14 Haziran 2002
<B>GEÇEN</B> hafta Samsun gemisiyle Posedonia Fuarı'na yaptığımız yolculukta Türk denizciliğinin sorunlarıyla haşır neşir olduk. Denizciliğin sorunlarıyla ilgili yazacak bir sürü şey varken, bu kez Roma'da FAO'nun Gıda Zirvesi'nde dünyanın açlık meselesi çıktı karşımıza.
FAO'nun Roma'daki merkezi faşist diktatör Mussolini'nin 1938 yılında ‘‘Sömürgeler Bakanlığı’’ için inşa ettirdiği binada.
Mussolini kurmayı hayal ettiği bakanlığı asla buraya taşıyamamış.
Onun yerine, FAO kurulduğundan yedi yıl sonra yani 1952 yılında merkezini buraya nakletmiş.
İlki 1996 yılında yapılan Dünya Gıda Zirvesi'nin ‘‘Beş Yıl Sonra’’ olarak anılan ikincisi bu binada yapılıyor.
Bir daha hatırlatmakta yarar var. İlk zirvede, hedef 2015 yılına kadar dünyadaki 800 milyon aç insanın sayısını yarıya indirmekti.
Ama Roma'da anlaşıldı ki, 2015 yılında bu hedefe asla ulaşılamayacak.
Bunun için yılda 20 milyon insanı açlığın pençesinden kurtarmak gerekiyordu.
Ne yazık ki ancak yılda 8 milyon insan kurtarılabildi.
Şimdi yeni hedef 2030 yılı.
Yani aç nüfusun yarıya indirilmesi 15 yıl daha uzatıldı.
Peki hedefe neden ulaşılamadı?
Roma'da tartışılan nedenler şöyle özetlenebilir:
Dünya ticaret sistemi gelişmekte olan ülkelerin aleyhine.
Yani gelişmiş ülkeler, gelişmekte olan ülkelerin ürünlerine kapılarını kapatmış durumda.
İkinci önemli nokta, gelişmekte olan ülkelerde kırsal kalkınma planlaması son derece yetersiz.
Doğal kaynaklar kötü kullanılıyor.
Zengin ülkeler politik kararlılık göstermiyor.
Anlayacağınız liste böyle uzayabilir.
Roma'da özellikle vurgulanan ve Türkiye'yi açlıktan ziyade ilgilendiren bir mesele var: Tarım.
Buraya gelen Dünya Bankası Başkan Yardımcısı İan Johnson bakın ne diyor bu konuda: ‘‘Tarım sürdürebilir kalkınma ve yoksullukla savaşın tam merkezinde. Verimli olduğu takdirde ekonomileri kalkındırma potansiyeline sahip.’’
Kabul edin ki bu Türkiye açısından biraz da kafa karıştıran bir tespit.
Tarımsal sübvansiyonların kaldırılmasını talep eden aynı Dünya Bankası değil miydi? Türkiye'de bir kesim ‘‘tarım öldürülüyor’’ diye ayağa kalkmamış mıydı?
AB'ye uyum için ‘bitki pasaportu’ da geliyor
TARIM Bakanı Hüsnü Yusuf Gökalp, Ankara'da Liderler Zirvesi'ndeki malum gelişmelerden sonra son dakikada Roma'ya gelmekten vazgeçiyor.
Tarım Bakanlığı'nı temsilen, Koruma ve Kontrol Genel Müdürlüğü'nden Dr. Hüseyin Sungur, AB ile Uyum Koordinasyon ve Dış İlişkiler Başkanı Sinan Varol, aynı daireden Başkan Yardımcısı Gülgönül Büyükdora ve Koruma ve Kontrol Dairesi gıda mühendisi Leyla Alma burada.
Bakanlığın yetkilileriyle tarım meselesini konuşuyoruz.
Dr. Sungur, ‘‘Ya tarımsal üretim ya açlık’’ sloganını benimsediklerini söylüyor.
Türkiye tarımdan vazgeçemez.
Bu bir gerçek.
Sanayileşmiş ülkelerin hiçbiri tarımdan vazgeçmiş değil.
Hollanda'nın örneğin tarımsal ürün ihracatı bizim toplam ihracatımızdan daha fazla.
ABD'nin buğday üretimi neredeyse bizim beş katımız.
Tarımsal nüfusu yüzde 1.5 ila 2 olduğu halde ileri teknoloji nedeniyle verim yüksek.
Bizde nüfusun yaklaşık yüzde 40'ı kırsal kesimde yaşıyor ama verim düşük. Hem de kırsal nüfusun hemen hemen tamamının tarımla uğraşmasına rağmen.
Peki çare?
Önce nüfusun köylülükten çiftçiliğe geçmesini sağlamak, tarım yan sanayiini geliştirmek, Şanlıurfa'daki Koç-Ata Çiftliği gibi yerleri çoğaltmak.
Tarım Bakanlığı'nın önde gelen isimleriyle Roma'da bir araya gelme fırsatını bulunca, hemen hormon ve sebzelerdeki zehirli kalıntılar meselesini soruyorum.
Öğreniyorum ki, AB ile uyuma dönük Tarım Bakanlığı'nın sürdürdüğü çalışmalar çerçevesinde tarım ürünlerinin daha iyi kontrol edilmesini sağlayacak ‘‘bitki pasaportu’’ geliyor.
2003 yılından itibaren uygulanacak ‘‘bitki pasaportu’’ ne?
Pazardan veya marketten aldığımız ürünün kimin tarafından üretildiğini gösteren bir belge.
Bu arada Türkiye'deki hayvanların yüzde 75'i de ‘‘küpelenmiş.’’
AB mevzuatının yarısı tarıma ayrılmış.
Yani 80 bin sayfanın 40 bini tarım.
Türkiye'nin tarım konusunda AB ile uyum sağlamak zorunda kaldığı 600'e yakın madde var.
Bu yüzden ‘‘AB'nin yolu Kopenhag kriterlerinden değil, tarımdan geçer’’ deniyor.
GMO'lara dikkat
ABD her zirvede olduğu gibi Gıda Zirvesi'nde de ağırlığını koyuyor.
ABD'nin bastırmasıyla, AB ülkelerinin, çok sayıda STK'nın karşı çıkmasına rağmen ‘‘Genetik olarak değişime uğramış organizmalar’’ yani kısaca GMO'lar açlığa çare olarak sonuç bildirisine giriyor.
GMO'lar bizde pek tartışılmıyor, hatta bilinmiyor.
Genleri üzerinde oynanmış bitkilere GMO deniyor.
Mesela, böceklere karşı dayanıklı bir gen aşılanıyor, böylece bitkinin genetik yapısı değişime uğruyor.
ABD, GMO'ları yaygın şekilde kullanıyor, AB ise buna sıcak bakmıyor.
Yıllardan beri AB ile ABD arasında bu konuda süregelen bir çatışma var. Çünkü GMO'ların insan sağlığı üzerinde etkisinin ne olduğu pek bilinmiyor henüz.
Mesela İtalya'da GMO'lar tamamıyla yasak.
Dünyadaki GMO ürünlerinin yüzde 99'u ABD, Arjantin, Kanada ve Çin'de üretiliyor.
GMO'lara karşı çıkan STK'lar ‘‘Bakın Arjantin'i açlıktan kurtarmadılar’’ diyorlar.
Türkiye kamuoyu henüz bu konuda bilgilendirilmiş değil.
Hayvan yemlerinde GMO kullanıldığı söyleniyor.
Tarım Bakanlığı AB ile mevzuat uyum çalışmaları çerçevesinde GMO konusunda birtakım çalışmalar yapıyor.
GMO önümüzdeki günlerde gümdemimize gelebilir.
Yazının Devamını Oku 
9 Haziran 2002
Santorini Adası bin yıllar önce bir depremle sarsılmış, sonra patlayan bir yanardağın lavları altında erimiş, sonra tsunami dalgalarıyla ıslanmış. Fenikeliler gelmiş buraya, sonra Yunanlılar, sonra Romalılar, Bizanslılar, Venedikliler, Osmanlılar. Akdeniz'in bütün çalkantılarını yaşamış olan bu Yunan adası barlar, kafeler, çılgın eğlence yerleriyle dolu.
Rivayet o ki, Santorini Adası'nda milattan önce 1500 yıllarında önce şiddetli bir deprem olmuş.
Belki bir yıl, belki iki yıl sonra yanardağ faaliyete geçmiş ve Ege'nin mavi sularında dünyanın sonu gelmiş.
Kızgın lavlar her şeyi yutmuş, adanın ortası 300 metre derinliklere gömülmüş, tsunami dalgaların boyu 200 metreye ulaşmış.
Gemiyle Santorini'ye vardığınız zaman, sizi ilk karşılayan denize dikey inen kızıl-siyah karışımı ürkütücü kayalar.
Adanın ünlü beyaz evleri yılan gibi kıvrılan patikaların ardında.
Uzaklarda ise dumanlı Nea Kameni krateri...
Ve bir kayanın ucuna asılı kalmış başkent Fira.
Korkunç felaketten önce kimler yaşıyormuş Santorini'de?
Arkeolojik bulgulara göre burada yaşayanlar Girit'teki Minoslular’ın akrabalarıymış.
Yanardağın patlamasını beklememişler ve depremden sonra daha büyük bir felaketin işaretini görüp adayı terketmişler.
Nereye gittikleri hala meçhul.
Yunanlı arkeolog Profesör Spiros Marinatos'un iddiasına göre, Girit'te yine esrarengiz bir şekilde yokolan Minos uygarlığıyla adadaki korkunç patlama arasında bağlantı var.
Santorini'den önce Girit'teki Knossos yakınlarında kazılara başlayan Profesör Marinatos, volkanik kalıntılara rastlayınca kararını vermiş. Lavlar ve tsunami Santorini'nin 60 mil uzağındaki Girit'e kadar uzanmış.
Yüzyıllar sonra Santorini'de hayat yeniden başlamış.
Kimler gelmiş, kimler geçmiş?
Akdeniz'in iki gözüpek halkından Fenikeliler.
Yunanlılar, Romalılar, Bizanslılar.
Haçlı seferlerinde yara alan Bizans, Ege'deki diğer adalarla birlikte burayı Venedikliler’e kaptırmış.
Ve nihayet Santorini 1537 yılında Barbaros'un eline düşmüş ve Türklerin hakimiyeti başlamış.
Ada bugün hüzünlü geçmişine inat, barların, kafelerin ve en çılgın eğlence yerlerinin olduğu bir yer.
Ama kim bilir?..
Yüzyıllar öncesi üzerine çöken felaket, belki beyaza boyanmış duvarların ardında yakılan ağıtlarda ve belki de İzmirli Yorgo Seferis'in adaya ithaf ettiği ‘‘Santorini’’ şiirinde:
Eğil, eğilebilirsen karanlık denize, unutup
o öteki, o gömülü hayatta uykunu çiğneyen
çıplak ayakların uyduğu flüt sesini.
Yaz yazabilirsen elindeki son deniz kabuğuna tarihi, adını, yeri
ve fırlat denize ki batsın...
Yazının Devamını Oku 
7 Haziran 2002
<B>PİRE</B> Limanı'na demir atmış Samsun gemisinden haberlere devam. Posidonia 2002 Fuarı'nın ilk günü Türk standını ziyaret ediyoruz. Girişe oldukça yakın, iyi konumlanmış aydınlık bir stand. Sol taraftaki komşumuz Güney Kıbrıs.
Tam yanına düşmemizi ‘‘küçük bir kasıt olabilir’’ diye değerlendirenler de var. Standın bir köşesinde Tuzla Tersaneler bölgesinin büyük posteri, diğer köşesinde Boğazlar'da deniz trafiğini kontrol edecek VTS sisteminin maketi.
Sabahın erken saatlerinde standı ziyaret edenlerden bir tanesi de Yunanistan Denizcilik Bakanı George Anomeritis.
Daha önce Tarım Bakanlığı yapmış olan Anomeritis, Türk-Yunan dostluğu için yıllardan beri çaba harcayan bir politikacı.
Abdi İpekçi ödülü sahibi.
Yunanistan'da cunta döneminde tam 145 yıl hapse mahkum olan Anomeritis, aynı günün gecesi de Samsun gemisinde verilen resepsiyonu kaçırmıyor.
Fuara dönersek, Türkiye standında Gemi İnşa Sanayicileri Birliği Genel Sekreter Yardımcısı Nermi Nigiz ile konuşuyoruz.
Nigiz gemi inşa sanayiyle ilgili şöyle bir tablo çiziyor:
‘‘İşçilik ucuz, kalite yüksek ama kapasite 2001 yılı itibariyle ortalama yüzde 20.’’
RAKAMLAR ÇELİŞKİLİ
Başlıkta kapasite yüzde 25 derken bir hata yaptığımı sanmayın.
Kapasite konusunda rakamlar hayli çelişkili.
Nigiz kapasite yüzde 20 derken, Gemi İnşa Sanayicileri Birliği eski yönetim kurulu başkanı Kenan Torlak yüzde 40 diyor. Nevzat Kalkavan'a göre bu rakam yüzde 50.
Elimin altındaki ‘‘Gemi İnşa Sanayi’’ Dergisi'nin haziran sayısında karşıma çıkan rakamlar daha farklı.
Türk Loydu Yönetim Kurulu Üyesi Ali Eser, ‘‘Yıllık inşa kapasitesi 500 bin ile 600 bin DTW. Ancak verilere bakıldığında kapasite kullanım oranı yüzde 15-20'lerde patinaj yapıyor’’ diyor.
Bir sayfa ötede Gemi Mühendisleri Odası Genel Başkanı Metin Koncavar, kapasite kullanımının yüzde 25 gibi düşük bir seviyede seyrettiğini söylüyor.
Rakamların farklı olması nedeniyle ben ortalamayı yüzde 25 kabul ettim.
Peki her şey iyi de kapasite neden düşük?
Nigiz, Torlak ve Kalkavan'dan dinlediklerime göre, teminat ve finans sorunları, diğer ülkelerdeki teşvikler kapasitemize darbe vuran faktörler.
Mesela, 2001 yılında toplam bedelleri 840 milyon doları bulan çeşitli tipteki 60 adet geminin kesin sipariş sözleşmesi teminat verilmemesi nedeniyle başka ülkelere gitmiş.
Teşvik konusunda ise Çin örneği veriliyor.
Çin, devlet teşvikiyle 27 bin tonluk gemiyi 13.5 milyon dolara mal ediyor.
Oysa biz aynı gemiyi 21 milyon dolara inşa edebiliyoruz.
Kapasitenin artırılması meselesi önemli çünkü gemi inşa sanayi önemli bir istihdam yaratıyor.
Çünkü kapasite yüzde 100'e ulaştığı takdirde bu 40 bin kişinin daha çalışması demek.
Atina'da Turmepa'ya çok özel ilgi
POSİDONİA 2002 açılışından tam bir gün önce Yunanistan'ın Temiz Deniz Derneği Helmapa 20'nci yıldönümünü kutluyor.
Atina'nın göbeğindeki konser salonundaki törene Samsun gemisinin yolcuları da davetli.
Törende Turmepa Başkanı Eşref Cerrahoğlu'na ve ayrıca Denizcilikten Sorumlu Devlet Bakanı Ramazan Mirzaoğlu'na özel bir plaket veriliyor. Hatta törende konuşan ABD'nin Atina Elçisi Helmapa-Turmepa işbirliğini örnek gösteriyor.
İki dernek arasındaki işbirliği ve dayanışmanın mimarı, bey yıl önce vefat eden Yunanlı armatör Livanos.
Helmepa'nın kuruluşuna önayak olan Livanos aynı şekilde 1994 yılında Turmepa'nın kurulmasını sağlamış.
Bu arada Eşref Cerrahoğlu'ndan dünyadaki diğer sekiz Deniz Temiz Derneği'nin aynı federasyon çatısında birleştiği haberini alıyoruz.
İngiltere, Filipinler, Uruguay, Yunanistan, Türkiye, Avustralya, Güney Kıbrıs ve üç gün önce kurulan Körfez ülkelerinin dernekleri aralık ayında, bir ihtimal İstanbul'da toplanacaklar.
Federasyonun başkanı da kura ile seçilecek.
Açlık ve gıda güvencesi için Roma zirvesi
DÜNYA Gıda Zirvesi 10-13 Haziran tarihleri arasında Roma'da yapılıyor.
1996 yılından bu yana ilk kez yapılan zirvenin daha önce 5-9 Kasım 2001 tarihleri arasında yapılması planlanmış ancak 11 Eylül nedeniyle hazirana ayına ertelenmişti.
Roma'daki zirveye, devlet başkanları dahil 185 ülkenin üst düzey yöneticilerinin katılması bekleniyor.
Peki zirvenin amacı ne?
Şöyle özetleyebilirim: ‘‘Yetersiz beslenmekte olan insan sayısının en geç 2015 yılında şimdikinin yarısına indirilmesi...’’
Türkiye'de günlük politikanın kısır döngüsü içersinde yaşadığımızdan belki dünyada açlığın ne denli büyük boyutlarda olduğunun farkında olmayabiliriz.
Ama gerçek şu: Her gün 24 bin kişi açlıkla ilgili bir sorundan ötürü ölüyor.
1996 verilerine göre, dünyada 840 milyon kişi kronik açlıkla boğuşuyor.
Hatırlatmakta yarar var, bu sayı dünya nüfusunun yedide biri.
ABD ile ilgili ilginç bir rakam: Amerikan Tarım ve Ekonomik Araştırma Dairesi'nin 1999 verilerine göre 31 milyon Amerikalı'nın gıda garantisi yok. Bu şu anlama geliyor ya açlar ya da bir sonraki öğünü yiyip yemeyeceğini bilmiyorlar. Üstelik bu sayının 12 milyonu çocuk.
ABD gibi zengin bir ülkede açlık bu denli büyük sorun ise artık Afrika'yı siz düşünün...
Şimdi gelelelim Türkiye için zirvenin önemine...
Dünyadakı açlığın yanısıra zirvede ele alınacak ikinci önemli konu gıda güvenliği.
Hormonlu meyveler ve zehirli yeşil biberler meselesinin günlerce tartışılmasına rağmen Tarım Bakanlığı özellikle tarım ilaçları kalıntılarıyla ilgili doyurucu bir açıklama yapmış değil.
Geçenlerde Mersin'de katıldığım Yaş Meyve ve Sebze Sempozyumu'nda çiftçinin eğitimsiz olduğu ve kimyasal tarım ilaçlarını gelişigüzel kullandığı akademisyenler tarafından kabul edilmişti.
Oysa bildiğim kadarıyla BM Tarım ve Gıda Örgütü FAO'nun çiftçileri eğitme programı var.
Türkiye pekálá bundan yararlanabilir.
Öğrendiğime göre Roma'ya Tarım Bakanı Hüsnü Yusuf Gökalp başkanlığındaki altı kişilik bir bakanlık ekibi katılıyor. Ekibin içinde gıda güvenliğinden sorumlu Dr. Hüseyin Sungur da var.
FAO'nun özel davetlisi olarak dört günlük zirveyi izleyeceğim ve oradaki bilgileri özellikle gıda güvenliği konusunda olanları sizlere aktaracağım...
Yazının Devamını Oku 
4 Haziran 2002
<B>PİRE</B>'deki Posidonia 2002 Fuarı'na katılmak üzere Türk denizcilik sektörünün önde gelen isimleriyle birlikte birkaç günden beri Samsun gemisindeyiz. Geziye denizcilikten sorumlu Devlet Bakanı <B>Ramazan Mirzaoğlu</B>, 19 kişilik ekibiyle katılıyor. Samsun, İstanbul Limanı'ndan ayrıldığı andan itibaren denizcilikle ilgili kapsamlı bir ufuk turuna çıkıyoruz.
Neler konuşuluyor?
Türkiye'nin dünya deniz taşımacılığındaki payından tutun da, Boğazların güvenliğinden, gemi inşa sanayinden Denizcilik Bakanlığı'nın kurulmasına kadar sayısız konu masaya yatırılıyor. Samsun gemisinin gece klübünde Deniz Ticaret Odası bir basın toplantısı düzenlerken, Mikonos Adası'na varışımızı da Mirzaoğlu'nun toplantısı nedeniyle kaçırıyoruz.
Program öylesine yoğun, denizcilikle ilgili sorunlar öylesine fazla.
Bir söylesem, bin ah işitirsin derler ya işte öyle.
En önemli mesele Deniz Ticaret Odası Yönetim Kurulu Başkanı Cengiz Kaptanoğlu'nun üzerinde önemle durduğu dünya taşımacılığındaki yerimiz.
Dünyadaki 300 milyar dolarlık yük payından Türkiye sadece yüzde 1 oranında pay alıyor. Dört yanımız denizle çevrili olduğu halde durum böyle.
Oysa komşumuz Yunanistan bunun üçte birini alıyor, yani yaklaşık 100 milyar dolarını kapıyor. Bırakın dünya taşımacılığını, İskenderun'dan gönderdiğimiz yükleri dahi kendi gemilerimiz taşımıyor.
150 MİLYON TON YÜK
Bakan Mirzaoğlu'nun verdiği bilgiye göre, Türkiye limanlarından 150 milyon ton yük işlem görüyor. Bunun ancak yüzde 30'unu Türk gemileri taşıyor. Geriye kalan yüzde 70'ini yabancı bayraklı gemiler taşıyor. Bunun yarısı da Yunan bandıralıymış. Yunanistan'a deniz taşımacılığı için ödediğimiz para 1.2 milyar dolar.
Peki durum ne zaman düzelecek?
Ne zaman denizle barışacağız?
Bize sunduğu nimetlerden ne zaman yararlanacağız?
Hem Deniz Ticaret Odası yetkililerinin, hem Bakan Mirzaoğlu'nun özellikle vurguladıkları şu:
Denizcilik Bakanlığı hemen kurulsun. Denizcilik politikaları ancak o takdirde oluşabilir. Denizle ilgili sorunlara, Çevre Bakanı'ndan Tarım Bakanı'na kadar çeşitli bakanlıklar karıştığından karar mekanizmaları son derece karmaşık.
DERVİŞ İMZASI EKSİK
Mirzaoğlu, bakanlığın kurulmasıyla ilgili kararnamenin tüm bakanlar tarafından imzalandığını, bir tek Kemal Derviş'in imzasının eksik olduğunu söylüyor.
Denizcilik Bakanlığı'nın kurulması yıllardır tartışılan bir konu. Bu arada Türkiye sürekli kan kaybediyor. Deniz filomuz 15 milyon DWT'dan 8 milyon DWT'na düşmüş.
Cengiz Kaptanoğlu iddia ediyor ki, kapasite 25 milyon DWT'a çıkarsa bunun Türkiye'ye getirisi 20 milyar dolar olur. Yani turizm gelirinden fazla...
Denizi artık sevmeye başlasak diyorum.
Küçük yolcu gemisi ithalatına izin
RAMAZAN Mirzaoğlu, Samsun Gemisi'ndeki basın toplantısında, denizcilere küçük yolcu gemileri ithalatıyla ilgili söz veriyor...
Mirzaoğlu, 500 grostonun altındaki gemilerin ithalinin yasak olduğunu hatırlatıp, şöyle diyor:
‘‘Bununla ilgili yönetmeliği değiştiriyoruz. Hazırlanan yeni yönetmelik Başbakanlığa gönderildi. Yönetmelikle 500 grostonun altındaki yolcu gemilerinin ithalatına izin vereceğiz. Çalışmalar devam ediyor, ama 5-6 yaşına kadar gemileri de kapsayacak. Bu sayede, gemi inşa sanayi de gelişmiş olacak.’’
Mirzaoğlu, bu yönetmeliğin yürürlüğe girmesiyle yolcu taşımada denizyolunun payının yükseleceğini ifade ediyor....
Boğaz trafik sistemi Posidonia Fuarı'nda
PİRE'deki Posidonia Fuarı, dünyanın denizcilikle ilgili en büyük dört fuarından bir tanesi. Türkiye bu fuara dördüncü kez katılıyor.
Turmepa Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Eşref Cerrahoğlu, fuarda Türk bayrağının dahi olmadığı günleri anlatıyor. Devlet Bakanı Ramazan Mirzaoğlu da fuara ikinci kez katılıyor.
Posidonia 2002 Fuarı'nın bizim açımızdan önemli bir özelliği var. Çünkü Boğazlar'da deniz trafiğini yönetecek olan VTS sisteminin küçük bir maketi burada sergileniyor.
Aralık sonu ve Ocak 2003'te hizmete girmesi beklenen sistem bilindiği gibi Oramiral Güven Erkaya zamanında hayata geçirilmiş bir projeydi.
Yazının Devamını Oku 
2 Haziran 2002
<B>BAŞBAKAN Ecevit </B>kaburgasını kırmasaydı, bacağı iltihap toplamasaydı, hastaneye kaldırılmasaydı geçen hafta Hindistan Başbakanı <B>Atal Bihari</B> <B>Vajpayee</B> ile bir söyleşi yapmış olacaktım. Herşey hazırdı.
Başbakan Vajpayee'nin mayıs ayının son günlerinde Türkiye'ye yapacağı gezi öncesi bir röportaj ayarlanmıştı.
Hazırladığım sorular Ankara'daki elçilik vasıtasıyla Yeni Delhi'ye gönderilmişti. Başbakanlık konutundaki görüşmenin günü ve saati belliydi.
Sonra ne oldu?
Ecevit, neredeyse zoraki hastaneye kaldırılınca yapacağı gezilerle birlikte Ankara'ya resmi ziyaretler de iptal edildi.
Başbakan Vajpayee'nin Türkiye gezisi belirsiz bir tarihe ertelendi.
Esasında şu sıralar Vajpayee'nın Türkiye ziyaretinin ertelenmesine üzülecek filan hali yok. Pakistan ile işler öylesine kızışmış durumda ki...
Dünya kamuoyu acaba ‘‘nükleer bombayı patlatırlar mı’’ endişesinde.
İddialara bakılırsa, ABD her iki ülkede oturmakta olan 60 bine yakın vatandaşını tahliye planları bile hazırlıyormuş.
Peki bu günlere nasıl gelindi?
İki ülke arasında zaten limoni olan ilişkiler, geçtiğimiz aralık ayında Hindistan Parlamentosu'na düzenlenen kanlı baskınla gerginleşti.
Hindistan, öteden beri Keşmir eyaletindeki Müslüman ayrılıkçılara destek vermekle suçladığı Pakistan'ı yine suçladı.
Karşılıklı tehditler sürüp giderken, bu kez mayıs ayı ortalarında Hindistan'ın Keşmir'deki bir askeri üssünde 30 kişi öldürüldü.
Taraflar şimdi sınırlara yaklaşık 1 milyon asker yığmış durumda.
Dikkat ediyorum, suçlanan taraf olduğu halde Pakistan Başkanı Pervez Müşerref sanki hep alttan alıyor gibi.
‘‘Savaşa girmemeye gayret edeceğiz. Ancak başlatan taraf Hindistan olursa savaşacağız’’ diyor.
Hindistan'ın konvansiyonel silahlarda Pakistan'dan daha güçlü olduğu konusunda herkes hemfikir. Bu yüzden askeri uzmanlara bakılırsa, sıkıştığıı takdirde ilk nükleer bombayı patlatacak taraf Pakistan olabilir.
Hindistan nükleer konusunda da Pakistan'a göre hayli deneyimli.
Hint nükleer programı 1940'lı yıllarda Bombay'da Dr. Homi Cihangir Bhabba ile başlamış. Yani İngiltere'den bağımsızlığını kazanmadan önce nükleer güç olma yolunda ilk adımları atmış. 10 yıl içersinde Atom Enerjisi Kurumu’nu kurmuş.
Pakistan'ın nükleer bombaya sahip olması çok daha sonra.
Küçük bir parantez, geçen yıl Pakistan'ı ziyaret ettiğimde farketmiştim, çoğu Pakistanlı Hindistan'dan bayağı ürküyor.
‘‘Nükleer bombası olduğu için onu izlemeye mecbur kaldık’’ diyenlere de rastladım.
Hindistan ile Pakistan, 1947’de İngiltere'den bağımsızlıklarını kazandıktan sonra tam üç kere savaşmış. Savaşlardan ikisi Keşmir, üçüncüsü Bangladeş yüzünden kopmuş. Yani meselenin temelinde Hindu-Müslüman çatışması yatıyor.
Oysa, Hinduizmin önemli kitaplarından Bhagavad Gita'da Tanrı Krişna ne der?
‘‘Hindu, Hıristiyan, Müslüman ya da Sih olarak bana gel.. Seni daha iyi bir Hindu, Hıristiyan, Müslüman, Sih'e dönüştüreceğim’’...
Demek ki, 5 bin yıl önce o topraklarda hoşgörü vardı.
Venizelos, Selanik'te Türk ressamın sergisini açtı
FAKS, yıllardan beri Türk-yunan dostluğu için çaba gösteren iş kadını Leyla Çağatay Üstel'den geldi.
Ressam eşi Fuat Çağatay'ın geçen hafta Selanik'teki sergisinin açılışını Kültür Bakanı Evangelos Venizelos yapmış.
Konuşmasında ilk kez bir Türk sanatçısının Yunanistan'da herhangi bir sponsor olmaksızın sergi açtığını belirten Venizelos, Türkiye ile Yunanistan arasındaki ilişkilerde sanatın ve kültürün önemini vurgulamış.
Fuat Çağatay'ın resimleri ekim ayında Atina'ya gidecek.
2003 yılında ise Patra, Kavala'dan sonra Girit ve Rodos'ta sergilenecek.
Yazının Devamını Oku 
31 Mayıs 2002
<B>MEĞER </B>Dalaman'dan şifalı selenyumlu termal suları fışkırıyormuş. Kükürtlü çamurları da cabası.
Dalaman'ın bu özelliğinin farkına varan işadamı Ertaş Kasidecioğlu kolları sıvıyor ve dört yıl önce burada ThermaMaris SPA Oteli'ni kuruyor.
Yaklaşık 10 milyon dolara malolan bu sağlık ve güzellik merkezinin bir önemli özelliği daha var: Sedef hastalığına iyi gelen Sıvas'ın ünlü Kangal balıkları.
Ertaş Kasidecioğlu'na göre, ThermaMaris Oteli'nin‘‘anahtarı’’ işte bu minik balıklar.
Peki Sıvas'ın bu balıkları Dalaman'a nasıl ulaşmış?
İşte bunun hikayesi çok ilginç.
Sesu kozmetik ürünlerinin kurucusu olan ve 1970'li yıllarda Almanya'da bu kez Sessu markasıyla aynı ürünleri üretip 33 ülkeye ihraç etmeye başlayan Kasidecioğlu anlatıyor:
‘‘Bir yıl önce Alman SAT-1 televizyonu ile Sıvas'ta balıklı kaplıcaları ziyaret eden Georg Seidler adındaki bir televizyoncu tutuyor Almanya'ya birkaç balık götürüyor. Bunları özel havuzlarda üretmeye ve Almanya'nın çeşitli şehirlerinde satmaya başlıyor.’’
Kasidecioğlu, Seidler'in bu balıkları satın alıp almadığını bilmiyor. Ancak Sıvas'taki kaplıcadan balık almanın yasak olduğunun farkında. Bu yüzden Dalaman'daki şifalı sular için tanesi 35 Euro'dan Seidler'den balık satın alıyor.
Yani Sıvas'ın balıkları Almanya üzerinden tekrar vatanlarına dönüyorlar. Ancak bu kez kendilerini Sıvas'ın değil, Dalaman'ın selenyumlu sularında buluyorlar.
Bu arada küçük bir bilgi notu; balıkların tedavilerinde etkili olmaları için selenyumlu şifalı su şart.
Ertaş Kasidecioğlu'na bakarsanız, Almanya'dan aldığı balıklar Sıvas'takilerin torunları. ‘‘Bunlar sanki eğitilmiş gibi, kimi operatör, kimi yaraları iyileştiren terapist’’ diyor.
Sessu fabrikasını birkaç yıl önce bir Alman'a satan Ertaş Kasidecioğlu, ThermaMaris'i dünyanın önde gelen sedef tedavi merkezi haline dönüştürme umudunda.
ThermaMaris'te havuzlarda balıkları yetiştirmeye başlamış.
Peki Sıvas'taki Kangal Balıklı Kaplıca, Almanya'nın tanesi 35 Euro'ya sattığı balıkları bizzat pazarlayamaz mı?
Merak edip Sıvas kaplıcalarının yöneticisine sordum.
Şöyle bir cevap aldım: ‘‘İnsanların buraya gelip tedavi olmalarını istiyoruz’’...
Güzel, ama bu arada balıkları kaptırmışlar....
Türkiye'nin en büyük tatil köyü şimdi ne durumda?
ThermaMaris'te sadece Kangal balıkları yok elbet.
Çamur ve şifalı suların kullanıldığı her türlü güzellik ve sağlık programları mevcut. Mesela 250 Euro'ya, 5 gün otelde kalıp, çeşitli programlardan yararlanabiliyorsunuz.
Üç ay önce otelin yöneticiliğini üstlenen Melike Doğruer, turizm sektörünün pek yakından tanıdığı bir isim. Sheraton, Merit Antik Oteller zinciri, Yapı Kredi'nin İnternational Şirketi'de uzun yıllar üst düzey yönetici görevlerinde bulunmuş.
ThermaMaris'e de damgasını vuracak gibi görünüyor.
Bu arada, Kasidecioğlu ile sohbette, ThermaMaris'in hemen arkasındaki İncebel tatil köyünün de hikayesini öğreniyorum.
İflas ettikten ve rüşvet skandalından sonra ABD'ye kaçan işadamı Selim Edes'in ESKA Şirketi, 1980'li yılların sonunda Türkiye'nin en büyük tatil köyü projesi İncebel'in inşasına başlıyor.
‘‘Villalar 100 bin dolara Almanya'da büyük reklam kampanyalarıyla pazarlandı. Ben dahil herkes kapış kapış aldı.Proje 650 evi kapsıyordu. Vakıfbank'ın teminatıyla satıldı’’...
İncebel ne yazık ki şimdi hayalet köy görüntüsünde.
230 villa Vakıfbank'ın üzerinde. İnşaatları tamamlanmamış, kapı, pencereleri yok. Ayakta zor duruyorlar.
Geri kalan 400 evden çoğunda da oturulmuyor.
Çünkü, Selim Edes'in iflasından sonra bu kez Orman Bakanlığı devreye giriyor ve villalar orman arazisi üzerine inşa edilmiş gerekçesiyle ev sahiplerini mahkemeye veriyor.
Ev sahiplerinin çoğu yurtdışında yaşadıklarından tebligat çıkartılamıyor. İnsanlar oturamıyor, evlerini satamıyor.
Milyonlarca dolar havaya uçup gitmiş.
Kasidecioğlu, ‘‘İncebel Almanya'da büyük olay oldu. Tatil köyünün kurtarılması için dernekler kuruldu. Zamanın başbakanı Helmut Kohl, bir keresinde Mesut Yılmaz ile görüşürken meseleyi gündeme getirdi. Yılmaz halledeceğine ilişkin söz verdi’’ diyor.
İşte, en büyük tatil köyü projesinin nasıl en büyük rezalete dönüştüğünün hikayesi.
21 yaşındaki yılın girişimcisi ABD'li Türkiye'de
İSTANBUL hareketli günlere alıştı.
Avrupalı patronların çıkarmasından sonra önümüzdeki 12-15 Haziran tarihlerinde Avrupalı genç girişimcileri (Jaycees) ağırlıyoruz.
Junior Chamber İnternational'ın her yıl düzenlediği Avrupa Konferansı'nın burada yapılmasında büyük katkısı olan JCI Konferans direktörü Dr. Rıza Kadılar anlatıyor.
Konferansın ana teması ‘‘Girişimciler İş Başında.’’
‘‘Girişimcilik derken sadece iş hayatını ele almıyoruz’’ diyor Kadılar. ‘‘İnsanın kendi yaşamıyla ilgili kararlar alması ve bunları uygulaması gibi geniş bir çerçeve çiziyoruz.’’
Peki Jaycees'lerin ana felsefesi nedir diye soruyorum.
Cevap şöyle: ‘‘Ekip çalışması, kendini geliştirmek ve vizyonunu açık tutmak.’’
Yani liderlik vasıfları için gereken şeyler.
Clinton, Chirac, Nakasone gibi dünyanin önde gelen liderleri gençliklerinde JCI üyeleri olmuşlar.
İstanbul'daki toplantıya dönersek, Lütfi Kırdar'ın 9 ayrı salonunda ‘‘Girişimciler İş Başında’’ temasıyla verilecek eğitimlerde ünlü konuşmacılar var. Bunlardan bir tanesi konuşma başına 50 bin dolar alan Dr. Kerry Johnson.
Sıkı durun bir diğeri de ‘‘yılın girişimcisi’’ seçilen 21 yaşındaki Kevin Colleran.
Söylenenlere göre, 9 yaşından beri girişimciliğin her alanında faaliyet gösteren Colleran ‘‘Genç Yaşta Nasıl Milyoner Olunur’’ konulu bir seminer verecek.
Her biri farklı sanayilerde olmak üzere 5'ten fazla şirket kuran Colleran'ı dinlemek isteyen, gençler ve zengin olmayı hálá hayal eden orta yaşlılar 13 Haziran'da mutlaka Lütfi Kırdar'a uğrayın.
Yazının Devamını Oku 
26 Mayıs 2002
<B>ROCK </B>starı İrlandalı <B>Bono </B>ile ABD Hazine Bakanı <B>Paul O'Neill </B>elele iki haftalık Afrika turuna çıktılar. Gana, Güney Afrika, Uganda ve Etiyopya'da okulları, AİDS kliniklerini gezecekler, çeşitli projelerle ilgilenecekler.
Bono ve O'Neill oldukça tuhaf bir çift. İkisine de bu yıl New York'taki Dünya Ekonomik Forumu'nda rastladım.
İkisini de dinleme fırsatım oldu.
Yemekli bir toplantıda konuşan O'Neill, aklımda kaldığı kadarıyla Arjantin'e akıtılan paranın boşa gittiğini söylüyor, ‘‘Amerikan halkının vergisinin hesabı verilmedikçe Arjantin'e tek kuruş yok’’diyordu.
Paul O'Neill'in iki sözünden biri para, diğeri hesaptı.
Siyah gözlüklü, siyah tişörtlü Bono'nun söylediklerini nedense dikkatlice not almışım.
‘‘21. yüzyıl üç şeyle anımsanacak: İnternet, teröre karşı savaş ve baştan aşağıya alevler içinde yanan bir kıta yani Afrika.’’
Zarafet yarışmasında birinciliği asla kimselere kaptırmayacak olan Ürdün Kraliçesi Rania'nın yanıbaşında ‘‘harbi delikanlı’’ olarak konuşan Bono'nun iki sözünden biri de yardımdı. Dile kolay, rock şarkıcısı 1985'ten beri kara kıtayla uğraşıyor.
Bob Geldof ile birlikte Etiyopyalı açlar yararına düzenledikleri konserden sonra Afrika'dan hiç kopmadı.
Ancak Bono'nun diğer hayırseverlerden farklı bir yönü var.
Gidiyor, yardım paralarının nereye harcandığını bizzat görüyor, kontrol ediyor.
Zaten bu seferki Afrika turuna, Hazine Bakanı Paul O'Neill'i de götürmesi bu yüzden. ‘‘Amerikalı vergi mükellefinin parası nereye gidiyor gözleriyle görsün’’ diyor Hazine Bakanı için.
Peki Clinton, Tony Blair gibi 68 kuşağı politikacılarla iyi anlaşan Bono, Bush Yönetimi'nin muhafazakar politikacılarını nasıl tavlamayı başardı?
İrlandalı şarkıcı yıllardan beri kongrenin muhafazakar üyeleri nezdinde yoğun bir lobicilik faaliyeti sürdürüyor.
Önce Başkan Bush'u yoksul ülkelere yılda ek bir 5 milyar dolarlık yardım konusunda ikna ediyor.
Muhafazakar politikacılarla ise birebir görüşüyor.
Yakın çevresine bakılırsa onlarla konuştuğunda gözlerinin içine bakarak şöyle diyormuş: ‘‘İncil, yoksullara davranışınıza göre yargılanacağınızı söylüyor. Benim vicdanım rahat.. Sizinki de öyle mi?’’
Hazine Bakanı'na gelince...
Bono onunla da saatlerce konuşmuş. Ama küçük bir hileye daha başvurmuş.
ABD'nin önde gelen yardım kuruluşlarını harekete geçirerek, Hazine Bakanı'nı e-mail ve faks bombardımanına tutmalarını sağlamış.
Afrika bir nebze sefaletinden sıyrılabilirse ancak bu dişli İrlandalı rock şarkıcının çabalarıyla sıyrılır.
Bir kitap: Toplumda
Ahlák Anlayışı
HELMUT Schmidt Almanya eski başbakanı.
Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne adaylığına karşı çıkan biri. ‘‘Avrupa'nın İddiası’’ adındaki kitabında Türkiye'nin ve Rusya'nın neden AB'nin dışında kalmaları gerektiğini açıklıyordu. Jacques Attali ve onun gibi birçok Avrupalı düşünür önce Türkiye'nin ardından Rusya'nın üyeliğini Avrupa'nın güvenliği için önemserken Schmidt aksini savunuyor.
Schmidt'in Türkçe'ye yeni kazandırılan kitabının adı ‘‘Toplumda Ahlák Anlayışı.’’
Üst düzey politikacılardan başlayarak toplumun bütün bireylerinin yükümlü olduğu görevlerin kapsamını yeniden tanımlıyor. Sabancı Üniversitesi tarafından yayınlanmış. Kitabın yayın danışmanı, Sabancı Üniversitesi Öğretim üyesi Bahri Yılmaz kitap için ‘‘siyasi ve kamusal etik değerleri manifestosu’’ diyor.
Türkiye'de tam şu sıralar okunması gereken kitap anlayacağınız.
Zeugma'nın freskleri Gaziantep Müzesi'nde
Zeugma konusunda yazmaya devam. Geçen gün Gaziantep Müze Müdür Yardımcısı Fatma Bulgan'ın imzasını taşıyan bir faks geldi.
Restorasyonları Amerikalı David Packard'ın maddi desteğiyle tamamlanan Zeugma fresklerinin bazıları 23 Mayıs'tan itibaren Gaziantep Müzesi'nde sergileniyor.
Ancak Gaziantep Müzesi'nin elverişli olmaması nedeniyle sadece altı tane fresk sergilenebiliyor.
Fatma Bulgan da faksını ‘‘Zeugma'dan çıkartılan tüm eserlerin sergilenebileceği, Gaziantep'e yakışır daha büyük bir müzenin hayata geçirilmesi dileğiyle’’ diye bitiriyor. Bu arada sürekli müdür değiştiren Gaziantep Müzesi'ne son olarak Hamza Güllüce atanmış.
Geçenlerde, Müzeler ve Anıtlar Genel Müdürü Alpay Pasinli'ye ‘‘Gaziantep Müzesi'nde neden sürekli müdür değişiyor’’ diye sorduğumda şu cevabı vermişti: ‘‘Kadro yetersizliğinden şimdiye kadar vekaleten müdürler atanmıştı. Şimdi asaleten yeni bir müdür atandı. Müzeler için yeterli kadro olmaması büyük sorun. 10-15 yıldır gerekli elemanları alamıyoruz, uzman atayamıyoruz. Bekçi bile yok. Türkiye'nin 30'a yakın müzesi bu durumda.’’
Müzeler Haftası'nda müzeler için kötü bir haber bu.
Yazının Devamını Oku 
24 Mayıs 2002
‘‘Zeytinburnu'ndan dünyaya bakarsanız iş hayatınıza 10-0 mağlup başlarsınız. Oysa ufkunuzu genişletip, mesela Londra'dan bakarsanız baştan kazanırsınız...’’ Bu sözlerin sahibi mesleğe Zeytinburnu'nda başlayan ancak tahmin edebileceğiniz gibi çıtayı yüksek tutan genç bir derici: Hüseyin Şahin.
Kelimenin tam anlamıyla çekirdekten yetişmiş.
İş hayatı grafiği hep yükselerek seyrediyor.
Küçük yaşta ağabeyi yanında işe başlıyor, ticareti öğreniyor. 1990 yılında, kendi şirketi Özşahin Sanayi ve Ticaret'i kuruyor.
1999'da ise Rusya'ya en fazla deri ürünleri ihraç eden şirket oluyor.
İTKİB'in iki ödülünden sonra geçtiğimiz günlerde ‘‘Dünya Kalite Bağlılık’’ ödülünün altın kategorisini kazanıyor.
Hüseyin Şahin ile ödül töreninin yapıldığı Paris'te tanışıyoruz.
Ödül, merkezi Madrid'te olan bir kalite derneği BİD (Business İnitiative Directions) tarafından veriliyor.
Bu arada küçük bir parantez; tüm dünyadan çeşitli kategorilerde ödül kazanan 150'ye yakın şirket arasında Hüseyin Şahin'in şirketinin dışında üç Türk şirketi daha var: Delta Ofis Mobilya, KRC Şirketler Grubu ve Muratcan Catering.
Hüseyin Şahin'e dönersek, bu kazandığı ödül hedefine daha çabuk koşmasını sağlayacak gibi görünüyor.
Hedefi ne diye soracak olursanız...
Gönlünde yatan arslan 2 yıl önce oluşturduğu Hüseyin Şahin markasını yurt dışına taşımak.
Kendisine örnek aldığı markalar Gucci, Armani, Calvin Klein gibi dünya çapında markalar.
‘‘Gucci'ye bakın’’ diyor. ‘‘Amerikalı tasarımcı Tom Ford'u işe aldıktan sonra onu kimse durduramıyor...’’
Hüseyin Şahin kendi Tom Ford'unu seçmiş..
Üç ay önce, İtalyan Pal-Zileri Modaevi'nin tasarımcısı İtalyan Tullio di Lorenzo'yu tranfer etmiş.
Koleksiyonları bundan böyle Tullio di Lorenzo'ya emanet.
Zaten kullandığı ham madde işlenmiş olarak İtalya'dan geliyor.
Şimdi gündemin ilk sırasında, geçen yıl 1 milyon dolarlık ihracat gerçekleştirdiği Rusya'da, Hüseyin Şahin ürünlerinin satılacağı bir dükkan açmak var.
Hüseyin Şahin ‘‘Ardından New York'ta bir mağaza açmayı planlıyorum’’ diyor.
Bu yıl ayrıca Kanada pazarına da girmeyi planlıyor.
34 yaşında, ilkokul mezunu Adıyamanlı Hüseyin Şahin, yanında Amerikalı nişanlısı Emily olduğu halde dünyaya yelken açmaya hazır gördüğünüz gibi.
Bundan güzel bir başarı öyküsü olabilir mi?
Ayasofya'nın tanıtımına Borusan katkısı
AYASOFYA Müzesi'nin Üst Galeri Katı, yaklaşık bir yıllık restorasyondan sonra açıldı.
Ayasofya zaten büyülü bir mekan.. Mum ışıklarıyla aydınlatılmış Üst Galeri Katı daha da hoş ve gizemli. Restorasyon, Kültür Bakanlığı Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürlüğü tarafından gerçekleştirilmiş.
Açılışa Kültür Bakanı İstemihan Talay ile Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürü Alpay Pasinli de katılıyor.
Ayasofya'nın Üst Galeri Katı'nın açılışını düzenleyen Borusan Holding.
Borusan Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Kocabıyık, Türkiye'nin kültürel mirasıyla yakından ilgili biri. Yüksek mimar Ahmet Ertuğ ile birlikte kurdukları Ertuğ&Kocabıyık Yayınları, Osmanlı ve Bizans sanatını tanıtan muhteşem kitaplar basıyor.
O gece, hem Ertuğ&Kocabıyık Yayınları'nın ''Hagia Sophia-A Vision For Empires'' kitabı tanıtılıyor, hem Ahmet Ertuğ tarafından çekilmiş kitaptaki fotograflar sergileniyor.
Çoğu Ayasofya'nın mozaikleriyle ilgili fotograflar öylesine ustaca çekilmiş, öylesine ustaca sergilenmiş ki, gerçek ikona seyreder gibi oluyor.
Aynı fotograflar geçen yıl da Paris'te Couvent des Cordeliers'de sergilenmişti.
Şimdi gelelim Ayasofya'nın tanıtımının önemine...
Biliyorsunuz, yaklaşık bir buçuk yıl önce internet üzerinde dünyanın yeni 7 harikasının yeniden seçilmesi için bir oylama başlatıldı.
25 seçenek arasında Ayasofya da var.
Üstelik altıncı sırada geliyor.
Eğer dünyanın yeni 7 harikası arasına girmeyi başarırsa Türkiye için ne müthiş bir prestij olacağını düşünün.
Oy kullanmak isteyenler için sitenin adresi şöyle: www.new@wonders.org
Yazının Devamını Oku 