2 Temmuz 2002
Türk-Ermeni ilişkileri açısından oldukça hareketli bir haftayı geride bıraktık. KEİ toplantısı için İstanbul'a gelen Ermenistan Dışişleri Bakanı <B>Vartan Oskanyan</B>'ı TESEV'in bir organizasyonunda dinledik.
Hafta sonunda ise Helsinki Yurttaşlar Derneği'nin ''Türkiye Ermenistan diyaloğu için sivil yaklaşımlar'' toplantısı vardı.
Soros'un Açık Toplum Enstitüsü'nün sponsorluğunda yapılan toplantı iki tarafın aydınlarının biraraya getiren gerçek anlamda ilk sivil girişimdi.
Türk-Ermeni ilişkilerinin toplumsal ve siyasi boyutundan fazla ekonomik boyutuna değinmek istiyorum.
Bunun için İstanbul'a gelen Kars Belediye Başkanı Naif Alibeyoğlu'nun sözlerine kulak vermek gerek.
Yazının Devamını Oku 
30 Haziran 2002
BREZİLYA maçını kazansaydık eğer, şimdi yazacaklarımı ‘‘nasılsa çok sevindik, biraz üzülsek ziyanı yok’’ diyerekten daha kolaylıkla yazacaktım. Maçı kaybettik, zaten milletçe üzgünüz ama benim de hafta içinde katıldığım bir toplantıda duyduklarımı sizlerle paylaşmam gerek biraz daha üzüleceğinizi bilerek.
Taxim Hill Oteli'ndeki toplantıyı düzenleyen Türkiye Sosyal, Ekonomik, Siyasal Araştırmalar Vakfı TÜSES.
Toplantının konukları ODTÜ Sosyoloji Bölümü öğretim üyelerinden Prof. Dr. Sencer Ayata ile Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Ayşe Buğra.
Prof. Sencer Ayata, ‘‘Türkiye'de Yoksulluk’’ üzerine yaptığı geniş araştırmayı sunuyor.
Tahminlerimizin ötesinde bir yoksulluk tablosu çıkıyor ortaya.
Türkiye'de en alt basamaktaki yüzde 10'luk bir kesimin düzenli bir geliri yok ve açlık sınırında yaşıyor.
Ancak akraba, konu komşu yardımıyla karnını doyurabiliyor.
Zaten Ayata bu kesimi ‘‘yardım bağımlısı’’ olarak tanımlıyor.
Öylesine yoksul ki, pazarda arta kalan meyve sebzeleri toplamak için sokağa çıkacak parası dahi yok.
Çoğu kez bir çorba için gerekli malzemeden yoksun.
Meselá un varsa, yağ yok...
Yağ varsa un yok...
İşin ilginç yanı, en yoksullara ne dini cemaatler, ne sivil toplum örgütleri ulaşabiliyor.
Öyle ki Ayata'nın araştırmasını Gaziantep'te dinleyen Saadet Partisi İl Başkanı ‘‘Demek ki, yüzde 10'luk kesimi atladık’’ diye hayıflanmış.
Tahmin edebileceğiniz gibi en yoksullar grubunda çocuklar ya hastalıktan ya parasızlıktan çoğunlukla okula gidemiyor.
Oysa bir ortaokul diploması dahi yoksulluktan kurtulma çaresi olabiliyor.
Bir üst basamaktakiler yani yüzde 10 ile yüzde 35'lik bir dilim arasında yer alanların evinde çoğunlukla asgari ücretle çalışan bir kişi var.
180-200 milyon da olsa düzenli bir maaş aileyi bir nebze kurtarıyor, çünkü hiç olmazsa ayda bir pazara giderek sekiz, on milyon harcama ihtimali doğuyor.
Bu kesimdekiler asla kırmızı et yemiyor.
Süt, hatta yoğurt bir lüks.
Araştırmayı yapmak için bizzat pazarlara giden Prof. Ayata, filelerini nasıl doldurduklarına, en ucuz malı bulmak için nasıl mücadele ettiklerine tanık olmuş.
Ayata'nın araştırması dediğim gibi oldukça kapsamlı. Beslenme, eğitim, sağlık, konut gibi ayrı ayrı bölümlere ayrılmış. Hepsini burada ayrıntılı anlatmam imkansız.
Sadece aklımda kalan bir kaç tespite değineceğim.
Ayata diyor ki, politikacılarımızın ‘‘Türkiye'nin aile bağları, sosyal yapısı sağlam, birşey olmaz’’ diye ortaya çıkmaları anlamsız.
Kriz herkesi vurduğu için sosyal dayanışma ağları çökmüş.
Aile için şiddet patlamaları yaşanıyor.
Baba anneye bıçakla saldırıyor. Anne aynı şiddeti çocuğuna yansıtıyor.
Beni şaşırtan bir tespit ise şu: En yoksul kesim hastaneye düştüğünde, ameliyat durumunda doktorlar açıktan ‘‘bıçak parası’’ istiyormuş.
‘‘Bıçak parası’’ ve ‘‘bıçak yarası’’yla pazarınızın tadını biraz kaçırdıysam affedin.
Bunlar bizim gerçeklerimiz.
Yazının Devamını Oku 
28 Haziran 2002
<B>ÖNCEKİ </B>gün futbolda Brezilya karşısında yenilmemizden bir iki saat sonra Hasköy'deki Rahmi Koç Müzesi'ndeyim. Kültür Bakanlığı'nın müzeye verdiği 2001 Yılı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü daveti için biraraya gelenlerin konuştukları tek şey Türkiye-Brezilya karşılaşması.
Benim gibi herkes kazanacağımıza emin gözüyle bakıyormuş.
Rahmi Koç konuşmasına ''Daveti mehtaplı bir gecede bahçede, zaferimizi kutlayarak yapmayı planlıyorduk, olmadı'' diye başlıyor.
Hava yağmurlu olduğu için bahçede değil, iç mekandayız.
Neşeli değil, hafif buruğuz.
Ama Koç Holding Turizm ve İnşaat Grubu Başkanı Dr. Bülent Bulgurlu ile futboldan sonra en büyük umut kaynağımız olan turizmden konuşunca biraz keyifleniyoruz.
Bülent Bulgurlu, 12 milyon turist beklentisinin üzerine çıkacağımız görüşünde. 'Rezervasyonlara bakınca bunu görüyoruz' diyor.
Grubun 2001 yılı cirosunun yaklaşık 200 trilyon lirası turizmden.
Peki Koç Holding turizmde yeni yatırımlar planlıyor mu?
Öncelikle tur operatörlüğü gündemdeymiş.
Bulgurlu 'Daha önce Almanya'da Win Holidays diye bir tur operatörlüğü şirketimiz vardı. Ancak şirketi tasfiye etmek zorunda kaldık. Şimdi bu alana yeniden iddialı bir şekilde girmeye hazırlanıyoruz' diyor.
Hedefledikleri diğer bir alan, havalimanı, liman gibi büyük yatırımı isteyen yerlerin işletmeciliğini üstlenmek.
Grubun ilgilendiği havalimanları arasında Dalaman, Adnan Menderes var.
Setur'un duty free işletmeciliğinde yurtdışına mesela Orta Asya ülkelerine açılması gündemde.
Bulgurlu marinaların üzerinde özellikle duruyor.
Çünkü marinaların turizme katkıları sanıldığından fazla.
Yatla gelen turistlerin bıraktıkları döviz normal turiste göre kat kat çok.
Akdeniz'de Yunanistan ile Türkiye'ye yatla gelen turistler sadece yüzde 3 oranında.
‘‘Bu yüzde 1 bile artsa turizm için büyük bir gelir’’ diyor Bulgurlu.
Koç Holding'in Türkiye'deki marina sayısı sekiz.
Önümüzdeki yıllarda bu sayının daha da artması mümkün.
Divan Oteli'nin ‘‘catering’’ de iddialı olduğunu da öğreniyorum Bulgurlu'dan. Günlük 3 bin yemeğin 3 yıl içersinde 50 bine ulaşmasını planlıyorlar.
Peki 10 yılda 25 bin turist hedefine nasıl ulaşılacak?
Bulgurlu bu konuda çok net.
‘‘Bu iş sadece tanıtımla olmaz’’ diyor.
Formülü şöyle: ‘‘10 yıllık bir süre zarfında, her yıl tanıtıma yılda 200 milyon dolar, yatırımcıya teşvik için 200 milyon, alt yapıya 100 milyon dolar...’’
Üçüncü bir Sema Pişkinsüt vakası
TABA, Türk-Amerikan İşadamları Derneği'nin bugünkü başkanlık seçimlerinde Başkan Zeynel Abidin Erdem'e karşı adaylığını koyan GAP Akdeniz Genel Müdürü Günsan Çetin ile tanışmamız tamamen tesadüfi.
Gerçi kendisini geçtiğimiz şubat ayında yapılan İstanbul Forum toplantılarında dinleme fırsatını bulmuştum ama karşı karşıya gelmemizin nedeni benim tüketici olarak Amerikan GAP Şirketi'nden şikayetçi olmam.
Anlatayım.
Kızıma aldığım GAP markalı sandaletler ayağında yara yapınca ''Türk malı olsaydı hakkımı kolaylıkla arayabilecektim. GAP'tan ne diye hakkımı aramayayım'' diye düşündüm.
GAP'ın Akmerkez'deki ofisini arayıp, derdimi anlattım.
Neticede sandaletlerin parasını iade edebileceklerini bildirdiler.
Böylelikle Günsan Çetin'i tanımak ve konuşmak fırsatı doğdu. 5,5 yıldan beri GAP için çalışan Günsan Çetin 15 yıldan beri Amerikan şirketlerinde üst düzey yöneticilik yapıyor.
GAP'ın dünya çapında 4 bine yakın dükkanı olduğunu, 13 milyar dolarlık toplam cirosuyla Amerikan tekstilcilerinin en büyüklerinden biri olduğunu anlatıyor.
Türkiye ofisi 1996 yılında kurulmuş çünkü GAP'ın ülkemizde önemli bir üretimi var.
Geçen yıl Fas, Tunus, Malta, Mısır ve Doğu Avrupa'da Türkiye ofisine bağlanınca GAP Akdeniz doğmuş.
Türkiye ofisinin ABD'ye ihracatı 230 milyon dolar civarında.
Günsan Çetin, TİM'de görev yaptığını ve ABD ile sürdürülen tekstil ve konfeksiyon müzakerelerinin pek çoğuna katıldığını anlatıyor.
TABA'nın, Türkiye ile ABD arasındaki ticari ilişkilerin gelişmesinde daha büyük bir rol üstlenebileceğini düşünüyor.
Kendisinin ve ekibinin misyonunu ve vizyonunu anlatan bir duyuruyu TABA üyelerine dağıtmış.
TABA Başkanı Erdem seçimlere üç gün kala Clinton'ı davet ettiklerini duyuruyor. Başkan Erdem, eski ABD Başkanı'nı seçim malzemesi olarak kullandığı gibi, her gece bir televizyonda boy gösteriyor.
Günsan Çetin'in kampanyası çok daha mütevazı bir çizgide.
Üstelik ilk kadın aday. Geçtiğimiz kasım ayında İTO Başkanı Mehmet Yıldırım'a bayrak açarak başkanlığa adaylığını koyan Gülümser Yıldırım gibi seçimde kadın desteğinden yoksun.
Çünkü 670 üyeli TABA'nın kadın üye sayısı sadece yüzde 5 oranında.
İTO meclisinde kadın sayısı sadece dörttü.
Günsan Çetin'in adaylığına üçüncü bir Sema Pişkinsüt vakası gözüyle bakıyorum.
Umarım yanılırım ama kazanma ihtimali çok düşük.
Erkekler iktidarı kadınlarla paylaşmayı içlerine sindirmedikçe Türkiye'nin değişmesi boş bir hayal.
Yazının Devamını Oku 
25 Haziran 2002
<B>EKONOMİDEN </B>sorumlu Devlet Bakanı <B>Kemal Derviş</B>'in önümüzdeki günlerde programı hayli yoğun. İzleyebildiğim kadarıyla ABD üzerinden Kanada'ya gidiyor, oradan İsviçre'ye geçiyor.
Türk-Kanada İş Konseyi Başkanı, ARGE Danışmanlık Yönetim Kurulu Başkanı Yılmaz Argüden'in verdiği bilgiye göre, Derviş Kanada'da Almanya Şansölyesi Schröder'in açılışını yapacağı Montreal Konferansı'na katılıyor. Ardından, Kanada-Türk İş Konseyi'nin kuruluş törenine katılıp, Kanadalı işadamlarıyla biraraya geliyor.
Yarın ise Zürih'te DEİK tarafından düzenlenen Türk-İsviçre İş Konseyi'nin toplantısına konuk konuşmacı olarak katılıyor.
Derviş'in ziyareti nedeniyle Türkiye'deki İsviçre Ticaret Odası'nın önceki gün Swissotel'de düzenlediği öğle yemeğinde İsviçre büyükelçisi Kurt O.Wyss'i dinleme fırsatını buldum.
Türkiye ile İsviçre arasındaki ekonomik ilişkileri anlatan Wyss, yabancı yatırım meselesine de değiniyor ve ‘‘güven ortamının’’ yaratılmasının üzerinde önemle duruyor.
Büyükelçi konuşmasının sonunda ise ilginç bir şey söylüyor: ‘‘Bu yılki gelişmeler ne olursa olsun İsviçre Türkiye'nin önemli ve güvenilir bir ortağı olmaya devam edecektir...’’
Benim büyükelçinin konuşmasından anladığım, yabancıların gözü Türkiye'deki gelişmelerde.
Olumlu ya da olumsuz birşeylerin olacağı beklentisi var.
Swissotel'deki öğle yemeğinde ayrıca ülkenin önde gelen ihracat sektörlerini tanıtan bir DVD sunumu yapılıyor.
İsviçre ticaret ve ihracatı canlandırmak için sistemini yeniden yapılandırma yoluna gitmiş.
Amaç, ticaretini, ihracatını daha koordineli bir şekilde yürütmek.
Meselá, İsviçre kuruluşları için özel önem taşıyan pazarlarda, İsviçre İş Merkezleri oluşturma çalışmalarına başlanmış. Bunlar bir tür danışmanlık hizmeti verecek.
Aynı masada oturduğumuz YASED Genel Sekreteri Abdurrahman Arıman ‘‘Henüz Türkiye'de bir Kalkınma Ajansı bile kuramadık. İsviçrelilere bakın neler yapıyorlar. Örnek almamız gerek’’ diye hayıflanıyor.
Doğru.
DVD sunumundan İsviçre'nin bu yeni yapılanmasını ne kadar ciddiye aldığı belli.
Ama avunabileceğimiz bir durum var.
İsviçre Dünya Kupası'na gidememiş, elenmiş.
Onlar ticarette, biz futbolda.
Esad'ı en iyi tanıyan adam İstanbul'daydı
ARI Hareketi geçen hafta sonu, Türkiye açısından son derece önemli iki günlük uluslararası bir konferans düzenledi.
‘‘Ortadoğu'da Güvenlik ve İşbirliği’’
Irak sorunuyla, Filistin-İsrail sorununun yuvarlak masa tartışmalarında ele alındığı konferans bitiminde Arı Hareketi Halas Yatı'nda katılımcılara bir davet verdi.
Çiğdem Simavi'nin ev sahipliği yaptığı davette birçok tanıdık simayı görmek mümkün oldu.
DTP lideri Mehmet Ali Bayar, ABD'nin eski Ankara Büyükelçisi Mark Parris, Türkiye'yi çok iyi tanıyan Barak'ın eski danışmanlarından Alon Liel...
Ancak benim için en büyük sürpriz İngiliz gazeteci ve yazar Patrick Seale oldu.
Hafız Esad öldüğünde günlerce kendisine ulaşmaya çalıştığım Patrick Seale'i karşımda görünce nasıl sevindim.
Hafız Esad'ın ilk biyografisini yazdıktan sonra Suriye liderinin şaşırtıcı bir şekilde ‘‘kanının ısındığı’’ Seale yetmişine merdiven dayamış, ‘‘görmüş, geçirmiş’’ bir gazeteci.
Çevresi tarafından ‘‘Esad'ı en iyi tanıyan adam’’ diye tanımlanan Seale ile sohbetimizde Suriye liderinin son günleriyle ilgili ayrıntılar öğreniyorum.
Şam'da ‘‘Zeus’’ diye anılan Esad son günlerinde öylesine güçsüzmüş ki, imza atarken kalemin parmaklarından kaymaması için olağanüstü bir çaba sarfediyormuş.
Denizlerin AKUT'u nasıl ortada kaldı
DENİZCİLERE ayda bir kez denizle ilgili yazma sözü vermiştim.
Bu gidişle daha fazla olacak galiba.
‘‘Boğaz'daki Kazalar Nasıl Önlenecek’’ başlıklı yazımdan sonra, faksıma gelen mektuplardan bir tanesi de DAK-SAR adında, denizde gönüllü acil kurtarma yapan bir kuruluştan.
Yani Denizlerin AKUT'u.
Denizciler Dayanışma Derneği'nin bünyesinde iki yıl önce kurulmuş.
24 saat boyunca isteyenlerin yardımına koşuyor DAK-SAR.
200 gönüllüye sahip.
İngiltere'nin hibe ettiği 7 metrelik iki botla denizde zorda kalanların yardımını hızır gibi yetişiyor.
Ancak fakstan anladığım kadarıyla Denizlerin Akut'u geçen haftadan beri ortada kalmış.
Çünkü 16 ay önce DAK-SAR'ı ‘‘buyurun burada çalışın’’ diye davet eden İstanbul Yelken Kulübü geçen hafta aniden buradaki ofisini kapatmış.
Faksı kaleme alan DAK-SAR serdümeni Yılmaz Taşkent ‘‘Kulüp yöneticileri ofisimizi kapatma kararı alınca ortada kaldık. Telefonlarımız bile yok. Şimdi çalışmalarımızı Kalamış Marina'da bir balıkçı teknesinden sürdürüyoruz. Ancak telsiz kanalı 16-73'ten yardımcı olabiliyoruz’’ diye yazmış.
DAK-SAR'ın başkanı emekli tümamiral Varol Atalay’la konuşuyorum.
O da buruk.
Çünkü Kadıköy Belediyesi'nin desteğiyle önümüzdeki günlerde Kalamış Marina'da bir binaya geçmek üzereymişler. ‘‘İstanbul Yelken Kulübü bari biraz daha bekleseydi’’ diyor. ‘‘Bize ulaşmak iseyenler zorlanıyor.’’
Varol Atalay'dan DAK-SAR'ın elinde Deniz Kuvvetleri'nin hurdaya çıkartmış olduğu bir çıkarma gemisi olduğunu da öğreniyorum.
Bu tür geminin en büyük özelliği en alçak kıyıya yanaşabilecek kapasitede olması.
İstanbul'da olası bir depremde son derece yararlı olabilecek bir gemi bu. Varol Atalay'ın verdiği bilgiye göre, Yalova'ya denizden yardım gerekli bir çıkarma gemisi olmadığı için yapılamamış.
Yani DAK-SAR, iyi donanımlı, deniz güvenliği konusunda iyi eğitimli insanları biraraya getiren bir sivil toplum kuruluşu.
Denizi seven herkesin ona sahip çıkması gerek.
Bu arada yeri gelmişken küçük bir parantez.
DAK-SAR ile ilgili faksı aldığımın hemen ertesi günü İDO'nun deniz otobüslerinde parasız dağıttığı Sea Life Dergisi'nde bu kuruluşla ilgili uzunca bir makale vardı.
Hatta itiraf etmeliyim ki, ‘‘Denizlerin AKUT'u’’ tanımlaması da bu dergiye ait.
Sea Life, Nilgün Uysal, Leyla İsmier, Emine Çaykara, Figen Akşit gibi uzun yıllar Babıali'de çalışmış gazetecilerin yazı yazdığı son derece kaliteli bir dergi.
Yazının Devamını Oku 
23 Haziran 2002
<B>Kuşburnu ağacına sormuşlar ne diye evlenmezsin diye. O da cevap vermiş. ‘‘Neden evleneyim? Gelene gidene sarılırım ben.’’</B> Konya Ovası'nda 9 bin yıllık tarihi yerleşim merkezi Çatalhöyük'teki küçük müzenin panosunda yazıyor bu sözler.
Kuşburnu ağacı özgür.
Kuşburnu ağacı ne istediğini biliyor.
Aynen 9 bin yıl önce Çatalhöyük'te yaşayan kadınlar gibi.
Çünkü şimdi biliyoruz ki, Çatalhöyük toplumu anaerkil bir toplum.
Müzede bir kopyasını gördüğümüz, şişman Ana Tanrıça heykeli bunun en büyük kanıtı.
Çatalhöyük kazılarının ana sponsorlarından Boeing'in düzenlediği bir gezi sayesinde tanıyorum Neolitik Çağ'ın bu en eski ve en büyük şehrini.
Höyük 1958 yılında İngiliz arkeolog James Mellaart ve arkadaşları tarafından bulunuyor.
Mellaart 1961-1965 yılları arasında Ankara'daki İngiliz Arkeoloji Enstitüsü'nün katkılarıyla ilk kazıları gercekleştiriyor.
Çatalhöyük'te 1993 yılından itibaren kazıları yeniden başlatan kişi ise uluslararası arkeoloji camiasının saygıyla andığı bir isim: Ian Hodder.
Cambridge ve Stanford Üniversiteleri'nde öğretim görevlisi olan Profesör Ian Hodder ile tanışmak ve sohbet etmek fırsatını buluyoruz.
Çatalhöyük projesinin 25 yıllık olduğunu, kazılar için yılda 500 bin dolarlık bir bütçesi olduğunu söylüyor.
Yılın belirli dönemlerini burada geçiriyor.
Uluslararası bir ekiple çalışmayı seviyor.
Çevresindeki genç arkeologların, araştırmacıların tümü mesleklerine kendisi gibi tutkun.
KONYA OVASINDA LEOPARLAR
Bize mihmandarlık yapan Burcu Tung onlardan biri.
1997 yılından beri geldigi Çatalhöyük'te ortaya çıkartılan evlerin hikayelerini gözleri kapalı anlatıyor.
Çatalhöyüklüler evlerinde nasıl yaşamışlar, evlerinin bir bölümünü neden temiz tutmuşlar, ölülerini evlerindeki sedirlerin altına niye gömmüşler?
Ne yiyip içmişler?
İşte bu soruların yanıtı Cambridge'den masterli Burcu Tung'da.
Onun peşine takılıp Çatalhöyük'ün mahallelerini geziyoruz.
Evlerin kapıları yok. Daha güvenli olsun diye, tahta bir merdivenle damdaki delikten içeri girilip, çıkılıyor.
Çünkü 9 bin önce bataklık ve ormanlık Konya Ovası'da, leopar yaşıyor, arslan yaşıyor.
Ortaya çıkartılan duvar süslemelerinden biliyoruz bunu.
Çatalhöyük'un Neolitik insanları nasıl da süslemişler evlerinin duvarlarını.
Desenli leoparlar, boynuzlu dev boğalar ve onların etrafında uçuşan ince belli insanlar.
Çanaklar, testiler, Kapadokya'dan gelen siyah obsidiyen taşından aletler.
Çatalhöyük'teki küçük müzede bunların kopyalarını görüyoruz.
Asılları Ankara'daki Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nde.
Mihmandar Burcu Tung, Berkeley Üniversitesi'nden bir ekibin halen üzerinde çalıştıkları bir evin nasıl kullanıldığını anlatıyor.
Evin kuzeye bakan 'temiz' bölümünde genellikle yemek yapılıyor.
Bir köşede ocak yakılıyor.
Diğerinde ölüler gömülüyor.
Bu Çatalhöyüklüler’in tuhaf bir geleneği.
Evin bir köşesinde üç gün önce bulunmuş kafatası ve kemikleri biz de görüyoruz.
Ölüler çoğunlukla etleri akbaba gibi vahşi kuşlara yedirildikten sonra gömülüyor.
Zerdüşt dinine bağlı olanların bugün hálá öyle yaptıklarını biliyoruz.
Kimbilir?
İran kökenli Zerdüşt dininin ataları belki de buralarda yaşamışlardı.
Küçük müzedeki panoya izlenimlerini yazdıran Çevre köyün kadınları ‘‘Saygı, sevgiden mi ölülerini evlerin tabanlarına gömmüyorlardı acaba? Devamlı yanımızda olsunlar diyerekten mi?’’ diye sormuşlar.
Çatalhöyük'te 9 bin yıl önce, ölülerinden hiç ayrılmak istemeyen evrenin ilk şizofrenleri yaşamıştı belki de...
Yazının Devamını Oku 
21 Haziran 2002
<B>Görünen </B>o ki futbol ve Pamukbank olayı bugünkü Avrupa Birliği Sevilla Zirvesi'ni iyice arka plana itti. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ile Dışişleri Bakanı İsmail Cem'in katılacağı toplantıda, tam üyelik müzakereleri için bir tarih verilmesi umut ediliyordu.
Tarih başka bir bahara kaldı.
AB Dönem Başkanı İspanya'nın AB işlerinden sorumlu Bakanı Ramon de Miguel, Mesut Yılmaz'a ‘‘önce ev ödevinizi tamamlayın’’ dedi.
Çünkü Türkiye'nin Sevilla'ya idam ve ana dil eğitimiyle ilgili somut kararlarla gelmesi bekleniyordu.
Olmadı.
İşte tam zirve öncesi dün, Fransa'nın Ankara'daki Ticari Ataşesi Pierre Mourlevat'yı, Türk Fransız Ticaret Derneği tarafından Feriye Lokantası'nda düzenlenen öğle yemeğinde dinleme fırsatını bulduk.
Mourlevat, Türkiye ile AB arasındaki dikenli meselelere değiniyor.
Yemeğe katılan, çoğu Fransız işadamlarına, üyeliğe adaylık yolunda, esasında bir yol gösterici durumunda olması gereken Gümrük Birliği'nin bazı kesimlerde neden rahatsızlık yarattığını anlatıyor.
Türkiye'nin haklı olduğu noktaları tek, tek sayıyor.
Davetlilere bir de Fransız Ekonomi ve Sanayi Bakanlığı'nın aday ülkelerle ilgili hazırlamış olduğu raporun, Türkiye özel sayısını dağıtıyor.
Raporda ilginç tespitler var.
Mesela, Türkiye'de 8 milyonluk orta sınıfın Avrupa'nın orta sınıfıyla aynı yaşam düzeyinde olduğu bunlardan biri. www.dree.org/elargissement adresinden fransızca olarak temin edilebilecek raporun girişinde ise şöyle bir cümle dikkatimi çekiyor: ‘‘AB ile Gümrük Birliği anlaşmasını imzalayan tek ülke olan Türkiye büyük bir olasılıkla birliğe en son üye olacak ülke...’’
Yani Avrupa, raporlarına not düşerek günün birinde, öyle ya da böyle Türkiye'nin üyeliğini kabul etmiş görünüyor.
Türkiye İhracatçılar Meclisi'nin yayın organı TurkishTime'ın haziran sayısın demeç veren AB Komisyonu Ticaret Komiseri Pascal Lamy de üyeliğe yeşil ışık yakanlardan. Bakın ne diyor:
‘‘AB'nin Türkiye'ye kapısı açıktır. Ancak Türkiye’nin toplumu ve politik kurumlarıyla AB'nin ana çizgisine entegrasyonun temel bir görev olduğunu garanti etmesi gerekiyor.’’
Sizi istemeyen biriyle evlenemezsiniz
YİNE Turkishtime'ta bu kez Türkiye'deki AB karşıtlarının ekmeğine tereyağ sürecek bir görüş var.
Görüşün sahibi dünyanın en ünlü iktisatçı ve fütürologlarından Profesör Lester Thurow.
Ata Yatırım'ın danışmanı olarak son zamanlarda Türkiye'deki gelişmeleri yakından izleyen Lester Thurow, kendisini MİT Üniversitesi'nde ziyaret eden Aygül Özkaragöz'e şöyle diyor:
‘‘Bir Avrupalı gibi konuşsanız da, Avrupalılar sizi hiçbir zaman aralarına alamayacak. Türkiye Avrupalılara ‘‘Bize yapmamız gereken onbeş şeyi ve bizi değerlendireceğiniz kriterleri söyleyin.. Sizce ölüm cezası ne zaman uygulanmamış olur, bunun anlamı nedir’’ demeli.
O zaman göreceksiniz ki size birşey söylemeyecekler.
Sizi istemeyen biriyle evlenemezsiniz...’’
Peki ‘‘Kapitalizmin Geleceği’’ kitabının yazarı Lester Thurow, Türkiye için ne öneriyor?
‘‘Türkiye mevcut kalkınma stratejisini değiştirmek zorundadır’’ diyor.
Profesör Thurow, kalkınmaya örnek olarak Çin, İrlanda modellerini gösteriyor.
Türkiye için en önemlisinin rekabet avantajlarını teşhis etmenin olduğunu söylüyor.
İkinci önemli nokta Türkiye'nin kendisine hedef belirlemesi: Kişi başına gelirini, Avrupa'nın en fakir ülkesi Portekiz seviyesine mi, yoksa Almanya'nın seviyesine mi çıkarmak istiyor.
Profesör Thurow'un söyledikleri iyi güzel de, starateji, hedef belirleme gibi işleri kimler yapacak?
Yüzen Obelisk'ten Dice Kayek'e
BORUSAN Oto'nun İstinye'deki show room modern bir mimari harikası.
Mimari projesinde Profesör Metin Hepgüler'in de katkısı olduğu binanın hemen girişinde ‘‘teknoart’’ felsefesini temsil eden dev bir heykel var.
Heykel, su üzerinde serbestçe hareket edebilen bir kürenin üstüne yerleştirilmiş bir prizma.
Dinamik, yaşayan bir heykel.
Su ve rüzgarla hareket ediyor.
Heykeltraş Karl Schlamminger yapıtına ''Yüzen Obelisk'' adını takmış.
‘‘Yüzen Obelisk’’i geçtikten sonra girdiğiniz bina ise cam ile metalin benzersiz bir birleşimi.
Show Room'un açıldığı gece, çatı katında izlediğimiz Dice Kayek defilesi bu modern mimariyle bütünleşen bir estetikte.
İlk kez Türkiye'de defile düzenleyen Dice Kayek'in çizgileri show room'un çizgileri gibi yalın ve modern.
Siyahın hakim olduğu kıyafetleri sunan yirmi mankenden 15'i Fransız, beşi Türk.
Bu arada defileyle ilgili o gece kulağıma çalınan küçük bir dedikoduyu aktarıyorum. Ünlü manken Eva Herzigova'nin defileye çağrılması planlanıyormuş ancak Dice Kayek Modaevi ‘‘Bizim kreasyonları gölgede bırakır’’ gerekçesiyle karşı çıkınca Eva'nın gelmesi suya düşmüş.
Yazının Devamını Oku 
18 Haziran 2002
<B>LAİLA</B>'nın açıklarında meydana gelen deniz kazası önlenebilir miydi? Soruyu geçen hafta Pire'deki Posidonia Fuarı'nda tanıştığım Türk Kılavuz Kaptanlar Derneği Genel Sekreteri Kaptan Cahit İstikbal'e yöneltiyorum. İstikbal ‘‘Kamboçya bandıralı gemi kılavuz almış olsaydı kaza riski azalırdı’’ diyor. Bilmem dikkatinizi çekti mi?
Gazeteler daha çok Laila üzerinde yoğunlaştılar.
Kamboçya bandıralı geminin kılavuz almadığı şöyle satır aralarında geçiştirildi. Peki ya küçük gezinti teknelerinin başıboşluğu? Hiçbir kurala uymadan yolcu alıp, dev tankerlerin önlerine çıkmaları?
Cahit İstikbal, Boğaz'da trafik ayırım şeritlerinin olduğunu, bunların harita üzerinde belirtildiğini ancak genellikle gezinti teknelerinin trafik kurallarına uymadıklarını söylüyor.
İstikbal'e göre, bu tür tekneler çoğunlukla telsizlerini kullanmadıkları gibi, çok fazla yolcu alıyorlar. Ancak en önemlisi, hem müzikleri, hem ışıkları gereğinden fazla. Deniz trafiğinin izlenmesi için karanlık şart. Aksi takdirde teknenin ışığı şehrin ışıklarıyla karışıyor. Nitekim, ‘‘Yeni Beşiktaş 2’’ gezinti teknesinin kaptanı Yılmaz Yıldız ne diyor? ‘‘Tankeri görmedim.’’
Gezinti teknelerin denetiminden İstanbul Liman Başkanlığı sorumlu.
DONANIM YOK
Telefonla görüştüğüm, Başbakanlık Denizcilik Müsteşarlığı, Deniz Ulaştırması Genel Müdürü Taner Çiftçi özellikle yaz aylarında Boğaz'da trafiğin çok arttığını, günde yaklaşık 2 bin ila 2.500 teknenin trafiğe çıktığını söylüyor.
Çiftçi ‘‘Liman içi her yerde kontrol ve direkt müdahale mümkün değil’’ diyor. ‘‘Gezinti tekneleri kalktığı yerden 50 metre öteye gidip demirleyebilir, yolcu alabilir. Gezinti tekneleri bisiklet kullanır gibi kullanılıyor?’’
Bir yanda kılavuz gemi alma zorunluluğu yok, diğer yanda gezinti tekneleri denetlenemiyor.
Peki çözüm ne? Deniz Ulaştırması Genel Müdürü Taner Çiftçi, ‘‘Kontrol donanım meselesi. Yetki bizde ama imkanlarımız kısıtlı’’ diyor.
Çiftçi, Sahil Güvenlik Komutanlığı ile ABD'deki ‘‘coast guard’’ (sahil güvenlik) gibi bir yapılanma içersine girilmesi gerektiğini çünkü askerin hem donanıma, hem de tecrübesi olduğu görüşünde.
Sahil Güvenlik Komutanlığı'nın böyle bir yapılanmaya sıcak baktığını ancak bağlı olduğu İçişleri Bakanlığı'nın karşı çıktığını öğreniyorum.
Yani, İstanbul Liman Başkanlığı yeterli donanımı sahip olmadığından küçük gezinti tekneleri ‘‘serseri mayınlar’’ gibi Boğaz'da dolaşmaya devam edecek. Kılavuz almak meselesine gelince.
Montreux Anlaşması'na göre gemilerin kılavuz alma zorunluluğu yok. Ancak Uluslararası Denizcilik Örgütü İMO'nun 1994 yılında aldığı bir karar var. Kararda, Türk Boğazları'ndan geçişte kılavuz gemi alınması ‘‘şiddetle’’ tavsiye ediliyor. Zaten Deniz Ulaştırması Genel Müdürü Taner Çiftçi de kılavuz tavsiye ettiklerini söylüyor.
Boğazlardan günde 135 gemi transit geçiyor. İstikbal'in verdiği bilgiye göre, bunların sadece yüzde 40'ı kılavuz alıyor, yüzde 60'ı almıyor. Kılavuzluk ücreti 200 dolardan 5 bin dolara kadar değişiyor.
Bu arada İstikbal'in verdiği bir bilgi notunu aktarıyorum. Ne yazık ki, Laila açıklarındaki kaza nedeniyle gündeme gelen deniz güvenliği konusu bu cuma günü İstanbul Ticaret Odası'nda ele alınacak. İstanbul Üniversitesi, Deniz Bilimleri ve İşletmeciliği Enstitüsü tarafından düzenlenen toplantının başlığı ‘‘Türk Boğazları'ndan Geçen Gemilerin Hak ve Yükümlülükleri.’’
Boeing, Çatalhöyük'ü dünyaya tanıtıyor
KONYA Ovası'ndaki Çatalhöyük tarihin en eski yerleşim merkezlerinden, Neolitik Çağ'ın en büyük şehirlerinden biri.
9 bin yıllık kalıntıları, esrarengiz duvar resimleri bir yana tarihin ilk metal işçiliği, büyük ölçekte ilk hayvancılık burada yapılmış.
Çatalhöyük, kadının önemli bir yerde olduğu son derece gelişmiş sosyal bir yapıya sahip aynı zamanda.
Ankara'nın 250 kilometre güneybatısındaki bu efsanevi yerleşim merkezini bugün bir grup gazeteciyle birlikte keşfetmeye gidiyoruz.
Boeing iş ortağı SunExpress'in Boeing 737-800 uçağıyla yapacağımız gezi Boeing tarafından düzenleniyor. Çünkü Boeing 5 yıldan beri Çatalhöyük kazılarının sponsorlarından.
Aynı zamanda İstanbul Müzik Festivali'nın sponsorlarından olan Boeing'in üst düzey yöneticileri her yıl festival nedeniyle geldikleri İstanbul'da bir basın toplantısı düzenlemeyi ádet haline getirmiş.
Toplantıda, Boeing'in yıllık performansı anlatılıyor.
Bu yıl basın toplantısının yeri Çatalhöyük olarak seçilmiş.
Amaç, dünya kamuoyunun dikkatini tarihin bu benzersiz 9 bin yıllık şehrine çekmek.
Boeing Ticari Uçaklar Uluslararası Satışlardan Sorumlu Başkan Yardımcısı Douglas Groseclose'dan ve Boeing Ticari Uçaklar Satış Direktörü Aldo Basile'den şirketin yıllık performansını dinleyeceğiz.
1993 yılından beri Çatalhöyük'te çalışmalarını sürdüren Kazı Başkanı Profesör İan Hodder ise bize bu şehrin hikayesini anlatacak.
Yazının Devamını Oku 
16 Haziran 2002
Roma'da ünlü butiklerin vitrinlerini seyrederken bir baktım, en arkada bir ambulans, 7-8 otomobillik bir konvoy geldi. Korumalar mevzilendi. Bir kadın indi: Endonezya Devlet Başkanı Megawati Soerkarnoputri, Prada'dan içeri girdi. Butikte uzun süre kaldı. Ertesi gün Dünya Gıda Zirvesi'nde yaptığı konuşmada ülkesindeki yoksulluğu anlattı.
Roma'nın İspanyol Meydanı'yla kesişen sokakları ünlü İtalyan modacılarının butikleriyle doludur.
Gucci, Prada, Armani, Versace butiklerini adeta talan eden Japon turistler işlerini bitirince bunların önünde fotoğraf çektirmeye bayılırlar.
FAO'nun düzenlediği Dünya Gıda Zirvesi için geldiğim Roma'da açılış öncesi Via Condotti'de şu ünlü butiklerin vitrinlerini seyrederken, daracık sokağa aniden bir konvoy dalıyor.
Sayıyorum.
En arkada bir ambulans olmak üzere en az yedi, sekiz araba var.
Tam Prada'nın önünde duruyorlar.
Önce arabalardan telsizli korumalar iniyor.
Butiğin önünde ve Condotti Sokağı'nın başına mevzileniyorlar.
Ardından en öndeki arabadan orta yaşlı bir kadın iniyor: Endonezya Devlet Başkanı Megawati Soekarnoputri.
Eski Endonezya başkanlarından Sukarno'nun kızı.
Sekiz, dokuz ay önce iktidara gelmiş.
Prada'da kaldığı sürece korumalar asla yerlerinden kıpırdamıyorlar.
Butikte herhalde uzun süre kalıyor. Çünkü bir saat sonra aynı yerden geçtiğimde korumalar hálá orada.
Bir gün sonra aynı Megawati zirvenin açılışında yaptığı konuşmada, bakın ne diyor: ‘‘Ülkemdeki ekonomik kriz nedeniyle yoksulluk sınırında yaşayan Endonezyalılar, 50 milyona yani nüfusun yüzde 24.3'üne ulaştı.’’
Şimdi şöyle düşünelim. Ülkesi krizde olan bir Batılı lider neredeyse on araba, yirmi korumayla Roma sokaklarında alışverişe çıkar mıydı?
Mesela, İngiltere'nin eski başbakanı Demir Leydi Margaret Thatcher'ı bu vaziyette Roma sokaklarında görür müydünüz?
Bu tür davranış biçimi sadece gelişmekte olan ülkelerin liderlerine özgü olsa gerek.
Yani demek istediğim şu: Dünyada hálá 800 milyonu aşkın aç insan varsa bu biraz da kendi politikacılarının basiretsizliğinden kaynaklanıyor.
Elbet bir de madalyonun diğer yüzü var.
O da zengin ülkelerin ilgisizliği.
Bu yıl Roma'da ikincisi yapılan Gıda Zirvesi'ne, İtalyanlar büyük bir katılım bekliyordu. Aylardan beri zirveye yüzlerce devlet başkanının katılacağı söyleniyordu.
Ne oldu?
183 ülkeden sadece ve sadece 38 devlet başkanı katıldı. Çoğu da gelişmekte olan ülkelerden.
Gelişmiş ülkelerden iki lider vardı: ABD Dönem Başkanı İspanya'nın Başbakanı Aznar ile ev sahibi ülke İtalya'nın Başbakanı Berlusconi.
Bir kez daha gördük ki, açlar zengin ülkelerin pek de gündeminde değil.
Zaten 1996 yılındaki ilk zirvesinden bu yana kaydedilen gelişmelerden de belliydi.
İlk zirvede dünyadaki aç sayısının 2015 yılına kadar yarılanması hedeflenmişti.
Şimdi anlaşıldı ki bu hedefe ancak 2030 yılında ulaşılabilecek.
Yılda 22 milyon aç insana ulaşılması gerekirken ancak 8 milyon insan kurtarılabildi.
Ne Bono'nun Afrika turları, ne STK'ların kampanyaları istenilen sonucu vermiyor.
Ünlü Amerikalı ekonomist Jeffrey Sachs da Roma'daydı.
Basın toplantısında, zengin ülkeler arasında en fazla ABD'yi suçladı.
Çünkü ABD milli gelirine göre, açlara en az parayı veren ülke.
Sachs'ın hesabına göre, gelişmiş ülkelerde her 100 doların 5 senti açlara verilirse insanlar ölmekten kurtarılır.
Sachs ‘‘Birkaç sent için insanların ölümlerini seyrediyoruz’’ dedi.
Ne yazık ki, hepimiz seyirciyiz.
Yazının Devamını Oku 