Neden acaba?
Bizi kendimizden, kendi öz değerlerimizden öylesine kopardılar ve benliğimizi bütün kazanımlarıyla öylesine unutturdular ki, öz cevherimizi hala başka yerlerde, başka ideolojilerde ve başka diyarlarda arıyoruz.
Halbuki bizim hastalığımız milli; reçetemiz de milli olmalı değil mi? Öyle değil; hastalığımızın teşhisini de yanlış koyuyorlar, reçetesini de yanlış veriyorlar.
Kuvvet ve kudretimiz elimizden gidip, emperyalistlerin kapısında uydu yapıldığımız günden beri, önce vatanımızda, onu paramparça ettikten sonra da milli bünyemizde ameliyat yaptılar.
Kültür emperyalizmi ile bizi bizden ve bütün değerlerimizden kopardılar.
Artık ne milliyiz ne gayr-i milli, ne batılıyız ne doğulu, ne inançlıyız ne inançsız, ne yerliyiz ne yabancı ve sonuç itibariyle ne olduğumuzu kendimiz bilmediğimiz gibi başkaları da bilmiyor!
Eskiler, insanı ‘düşünen hayvan’ diye tarif ederlerdi. Bizi düşünceden kopardılar, sadece ‘hayvan’ olarak bıraktılar. Halbuki biraz düşünsek, hakikati ceket astarımızın içinde unuttuğumuzu göreceğiz ama...
Nerdeee!
Çağımızın ünlü mütefekkiri (düşünür) üstat Necip Fazıl, bu korkunç durumu şu ibretlik cümlesi ile dile getirir: “O yükseklik, o irtifa çıkılmaz bir nokta mıydı bilmem; lakin bu inhitat, bu çöküş inilmez bir kuyu gibidir!”
Dikkat ediniz; bizim başımıza gelenler başka hiçbir devletin veya imparatorluğun başına gelmedi. Zira onlar en fazla maddi yapılarını, devletlerini kaybettiler. Bize ise yalnızca devletimiz kaybettirilmedi; bu maddi yıkıntının yanında manamız da hamur mayamızın yoğrulduğu bütün manevi değerlerimiz de yerle yeksan edildi.
Zira düşmanın hedefinde yalnızca devletimiz değil, devlet ve milletimizin sahip olduğu bütün manevi değerler vardı.
Milli mücadeleden sonra Osmanlı’nın enkazının külleri üzerinde yeniden yeşertmeye çalıştığımız genç Cumhuriyet ile devlet ve millet hayatımızda, tarih yolculuğumuzda yola revan olurken, kolumuz kanadımız kırıldığı gibi manamız da köreltilerek köksüzleştirildik.
Cihan devletimizi ortadan kaldıran düşman(lar) güçlü ve bir o kadar da insafsız ve acımasızdı. Bize biçtikleri kefenle Türklük ve Müslümanlık bir daha asla görkemli (mehabetli) eski günlerine dönemeyecekti.
Onlara göre ne olacak ve ne de ölecektik, lakin sürünerek yaşayabilecek ve en fazla onların uydusu-peyk olabilecektik.
Evet, özellikle son 200 yılda (birkaç lidere ait kısa dönemler hariç) dünya sahnesinde aktif olarak rol alamadık, dolayısıyla nâzım rol oynayamadık ve bütün dünya adaletten yoksun, zulüm ve zorbalar dönemini yaşadı.
Aşk, saffet, vecd ve yükselme dönemimizde bütün cihana huzur ve saadet Topkapı Sarayı’nın Adalet Kulesi’nden yayılıyordu. O vakitler, dünyanın öteki ucundaki nadanlar bile zulmedecekleri zaman bin kere düşünür ve İstanbul’daki kudretli adil sultanın korkusundan titrerlerdi ve işleyecekleri cinayetlerden vazgeçerlerdi.
Önceki seçimlerde valiler hem CHP’nin il başkanı hem de o şehrin belediye başkanıydı. Bir kişi bütün illerin milletvekili listelerini belirliyor ve onlar da rakipsiz olarak girdikleri seçimlerden seçilip (neyin arasından seçiliyorsa) TBMM’ye geliyordu.
CHP’nin genlerinde asla demokrasi, halk ve halkın seçimi ve seçtikleri yoktur. Tek partiyle girilen oylamanın adı seçim mi olur? Kime karşı kim ya da kimler seçilecek?
Tek partinin girdiği sözde seçim olsa olsa halk oylaması olur; yani sizler, ey halkımız size vekil olarak sunduğumuz bu listeyi benimsiyor musunuz? Kerhen mi evet diyorsunuz, benimseyerek mi?
Bunun da cevabını ilk demokratik yani çok partili seçimde aldılar. 485 sandalyeli Meclis’in 416 milletvekilini DP çıkardı. 27 yıl tek başına iktidar olan CHP ise yalnızca 69 milletvekili çıkarabildi.
Bu demektir ki önceki sözde seçimlerde de millet kerhen dahi seçmedi ama CHP, kendini ‘seçildi’ olarak ilan etti. Tek adayın, tek listenin seçimi mi olur?
Ama CHP’de olur. Hem de yalnızca o eski günlerde değil, bugün yani 2025 senesinde de olur.
Oldu nitekim.
CHP, sözde cumhurbaşkanı adayını belirlemek için ucube bir seçim yaptı; tek aday gösterdiği
Bu tükeniş ve bitiş döneminin 200 yılını ‘Cihan Devleti’mizin (Osmanlı İmparatorluğu) çöküş sürecinde yaşadık.
Son yüz yılını ise yıkılan ‘Cihan Devleti’mizin külleri üzerinde inşa ettiğimiz genç Cumhuriyet devletimize giydirilen deli gömleği misali vesayet altında geçirdik. Sözde, Cumhuriyet’i demokrasi ile taçlandırmıştık.
Halbuki bize demokrasi diye yutturulan vesayetle illetli ‘uydu’ bir devlet projesiydi.
1940-1950 arasında İnönü’nün ABD ile yaptığı anlaşmalarla (savunmadan eğitime kadar) ülkemiz tam anlamıyla ABD’nin güdümüne sokuldu.
Türkiye’nin ilk NATO başvurusunu CHP iktidarı, iki gizli anlaşmanın ardından 11 Mayıs 1950 yılında yaptı. 14 Mayıs 1950’de DP iktidara gelince, NATO’ya girişimiz 1951 yılında gerçekleşti.
NATO’ya girişimizle birlikte yapılan bir dizi anlaşmalarla vesayete adeta tüy dikilmiş oldu.
Sözde demokrasiye geçecek ve Türkiye küçük Amerika olacaktı! Hemen her tarafı ABD üsleri ile donatılan Türkiye, bir bakıma küçük Amerika olmuştu ama Türk insanına kalan, eline tutuşturulan elma şekerinin yalnızca sapıydı!
Zira her on yılda bir yapılan askeri darbelerle mahut demokrasi rafa kaldırılmış, sözde demokrasi bile Türk insanına reva görülmemişti.
Sultan Abdülhamit’i en yakınları hatta aile fertleri, açtığı okullarda yetişen gençler, devletin çeşitli kademelerine getirdiği üst düzey bürokratlar, paşaların ekserisi, kimi din adamları anlayamamış ve Sultan’ın tahtından uzaklaştırılması için hep birlikte hareket etmişlerdi.
Halbuki Sultan, gerçekte Batı’nın hedefindeydi; O tahtta olduğu müddetçe Batı imparatorluk üzerindeki emellerine ulaşamıyor, bunun için de ne pahasına olursa olsun Sultan Abdülhamit Han’ın tahttan uzaklaştırılması gerekiyordu.
İçimizdeki aymazlar ve hatta hain diyebileceğimiz tipler ise Batı’nın piyonundan başka bir şey değildi ve koro halinde Batı’nın değirmenine su taşıyorlardı.
Sonuçta ülkeyi iç savaşın eşiğine getirdiler. Sultan’ın merhameti ve tahtından feragati (azli kendisine tebliğ edilince karşı koymayıp, bu durumu kabullenmesi) sayesinde ülke iç savaşa sürüklenmekten kurtuldu.
Sultan Abdülhamit’ten sonra işbaşına gelen İttihat ve Terakki Partisi iktidarının akıl dışı politikaları yüzünden sadece on yılda imparatorluk paramparça edildi, ülke bütünüyle işgal edildi. İmparatorluğun muhtelif yerlerindeki Türk unsuru, Anadolu’ya göç etmek zorunda kaldı; onlar da Haymana Ovası’na sürülmek istenmişti.
Aynı oyun bugün de tezgâhlanmak isteniyor; Türkiye’mizi küresel bir güç haline getiren Sayın Erdoğan hedef tahtasına oturtularak, O’nu alaşağı etmek suretiyle ülkemiz paramparça edilmek isteniyor.
Güçlü Türkiye bugün geldiği noktada; 40 yıldır boğuşturulduğu terörü bitirmek üzere iken yine içimizdeki mahut birileri en sağdan en sola kadar el ele vererek ve hemen hepsi Batı’nın güdümüne girerek Sayın Erdoğan’ı görevinden uzaklaştırmak istiyorlar.
Türkiye’deki seçimler öncesi, ABD Başkanı olan
Özellikle Sovyetlerin dağılmasından sonra tek kutuplu kalan dünyanın jandarması olan ABD, her girdiği oyunu yüzüne gözüne bulaştırdı; züccaciye dükkanlarına fillerle girerek ortalığı yakıp yıktı, kendi rahat etmediği gibi, dünyaya da huzur vermedi.
ABD’de tarihsel olarak bir devlet geleneği olmadığı için, her şeyi gücümle hallederim vehmine kapıldı. Bugün geldiği nokta itibariyle bütün dünya ülkelerinin şimşeklerini üzerine çekti ve koca dünyada tek başına kaldı.
Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan’ın ifade ettiği gibi, dünyada bir kasırga esmekte ve bu şiddetli sarsıntı bütün ülkeleri etkileyecektir. Nitekim benzer bir kriz 2007 yılında da olmuş ve bizim ülkemizi teğet geçmişti.
Trump, Çin’in dışındaki ülkelere uygulayacağı gümrük vergilerini 90 gün süreyle erteledi. Çin ile ise karşılıklı restleştiler. Kibri aklını örten Trump, hala Çin’in alttan alacağını sayıklayıp duruyor.
Arz küremiz, fillerin tepişmesinden çıkabilecek bir kıvılcımla her an bir üçüncü dünya savaşına evrilebilir. Çin bunun önlemini iki yıl öncesinden aldı ve Çinli yöneticiler, muhtemel büyük bir savaş için halklarına yiyecek stoku yapmalarını tembihlediler.
Dünya her bakımdan diken üstünde iken, gelin bir de bizdeki muhalefete bakın. Bizim muhalefet dünyada yaşamıyor gibi; zira bölgesel ve küresel hiçbir sorun onları ilgilendirmiyor.
Gündemlerinde; bölgemizde ve dünyanın çeşitli yerlerinde cereyan eden, dünyayı derinden etkileyebilecek hiçbir olay ve gelişme yok.
Özellikle ana muhalefet partisi, kendi içinden kendini yemekle meşgul.
Dost ve düşman bütün dünya bu gerçeği gördü ve bu hakkı teslim ediyor lakin bizdeki, (dünyada başka bir örneği olmayan) kulakları sağır, gözleri kör ve kalpleri mühürlü olan kimi muhalefet partileri, bu durumu görmediği gibi, utanmadan, Sayın Erdoğan’ı diktatörlükle, tek adamlıkla, hak ve hukuk tanımazlıkla ve Türkiye’ye patinaj yaptırmakla suçlamaya yelteniyor.
Bunca küfranı nimet içinde olan, nankör, had bilmez ve saygısız muhalefet, dünyanın hiçbir tarafında yoktur.
Elin oğlu (İsviçre’de yayınlanan Die Weltwoche’de Francis Pike imzalı ‘Büyük Erdoğan’ başlıkla makale) bugün Türkiye’nin getirildiği noktaya bakarak Sayın Erdoğan’ı tarihteki Fatih’lere, Kanuni’lere benzetiyor ve onun; güç, din ekonomi ve dünya siyasetini büyük bir ustalıkla dengelediğini ve ülkesinin en büyük yenileyicisi olarak tarihe geçebileceğini belirtiyor.
Makalede, ‘Bazılarının neo-Osmanlı olarak adlandırdığı bir strateji ile Erdoğan, Türkiye’nin nüfuzunu genişletti. Bu da Balkanlardaki eski Osmanlı topraklarıyla dostane ilişkiler kurmasın sağladı. Doğudaki Türk diasporası da ihmal edilmedi. Türkiye dünyanın jeopolitik eksenlerinden biri, bu yüzden de tüm büyük güçler onunla iyi ilişkiler içinde olmak istiyor. Erdoğan bu kozu her zaman çok ustaca oynadı. Erdoğan, hiçbir tarafı ötekileştirmeme konusunda ustaca bir yeteneğe sahip’ denildi.
Erdoğan dönemindeki ekonomik başarıların üstü çizilerek, şu hususlar kaydedildi: ‘2002’de 12 milyon olan turist sayısı 62 milyona çıkarıldı. Erdoğan, bunu mümkün kılacak altyapıyı inşa etti. 4 yılda, Avrupa’nın ikinci havalimanını hizmete açtı ve THY’yi, karlılık acısından zirveye taşıdı.’
Makalede, ‘2002’de kişi başına düşen Gayrı Safi Yurtiçi Hasılayı 3 bin dolardan alıp 17 bin dolara çıkardı. Erdoğan, ülkesini Avrupa’nın 7. büyük ekonomisi yaptı. Türkiye’de teknoloji firmaları hızla büyüdü. Bunlar arasında yüksek performanslı insansız hava araçları üreticisi olarak uluslararası bir üne kavuşan ve dünyanın dört bir yanına tedarik sağlayan Baykar da bulunuyor’ denildi.
Ayrıca; ‘Tüm bu başarılar ve daha niceleri göz önüne alındığında, Erdoğan’ın 2028’de yeniden seçilme umutları yeşerecek ve ona karşı bahse girmek akıllıca olmayacaktır’ ifadelerine yer verildi.
Dünyanın böylesine takdir ettiği ve neredeyse yere göğe sığdıramadığı
Gazze’deki soykırım, insanlığın medeniyete değil vahşete gittiğini bütün dünyanın gözleri önüne serdi. Kâğıt üzerinde yaldızlı sözlerle ifade edilen bütün sözde medeni değerlerin birer aldatmacadan ibaret oldukları ve bunlarla insanların birbirlerini aldattıkları bütün çıplaklığıyla gün yüzüne çıktı.
Siyonist Yahudiler ve onların emrindeki uşakları, dün olduğu gibi bugün de bütün bir insanlığın yüzkarası tipleridir ve bunlara insan demeye bin şahit lazımdır.
Gelinen şu talihsiz noktaya bakın ki dünyanın jandarmalığına soyunan ve İsrail’le ikiz kardeşlerin vahşetlerini sergileyen ABD’li yöneticiler de Siyonist olma yarışındalar. ABD Devlet Başkanı Trump, Uluslararası Adalet Divanı’nın ‘görüldüğü yerde tutuklanmasını hükmettiği İsrail’in cani Başbakanı Netanyahu’yu ABD’de kırmızı halılarla karşılıyor! Siyonist olmayan diğerleri de bütün bu insanlık dışı katliamları yalnızca seyretmekle yetiniyor ve hiç kimse kılını bile kıpırdatmıyor.
Dünya İslam Alimleri Birliği, en az yetmiş bin masum insanın katlinden sonra ancak toplanabildi ve İsrail’e karşı, savaş dahil bir dizi önlemin alınmasını ‘fetva’ şeklinde vazetti. İyi güzel de bu fetvanın gereğini yerine getirebilecek, dünya üzerinde herhangi bir İslam Birliği mi var?
Veya bu güçte bir İslam devleti mi var?
Savaş fetvası, İslami bir terimdir; gerçekleşmesi için, ardında mutlaka bir yaptırım gücünün ‘devlet otoritesi’ bulunması şarttır. Bu güçte bir İslam devleti olmadığına göre verilen fetva havada kalacaktır.
Evvelemirde, bu İslam ümmetinin üzerine serpilmiş ölü toprağından kurtulması ve silkinip kendine gelmesi lazım. Daha açık ifadesiyle söyleyelim: Dünya üzerindeki Müslümanlar, bulundukları ülkelerdeki yöneticilerin ellerinde adeta esir muamelesine tabiler. Mahut yöneticilerle, halklarının görüş, beklenti ve arzuları taban tabana zıttır.
Şu halde; bütün bu halkların öncelikle kendi yöneticilerinden kurtulmaları gerekir. Zira mevcut yöneticiler, değil o fetvanın gereğini yapmak, öyle bir fetvanın varlığına bile inanmıyorlar.