Gila Benmayor

Düşman kardeşlerin 9 haftası

19 Mayıs 2002
1888 yılı, 23 Aralık günü Fransa'nın güneyinde Arles kasabasındayız. Geceyarısına birkaç dakika kala Lamartine Meydanı'ndaki‘‘Sarı Ev’’den bir adam süzülür.

Başının etrafında tuhaf bir sargı olan adam, yağmurun altında ıssız meydanı geçer ve ışıkları yanmakta olan bir evin kapısının önünde durur.

İçeri girer ve adıyla hitap ettiği bir kadına cebinden çıkarttığı mendili verir. ‘‘Bunu dikkatlice koruyun’’ der ve gecenin karanlığında kaybolur.

Adam ünlü ressam Vincent Van Gogh'tur. Birkaç dakika önce bir fahişeye uzattığı mendilin içinde traş bıçağıyla kestiği kendi kulağının parçası vardır.

Ressamın, kendi kulağını kurban etmesiyle sonuçlanan ‘‘çılgınlık nöbetini’’ ise yakın arkadaşı Paul Gauguin'le kavgası tetiklemiştir.

Kulak kesme olayı, Arles'daki dokuz aylık ortak çalışmayı sona erdirecektir. Gauguin, büyük ümitlerle geldiği Arles'ı olayın hemen ertesi günü adeta kaçarak terkederken, Van Gogh hastaneye kaldırılır.

İki arkadaş birbirlerini bir daha asla göremezler.

Amsterdam'daki Van Gogh Müzesi, iki ressamın Arles'daki dokuz haftasının öyküsünü 120'ye yakın tabloyla yeniden canlandırıyor.

Vincent Van Gogh, 1888 yılının şubat ayında Arles'a yerleştiğinde kafasında, sanatçıları biraraya getirecek ‘‘Güney Atölyesi' projesi vardır.

Öteden beri hayranlık duyduğu Gauguin'i Arles'a davet eder.

Bu arada birbirlerine resim gönderirler. Gauguin'in otoportresine karşılık, Van Gogh kendisinkini gönderir. Onu beklerken de sürekli çizer.

‘‘Gauguin'in koltuğu’’ arkadaşa duyduğu saygının ifadesidir.

Çünkü koltuk ‘‘Sarı Ev’’deki en şık mobilyadır.

Basit, tahta sandalye ise ‘‘Van Gogh'un sandalyesi’’dir.

Nihayet 1888 yılının ekim ayında Gauguin çıkagelir.

Gelir gelmez, korkunç bir dağınıklığın hüküm sürdüğü evde dizginleri eline alır.

Mutfak işine de el atar. Van Gogh, kardeşi Theo'ya yazdığı bir mektupta ‘‘Meğer Gauguin bayağı iyi yemek pişiriyormuş’’ diye şaşkınlığını dile getirir.

Arles'da havanın güzel olduğu günlerde iki ressam kırlarda saatlerce çalışır. Ancak kasım ayının soğukları bastırıp eve kapanınca ‘‘Sarı Ev’’in atölyesi iki ressama dar gelmeye başlar. Üstelik çoğunlukla aynı modelleri kullanmaktadırlar.

Esasında herşeyleri birbirinden farklıdır: Sevdikleri ressamlar, çalışma tarzları...

Van Gogh, tuvale deli gibi saldırır, bir saat içinde bitirir bir tabloyu. Oysa Gauguin, benzer bir tablo için bir hafta çalışır.

Rekabetle işbirliği, hayranlıkla kıskançlık arasında gidip gelen dostlukları, Gauguin'in tablolarının Paris'te değer kazanmasıyla darbe yer.

Van Gogh'un ‘‘çılgınlık nöbetleri’’ artar ve bir gece Arles sokaklarında arkadaşını traş bıcağıyla kovalar.

Aynı bıçakla birkaç gün sonra kulağını kesecektir.

Gauguin gittikten sonra, Van Gogh dostluklarının sembolü olarak gördüğü ‘‘Ayçiçekleri’’ temasına hararetle döner.

Van Gogh'un intiharından 11 yıl sonra Gauguin, ‘‘Sandalye Üzerinde Ayçiçekli Natür Mort’’'u çizer.

Amsterdam'da sergiyi benden önce gezen bir arkadaşım ‘‘Ağladım’’ dedi.

Ağlamadım ancak ayaklarım beni birkaç kez sevdiğim tabloların önüne sürükledi. Müzeden hiç ayrılmak istemedim.


İstanbul Müzik Festivali'nin adı var ile yok arası

NAFİLE
... Sesimizi duyuramıyoruz, tanıtımımızı yapamıyoruz.

Time Dergisi, son sayısının kapağını festivallere ayırmış. Kapaktan şöyle diyor: ‘‘Avrupa'yı yaz şölenine dönüştürecek festivaller, sergiler, konser ve gösteriler.’’

Sinemadan sonra tiyatro festivali başlayan, ardından müzik ve caza hazırlanan İstanbul nerede diye merakla sayfaları çeviriyorum.

Belgrad, Graz, Stockholm bile var İstanbul yok.

Sonra gözüme ilişiyor.. Yandaki sütunlarda tam tamamına iki satır. Üstelik bu yıl ünlü soprano Kiri Te Kanawa geliyor.

Festivallerin yurtdışında tanıtımını kim yürütüyor bilmiyor.

Netice sıfır.


Yunanlılar ‘‘illa Elgin Mermerleri’’ diyor


AKILLICA bir tanıtım örneği istiyorsanız, komşumuz Yunanistan'ın 2004 Olimpiyat'ları için hazırladığı dosya elimin altında.

Olimpiyat oyunlarının programı, sürdürülen altyapı çalışmaları, bütçe kısaca herşey var dosyada.

Dikkat çekici bulduğum iki şey daha eklemişler: Oyunlara adını veren Olympia'daki arkeolojik buluntularla ilgili hayli kapsamlı bir kitapcık ile Londra'dan Atina'ya getirilmesine çalışılan Elgin Mermerleri broşürü.

Biliyorsunuz, Yunanistan yıllardan beri, 19 yüzyılda Lord Elgin tarafından İngiltere'ye kaçırılan Akropolis'teki Parthenon Tapınağı'nın mermer yontuları peşinde.

Bir zamanlar Kültür Bakanlığı yapan ünlü oyuncu Melina Mercouri büyük bir mücadele vermişti mermerlerin ülkesine dönmesi için.

Sözünü ettiğim broşürde de Melina'nın bir Unesco toplantısında mermerlerle ilgili konuşmasının yanısıra, şimdiki Kültür Bakanı Venizelos'un çağrısı yer alıyor. Şöyle diyor Venizelos ‘‘Elgin Mermerleri'nin iade talebi Yunan Ulusu ve tarih adına değil dünya kültür mirası adına yapılmaktadır. Mermerler iade edilinceye kadar yağmalanmış tapınak dünya kültür mirasının bir yüzkarası olarak kalacaktır.’’
Yazının Devamını Oku

Bizim elektrik 6.5 yıl sonra ucuzlayacak

17 Mayıs 2002
<B>HAFTA </B>başında yazdığım Birecik Barajı'yla ilgili yazı üzerine, Birecik Baraj ve Hidroelektrik Santralı Tesis ve İşletme A.Ş. Genel Müdürü <B>Yüksel Onaran </B>aradı. Barajın maliyetiyle ilgili bir düzeltme yaparak, barajın 2.3 milyar marka değil 1 milyar 849 bin marka mal olduğunu söyledi. Barajın inşaatı da öngörülen tarihten 4 ay önce tamamlandığı gibi, deneme devresinde elde edilen artı gelir, zeminin sorun çıkartmaması, yüzde 18.3'lük bir tasarruf sağlamış.

Onaran ‘‘Türkiye'de ve dünyada bugüne kadar gerçekleştirilen yap-işlet-devret projelerinde bu oranda tasarruf ilk kez sağlanmıştır!’’ diyor.

Bugünlerde hidroelektrik barajlarda üretimin durdurduğuna ilişkin iddiaları soruyorum Yüksel Onaran'a.

‘‘Devlet, nüfus artışına ve ekonomik gelire göre, elektrik üretiminde her yıl yüzde 8 ila 11'lik bir artış öngörmüştü. Ancak sanayiyi vuran ekonomik kriz nedeniyle elektriğe talep azaldı. Umulanın çok altında elektrik üretiliyor’’ diyor.

Birecik Barajı her ay 25 trilyon liralık elektrik üretiyor.

Bunun neredeyse yüzde 95'i kredi borçlarının ödenmesine gidiyor.

Ticari kredilerin 2.5 yılda, export kredilerin ise 6 yılda bitmesi planlanıyor.

Peki şu anda kilovatın maliyeti ne?

7 ila 7.5 sentmiş.

Yüksel Onaran ‘‘Yaklaşık 6.5 yıl sonra kilovatın maliyeti 2 sentin altına düşecek’’ diyor.

Yani elektriği ucuz almak için biraz daha beklememiz gerekiyor.

Diğer ülkelerde durum nedir diye merak ediyorsanız, geçen şubat ayında Zorlu Grubu'nun yatırım yaptığı Güney Afrika'da kilovatın 1 sent olduğunu duymuştum.

Zaten Türk şirketlerinin dışarıda yatırım yapmalarının bir nedeni de ucuz elektrik.

Pahalı elektriğin nedenleri çeşitli. Barajlar esasında pahalı yatırımlar, özellikle ilk yıllarda.

Başka bir neden de hepimizin bildiği elektrik kaçakları.

Onaran'a göre, bunlar önlendiği takdirde yatırımların yarıya indirilmesi bile mümkün.

Niye önlenemiyor?

Zeugma uyuyan güzeldi ilk öpücüğü biz kondurduk

YÜKSEL Onaran'ın ağzından, iki yıl önce Türkiye'nin neredeyse bir numaralı gündem maddesini oluşturan Zeugma'nın hikayesini dinliyorum.

Onaran'ın kendisi mimar-mühendis, kızı da Fransa'da arkeoloji okumuş.

Bu yüzden arkeolojiyle yakından ilgili.

‘‘Zeugma'nın varlığından haberdardık. Baraj yapımı sırasında önce killerin altında 5 bin yıllık bir mezar çıktı. Evlerin mezarlığa yakın olduğunu sanmıyorduk, ama yanılmışız’’ diyor.

Su altında kalacak kısımda köylülerden her bir fıstık ağacını 15-20 milyona satın almışlar. Ağaçları odun olarak kullanmak isteyen köylüler bunları kesmiş.

Aralarından bir tanesi, ağacın altı metre derinde olan köküyle uğraşırken geometrik bir yontuyla karşılaşmış.

Gaziantep Müzesi devreye girince o meşhur mozaikler bulunuyor.

Ardından o meşhur bronz Mars heykeli ortaya çıkıyor.

Yüksel Onaran'a göre, heykelin New York Times Gazetesi'nde yayınlanmasıyla Türk basınında ‘‘Zeugma'nın Babası’’ diye bilinen Amerikalı David Packard devreye giriyor. Onaran ‘‘Packard'a GAP ile ilişki kurmasını biz tavsiye ettik. Önce Enerji Bakanlığı'na başvurmuştu’’ diyor ve ilave ediyor: ‘‘Zeugma uyuyan güzeldi. İlk öpücüğü biz kondurduk.’’

Packard, Zeugma
'yı kurtarmak için ilk etapta 5 milyon dolar vermişti.

Geçen yıl haziran ayında, müze, kazı çalışmaları, araştırmalar için 10 yıllık bir süre zarfında 100 milyon dolar vermeyi önermişti.

Packard'ın Kültür Bakanlığı'na yazılı önerisi bir yıldır havada bildiğim kadarıyla.

Zeugma ne yazık ki unutulmuş ya da kaderine terk edilmiş görünüyor.

Dünyanın hayran kaldığı o mozaikler şu anda Gaziantep Müzesi'nde ağlanacak durumda. Kazıların devam etmesi için kamulaştırmaya yaklaşık 28 trilyon lira gerek.

Her neyse, basında pek yer almamış ama Birecik A.Ş'nin Zeugma'ya katkısı 500 bin mark olmuş.

Yüksel Onaran, baraj yakınlarında halen inşası devam eden Tanıtım Binası'nın 60-70 metrekarelik bir bölümünde bazı buluntuları teşhir edeceklerini söylüyor.

Bu, bölgeyi ziyaret edenler hiç olmazsa doğru dürüst bir yerde bir şeyler görebilecekler demektir.

Mersin-Paris hattında tarım sorunları

MERSİN Ticaret ve Sanayi Odası'nın, tarım ilaçlarını ve çiftçinin durumunu masaya yatırdığı sempozyum okuyucuların ilgisini çekmiş.

Faksıma, e-postama düşen yazılardan anlaşılıyor ki, Tarım Bakanlığı'nın uygulamalarından pek çok kesim şikayetçi.

46 yıllık bakliyat, baharat ihracatçısı Baykal Güner, Tarım ve Köyişleri Bakanı ne yapmak istiyor diye iki sayfalık faks göndermiş. Tarım İl Müdürleri'nde görevli ziraat mühendislerinin sahada çalışmaları, çiftçileri bilgilendirmeleri gibi sayısız önerileri var.

Tarım sektörü önemli, IMF'nin talep ettiği şeyler dahil sayısız sorunları var.

Mersin'in açtığı yoldan diğer illerin odaları da konuya eğilirlerse belki Tarım Bakanlığı harekete geçer. Ancak, bu arada dünyada tarımla ilgili gelişmeleri de yakından izlemek gerek diye düşünüyorum.

Mesela, Mersin'den iki gün sonra Paris'te düzenlenen OECD toplantısında da tarım gündeme geliyor.

AB ülkeleri tarım konusunda ABD'ye öfkeli.

Çünkü, ABD önümüzdeki 10 yıl içersinde çiftçiye sübvansiyonu yüzde 70 oranında artırma kararı almış. Yani çitçisine 10 yıl zarfında akıtacağı para 180 milyar dolar olacak.

Bundan bize ne demeyin...

Tarım politikalarını belirleyenler önemini bilir.
Yazının Devamını Oku

Birecik Barajı'nda Strauss nağmeleri

14 Mayıs 2002
<B>BİRECİK </B>Barajı'nın 672 megavatlık ünitelerinin bulunduğu <B>‘‘Makine Holü’’</B>nde oturuyorsunuz ve kulağınıza ünitelerin homurtuları değil<B> Strauss</B>'un nağmeleri geliyor. Bu nasıl olur demeyin...

Çünkü zaten Birecik Barajı'nın kendisi de büyülü bir ortamın tam göbeğine kurulmuş. Zeugma tam karşı kıyısında.

Birecik Barajı, Türkiye'de hidrolelektrik santrallara uygulanan en büyük ‘‘yap-işlet-devret’’ modeline göre yapılmış.

Enerji üretiyor, sulama ve içme suyu sağlıyor. Enerjisinden Atatürk Baraj Şaltı, Gaziantep ve Suriye, içme suyundan ise şimdilik Nizip yararlanıyor.

Yaklaşık 2.3 milyar marka malolan Birecik Barajı'nın 15 yıllık bir süre için işletmesini Verbundplan Birecik Barajı İşletme Ltd. Şti. üstlenmiş.

Avusturya kökenli Verbundplan Türkiye'de 1980'li yıllardan beri hidrolik projelerle ilgili. Çoruh Nehri üzerindeki Borcka ve Muratlı'da, ayrıca Ermenek'te giriştiği yeni projeler var. Avrupa'da ise 300'e yakın santral işletiyor.

Şimdi gelelim Strauss nağmelerine...

Barajda konser fikri Verbundplan'ın Teknik Müdürü Walter Zapletal'dan doğuyor.

Avusturya Büyükelçiliği Kültür Ataşeliği aracılığıyla 11 genç müzisyenden kurulu Wiener Saloniker Orkestrasıyla temas kuruluyor.

Pazar günü Birecik Barajı'nın çalışmakta olan üniteleri iki saatliğine susturuluyor ve 300'e yakın dinleyici Suppe, Puccini, Strauss, Meisel'i dinlemek için toplanıyor.

Barajın ‘‘Makine Holü’’ndeki konser, iki açıdan çok anlamlı.

Wiener Saloniker, Güneydoğu Anadolu'da konser veren ilk yabancı orkestra olurken, Urfa, Gaziantep, Nizip ve Birecik protokolünün dışında, salondaki dinleyicilerin çoğu hayatlarında ilk kez bir klasik müzik konseri dinliyorlar.

Konuştuğum genç müzisyenler baraj deneyiminden son derece memnun.

‘‘Böyle bir yerde ilk kez konser veriyoruz. Büyük bir katedralde çalar gibiyiz’’ diyorlar. Buradan Urfa'ya, Harran Üniversitesi bünyesinde faaliyete geçen Avusturya Kültür Dairesi'nin açılışına katılacaklar.

Peki ya dinleyiciler?

Nizipli iki ev kadını ilk kez klasik konser dinlemekten pek memnun.

Verbundplan'ın maskotu sayılan, şair-hademe Yasin Bülte ‘‘Bu müzikten bir şey anlamıyorum ama beğendim, CD'sini alacağım’’ diyor.


Çiftçiyi neden ihracatçı eğitiyor?

MERSİN Ticaret ve Sanayi Odası'nın I. Yaş Meyve ve Sebze Sempozyumu tam basındaki ‘‘hormon ve tarım ilaçları kalıntıları’’ tartışmalarına denk geldi.

Beni ertesi gün Birecik'e göndermesi koşuluyla odanın yönetim kurulu üyesi Selami Gedik'in ricasını kırmayıp sempozyumu izlemeye gittim. Çok da yararlı oldu. Günlerden beri tartışılan ‘‘hormon’’ ve ‘‘tarım ilaçları kalıntıları’’ gerçeğini bir de kendi kulağımla dinledim.

Pek çok konuda öncülük yapan Mersin Ticaret ve Sanayi Odası'nın sempozyumu düzenlemesinin bir nedeni de elbet meyve ve sebze ihracatını artırmanın yollarını araştırmak.

Öğrendiğime göre, dünyada yaş meyve ve sebze pazarı 70 milyar dolar, bizim payımız ise ancak 1 milyar.

Oysa bu rakamın en az 3 milyar dolar olması gerekiyor.

Yaş ve meyve ihracatında iyi performans göstermemizin çeşitli nedenleri var. Üretim sorunları, depolama, ambalaj, pazarlama nedenlerden bazıları.

Sempozyumu yöneten Çukurova Üniversitesi, Ziraat Fakültesi Öğretim Üyesi Profesör Tayfun Ağar'a bakarsanız kaliteli ve yeni çeşitler üretmemiz de puan kaybettiriyor.

Ağar ‘‘Biliyor musunuz mesela Türkiye'de 2,5 milyon ton elma üretiliyor bunun ancak 30 bin tonunu ihraç edebiliyoruz, çünkü elimizdeki elma türleri çok kaliteli ve lezzetli değil’’ diyor.

Şu anda dış pazarda rakipsiz sayılabilecek tek ürün kirazmış.

Sempozyuma dönersek, dediğim gibi pek çok sorun masaya yatırılıyor.

Sempozyumdan benim çıkardığım iki önemli sonuç şu: Üretici yani çiftçi bilgisiz ve sahipsiz. Kimyasal tanım ilaçlarını gelişigüzel kullanıyor.

Vay halimize. Bu bir.

İki, Tarım Bakanlığı üreticiden tüketiciye giden çeşitli aşamalarda varlık gösteremiyor.

Mesela, Mersin Ticaret ve Sanayi Odası Yönetim Kurulu Başkanı Kadri Şaman, oda bünyesinde bir ‘‘üretici danışma hattı’’ kuracaklarını söylüyor. Ayrıca yine odada son günlerde, ortalığı karıştıran ‘‘kimyasal kalıntı’’ iddialarına ışık tutacak bir laboratuvar kurulması da gündemde.

Hem üreticiyi bilgilendirme, hem analiz esasında Tarım Bakanlığı birimlerinin, mesela Ziraat Odaları'nın işi değil mi?

Akdeniz Yaş, Meyve Sebze İhracatları Birliği Başkanı Ali Kavak da ‘‘Nasıl ilaçlama yapılacağı konusunda biz afiş bastırdık ve çiftçiye dağıttık. Oysa sorumlu biz değiliz ama biliyoruz ki eninde sonunda kabak bizim başımıza patlayacak’’ diyor.

İlaçlamanın nasıl yapılacağı, hangi ilacın hangi ürüne uygulanacağını çiftçiye öğretmek ihracatçının görevi mi?

Pamuk ve tütün ilacının, domatese ve salatalığa uygulanmayacağını çiftçiye ihracatçı mı öğretecek?

Böylesine önemli bir toplantıya Tarım Bakanı gelemediği gibi müsteşarını da göndermemişti. Çünkü toplantıya katılan akademisyenlerin de kabul ettiği meyve ve sebzelerdeki ‘‘kimyasal kalıntılar’’ (buna rezidü deniyormuş) gerçeğiyle yüzyüze kalmak istememişlerdi herhalde.

Bitirmek için küçük iyi bir haber. Profesör Nurettin Kaşka'ya göre, çileklerde hormon kullanılmıyor. Domates, patlıcan, biberde zararsız miktarlarda evet, ama çilekte hayır.
Yazının Devamını Oku

Yüz paralık bir bulut

12 Mayıs 2002
<b>Kuşçu amca!<br><br>Bizim kuşumuz da var,<br><br>Ağacımız da.<br><br>Sen bize bir bulut ver sade<br><br>Yüz paralık.</b> GEÇENLERDE güneşin bol olduğu bir gün, bir arkadaşımla sahilde çimenlerin üzerinde yatıyoruz. 15-16 yaşlarındaki dört erkek çocuk yanımıza yaklaşıyor.

Sigara, para gibi şeyler istiyorlar. Kafaları kazınmış, üstleri başları perişan..

Tinerci, sokak çocukları.

Yanıma yaklaştıklarında ister istemez ürküyorum. Çocuklardan neden korkuyorum diye utanıyorum sonra.

Sokağa düştülerse, tiner çekiyorlarsa, karınları açsa kimin kabahati?

Mesele, AK Partisi Lideri Recep Tayyip Erdoğan'ın ‘‘10 çocuk yapın. Onlara sahip çıkmak devletin işi’’ dediği kadar basit mi?

Öyle olsaydı İstanbul'da okula gitmeyen 10 binin üzerinde çocuk olur muydu?

Ya da dünyada 246 milyon çocuk-işçi, en iptidai koşullar altında çalışır mıydı?

Gerçek silahlarla savaşan 300 bin çocuk-askeri dehşetle televizyon ekranlarından izler miydik?

Burada küçük bir parantez, Newsweek Dergisi'nin son sayısındaki verilere bakılacak olursa Türkiye, ‘‘çocuk askerlerin’’ olduğu 36 ülkeyle aynı listede. Bizdeki ‘‘çocuk-askerler’’ ‘‘silahlı muhalif gruplar’’ sınıfından listeye girmiş.

Yani çocukların gelecekleri, onları kendi politikalarına alet etmek isteyen Erdoğan gibilerinin ellerine teslim edilemeyecek kadar ciddi.

New York'ta hafta ortasında başlayan ve üç gün devam eden Birleşmiş Milletler Çocuk Zirvesi'ne, devlet başkanı, başbakan, bakan düzeyinde katılan, 164 ülkeden yüzlerce üst düzey yöneticinin de Erdoğan gibi düşünmediğinden emin olabilirsiniz.

Üç gün boyunca neler tartışıldı Çocuk Zirvesi'nde?

Milyonlarca çocuğu yoksulluktan, hastalıktan ve savaştan korumak için önümüzdeki 10 yıl içinde neler yapılacağı ele alındı.

Yalnız bu yılki zirvede farklı bir yöntem izlendi.

Dünyanın dört bir yanından gelen 300 çocuk delege kendi sorunlarını dile getirdiler.

İlk kez kendi avukatlıklarını yaptılar.

Ülkelerindeki çocuk sorunlarını dile getirdiler, çözüm yolları önerdiler.

Türkiye'den Çocuk Zirvesi'ne katılan Devlet Bakanı Hasan Gemici'nin ekibinde iki çocuk var: Simge Haznedaroğlu ve Mehmet Yeşilyurt.

Başbakanlık Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu tarafından seçilmişler.

Dilek ile Mehmet'i en fazla, ‘‘sokak çocuklarıyla’’,‘‘kız çocuklarının eğitimi’’ kaygılandırıyor.

Hintli Reena ise ‘‘Daha iyi bir eğitim, daha iyi sağlık koşulları’’ peşinde. Bir dergiye yaptığı söyleşide ‘‘Eğlence de bizim hakkımız oysa Hindistan'da çok az çocuk dilediği gibi eğleniyor’’ diyor. Bir de Hindistan'da neden ABD'den 10 kat fazla bebek öldüğünü merak ediyor.

Şimdiki çocuklar, Oktay Rıfat-Orhan Veli'nin şiiri Kuş ve Bulut'taki çocuklar gibi yüz paralık bir bulut peşinde değiller ne yazık ki...

Dünyanın ağırlığı omuzlarına çökmüş çünkü..

GAP gençliğine Danimarka'dan ödül

MADEM ki söz çocuklardan ve gençlerden açıldı, Türkiyeli gençlerle ilgili hoş bir haberim var.

Tam tamına bir yıl önce bu sütunlarda ‘‘GAP Gençliği Geliyor’’ diye bir yazı yazmıştım.

GAP bölgesinde, BM Kalkınma Programı'nın desteğiyle gençler arasında diyalog ortamını geliştirmeye, onları sosyalleştirmeye yönelik ‘‘Gençten Gence’’ adı altında başlatılan bir projeden söz etmiştim.

Neydi projenin güzelliği?

İlki Mardin'de kurulan Gençlik ve Kültür Evleri'ndeki kursların bizzat gençler tarafından verilmesi. İngilizce bilen ingilizce öğretiyor, gitar çalan da gitar dersi veriyor.

İşte bu proje geçtiğimiz günlerde Danimarka'da düzenlenen ‘‘Dünya Gençlik Forumu’’nda ödül kazanan dört projeden biri olmuş.

Bu arada projeyle yakından ilgilenenler arasında ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz'ın eşi Berna Yılmaz da var. Berna Yılmaz dün Mardin'de Gençlik ve Kültür Evi'ni ziyaret etmiş.
Yazının Devamını Oku

Bayar: Gençlere umut olmak için buradayım

10 Mayıs 2002
<B>TÜRK </B>siyasi yaşamının yükselen yıldızı, Washington Büyükelçiliği eski Müsteşarı ve <B>Süleyman Demirel</B>'in eski dışişleri danışmanı <B>Mehmet Ali Bayar</B>, ilk konuşmasını dün Türk Fransız Ticaret Derneği'nde yaptı. Söyleşili yemekli toplantılarını kaçırmadığım Türk Fransız Ticaret Derneği'nin bu ayki konuğu olan Mehmet Ali Bayar, derneğin başkanı tarafından ‘‘çocukluğunda politika kazanına düştü’’ diye takdim ediliyor.

Bayar, kendisini dinlemeye gelenlerin çoğu Fransız olduğu için konuşmasına Fransızca'yla başlıyor, ancak bir iki dakika sonra gayet sempatik bir şekilde ‘‘ruh sağlığınızı bozmak istemiyorum’’ diye İngilizce devam ediyor.

Bayar konuşmasına, Fransa ile Türkiye arasındaki son gerginliğe değinerek ‘‘Harita olayını kınıyorum ve Fransa'dan da kınayan sesler yükselmesine seviniyorum. Fransız yargısına güvenmek istiyorum’’ diye başlıyor.

‘‘18 Mayıs'ta Demokrat Türkiye Partisi kurultayında başkan seçilmeyi bekliyorum’’ diyen Bayar ‘‘Burası Türkiye yine de belli olmaz’’ diye eklemeyi ihmal etmiyor.

Politikaya ‘‘balıklama’’ atladığını belirten Bayar, bu yolu seçmesinin nedenini şöyle izah ediyor:

‘‘Birkaç ay önce elime geçen bir kamuoyu yoklaması nihai bir karar almama yol açtı. Buna göre, Türk gençlerinin yüzde 70'i Türkiye'yi terk etmek istiyordu. Bir ülkenin geleceğinin yüzde 70'ten mahrum kalması ne korkunç. İşte bu yüzden buradayım. İnsanlara gelecek için bir umut, bir şans vermek için buradayım.’’

Bayar
gençlerin Türkiye'nin geleceğiyle ilgili umutsuzluğa kapılmalarına örnek olarak ABD'ye vize başvurularındaki artışı gösteriyor. ‘‘2000 yılında göreve geldiğimde 120 bin başvuru vardı. Görevi bıraktığımda ise 1,5 milyona yaklaşmıştı başvuru talebi’’ diyor. Başvuru sahiplerinin çoğunun orta sınıftan, doktor, avukat gibi meslek sahibi kişiler olduğunu da ekliyor.

TÜRKLER POLİTİKAYA İLGİSİZ

Türk insanının son yıllarda politikaya karşı ilgisini kaybettiğini belirten Mehmet Ali Bayar ‘‘Doğduğum yer olan Sakarya'dan biliyorum Türk insanı artık politikayla ilgilenmiyor, kendilerini isteyerek bu alandan uzaklaştırdılar. Neden? Çünkü sorunlarına çare getirmiyor politikacılar. Türkiye geçtiğimiz 20 yıl zarfında iki kez yeniden yapılanmaya girişti ama sorunlar olduğu gibi aynı yerde: Sağlık, eğitim ve en önemlisi iş’’.

İstihdam Mehmet Ali Bayar'ın konuşmasında özellikle üzerinde durduğu konu. Sokaktaki insan için ilk sırada iş, ikinci sırada ise ekonominin geldiğini anlatıyor. ‘‘Esasında ekonomi ile iş birbirinden ayrılmaz ama sokaktaki insana faizlerin düşmesi ya da kurlar bir anlam ifade etmiyor. Çünkü o sadece iş istiyor’’ diyor ve ilave ediyor: ‘‘Her yıl milyonlarca kişiye iş yaratmalıyız.’’

Avrupa vizyonu Türkiye'siz olamaz

TÜRK Fransız Ticaret Derneği'ndeki konuşmasının 9 Mayıs ‘‘Avrupa ve Gençlik’’ gününe denk geldiğini hatırlatan Mehmet Ali Bayar, sık sık Avrupa Birliği Türkiye ilişkilerine değiniyor.

Türkiye'nin Avrupa'daki tek ‘‘yükselen piyasa’’ olduğunu vurgulayan Mehmet Ali Bayar, AB üyeliğinin ulusal bir hedef olduğunu söylüyor.

‘‘Avrupa vizyonu Türkiye'siz olamaz’’ diyen Bayar'a göre, Türkiye'nin geleceği de AB üyeliğinde yatıyor. AP Genel Sekreteri babası Nuri Bayar'ın ‘‘idolü’’ olduğunu belirten Mehmet Ali Bayar ‘‘Babam yıllar önce parlamentoda yaptığı konuşmada Türkiye'nin Avrupa'nın parçası olduğunu söylemişti. Onun her söylediği bugün için de geçerli’’ diyor.

Kadınlara ayrılan kotayı yükseltecek

Mehmet Ali Bayar'a göre, 22 ay içersinde yapılacak seçimler Türkiye'nin tarihinde en önemli seçimler olacak. Çünkü ya geçmişe bağlı kalacağız ya da geçmişle tümden bağlarımızı kopartıp yeni bir geleceğe yelken açacağız.

Ona göre, Türk insanı politikaya ilgisiz olsa da her türlü değişime açık.

Peki Bayar, Türkiye'nin yeni geleceğini nasıl görüyor?

Partilerin tüzüğü başta olmak üzere tüm sistem değişecek.Yeni anayasa, başta vergi reformu olmak üzere reformlar, özelleştirme dört dörtlük yapılacak.

Bayar özellikle politik partilerin kendilerine çekidüzen vermeleri gerektiğini söylüyor: ‘‘Partiler yeni kan getirmeyecekse onlara neden ihtiyacımız var. Bu politikasız bir demokrasi’’ diyor.

Kendi hedefinin ise tek partili bir hükümet olduğunu söylüyor.

Elinden geldiği kadar Türk kadınını politik yaşama katmaya çalışacağını söylüyor. ‘‘Kadınlar laik Türkiye'nin en büyük zenginliğidir. Elimden gelirse kadınlara ayrılan kotaları yüzde 50'ye çıkartırım’’ diyor.
Yazının Devamını Oku

Firavunun grevci işçileri

5 Mayıs 2002
<B>DİYELİM </B>ki, Mısır'a gittiniz.... <br><br>Giza'da <B>Keops, Kefren</B> ve<B> Mikerinos</B> piramitlerini gezdiniz. Daha sonra Lüksor'a doğru uzandınız ve Krallar Vadisi'ndeki mezarlıkları keşfe çıktınız.

Ben görmedim ama görenler anlatıyor firavun mezarlarının haşmetini.

Renklerini bugünkü gibi koruyan mitolojik resimleri, heykelleri.

5 bin yıl önceki Mısır uygarlığını günümüze taşıyanları hiç merak etttiniz mi?

Ölümsüzlük peşinde olan firavunlara bir anlamda hayallerini armağan eden sanatçılar kimlerdi?

Krallar Vadisi'ndeki mezarlıkları görmesem de Nil kıyısındaki altın kumların derinliklerinde sonsuzluğa doğru yolculuğu hazırlayan ve güzelleştirenleri tanıyorum artık.

Onlar Krallar Vadisi yakınlarındaki Deir El Medineh köyünün sakinleri. Paris'teki Louvre Müzesi'nde 22 Temmuz'a kadar devam edecek ''Firavunların Sanatçıları'' Sergisi, babadan oğula nesiller boyunca mezarlıkları inşa eden, süsleyen, boyayan işçilerin ve sanatçıların köyünü tanıtıyor.

Sergi dört bölümden oluşuyor: Yaşamak, Yaratmak, İnanmak ve Ölmek.

Birinci bölümde Deir El Medineh köylülerinin günlük yaşamda kullandıkları eşyaları görmek mümkün. 3 bin yıllık hasır sandalyeler, sepetler kumların altından pek fazla aşınmadan çıkmış. Toprak çanaklar, bira kupaları, taraklar, sandaletler de öyle.

Deir El Medineh sakinleri günlük yaşamlarından kesitleri ayrıca ya papirüslere ya da ‘‘ostraka’’ denilen bir tür kireç taşının üzerine resmetmişler.

Bebeğini emziren genç bir Mısırlı anne, dans ve şarkılarla kutlanan dini bayramlar, aile içi kavgalar bir fotoğraf karesi gibi gözünüzün önünde.

Kötü ruhları uzaklaştırmak için yatağın baş ucuna asılan duaları, muskaları da görüyorsunuz.

Yaratma bölümünde, firavun mezarlarında hangi koşullar altında çalışıldığına ilişkin ilginç bilgiler var. Mesela, baş ressamın aylık kazancının altı çuval buğday ile iki çuval arpa olduğunu öğreniyoruz. Oysa basit bir işçininki dört çuval buğday ile sadece yarım çuval arpa.

Çeşitli nedenlerden ötürü yılda birkaç kez ‘‘işi asan’’ ne yapar?

Şefine gelmeme gerekçelerini anlatan uzun bir dilekçe hazırlar.

‘‘Karımın hastalandığı, kardeşimin toprağa verildiği, çocuğumun doğduğu, buğday ektiğim günler işe gelemedim...’’

Bunlar II Ramses döneminde yani M.Ö 1240 yılında kaleme alınmış satırlar.

Peki buğday ya da arpa çuvallarını alamayan işçiler ne yapar?

Greve giderler. Krallar Vadisi'ndeki III Tutmosis, II Ramses ve I Seti'nin mezarları önünde gösteri yaparlar. Grevin ikinci gününde hak ettiklerinin bir bölümünü de almayı başarırlar.

Deir El Medineh köyü tam beş asır ayakta kalmış.

Ressamlar, heykeltraşlar, zanaatçılar, yazıcılar firavun mezarları yaratmakla kalmamışlar.

Asla sahip olamadıkları zenginliklere öbür dünyada kavuşmak hayaliyle kendileri ve aileleri için firavunlarinki kadar muhteşem olmazsa da hayli süslü mezarlar yapmışlar.


Avrupa Le Pen günahı çıkartıyor

FRANSA, 21 Nisan şokundan sonra bugün yeniden sandık başında. Le Pen karşıtı gösterilere 1.3 milyon kişinin katılmış olması basının moralini düzeltti. Chirac ise aşırı sağcı rakibine büyük bir fark atacağından emin.

Bakın ne diyor kampanyanın son günü: ‘‘Sunduğum program tüm sağdaki ya da soldaki Fransızın değil, tüm Fransızların yararınadır.’’

Fransızların bugün Le Pen'i sindirip sindirmeyecekleri merakla beklenirken, Avrupa Birliği ‘‘Le Pen’’ günahı çıkarttı.

AB Ticaret Komisyonu Başkanı Pascal Lamy Liberation Gazetesi'ne demecinde ‘‘Avrupa, dışlanmaya, kimlik sorunlarının aşılmasına, göç karşısındaki güvensizliğe ne yazık ki çare getiremedi. Bu yüzden bugün Le Pen'in başarısından kısmen sorumludur’’ diyor.



Zeugma kazı evi yeniden açılıyor


UZUN zamandan beri Zeugma ile ilgili haberler almıyorduk.

GAP Başkanı Olcay Üniver ile geçenlerde yaptığım telefon sohbetinde taze bilgiler edindim. Bir kere Zeugma buluntuları üzerinde çalışmaların yapıldığı Bilecik'teki ‘‘Kazı Evi’’ mayıs ayı ortalarında yeniden faaliyete geçiyor.

Restorasyon çalışmalarına Türkler, İngilizler ve İtalyanların yanısıra bu kez de Tunus'tan dört uzman katılacak. Uzmanlar, dünyanın en büyük mozaik müzesi olan Tunus Müzesi'nden geliyor.

Dünyanın ikinci büyük mozaik müzesi Antakya'da.

Ancak Ünver, gelecekte Zeugma Müzesi'nin ikinci numaraya oturacağı görüşünde.

Peki Zeugma kazıları için büyük bağışlarda bulunan Amerikalı Packard'ın vaad ettiği Fırak kıyısındaki geçici Zeugma Müzesi çalışmaları ne durumda?.

Zeugma'da daha önce çalışan, Packard'ın yakın dostu arkeolog Richard Hodges geçenlerde Ankara'daymış. Yakında bununla ilgili gelişmeler olabilirmiş.

Zeugma cephesinde son durum böyle...
Yazının Devamını Oku

68 belge bire inerse yabancı sermaye gelir mi?

3 Mayıs 2002
Haftaya <B>International Herald Tribune</B> Gazetesi'nin yabancı sermayeyi çekmek için organize ettiği toplantıyla başladık. Haftayı İstanbul Sanayi Odası'nın düzenlediği ‘‘Uluslararası Doğrudan Yatırımlar’’ paneliyle bitirdik.

Anlayacağınız, yabancı yatırımla yatıp kalkıyoruz.

YASED Genel Sekreteri Abdurrahman Arıman'ın dediği gibi, ‘‘İç kaynağımız artık yok. Dış borçlanmada sınıra geldik. Geriye bir tek doğrudan yatırım kalıyor’’.

Peki durum ne?

Dün sabahki panelciler, PricewaterhouseCoopers Yönetim Kurulu Başkanı Adnan Nas, Hazine Müsteşarlığı Yabancı Sermaye Genel Müdürü Melek Us, Kale Grubu Şirketler Başkan Yardımcısı Zeynep Bodur Okyay ve YASED Genel Sekreteri Abdurrahman Arıman'ın çizdikleri tablo doğrusu pek karamsar.

En büyük tehlike sinyalini Melek Us veriyor:

‘‘Yabancı yatırımı çekmek için acele hareket etmek zorundayız. Bir şeyler yapmazsak elimizdekini de kaçırabiliriz. Türk yatırımcıyı dahi dışarıya kaçırıyorsak ciddi sorunlar var demektir.’’

Öyle ya, Romanya, Bulgaristan gibi ülkeler bir süreden beri Türk yatırımcıya daha cazip geliyor. Yabancı yatırımcıya haydi haydi gelir.

Bir de pastanın küçülmesi durumu var.

Yine Melek Us'un verdiği bilgiye göre, 2000 yılında tüm dünyada 1.3 trilyon dolar olan yabancı yatırımlar, 2001 yılında 750 milyon dolara düşmüş.

2004-2005 yılları arasında ancak 1 trilyona ulaşacak.

Yani hemen bazı önlemler almadığımız, promosyonumuzu yapmadığımız, Melek Us'un sözleriyle ‘‘yabancı yatırımcıyı elinden tutup buralara getirmediğimiz’’ takdirde küçülen pastadan pay hayal olacak.

Us'a göre, halen ancak 1 milyar dolarlık yabancı yatırım çeken Türkiye'nin potansiyeli 8 ila 10 milyar dolar.

Arıman'a göre ise 35 milyar dolar.

Bu arada duyduklarımıza göre, Ankara özel sektör ile birlikte yatırımı teşvik için giriştiği reformlar üzerinde çalışıyor.

Hem yerli, hem yabancı yatırımcıya kan kusturan ‘‘idari engeller’’i azaltmak için formüller aranıyor.

Melek Us'tan duymasam inanmayacaktım.

Bir yabancı Türkiye'ye gelmeye karar verdiği takdirde çeşitli devlet dairelerine pasaport fotokopisinden bütçe bilançosuna tam 68 belge vermek zorundaymış.

Bu kadar kapı dolaştıktan sonra yapacağı işten insan vazgeçmez mi?

Şimdi yatırımcının bir tek yere müracaat edip, bir form ile bu külfetten kurtulması gündemde. İlgili devlet dairesi istediği bilgiyi o tek formdan çekebilecek.

68 belge meselesi halledilirse, geriye ne kalıyor?

Ekonomik istikrar, politik istikrar, hukuki güven, şeffalık.

Şu belge işini halletmek en kolayı gibi görünüyor.

Papandreu'nun yardımcısından hem ziyaret, hem ticaret

YUNANLI Dışişleri Bakan Yardımcısı İoannis Magrioti birkaç günden beri İstanbul'da.

Ortodoksların Paskalya tatilinden istifa ederek gelen Magrioti ile, Zihni Holding'in Yönetim Kurulu Başkanı Asaf Güneri'nin bakan yardımcısı onuruna Halat Lokantası'nda verdiği yemekte tanışma fırsatı bulduk.

Eşiyle birlikte İstanbul'a gelen Magrioti, sabah Fener Rum Patriği Bartholomeos ziyaret ediyor ancak öğleden sonra soluğu işadamlarının yanında alıyor.

Türk-Yunan İş Konseyi Başkanı Şarık Tara, Aldo Kaslowski ile biraraya geliyor.

İstanbul'a üçüncü kez gelen Magrioti, yemek sonrası kısa konuşmasında bakın ne diyor?

‘‘Yunanistan ile Türkiye 21. yüzyıla elele girmelidir. Siyasi ilişkilerde yaşadığımız bahar ekonomik ilişkilerimize de yansımalıdır. Çevremizdeki ülkelere örnek olmalıyız. Özellikle Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatı'na bağlı ülkelerin bize ihtiyaçları var.’’

Magrioti
, bu arada Yunanistan'ın Türkiye'nin AB üyeliğini desteklediğini de hatırlatmayı ihmal etmiyor ve konuşmasını şu sözlerle tamamlıyor: ‘‘Geçen sefer İstanbul'a gelip, Asaf Güneri ile buluştuğumda Ramazan Bayramı'ydı. Şimdi ise Paskalya. Böyle önemli dini bayramlarda biraraya gelip iş konuşuyorsak demek ki, dostlukta epey yol almışız.’’

Yemekte sohbet ettiğim masa komşum Piraeus Bank'ın danışmanı Stelios Niotis.

Niotis, Türk-Yunan yakınlaşmasına büyük katkıda bulunan Asaf Güneri'nin de yakın arkadaşı aynı zamanda. Paskalya nedeniyle yemeğine özen gösterdiğine, balık yemediğine dikkat ediyorum. Diğer komşum ise Global Menkul Değerler A.Ş'nin direktörü Ercan Ergül.

Piraeus Bank
ile Global Menkul Değerler Toprakbank için teklif veren konsorsiyumda birlikteler. Niotis'e başka bankalarla ilgilenip ilgilenmediklerini soruyorum. ‘‘Neden olmasın’’ diyor.

Brezilyalı ‘israf gurusu’ geliyor

İSRAF ve savurganlıkta dünyanın ilk sıralarında olduğumuzu rakamlar söylüyor.

TOBB'un ‘‘Savurganlık Ekonomisi’’ raporunu hatırlayın.

Ne vardı raporda?

10 yılda 195 milyar doları sokağa attığımız yani 10 yılda bir Türkiye'nin kaybolduğu gözler önüne seriliyordu.

İsraf ve özellikle üretimde israf elbet özel sektörü de yakından ilgilendiren bir mesele.

İstanbul Sanayi Odası'nın önümüzdeki hafta çarşamba günü davet ettiği Brezilyalı Profesör Jose Roberto Ferro üretimde israfın nasıl önlendiğini anlatacak.

Esasında Ferro'nun anlatacağı şey ‘‘Yalın Düşünce‘‘ sistemi.

’’Yalın Düşünce’’ nedir?

‘‘Üretimi basitleştirerek, müşteriye kadar olan zincirde sermaye, emek, yer ve ekipman tasarrufu sağlayan bir düşünce sistemi’’.

İSO'nun gönderdiği mail'de ‘‘Yalın düşünce’’ böyle tarif ediliyor.

Ferro'nun semineriyle ilgilenenler İSO'dan daha fazla bilgi alabilirler.
Yazının Devamını Oku

Denizci olsaydı faşist olmayacaktı

28 Nisan 2002
<B>BAŞINDA </B>bir gemici kasketi, hülyalı gözlerle belirsiz bir ufka doğru bakan bu genç adam Fransa'nın faşist lideri <B>Jean-Marie Le Pen </B>olabilir mi? Ta kendisi...

Fotoğrafın altında da şu cümle: Gençliğimde deniz subayı olmanın hayalini kuruyordum.

Kimbilir belki denizci olsaydı faşist olmayacaktı. Nedense kafamda denizle karanlık faşizmi bir türlü bağdaştıramıyorum da...

Denizci olamamış Le Pen; ama genç yaşlarından beri azılı bir komünist düşmanı olmuş. Cezayir Savaşı'nda ‘‘işkenceci’’ sıfatını kazanmış. Rivayet o ki, Paris'te 1958 yılında bir sokak çatışması sırasında bir solcunun attığı tekme sonucu sol gözünü kaybetmiş.

O günden sonra solculara karşı öfkesi katlanmış.

1956 yılından beri politika sahnesinde olan 73 yaşındaki Le Pen 1970'lerde, 80 başlarında sessiz. Derken 1986 seçimlerinde meclise 35 milletvekili sokmayı başarıyor. 1995 başkanlık seçimlerinde oyların yüzde 15'ini alıyor ve Fransız politik sahnesinin tam merkezine kuruluyor. Hem sağın, hem solun başarısızlıklarından sürekli besleniyor.

Hatırlıyorum, 1998 yılında Sosyalist Partisi'nin adayı Anette Peulvast-Bergeal'e tokat atmak suçundan iki yıl seçilme hakkı elinden alınınca ne çok sevinmiştik. Bunu, Avrupa Parlamentosu'nun siyasi yasağı izlemişti.

Ne var ki, hiçbir yasak Le Pen'i durduramadı.

Peki denizci olmayı başaramamış ama büyük bir keyifle faşizmin loş labirentlerine yelken açmış olan politikacının başarısı nereden kaynaklanıyor?

Fransızlara göre, ‘‘dehásı’’, seslerini duyuramayan, ezilmiş insanlara, globalleşme karşısında panikleyenlere kitlelere hitap etme yeteneğinde yatıyor.

Sanıyorum Le Nouvel Observateur'de okudum, sosyalist bir lider Le Pen'in o meş'um 21 Nisan günü, zaferinden sonra yaptığı konuşmayı dinlemiş ve ağlamış.

Le Pen, en basit sözcüklerle işçi sınıfından, kırsal kesimlerde yaşayanlardan, kapanan fabrikalardan, insanların açlık, işsizlik korkularından, güvensizliklerinden söz ediyormuş.

Solcu lider ‘‘Sol neden aynen bu sözlerle kendisini ifade edemedi’’ diye ağlamış.

Seçim günü Fransa'daydım.

Kimse bu sonucu beklemiyordu.

Fransız dostlarımdan, ülkeyi terketmeyi düşündüklerini duydum.

Playboy dergisine çıplak poz vererek ondan intikamını alan ilk karısı Pierrette de bir televizyon programında ‘‘Le Pen Cumhurbaşkanı olursa Fransa'yı terkederim’’ dememiş miydi?

Seçim gününe dönersek, sonuçların açıklanmasından hemen sonra ‘‘ikinci turda Chirac'ı desteklemeliyiz’’ diyenler Sosyalist Partisi'nin ağır topları oldu.

Bir anda sokakları dolduranlar ise ‘‘utanıyorum’’ pankartlarını göğüslerinde bastıran gençler.

Lise öğrencileri günlerden beri sokaktalar. Kimi şehirlerde 10 bin, kimi şehirlerde 100 bin öğrenci her gün ‘‘utanıyorum’’ diye bağırıyor.

Chirac 5 Mayıs'taki ikinci turu önde bitirecek.

Ama bu yetmez. Fransızların onurlarını kurtarmaları için tek seçenek, ikinci turun Le Pen karşıtı bir referanduma dönüşmesi.


Başka bir dünya mümkün


Le Pen'in herkesin içini kararttığını biliyorum. Bu yüzden önceki gün Armada Oteli'nin salonlarından birinde seyrettiğim 24 dakikalık bir belgeselden söz etmek istiyorum.

Belgeselin adı ‘‘Başka bir dünya mümkün.’’

Globalleşme karşıtlarının, Dünya Ekonomik Forumu'na alternatif olarak Brezilya'da Porto Alegre'de düzenledikleri Dünya Sosyal Forumu'ndan kesitler vardı belgeselde.

Dört, beş yıldan beri izlemek olanağını bulduğum Ekonomik Forum'da gördüğüm yüzlerden hayli farklı yüzlerle karşılaştım.

‘‘İstersek dünyayı değiştirebiliriz’’ diyen Kanadalı yazar Naomi Klein, ‘‘No Logo’’ kitabıyla çokuluslu şirketlerin dünyayı nasıl evirip çevirdiğini anlatmıştı.

Hintli çevreci Vandana Shiva. O da, Hindistan'a genetik değişime uğramış tohumlar satanlara karşı yıllardır mücadele ediyor.

Nehir sularının kirlenmesine karşı mücadele eden Brezilyalı yerliler.

Yüzyıllardan beri kullandıkları bitkisel karışımlara herhangi bir patent bedeli ödemeksizin el koyan dev ilaç firmalarını protesto eden Ekvadorlu yerliler....

Belgeselde onların yüzlerini gördük, seslerini duyduk.

Yalnız onlar değil.

Dünyanın dört bir yanından dünyayı değiştirmek umuduyla gelmiş gençleri, daha güzel yarınlar için dans edenleri, şarkı söyleyenleri de izledik. Belgeseli gördükten sonra insan hafiflemiş hissediyor kendisini.

Dünyayı değiştirmek neden mümkün olmasın?

Bu arada, Armada'daki bu küçük belgesel toplantısının her yıl 22 Nisan günü kutlanan Dünya Günü'nün Türkiye'deki etkinliklerini koordine edenÇekül Vakfı tarafından organize edildiğini ilave etmek istiyorum. Ayrıca, bu vesileyle Dünya Günü'nun fikir babalarından Amerikalı Marc Dubois ile de tanıştık.
Yazının Devamını Oku