaret etmesi de kararlaştırılıyor.

Ayşe Ege'nin beni ta Nemrut Dağı'nın tepesinde arayıp bulmasıyla İTKİB'de Bay Suzuki'yle tanışma fırsatı doğuyor.

Bakın neler anlatıyor Bay Suzuki:

‘‘Türkiye'nin bize sattığından on misli fazlasını size satıyoruz. Oysa fark ettik ki, Nike, Adidas, Next gibi markaların çoğu sizde üretiliyor. Yani esasından sizin malınızı dolaylı yollardan alıyoruz. Sizin başkaları için ürettiğiniz mallar bunlar.’’

Bay Suzuki, bu saydığı ürünlerde kalitenin son derece üstün olduğunu söylüyor, kolaylıkla Çin, Kore ile rekabet edebileceğimizi ilave ediyor.

‘‘Ama’’ diyor ‘‘Kendi markanızı üretin. Kalitenizi marka ile birleştirin o zaman kimse sizi durduramaz.’’

Japonya'nın önde gelen markalarından Sony'nin 30 yıl önce Amerikalılar için transistörlü radyo parçaları üretirken kimse tarafından bilinmediğini ancak Sony adı altında ürettiği radyo ile bir anda nasıl parladığını anlatıyor Bay Suzuki.

Evet, işin püf noktası marka.

Hele söz konusumillet, Hermes dükkanının Tokyo'da açılmasından üç gün önce kuyruğa giren Japonlar ise illa ‘‘marka’’.

Pakistan'da 140 milyon dolarlık iş Ecevit'le uçtu


BUNDAN tam bir yıl önce, bu sıralar Pakistan'daydım.

Ladin Fuarcılık Yönetim Kurulu Başkanı Devrim Erol ile birlikte Pakistan'ın çeşitli ticaret odalarında temaslarda bulunmuş, Devlet Başkanı Pervez Müşerref'i Ravalpindi'deki karargáhında ziyaret etmiştik.

O vesileyle Pakistan'da faaliyet gösteren Türk firmalarının çalışmalarıyla ilgili hayli bilgi edinmiştim.

Meselá o günlerde Gomalzam Barajı'nın ihalesinde Türk firması Tekser'in de adı geçiyordu.

Pakistan dönüşü ihaleye değinmiş ve Çinliler'in Tekser'i zorlayabileceğinden söz etmiştim.

Yazı üzerine Tekser Yönetim Kurulu üyesi Tuğrul Erkin şöyle bir faks göndermişti: ‘‘Kalite, fiyat ve teslim süresi göz önüne alındığında Çinliler Tekser'e asla rakip olamaz. Türk müteahhitleri karşısındaki tek engel devlettir. Türk müteahhitleri bugün sahipsiz.’’

Peki bir yıl sonra Gomalzam Barajı ihalesi ne oldu?

İhaleyi Çinliler aldı.

Bunu bizzat Tuğrul Erkin'den öğreniyorum.

Bir yıl önce ‘‘Çinliler rakibimiz olamaz’’ diyen Erkin üzgün.

12 şirketin katıldığı ihale geçenlerde sonuçlanmış.

Pakistan'daki diğer Türk firması STFA, Tekser'in önüne açmak için teklif vermemiş.

Tekser'in verdiği fiyat 146 milyon dolar.

Keşif çalışmasında biçilen fiyat 140 milyon dolar.

Yani Tekser'in verdiği fiyat en uygunu.

Çünkü verilen fiyatlar arasında 210 milyon dolar, 180 milyon dolar gibi rakamlar var.

İhaleyi kazanan en düşük fiyatı, 76 milyon dolar veren bir Çin firması.

Tuğrul Erkin ‘‘Yıllardan beri Pakistan'dayız. Barajın yapılacağı araziyi iyi tanıyoruz. Çinlilerin verdikleri fiyat gerçekçi değil’’ diyor.

İhalelerde kuralın en yüksek ve en düşük fiyatın elenmesi olduğunu söylüyor.

‘‘İhaleyi kazanan Çin firması büyük bir olasılıkla özel şartlar ilave ederek zaman içersinde fiyatını yükseltecek’’ diyor.

Tuğrul Erkin'e göre bu Çin firması resmen ‘‘damping’’ yapmış.

‘‘Hem damping, hem Keşmir meselesinde destek vaadiyle politik baskı söz konusu’’ diye anlatıyor.

Tabii söz dönüyor, dolaşıyor devletin sahip çıkması meselesine geliyor.

‘‘ Siyasilerimizin oturup Pakistanlılarla Türklerin haklarını koruyun diye konuşmaları gerekirdi. Ecevit son dakikaya kadar gideceğim dediği şu meşhur Pakistan ziyaretini gerçekleştir ihale bizimdi’’ diyor Erkin.

Özetle, kalite, fiyat yeterli değil... Lobicik denen şey her şeyin üzerinde.
Yazının Devamını Oku

Burada ne işin var diye soranlara ben Nemrut'la evliyim derdi

21 Temmuz 2002
Amerikalı arkeolog Theresa Goell ilk kez 1940'larda geldi Nemrut'a. Commagene Kralı I. Antiochos'un mezarını yıllarca aradı. ‘‘Sen niye evli değilsin’’ diyen köylülere ‘‘Ben Nemrut'la evliyim’’ derdi. 1985'te ölünce, kızkardeşi küllerini Nemrut Dağı'na serpti. NEMRUT Dağı'na tırmanırken vakit öğleden sonra olsa da sıcaklık yine de bunaltıcı.

Ayağınızdaki ayakkabı ne kadar düz olsa da o küçük taşlar yine de hız kesici.

Önümde Káhtalı bir aile yürüyor.

Elele yürüyen anneyle baba ve iki erkek çocuğu.

Onlar da benim gibi Akbank Oda Orkestrası'nın vereceği konsere yetişme telaşındalar.

Başı örtülü, uzun etekli kadın iki dakikada bir kayanın üzerine çöküp soluklanıyor. Ardından kocasının eline yapışıp yeniden yürümeye devam ediyor.

Bu çoğrafyada insanlar elele yürür müydü?

Dağa tırmanırken ilk mutluluğum ve ilk şaşkınlığım.

Yukarıda görüp, duyduklarımdan sonra bu hislerim dalga dalga büyüyecek, beni yutacak ve öylesine uçuracak ki aşağıya nasıl indiğimi bilemeyeceğim.

Cem Mansur'un yönetimindeki Akbank Oda Orkestrası'nın ilk nağmeleriyle varıyorum tepeye, yani dağın ‘‘Doğu Terası’’na.

Kommagene Kralı I. Antiochos'un yaptırttığı heykellerden kopan tanrı başları orada burada. Bazılarının önünde çantalar, açık keman kutuları.

Konser sonrası dünyanın en doğal, en serbest ‘‘açık hava müzesi’’nde dolanırken, bir yandan da rehberimize kulak veriyorum.

Annesi Büyük İskender soyundan, babası ise Perslerin Krallar Kralı diye tanımladığı Darius soyundan olan Kral I.Antiochos şöyle demiş: ‘‘Tüm Tanrıların ortak meskenini oluşturarak, onları bu kutsal dağın zirvesinde ebedileştirdim.’’

Kralın Nemrut'a dizdiği heykellerin çifte isimleri var. Biri Yunanca, diğeri Pers dilinde.

Zeus-Oromasdes, Apollon-Mithras gibi.

Zira amacı hem Batı'yla Doğu kültürünü kaynaştırmak, hem Doğu'dan ve Batı'dan Kommagene ülkesine gelecek saldırılara karşı korunmak.

Heykellerin yanıbaşlarına yeryüzünden gelecek tehlikelere karşı arslanları, gökyüzünden gelecek tehlikelere karşı ise kartalları dikmeyi ihmal etmemiş.

I.Antiochos tanrılarla o denli haşır neşir olmuş ki sonunda kendisini de tanrı ilan etmiş.

Nemrut'ta bulunan yazıtlardan zaten ondan Tanrı-Kral diye sözediliyor.

Tanrı-Kral ne yapar?

Şanı yürüsün diye kendisine zirvede bir anıt mezar yaptırır.

Dağa çıkarken ayağınıza takılan o taşların meydana getirdiği yaklaşık 50 metrelik tümülüsün altındaymış I.Antiochos'un mezarı.

Bugüne kadar hiçbir arkeolog ona erişememiş.

Ölümünden sonra külleri Nemrut Dağı'na serpiştirilen Amerikalı kadın arkeolog Theresa Goell'ın de en büyük düşü bu mezarı bulmakmış ama muradına ermeden ölmüş.

Rehberin ağzından bu öyküyü dinledikten sonra Theresa Goell adı káh orada burada okuduğum yazılarda, káh internette birkaç kez karşıma çıktı.

Theresa nasıl kralın mezarına ulaşamadıysa, bende onunla ilgili eksiksiz bilgilere ulaşamadım.

Anneannem gibi 1901 doğumlu Theresa Goell, 1940'ların sonunda Nemrut Dağı'nda çalışmalarına başlamış.

Civardaki köylerde kalmış.

Neredeyse yaşamının 30 yılını burada geçirmiş.

O yıllarda bir kadının tek başına olmasını pek yadırgayan köylüler sorarlarmış ona ‘‘Neden evlenmedin’’ diye.

‘‘Ben hayatımı Kommagena medeniyetine adadım. Nemrut ile evliyim’’ dermiş Theresa.

Kralın mezarının tümülüsün altında olduğunu tahmin ettiğinden ona ulaşmak için müthiş çaba harcamış.

Şimdi zararlı olduğu düşünülen dinamit patlatmış.

Nafile... Mezara ulaşamadan 1985 yılında ölmüş.

Dediğim gibi rivayete göre külleri Nemrut Dağı'nda, kendisi pek sevdiği çifte isimli tanrıların yanında.
Yazının Devamını Oku

Nemrut'un tanrıları 2 milyon turist getirecek

19 Temmuz 2002
<B>NEMRUT </B>Dağı'nın tanrıları, <B>Zeus, Apollon</B>, <B>Herakles</B> <B>Hermes</B>'in yüzyıllık suskunluklarını <B>Mozart</B>, <B>Bach, Strauss </B>bozdu. Akbank Oda Orkestrası'nın şefi Cem Mansur'un değneği Tanrıların şaşkın bakışları arasında havada kavisler çizerken oradaydık.

Orada bulunmamızın nedeni ise ‘‘Nemrut Konservasyon Projesi’’ne ‘‘hoşgeldin’’ demekti.

Proje, 2 bin 206 metre yüksekliğinde hepimizin tanıdığı o ünlü tanrı başlarını koruma altına alınmasını amaçlıyor.

Çünkü ne yazık ki, dünyanın sekizinci harikası adayları arasında adı geçen yontular ellenirken dahi zarar görüyor.

Akbank ve American Express Company'nin finansal desteği ve Kültür Bakanlığı'nın denetimindeki konservasyon projesi geçen yıl start almış.

Amsterdam Üniversitesi Arkeoloji Merkezi Başkanlığı'nda bu yıl haziran ayında çalışmalara başlanmış.

Dünya Anıtlar Fonu da, konservasyon metodlarını tespit etmek üzere projeye dahil. Nemrut Dağı'nın batı terasındaki yontuların etrafı çevrilmiş, tahta iskeleler kurulmuş.

ENKA, Nemrut Tanrıları'nın kopan başlarını yerlerine oturtmak için dev vinciyle orada. Zaten Akbank Oda Orkestrası'nın bu inanılmaz ortamdaki konserini dinlemek üzere gelenler arasında ENKA'nın işçileri de vardı. Proje evrensel boyuttaki bir kültür mirasının kurtarılması açısından elbet son derece önemli.

Ancak bir de madalyonun diğer yüzü var. O da turizm.

Nemrut'u geçen yıl ziyaret eden turistlerin sayısı 150 bin. Bu yıl iki misli bekleniyor. Çevrenin insanları yaşamlarını yavaş yavaş turizme göre düzenlemeye başlamışlar.

Mesela bizi Káhta'taki Zeus Oteli'nden alıp, dağın eteklerine kadar götüren (ondan sonra tırmanma faslı başlıyor) minibüs şoförü İbrahim, her yıl turizm mevsiminde bir minibus alıp, mevsim sonunda elden çıkartıyor.

Şoför İbrahim, turizmin neredeyse Adıyaman'daki petrol yataklarından daha önemli olduğunu söylüyor. ‘‘Çünkü petrolün bize faydası yok’’ diyor.

‘‘Nemrut Konservasyon Proje’’ni hayata geçirenler ise 10 yıl sürmesi devam eden çalışmaların sonunda Nemrut'a iki milyon turistin gelebileceği iddiasında.

Güneydoğu'nun Bodrum'u: Halfeti

TURİZMDEN esasında tüm Güneydoğu Anadolu'nun büyük beklentisi var.

Gaziantep'ten Nemrut'a kadar bize eşlik eden rehberimiz Sadettin Özer'den öğrendiğime göre, Turizm Bakanlığı geçtiğimiz günlerde Gaziantep'te 10 günlük bir turizm semineri düzenlemiş.

Yörenin rehberleri de örgütlenmiş.

‘‘Güneydoğu Anadolu Profesyonel Rahberler Derneği’’ni kurmuşlar.

Özer'e göre, 2000 yılının Zeugma fırtınasından sonra bölgede büyük bir patlama yaşanmış.

Ne var ki, patlama Fırat'ın kıyısındaki, Zeugma gibi bir bölümü sular altında kalan Halfeti ilçesine pek ulaşmamış.

Nemrut Dağı'ndaki konserin hemen ertesi günü Birecik Baraj Gölü'nün turkuvaz sularında çıktığımız tekne gezisinde Halfeti'ye uğradık.

Yeşillikler içersindeki Halfeti'nin beşte ikisi sular altında.

Suların ortasında bir palmiye dahi görüyorsunuz.

Evleri sular altında kalanların bir bölümü Karaotlar köyüne nakledilmiş.

Öğle yemeğinde sohbet ettiğimiz Halfeti Belediye Başkanı Mehmet Göçek (Melih Göçek'in akrabası) ve Kaymakam Sıtkı Öcal oldukça dertli.

Araziler gittiği için artık tarım yapılamayan ilçenin tek umudu turizm. Yasalar, gerçekten çok güzel olan eski taş evlerin, konakların tamir edilmesine engel. Güzelim ilçede hiçbirşey yapılamıyor.

Turist gelirse kalacak otel yok.

Belediye Başkanı ‘‘Burası Güneydoğu'nun Bodrum'u olabilir’’ diyor.

Halfeti birçok ünlünün doğum yeri.

Ankara Belediye Başkanı Melih Gökçek'in yanısıra, Hacettepe Üniversitesi'nde klasik gitar eğitimi veren Ahmet Kanneci, Müslüm Gürses, Nuri Sesigüzel buralı.

Kimler hak etmeden para kazanıyor?

TÜRKİYE Sosyal, Ekonomik, Siyasal Araştırmalar Vakfı TÜSES, hatırlarsanız yaklaşık üç hafta önce ODTÜ'den Prof Sencer Ayata'nın yürüttüğü ‘‘yoksulluk’’ araştırmasını kamuoyuna duyurmuştu.

Önceki gün ise 2002 yılı seçmeninin eğilimlerini ortaya koyan çok önemli bir anketin sonuçlarını açıkladı.

1994'ten bu yana seçmenin eğilimleri üzerinde araştırmalar yapan TÜSES 1998'e kadar dört anket yapmış.

Bu beşinci ve sonuncu anketin önemi diğerleriyle karşılaştırmaları olarak sunulmasında.

Yani seçmenin 1994'ten 2002'e kadar nasıl bir değişimden geçtiğini görmek mümkün.

TÜSES ile Veri Araştırma'nın anketi dünkü Hürriyet'te yayınlandığı için fazla detayına girmeden bir, iki şey eklemek istiyorum.

Ankette şöyle bir soru var: ‘‘Sizce Türkiye'de hak etmediği kadar çok para kazananlar var mı? Kimler?’’

İşte çarpıcı cevaplar:

1996'da ‘‘milletvekilleri, politikacılar’’ diyenlerin oranı yüzde 40.4.

2002 yılında oran yüzde 59.7'ye fırlamış.

Aynı soruya ‘‘sermaye sahipleri’’ diye cevap verenlerin oranında ise düşüş var. 1996'da 42.1 iken 2002'de 23.9. Yani yarı yarıya düşmüş.

Peki ‘‘sermaye sahipleri’’ nin gerilemesinde neyin payı var?

‘‘Yasa dışı özel sektör’’ yani mafyanın ortaya çıkması.

1996'da, haksız kazanç ile mafyayı bağdaştıranların oranı yüzde 7.0 iken 2002 oran yüzde 23.9'a fırlamış.
Yazının Devamını Oku

Sanayiden vazgeçerek refah olmaz

16 Temmuz 2002
<B>TÜSİAD</B>'ın hazırlattığı <B>‘‘Yeni Rekabet Stratejileri ve Türk Sanayisi’’ </B>raporu iki yıllık bir gecikmeyle geldi. Raporu, Dr. Melike Balkır ve Dr. Süleyman Gedik ile birlikte hazırlayan Prof. Dr. İbrahim Kavrakoğlu, ‘‘Raporu Kasım 2000 krizi nedeniyle ertelemek zorunda kaldık’’ diyor.

Ekonomik kriz nedeniyle ertelenen rapor, bu kez siyasi bir krizin ortasına düşüyor ve ne yazık ki gerekli ilgiyi görmüyor.

Kavrakoğlu'na göre, Türkiye'nin 12 yıldan beri gündemi ekonomiye ve siyasete taşıması üretim meselesini ikinci plana attı.

Oysa Türkiye henüz bilgi toplumu değil ve üretimi ikinci plana düşürme lüksüne sahip değil.

ABD'de Profesör Lester Thurow'un başını çektiği ‘‘sanayi önemli mi, değil mi tartışması’’ şu an Türkiye için gereksiz bir tartışma Kavrakoğlu'na göre.

‘‘Türkiye önümüzdeki 20-30 yıl sanayiden vazgeçerek kalkınamaz’’ diyor.

Sanayi olmadan kalkınma mümkün değil, ancak sanayinin yapısında radikal değişim şart.

Dünya piyasalarında rekabet için özellik içeren ürünler üretmemiz gerek. Profesör Kavrakoğlu, ‘‘Türk sanayicisi dünyaya farklı bakmak zorunda. Düz ürünlerle Endonezya, Pakistan gibi ülkelerle rekabet edebiliriz. Oysa AB kulvarında oynamak istiyorsak yüksek katma değerleri olan ürünlere yönelmemiz gerek’’ diyor.

İşte işin püf noktası tam burada.

Çünkü uluslararası piyasalarda rekabet için, katma değeri yüksek ürünler, bunun için de sanayicilerin Ar-Ge'ye yani araştırma-geliştirmeye ciddi bir bütçe ayırmaları gerek.

Oysa Türk şirketlerinin Ar-Ge'ye ayırdıkları para yatırımın belki binde biri.

Kavrakoğlu, Ar-Ge'nin üzerinde önemle duruyor.

IBM'in araştırma-geliştirmeye yılda 6 ila 7 milyar dolar ayırdığını söylüyor. Türkiye'nin 10 misli bu rakam.

‘‘Küçük şirketlerde dahi Ar-Ge bölümleri oluşturulabilir. İki ya da üç mühendisle yapılacak bir iş.’’

Ne yazık ki bunu yapmıyoruz.

Peki ne yapıyoruz?

Kendi yaratıcılığımızı geliştirmek yerine ‘‘kopyacılık’’ yapıyoruz.

TÜSİAD'ın hazırlattığı rapordan aktarıyorum: ‘‘Bir diğer ülkede üretilen özgün ürün, teknoloji veya markayı izin almadan ve bedel ödemeden kullanmak uzun yıllar hak olarak görüldü. Başka bir ifadeyle doğasında haksız kazanç olan kopyacılık yasal hale getirildi.’’

Bu uygulama neye maloldu?

Türkiye dışında bilinen güçlü ‘‘markalar’’ yaratılamadı.

Bugünkü siyasi ortamda kanımca ‘‘gürültüye’’ giden TÜSİAD'ın raporu çok ilginç. Okumak isteyenler internette, www.tusiad.org adresine başvurabilirler.

TÜSİAD'ı böyle bir rapor için kutluyorum.

Ancak TÜSİAD üyesi sanayicilere küçük bir sorum var:

Kaçınızın şirketinde Ar-Ge bölümleri mevcut?


Sanayi-üniversite işbirliği yolda


TÜSİAD için hazırlanan rapordan şöyle bir cümle: ‘‘Onlarca yıldır üzerinde konuşulan, fakat somut netice alınamayan 'sanayi-üniversite işbirliği' özlem olarak kaldı.’’

Şimdi size iyi bir haber.

‘‘Sanayi-üniversite işbirliği’’ artık bir özlem değil, çünkü aşağıda detaylarına gireceğim proje gerçekleşirse eğer gerçek olacak.

Ali Koç'un desteklediği CAT (Competitive Advantage of Turkey) projesinin Koordinatörü Hakan Çiftçi'nin gönderdiği e-mail müjdeyi veriyor.

Turizm alanında olduğu kadar tekstil alanında da önemli çalışmalar yapan CAT grubu, Yeditepe Üniversitesi'yle ortak, Çorlu'da bir Tekstil Araştırma Enstitüsü kurmaya hazırlanıyor.

Amaç, İstanbul, Kocaeli, Tekirdağ, Çerkezköy, Çorlu, Lüleburgaz'daki tekstil sanayinin Ar-Ge çalışmalarıyla yeni, özellikli ve farklı ürünler geliştirmesini sağlamak.

Yani Profesör Kavrakoğlu'nun önemle üzerinde durduğu meseleye çözüm getirmek.

Tekstil Araştırma Enstitüsü, yeni ürün geliştirmenin yanısıra, iş gücünü maksimum seviyede eğitmek, araştırmacı personel gibi yetiştirmek gibi hedefleri de olacak.

Yeditepe Üniversitesi Tekstil Araştırmaları Enstitüsü'nün bu konuda North Carolina State University ile işbirliği yapması da planlanılıyor.

CAT, önümüzdeki yıllarda benzer enstitülerin Türkiye'nin diğer bölgelerinde de kurulması peşinde.

CAT, yabancı teknolojiyle kurulduğu halde etkin bir Ar-Ge desteğinden mahrum olan Türk Tekstil ve Konfeksiyon Sanayii'ne yeni bir pencere açıyor.

Bu projeyle ilgilenen şirketler CAT Direktörü Melih Bulu'dan gerekli bilgi alabilirler.

Bulu'nun cep telefonu şöyle: 05322402044
Yazının Devamını Oku

TÜSİAD'a bir tek MHP randevu vermedi

12 Temmuz 2002
<B>TÜSİAD</B>'ın siyasi parti liderlerine yaptığı ziyaret Ankara'daki son siyasi depreme denk geldi. İstanbul'da Recep Tayyip Erdoğan ile görüştükten sonra Ankara'ya uçan TÜSİAD ekibi kendisini sıcak saatlerin içerisinde buldu.

TÜSİAD Yönetim Kurulu Üyesi Lütfi Yenel, Ankara'da Deniz Baykal, Tansu Çiller, İsmail Cem, Mesut Yılmaz, Recai Kutan'ın, başdöndürcü bir hızla gelişen olaylara rağmen kendilerini can kulağıyla dinlediklerini söylüyor.

‘‘Siyasilerin reel sektörde neler olup bittiğini öğrenmeye ihtiyaçları var’’ diyor.

TÜSİAD'ın siyasi liderlere verdiği iki önemli mesaj var.

İster seçim olsun, ister olmasın, Kopenhag kriterlerinin yerine getirilmesi hedefinden şaşılmaması ve ekonomik programa devam.

Yenel ‘‘Görüştüğümüz siyasilerin hepsi hükümetten bağımsız olarak, ufak tefek ayarlarla programın devam etmesi görüşünde’’ diyor.

TÜSİAD bu görüşme maratonunda sadece MHP'den randevu alamamış.

Mersin uluslararası festivale koşarken

BU yıl Uluslararası İstanbul Müzik Festivali, Caz Festivali hepsi benden teğet geçti.

Geçen hafta sonu Boğaz'ı turlayan Caz Vapuru davetiyesinin geldiğini dahi ancak Meral Tamer yazdıktan sonra farkettim.

İstanbul'u kaçırdım ama Mersin'i merakla bekliyorum.

Mersin, 1 Ekim ile 13 Ekim tarihleri arasında ‘‘Mersin 1.Uluslararası Müzik Festivali’’na hazırlanıyor.

Festivali, şehirde bir Kalkınma Ajansı kurulmasına önayak olan Mersin Sanayi ve Ticaret Odası da destekliyor.

Zaten MTSO'nun Yönetim Kurulu üyesi Selami Gedik'ten oda bünyesinde bir ‘‘Kültür ve Sanat Koordinatörlüğü’’nün kurulmuş olduğunu duyunca müthiş şaşırdım.

Diğer sanayi ve ticaret odalarımızda böyle bir oluşum var mı bilmiyorum.

Belli ki, sanatla ticaret, Mersin'de diğer illerimize göre daha fazla içiçe geçmiş.

1940'lı yıllarda ‘‘operet’’ tarzının pek meşhur olduğu Mersin'de Türkiye'nin dördüncü Opera ve Balesi var.

Mersin Kültür Merkezi Derneği kurulmuş.

‘‘Mersin 1. Uluslararası Müzik Festivali’’ne dönersek , festival projesi Mersin Devlet Opera ve Balesi'nin 10. kuruluş yıldönümü nedeniyle şekillenmiş.

Mersinliler 10. kuruluş yıldönümünü neden uluslararası bir festival ile kutlamayalım demişler ve kolları sıvamışlar.

MTSO Kültür Sanat Koordinatörü H.Fazıl Tütüner, festival için bakın ne diyor:

‘‘Festival Mersin'de, sanat adına, kültür adına 10 yıldan beri sessiz sedasız yapılanların artık gün ışığına çıkmasıdır. Mersin, kültür ve sanattaki iddiasını artık tüm dünyaya duyurmaya başlayacak.’’

MTSO'nun gönderdiği dosyadan öğrendiğime göre, festivalin toplam sponsorluk bedeli 150 bin dolar.

Programda gözüme çarpan isimler arasında Fazıl Say, Don Kazakları Korosu, İlhan Erşahin, Bilkent Orkestrası var.

Ekimde Mersin'de buluşmak üzere..

Denize düşen CEO'ların sarıldıkları adam

GEÇEN hafta, peşpeşe patlayan büyük şirket skandalları nedeniyle CEO'ların durumlarının sarsıldığını yazmıştım.

Her ne kadar evlilik operasyonlarında servetlerine servet katmış olsalar da CEO'lar bugün koltuk derdinde.

Kolay mı, bilmem kaç milyon dolarlık maaşı kaybetmek.

Financial Times'ın yalancısıyım.

İyi günlerde yöneticilere, şirketin daha üst mevkilere sıçramaları için yol gösteren Amerikalı guru Paul Bernard şimdi onlara nasıl ayakta kalınır dersleri veriyormuş.

Financial Times'ın ‘‘CEO'ların koçu’’ diye tanımladıkları Paul Bernard kendisine yağan telefonlardan pek mutlu.

‘‘Guruluk’’ ücreti yılda 30-40 bin dolar olan Bernard'ın yağan telefonlardan ücretini kaça katlayacağını tahmin etmek çok kolay.

Peki Paul Bernard müşterilerine neler tavsiye ediyor.

Şirketteki yeni gelişmeler sonrası nasıl bir strateji izleneceği konusunda yol gösterebildiği gibi ‘‘zayıflayın, imajınızı tazeleyin’’ gibi önerilerde de bulunabiliyor.

Şimdiye kadar kovulmaktan kurtardığı CEO var mı?

İşte onu bilmiyorum.

Financial Times yazmamış.
Yazının Devamını Oku

Turizm sektörü Avrupa'da neden avantajlı?

9 Temmuz 2002
<B>TURKAB</B>'ın, Antalya Ticaret Sanayi Odası ve Akdeniz Turistik Otelciler ve İşletmeciler Birliği ile birlikte Antalya'da düzenlediği bir günlük seminerde ne öğrendik biliyor musunuz? Avrupa Birliği'nin ortak bir turizm politikası yok.

Yani her ülke kendi politikasını belirliyor.

Turizm konusunda ulusal politikalar geçerli.

Neden diye sorarsanız şöyle özetleyebilirim:

Avrupa'da en çok turist alan ülkeler de, turist gönderen ülkeler de AB üyesi, bu yüzden birbirlerine yaptırım uygulamaları çok zor.

Bu tespitin Türkiye için anlamı şu: Bazı çevrelerin AB'ye üye olursak elimizden gidecek diye korktukları ‘‘egemenlik hakları’’ndan vazgeçmek diye birşey söz konusu değil turizmde.

‘‘Egemenlik hakları’’nı bir yana bırakın, ortak politikanın olmaması bizim için en büyük avantaj çünkü bizi zorlayan yasalar yok.

AB'nin yeni yeni üzerinde durmaya başladığı tüketici koruma yasaları daha çok standartlarla ilgili.

Turizmde standartlarımız Avrupalılarla eşit düzeyde.

Hatta, Avrupa'nın en çok turist çeken ülkelerinden Yunanistan ve İspanya'nın çok ilerisinde.

Çünkü bu gibi ülkeler turizm yatırımlarına bizden çok önce başladıklardından, altyapıları oldukça eski.

Meselá, tüketiciden gelen şikayetler üzerine otellerine çekidüzen vermek zorunda kalan İspanya bu yıl 560 milyon dolarlık bir maliyet ödemek durumunda kalmış.

Avantaj konusunda bu madalyonun bir yüzü.

Diğer yüzünde ise trendler var.

Dünya Turizm Örgütü WTO'nun verilerine göre, Avrupa'nın turizm hareketindeki payı giderek düşüyor.

Yüzde 70'lerden yüzde 58'lere düşmüş.

2010'da yüzde 47'ye düşeceği hesaplanıyor.

Yine WTO'ya göre, dünya turizm hareketi 2005 yılından itibaren Asya'ya kayacak.

Asya derken sadece Uzakdoğu'yu düşünmemek gerek. Turizmciler için büyük bir pazar olan Rusya, BDT ülkeleri de buna dahil.

İşte bu noktada turizm sektörümüz bir köprü vazifesi görecek.

Çünkü Asya'ya açılmak isteyen Avrupalı kendisine Türk partner arayacak.

Zaten öğrendiğime göre, bununla ilgili iyi bir gelişme de var: Avrupa'nın en büyük tur operatörlerinden TUİ, Rusya'da yeni açtığı ofis için kendisine Türk bir ortak arıyormuş.


TURKAB'ın seminerine küçük bir itirazım var


SÖZ TURKAB, AB-Türkiye İşbirliği Derneği'nin Antalya'daki bir günlük seminerinden açılmışken, küçük bir itirazımı belirtmek istiyorum.

AB Genel Sekreteri Volkan Vural'ın AB üyeliği konusunda hayli aydınlatıcı bilgiler verdiği seminerde, Magic Life'ın Yönetim Kurulu Başkanı Cem Kınay, TURKAB Yönetim Kurulu üyesi Talha Çamaş, Turizm Bakanlığı AB Çalışma Grubu sorumlusu Hasan Kocatürk, TYD Başkanı Tavit Köletavitoğlu'nu da dinledik.

Seminerde ayrıca turizm konusunda Avrupalı iki uzman vardı.

AB politikaları uzmanı, Avrupa Seyahat Politikası Gazetesi yazarı Nick Markson ile Orta ve Doğu Avrupa uzmanı Robert Nemeskeri.

Her ikisi bize hem Avrupa'nın turizm politikaları, hem turizm hareketleriyle ilgili bilgi verdiler.

Oldukça faydalı ama teknik bilgiler.

İşte itirazım bu noktada.

Çünkü seminerde, birkaç kişi dışında bu uzmanların bilgilerinden kimin yararlanabileceğini kestiremedim.

Kanımca, seminere gelen Turizm Bakanı Mustafa Taşar, yanında bu uzmanların bilgilerinden yararlanacak bir ekip getirmeliydi.

Avrupa'daki uygulamalar hakkında sorular soran, not tutan bir ekip.

Bir de, TURKAB'ın davetlileri arasında AB ve turizm konusunda ileriye dönük çalışmalar yapan akademisyenler, hatta üniversite öğrencileri olmalıydı.

Bundan sonraki seminerlerde bu eksikliklerin tamamlanması dileğiyle.


Clinton'a 7 bin 500 dolarlık Sultan Dairesi


BUGÜN, hepimiz ABD eski Başkanı Bill Clinton'ı dinlemek üzere Çırağan Sarayı'ndayız.

TABA'nın davetlisi olarak gelen Clinton, eşi Hillary ve kızı Chelsea ile birlikte İstanbul'a ilk geldiğinde Conrad Oteli'nde kalmıştı.

Öğrendiğime göre, bu kez Çırağan Sarayı'nda, gecesi 7 bin 500 dolara Sultan Dairesi'nde kalıyormuş.

Daha önce İspanya Kralı Juan Carlos, Ürdün Kralı Abdullah, ünlü tenor Pavarotti'nin kaldığı Sultan Dairesi'ndeki çiçekler arasında zambak yokmuş.

Çünkü Clinton'ın zambaklara alerjisi varmış.

Türkiye'de pek sevilen eski başkanla ilgili bir küçük sır daha.

Başkan asla çikolata yemiyor.

Kendisine kazara çikolata ikram etmek isteyenlere duyurulur.
Yazının Devamını Oku

Ne oldu sana Oriana?

7 Temmuz 2002
<B>SENİNLE</B> ilk tanışmam <B>‘‘Doğmamış Çocuğa Mektuplar’’</B> adındaki kitabınla oldu. Henüz ne gazeteci, ne de anneydim.

Doğmadan önce kaybetmiş olduğun bebeğine yazdıkların belki de bende annelik isteğini doğurmuştu. Bilmiyorum.

İkinci kez ‘‘Bir İnsan’’ ile karşıma çıktın.

Yunanlı direnişçi Aleksandr Panagulis ile yaşadığın aşkın hikayesiydi kitap.

Kitaplarını sevdim; mesleğe adım attıktan sonra gazeteci kimliğini kuşatan miti kıskandım.

Seni üç saat karargáhında bekleten Kaddafi'nin odasına doğru bir kitap fırlatıp, Libya liderini apar topar ayağına getirten sen değil miydin?

Ya Humeyni'ye yaptıkların?

Humeyni, başındaki çarşafın ancak ‘‘genç ve edepli kadınlar’’ tarafından kullanılabileceğini söyleyince nasıl bir öfkeye kapılmıştın. Çarşafı hırsla başından çekip, yere atmış ‘‘işte çarşafınızın benim için anlamı’’ diye haykırmıştın.

BU NASIL ÖFKE

İran'dan Vietnam'a, Ortadoğu'dan ABD'ye söyleşi yapmadığın politikacı kalmamıştı. Cesur sorularınla onları terletmeyi başarıyordun çoğunlukla.

Cesaretinle ve faşizme karşı direnmiş bir aileden gelmiş olmanla övünmeyi pek severdin.

Yıllar geçti.

Sesin artık pek duyulmaz oldu.

Ama star-gazeteci mitin devam ediyordu.

New York'ta, 56. Sokak'ta, kitaplarının ve antikalarının arasında yaşadığını, bir ara sana musallat olmuş bir kanserle boğuştuğunu duyduk.

11 Eylül günü, Manhattan'daki evinin penceresinden tanık olduğun olaydan sonra fırtına gibi yeniden sahneye girdin.

Gazetelerde İslam dinine hakaretler savuran makalelerin yayınlanmaya başladı.

Ve sonra kitabın ‘‘Öfke ve Gurur’’ geldi. Bugünlerde Fransa'da ırkçılık karşıtı hareketlerin yasaklanmasını istedikleri kitabın mahkemeye düşmüş.

Müslümanlara karşı nasıl bir öfke bu Oriana?

‘‘Allah'ın çocukları fareler gibi ürüyor.’’

Ya tüm Müslümanların, İslamcı ülkelerde, ılımlı rejimlerde ve Avrupa'da yaşayan tüm Müslümanların Batı uygarlığı için bir tehdit olduğu inancın.

Bu ne düşmanlık?

Senin gibi İtalyan olan Floransa Üniversitesi'nde profesör Franco Cardini'nin ‘‘Avrupa ve İslam. Bir Anlaşmazlığın Öyküsü’’ kitabı eline geçmedi mi?

BİZİ YANILTTIN

Medeniyetler çatışmasını körüklemekten öteye gitmeyen kitabını kaleme almadan önce keşke Profesör Cardini'nin kitabını okusaydın.

'Avrupa'da eski önyargılar, Ortaçağ anti-İslamcılığının yeniden hortlaması, İslam'ın serinkanlı analizini engelliyor'' diye yazdığını görseydin.

Sen ki ‘‘Bir İnsan’’ da ‘‘mutluluk bazen balkona dek yükselmiş yasemin ağacından bir dal koparıp çekingenliğinle birlikte sunmandır. Mutluluk bazen, eğri büğrü koltuk bacaklarını, delik deşik döşemelerini görmediğim bir odadır; çünkü sen varsın. Mutluluk bazen rüzgar zeytin dalları arasından hışırdayarak denizin sesini getirirken, senin alnıma utanarak kondurduğun bir öpücüktür’’ satırlarının yazarısın, nasıl böyle bir sevgisizlik denizinde boğulup gittin.

73 yaşındasın.

Ben sanırdım ki, o yaşlar hoşgörü ve bilgelik yaşlarıdır.

Yanılmışım Oriana.
Yazının Devamını Oku

AB treni kaçarsa bir daha bu istasyona uğramaz

5 Temmuz 2002
<B>KÜÇÜK</B> bir anıyla<B> </B>başlıyorum. Haziranın ilk günlerinde Samsun gemisiyle Atina'daki Posedonia 2000 fuarına gidiyoruz.

Denizcilikten sorumlu Devlet Bakanı Ramazan Mirzaoğlu'nun gemide yaptığı bir basın toplantısındayız.

Söz dönüp dolaşıp AB-Türkiye ilişkilerine geliyor.

Mirzaoğlu ile birlikte geziye katılan MHP Kars milletvekili Arslan Aydar, Kars'taki berberinde rastladığı vatandaşların AB'yi sorduklarını anlatıyor.

‘Soran vatandaşlara, üyeliğin ‘‘tek tip tıraş’’ anlamına geldiğini söyledim. Şurasını kısa tut, favorileri uzat deme şansın yok’’ diyor.

Tabii milletvekilinin bu sözlerinden sonra orada bulunan gazetecilerden itiraz sesleri yükseliyor.

Geçen akşam, TURKAB'ın toplantısında, Yönetim Kurulu Başkan Erdal Kabatepe, ‘‘sokaktaki insanı hatta milletvekillerini AB konusunda doğru bilgilendirmek istiyoruz’’ deyince yukarıdaki anı aklıma geldi.

Öyle ya, hadi tut ki vatandaşı bilinçlendirdin.

Peki milletvekilinin kafa yapısını, düşünme tarzını nasıl değiştireceksin?

Neyse TURKAB'a (AB-Türkiye İşbirliği Derneği) dönelim.

Yaklaşık bir yıl önce kurulmuş olan derneğin üyeleri arasında Selçuk Maruflu, Güngör Keşçi, Talha Çamaş, Meral Gezgin Eriş, Mahfi Eğilmez gibi isimler var.

Erdal Kabatepe, derneğin amacının AB'nin içerde lobisini yapmak, en önemlisi AB fonlarına ulaşmanın yollarını göstermek olduğunu anlatıyor.

Çünkü proje hazırlamakta maalesef deneyimsiz olduğumuz için bu fonlardan hakkımız olduğu halde yararlanamıyoruz.

AB fonlarından en iyi yararlanan iki ülke Yunanistan ve İrlanda.

Şimdi bu iki ülkenin bulunduğu noktaya bakın.

Kabatepe, Ankara'da bir bakana fon meselesini açtığında ‘‘boşver şimdi bu fonları, monları’’ diye bir tepkiyle karşılaştığını anlatıyor.

TURKAB'ın bir diğer misyonu, çeşitli sektörleri, meslek gruplarını AB konusunda bigilendirmek amacıyla seminerler düzenlemek.

Bunlardan bir tanesi de bugün Antalya'da turizm sektörüyle düzenleniyor.

Peki bu kadar çaba karşısında AB'ye üyelik umudumuz ne durumda?

TURKAB'ın geçen akşamki toplantısında ortaya çıkan tablo oldukça karamsar.

Geçen hafta Holbrooke'un da vurguladığı gibi, 11 Eylül elimizi müthiş güçlendirdiği halde, özellikle AB ile ilişkilerimizde bundan gerektiği gibi yararlanamadık.

Erdal Kabatepe, ‘‘Ne yazık ki Meclis işini bitirmeden tatile girdi. Ev ödemizi tamamlamak için süre azalıyor. AB trenini kaçırırsak bir daha bu istasyona zor uğrar’’ diyor.

Saçma taşkınlığın sonuna geldik mi?

‘‘Şansını empoze et, mutluluğunu kucakla ve riske doğru koş. Sana baktıkça sana alışacaklar’’...

Ünlü Fransız şair Rene Char'ın bu cümlesi, hafta başında koltuğunu bırakmak zorunda kalan Vivendi Universal'ın CEO'su Jean-Marie Messier'nin en sevdiği cümleydi.

Dünya Ekonomik Forumu toplantılarında birkaç kez dinlemek fırsatını bulduğum ''megalo'' Messier bundan tam bir yıl önce Time Dergisi'nin kapağındaydı.

Yanlış hatırlamıyorsam eğer Time, Messier için şöyle diyordu:‘‘Fransa'nın eski bir su şirketini bir medya devine dönüştürdü. Şimdi Amerikalılara kendi bahçelerinde saldırmaya hazırlanıyor’’.

Bir yıl sonra duruma bakın.

Vivendi-Universal'in borcu 34 milyar Euro.

Hesaplarından pis kokular çıkmaya devam ediyor.

Park Avenue'de 17 milyon dolarlık, 520 metrekarelik apartmanda oturan Messier şapkasını aldı ve gitti.

Şimdi tazminatının pazarlığında.

2 yıllık maaşının karşılığı olan 12 milyon dolar talep ediyor.

Messier'nin düşüşünden sonra modern kapitalizm tarihinde bir dönemin kapandığı söyleniyor.

Nasıl bir dönem bu?

ABD Merkez Bankası Başkanı Alan Greenspan bu dönemi ‘‘saçma taşkınlıklar dönemi’’ olarak tanımlıyor.

En fazla CEO'ların seslerini duyurdukları bir dönem.

Messier, WorldCom'un CEO'su Bernie Ebbers, Enron patronu Kenneth Lay ve diğerlerinin, yelkenlerini ‘‘yeni ekonominin’’ rüzgarıyla şişirerek iş dünyasını altüst etmek pahasına büyük bir hızla şirket evliliklerine giriştikleri bir dönem.

Fransızlar'a bakarsanız, devrim bir kez daha çocuklarını yedi.

Gerçek ekonomi, starlaşan CEO'ların parıltılarını söndürdü.

Parıltıları gitti ama servetleri yerinde.

Çünkü şirket evliliklerinde, kişisel varlıklarını büyütmenin yollarını daima bulmuşlardı.

Hollandalı ekonomist Hans Schenk, 1996 ile 2000 yılları arasında Avrupa ve ABD'de 9 trilyon dolarlık evlilik gerçekleştirildiği, bunun 5.8 trilyon dolarının ekonomiye herhangi bir katkısı olmadığı iddiasında.

Global durgunluktan söz edenlere duyurulur.

Bunda CEO'ların günahı çok.
Yazının Devamını Oku