BAŞINDA bir gemici kasketi, hülyalı gözlerle belirsiz bir ufka doğru bakan bu genç adam Fransa'nın faşist lideri Jean-Marie Le Pen olabilir mi?
Ta kendisi...
Fotoğrafın altında da şu cümle: Gençliğimde deniz subayı olmanın hayalini kuruyordum.
Kimbilir belki denizci olsaydı faşist olmayacaktı. Nedense kafamda denizle karanlık faşizmi bir türlü bağdaştıramıyorum da...
Denizci olamamış Le Pen; ama genç yaşlarından beri azılı bir komünist düşmanı olmuş. Cezayir Savaşı'nda ‘‘işkenceci’’ sıfatını kazanmış. Rivayet o ki, Paris'te 1958 yılında bir sokak çatışması sırasında bir solcunun attığı tekme sonucu sol gözünü kaybetmiş.
O günden sonra solculara karşı öfkesi katlanmış.
1956 yılından beri politika sahnesinde olan 73 yaşındaki Le Pen 1970'lerde, 80 başlarında sessiz. Derken 1986 seçimlerinde meclise 35 milletvekili sokmayı başarıyor. 1995 başkanlık seçimlerinde oyların yüzde 15'ini alıyor ve Fransız politik sahnesinin tam merkezine kuruluyor. Hem sağın, hem solun başarısızlıklarından sürekli besleniyor.
Hatırlıyorum, 1998 yılında Sosyalist Partisi'nin adayı Anette Peulvast-Bergeal'e tokat atmak suçundan iki yıl seçilme hakkı elinden alınınca ne çok sevinmiştik. Bunu, Avrupa Parlamentosu'nun siyasi yasağı izlemişti.
Ne var ki, hiçbir yasak Le Pen'i durduramadı.
Peki denizci olmayı başaramamış ama büyük bir keyifle faşizmin loş labirentlerine yelken açmış olan politikacının başarısı nereden kaynaklanıyor?
Fransızlara göre, ‘‘dehásı’’, seslerini duyuramayan, ezilmiş insanlara, globalleşme karşısında panikleyenlere kitlelere hitap etme yeteneğinde yatıyor.
Sanıyorum Le Nouvel Observateur'de okudum, sosyalist bir lider Le Pen'in o meş'um 21 Nisan günü, zaferinden sonra yaptığı konuşmayı dinlemiş ve ağlamış.
Le Pen, en basit sözcüklerle işçi sınıfından, kırsal kesimlerde yaşayanlardan, kapanan fabrikalardan, insanların açlık, işsizlik korkularından, güvensizliklerinden söz ediyormuş.
Solcu lider ‘‘Sol neden aynen bu sözlerle kendisini ifade edemedi’’ diye ağlamış.
Seçim günü Fransa'daydım.
Kimse bu sonucu beklemiyordu.
Fransız dostlarımdan, ülkeyi terketmeyi düşündüklerini duydum.
Playboy dergisine çıplak poz vererek ondan intikamını alan ilk karısı Pierrette de bir televizyon programında ‘‘Le Pen Cumhurbaşkanı olursa Fransa'yı terkederim’’ dememiş miydi?
Seçim gününe dönersek, sonuçların açıklanmasından hemen sonra ‘‘ikinci turda Chirac'ı desteklemeliyiz’’ diyenler Sosyalist Partisi'nin ağır topları oldu.
Bir anda sokakları dolduranlar ise ‘‘utanıyorum’’ pankartlarını göğüslerinde bastıran gençler.
Lise öğrencileri günlerden beri sokaktalar. Kimi şehirlerde 10 bin, kimi şehirlerde 100 bin öğrenci her gün ‘‘utanıyorum’’ diye bağırıyor.
Chirac 5 Mayıs'taki ikinci turu önde bitirecek.
Ama bu yetmez. Fransızların onurlarını kurtarmaları için tek seçenek, ikinci turun Le Pen karşıtı bir referanduma dönüşmesi.
Başka bir dünya mümkün
Le Pen'in herkesin içini kararttığını biliyorum. Bu yüzden önceki gün Armada Oteli'nin salonlarından birinde seyrettiğim 24 dakikalık bir belgeselden söz etmek istiyorum.
Belgeselin adı ‘‘Başka bir dünya mümkün.’’
Globalleşme karşıtlarının, Dünya Ekonomik Forumu'na alternatif olarak Brezilya'da Porto Alegre'de düzenledikleri Dünya Sosyal Forumu'ndan kesitler vardı belgeselde.
Dört, beş yıldan beri izlemek olanağını bulduğum Ekonomik Forum'da gördüğüm yüzlerden hayli farklı yüzlerle karşılaştım.
‘‘İstersek dünyayı değiştirebiliriz’’ diyen Kanadalı yazar Naomi Klein, ‘‘No Logo’’ kitabıyla çokuluslu şirketlerindünyayı nasıl evirip çevirdiğini anlatmıştı.
Hintli çevreci Vandana Shiva. O da, Hindistan'a genetik değişime uğramış tohumlar satanlara karşı yıllardır mücadele ediyor.
Nehir sularının kirlenmesine karşı mücadele eden Brezilyalı yerliler.
Yüzyıllardan beri kullandıkları bitkisel karışımlara herhangi bir patent bedeli ödemeksizin el koyan dev ilaç firmalarını protesto eden Ekvadorlu yerliler....
Belgeselde onların yüzlerini gördük, seslerini duyduk.
Yalnız onlar değil.
Dünyanın dört bir yanından dünyayı değiştirmek umuduyla gelmiş gençleri, daha güzel yarınlar için dans edenleri, şarkı söyleyenleri de izledik. Belgeseli gördükten sonra insan hafiflemiş hissediyor kendisini.
Dünyayı değiştirmek neden mümkün olmasın?
Bu arada, Armada'daki bu küçük belgesel toplantısının her yıl 22 Nisan günü kutlanan Dünya Günü'nün Türkiye'deki etkinliklerini koordine edenÇekül Vakfı tarafından organize edildiğini ilave etmek istiyorum. Ayrıca, bu vesileyle Dünya Günü'nun fikir babalarından Amerikalı Marc Dubois ile de tanıştık.