Fuat Bol

Osmanlı düşmanlığı

24 Ağustos 2024
DÜNYANIN hiçbir ülkesinde bizdeki gibi ecdat (atalar) düşmanlığı yapılmaz.

Ve dünyanın hiçbir yerinde ecdadına kötü söyleyene ve hatta sövene iyi gözle bakılmaz. Bu karanlık tipler, asıllarını inkâr ettiklerinden dolayı, haramzade olarak bilinirler ve her daim ve her yerde aşağılanırlar.

Biz burada Osmanlı güzellemesi yapıyor değiliz; Osmanlının yaptıkları da yapamadıkları da tarihen sabittir, bizim yapmaya çalıştığımız bir hakkı teslimden ibarettir.

Yoksa, hiç kimsenin padişahlığı falan savunduğu yok; o konu, tarihsel olarak gelmiş geçmiş ve bitmiş bir konudur. Biz bugün, Cumhuriyet rejiminde de büyük çoğunlukla seçilen başbakan veya cumhurbaşkanının çocuklarının ya da diğer aile mensuplarının devletin üst kademelerindeki görevlendirilmelerine bile sıcak bakmıyoruz.

Değil ki, kendilerinden sonra yerlerine kaim olabilsinler. Liderlere en bağlı kişiler bile onların çocuklarını babalarının makamlarına layık görmezler.

İslam tarihinde ilk dört halifenin seçimi şura (danışma meclisi üyelerinin seçimi) yöntemiyle gerçekleşti. Hz. Ömer’in (Allah ondan razı olsun) hilafetinin sonlarında, bir kısım ashabı kiram, kendinden sonra oğlu Abdullah’ı halife bırakmasını telkin ettiler.

Hz. Ömer bu talebi geri çevirmekle birlikte, şu tarihi cevabı verir: ‘Bir evden bir cenaze yetişir!’. ‘Nerde o Hz. Ömer gibi insanlar’ diyeceksiniz ama ondan önce, ‘nerde o Hz. Ömerleri yetiştiren toplum’ denmesi gerekir.

Nitekim insanlar, layık oldukları idare şekli ve idarecilerle yönetilirler. Şu hâlde, yöneticilerimizin nasıllığına bakmadan önce, biz kendi yaptıklarımızın niçinine ve nasıllığına bakmalıyız.

Olayları, meydana geldikleri zamandaki şartları dikkate alarak değerlendirmek lazımdır.

Yazının Devamını Oku

AK Parti’nin siyasi devrimi

21 Ağustos 2024
Birçok insan farkında değil ama AK Parti, hiçbir siyasi liderin ve kadrosunun başaramadığını başardı; iç ve dış vesayeti yenerek, demokrasimizin üzerindeki ipoteği kaldırdı ve sonuç itibarıyla milli iradeyi gerçek anlamda hâkim kıldı.

AK Parti iktidarına kadarki dönemde Türkiye’de sözde milli irade vardı; Meclis’in duvarındaki ‘Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir’ ibaresinin içi boştu. Zira milli irade, sürekli olarak askeri darbelerle istiskal edilmiş; milletin hür iradesiyle seçtiği vekiller ve onların meydana getirdiği hükümetler düşürülmüş, Meclis kapatılmış, bunlarla da yetinilmeyip bakan ve başbakan düzeyindeki seçilmiş insanlar darağaçlarında idam edilmiştir.

Vesayetle malul (hastalıklı) milli iradenin en üst düzeydeki temsilcisi olan başbakanın (Demirel) şu cümlesi her şeyi anlatsa gerektir: ‘Makamımda otururken Adnan Bey’in (Menderes) idam sehpasındaki hali sürekli gözlerimin önündeydi!’.

Bu denli travmatik haline rağmen Demirel, her şeyi göze alarak kalkınma hamlelerine girişmiş ve bunun bedelini askeri muhtıralara ve darbelere muhatap kılınıp, iktidardan uzaklaştırılarak, sürgüne gönderilmekle ve hatta siyasetten menedilmekle ödemiştir. Belli ki birileri bu memleketin kalkınmasını istemiyor. Dışarıdaki bu vesayet odakları, içeride de kendi sözlerinden dışarı çıkmayacak ‘uşak’ tabiatlı idareciler arzu ediyorlar.

Bu odaklar, özellikle de savunma sanayisinde taş üstüne taş konmasını istemezler. Zira Türkiye güçlenirse karşılarında ‘Osmanlı’yı bulacaklarından ödleri kopar. Dolayısıyla savunma sanayisi hamlelerini engellemek için meşru-gayr-i meşru yapmayacakları çirkinlik ve adilik yoktur. İç ve dış vesayet odakları Erdoğan’ı ve zihniyetini tanıyorlardı. Daha açık ifadesiyle; Erdoğan ve onun zihniyeti iktidara gelirse başlarına bela alacaklarını çok iyi biliyorlardı. Zira daha dün Erbakan’ı iktidardan uzaklaştırabilmek ve başlatılan kalkınma hamlelerinin önünü tıkayabilmek için akla karayı seçmişlerdi.

Erdoğan’ı bildikleri içindir ki; onu, okul kitaplarında yer alan ve rejimin ideologlarından olan Ziya Gökalp’in bir şiirini okuduğu için İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanlığı’ndan aldılar, siyasi yasaklı kılıp hapse koydular.

İşte Erdoğan o gün bugündür; açık ve gizli vesayetin hüküm sürdüğü gazete manşetleriyle, bürokratik oligarşiyle, her çeşit terör örgütleriyle ve siyaset bezirganlarıyla vuruşa vuruşa bu günlere geldi.

Vaktiyle merhum Turgut Özal da yasakların karşısında dimdik durmuş ve özellikle ülkemizi açık hapishaneye (siz, tımarhaneye diyebilirsiniz) çeviren TCK’daki 141, 142 ve 163. maddelere karşı verdiği mücadele unutulmazdır.

Mahut odakların tehditlerine pabuç bırakmayan

Yazının Devamını Oku

Tuhaflıklar ülkesi

19 Ağustos 2024
Tanzimat’tan günümüze bu memleket tuhaflıklar ülkesi olmuştur. Zira o günden beri bu ülke insanı, kendi olmaktan çıkıp, başka bir şey olmanın derdine düşmüş, düşürülmüştür.

Halbuki bu ülke insanı, kendi olup, kendinde olduğu asırlar boyunca, örnek insan olmuş ve bu insanla şu veya bu şekilde tanışan, münasebet kuran diğer insanlar tarafından parmakla gösterilmiş ve kendisine gıpta ile bakılmıştır.

O gün bugündür kendilerine benzemek için, her şeyimizi feda ettiğimiz Batılılar bile (Bizans’ın son megadükü-Lukas Notaras), o vakitler; ‘Başımızda Latin serpuşu (şapka) görmektense Osmanlı sarığı görmeyi yeğlerim’ demiştir.

Latin serpuşundan maksat, Avrupalı sırtlan sürülerinin (Haçlı) Konstantinopolis’te (İstanbul) kendi dindaşlarına (sırf mezhepleri farklı diye) reva görüp sergiledikleri alçakça zulümlerdir.

Kendi dindaşına adeta bu denli soykırımı uygulayan Batılıların, başka din mensuplarına ne yapabileceklerini varın siz hesap edin. Öyle ince ince düşünüp hesap yapmaya gerek yok. Nitekim tarih boyunca sergiledikleri iğrençlikler ortadadır.

Almanların, 2. Büyük Savaş’ta Yahudilere, bugün de Yahudilerin Filistinli Müslümanlara yaptıkları soykırıma varan vahşetleri ortada.

Bakınız; Müslümanlarla gayr-i müslimler arasında çok savaşlar oldu. Müslümanların galibiyeti ile biten savaşların hiçbirinde adaletin (savaş hukuku) dışına çıkılmamış ve asla hiç kimseye zulüm yapılmamıştır. Savaş sonrasında da kimsenin dinine, canına, namusuna, malına dokunulmamıştır. Mesela bugünkü Yunanistan 500 sene Türklerin hükümranlığında kaldı; bu zaman zarfında, Rumlar, tüm haklarını muhafaza etmişlerdir ve hiçbir Rum’un burnu, haksız yere kanamamıştır.

Hıristiyanların galip geldiği savaşlarda ise, asla savaş hukukuna uyulmamış ve akla hayale gelmeyen işkenceler ve iğrençlikler sergilenmiştir. Mesela bu sırtlan sürüleri Endülüs’e girdiklerinde hem Müslümanların ve hem de Yahudilerin köklerini kazımışlardır. Bir tekinin bile yaşamasına müsaade etmemişlerdir.

Yine Batılıların işgal ettikleri Amerika kıtasına bakın, on binlerce Kızılderili’yi öldürerek, kelimenin tam anlamıyla soykırım yapmışlardır. Bugün Amerika’nın asli sahiplerini mumla ararsanız da bulamazsınız.

Yazının Devamını Oku

Erdoğan’ın mücadelesi -6-

17 Ağustos 2024
Erdoğan ve başında bulunduğu AK Parti, ülkemizin yönetimini devraldığında (2002) Türkiye ekonomisi dibe çökmüş ve ülkemiz iflas bayrağını çekmişti.

Erdoğan’ın şansı mı, şanssızlığı mı bilinmez; İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı görevine geldiğinde de İstanbul tek kelime ile viraneyi andırıyordu.

Çamur deryası yolları çöp dağları kaplamıştı, sular akmıyor, hava kirliliğinden şehrin havası solunamıyordu. CHP yönetimindeki İstanbul’da bir damla yağmur bile yağmamıştı.

Erdoğan’ın kaderi, vaktiyle İstanbul’u da bilahare Türkiye’yi de perişan bir halde teslim alması oldu.

İstanbul’daki hummalı çalışması ve yerlerde sürünen kenti ayağa kaldırması, bir bakıma şahsının ve partisinin de şansı oldu. Zira İstanbul’daki çalışmayı takdir eden millet onu ve partisini tek başına iktidara taşıdı.

Erdoğan ve arkadaşları aynı hummalı performansı merkezi idarede de gösterdi ve kısa zamanda Türkiye’yi de ayağa kaldırdı.

Erdoğan’dan önceki Türkiye’de devletle halk kavgalıydı. Devlet, halk için değil, halka rağmen iş görüyor ve milleti canından bezdiriyordu.

Başörtülü kızlarımız üniversitelere alınmıyor, okuluna girmek isteyenlere akla hayale gelmedik baskı ve işkenceler yapılıyordu.

Hayatta en hakiki mürşit ilimdir perdesi arkasında saklanan sahte Kemalistler, bu vatanın evlatlarını okutmamak ve bilimin ışığından yoksun kılmak için ellerinden gelen her türlü fenalığı sergiliyorlardı.

Yazının Devamını Oku

Erdoğan’ın mücadelesi -5-

14 Ağustos 2024
Erdoğan’dan önce Türkiye hep çift gündemliydi, birisi gerçek gündem, bir diğeri de göstermelik, diğer bir ifade ile milleti ‘cambaza baktıran’ gündemdi.

Vesayet elindeki ‘derin devlet’ kendi sultasını (otorite) sürdürebilmek için, halkı sürekli olarak suni gündemlerle meşgul ettiler ve adeta halka ‘deli’ muamelesi yapılıp pösteki saydırıldı.

Vesayet odaklı derin devletin yegâne icraatı, halkla, resmen ve alenen psikolojik savaş yapmaktı.

Gerçek demokrasilerde güç, milletin elindedir; millet bu gücünü seçtiği vekilleriyle parlamentoda kullanır. Ve bu gücün üstünde başkaca bir beşerî güç yoktur ve olmaması gerekir.

Bizdeki okul kitaplarında da bu şekilde yazıyor ve her kademedeki öğrenciler demokrasiyi bu şekilde öğreniyorlardı. İşin tuhafı, bu ülkenin çocuklarına, kendi ülkelerindeki yönetim tarzının da kitaplarda yazılıp öğrendikleri şekilde bir demokrasi olduğu belletiliyordu.

Halbuki güç asker ve sivil bürokrasinin ve onları destekleyen bir kısım medyanın elindeydi. Düşünebiliyor musunuz; o vakitler bir gazete veya televizyon patronu, hükümetten ve hatta parlamentodan daha güçlüydü.

Nitekim o günkü medya patronları hükümet devirip hükümet kuruyorlardı.

Vesayet odaklarının oluşturdukları yapay gündemler yüzünden devlet halkıyla sürekli kavgalıydı.

Ekonomik yönden zaten burnundan soluyan halkın sırtından tabir caizse sopa hiç eksik edilmedi. Edilmedi ki, millet kendine gelip yeni özlem ve beklentilere, arayışlara girmesin!

Yazının Devamını Oku

Erdoğan’ın mücadelesi 4

12 Ağustos 2024
Her zaman yaptığımız bir tespit var; Türk milleti demokrasi için herhangi bir mücadele vermedi, batıdaki gibi demokrasi uğruna savaşlar verip, göz yaşı akıtmadı ve kan dökmedi.

Diğer bir deyişle demokrasi aşağıdan yukarıya (halktan yönetime) bir taleple elde edilmedi.

Osmanlı döneminde İngiltere’nin başı çektiği Batılı ülkelerin talebi ve içimizdeki üst düzey bürokratların padişaha dayatmasıyla ilk demokrasi denemeleri yapıldı.

Cumhuriyet rejimi ile birlikte de 2. Dünya Savaşı’nın galibi olan ABD tarafından, İsmet İnönü’ye çok partili hayata (parlamenter sisteme) geçmesi telkin edildi. BM’nin 1945 yılında, San Francisco’daki Konferans’ta alınan kararla Türkiye’ye demokrasi (!) adeta dikta edildi.

Zira ABD’nin ve bilahare NATO’nun safında bulunabilmek için demokrasi şarttı. İnönü şark kurnazlığı yaparak (h’avet-hayır-evet) dedi ve 1946 seçimlerine sözde çok partili girdik ama bir şartla: İnsanlar oylarını açıktan (göstererek) vereceklerdi ve verilen oylar gizli sayılıp tutanaklara geçirilecekti.

Bu denli bir göz boyamayla, bin bir çeşit yalan-dolan, hile ve katakulli ile CHP iktidarını bir dört yıl daha uzatmış oldu.

Bundan önce de (Cumhuriyet döneminde) iki kez çok partili hayata geçmek için girişim olmuş lakin her ikisi de hüsranla bitmişti. Dolayısıyla 1923-1950 arasındaki uygulama tek partili bir sistemdi.

Cumhuriyet vardı ama demokrasi yoktu; sözde halka oy hakkı tanınmıştı ama ortada tek parti vardı. Ve o partinin il başkanları bulundukları illerin hem belediye başkanı ve hem de valileri idi.

İlk defa 1950’de demokratik bir seçim yapıldı ve CHP, o gün bugündür yapılan tüm genel seçimleri kaybetti.

Yazının Devamını Oku

Erdoğan’ın mücadelesi -3-

10 Ağustos 2024
ERDOĞAN ve başında bulunduğu AK Parti 22 yıldır hummalı bir çalışmayla Türkiye’yi hem alt yapı ve hem de üst yapı olarak modern ülkeler sınıfına soktu.

Erdoğan’dan önce Türkiye 81 vilayetiyle istisnasız köy görünümündeydi.

Türkiye’nin her yerinde elektrikler günde 8-10 saat kesiliyordu. Bu denli verimsizlik yüzünden bir sürü fabrika sökülerek başka ülkelere taşınmıştı. Şehirlerimizin su problemi ayyuka çıkmıştı; Erdoğan’ın tüm belediye başkanlarına talimatı, şehrinizin su meselesini halletmeden makamınıza oturmayın şeklindeydi.

Milletvekili olduğum dönemde, Kocaeli ve Sakarya Büyükşehir Belediye Başkanları sınıf arkadaşlarımdı. Karayolu ile Ankara veya İstanbul istikametinde giderken, hemen her seferinde bu illerden geçerken kendilerini aradım, bir kez olsun makamlarında bulup bir kahvelerini içemedim.

Ne zaman arasam, bir dağ köyünde, içme suyu isale hatları için çalışmakta olduklarını söylediler.

Şehirlerarası ve şehir içi yollarımızın nereden nereye geldiği cümle alemin malumudur. Eskiden Avrupa yollarına imrenirdik, oralardaki otobanları anlata anlata bitiremezdik. Şimdi ise, Avrupalılar Türkiye’deki yollara imreniyor ve anlata anlata bitiremiyorlar.

Burada bir parantez açıp soralım: AK Partili belediyelerin şehirlerini getirdikleri halleri ortada; onca zamandır yerelde belediye başkanlıklarını elinde bulunduran CHP’li başkanların bir dikili çubukları oldu mu? İzmir’de insanlar, yerdeki su birikintisindeki elektriğe kapılarak can verdi.

Yıllardır CHP’nin elinde olan İzmir mega bir köy görünümünde!

Demek ki neymiş, at binenin kılıç kuşananın!

Yazının Devamını Oku

Erdoğan’ın mücadelesi -2-

7 Ağustos 2024
ERDOĞAN, sergilediği çalışma performansıyla gelip geçen hiçbir lidere benzemiyor. Öyle ki, bu insanın ne gecesi ne gündüzü var. Gecenin 03.00’ünde insanları yataklarından kaldırıp, yapmakta oldukları işlerin ne aşamaya geldiğini soruyor.

Erdoğan, diğer liderler gibi, muhataplarına talimatlarını verip göndermiyor. Onların yanında, talimatlarını bir bir yazıyor ve her birinin ne vakit bitirileceğini sorup not ediyor. Günü ve saati geldiğinde, o kişi aranıp işin sonucu soruluyor.

İş yapılmamışsa, sebebi araştırılıyor ve gerektiğinde hesabı soruluyor.

Erdoğan, Türkiye’yi, tabir caizse 3. ligden alıp süper lige çıkardı. Türkiye’nin dört bir tarafını gezip dolaşan herkes, nereden nerelere gelindiğini görüyor.

O kadar karşı çıktıkları şu Kuzey Marmara Oto Yolu yapılmamış olsaydı, halimiz nice olurdu? Bayramlarda bir yerlere gidebilmenin imkânı olabilir miydi?

İleride tarih bütün bunları yazacak; Erdoğan’ın destanlık çaptaki başarılarından biri de elbette ki vesayeti yenmesi ve ülkemizde milli iradeyi gerçek manada hâkim kılmasıdır.

Vesayeti yenmede, bir diğer ifade ile başkanlık sistemine geçmede ve cumhurbaşkanını halka seçtirmede Devlet Bahçeli’nin ve MHP’nin katkısı her türlü takdire şayandır.

Tarih, onları da demokrasi kahramanları olarak yazacaktır.

Neydi öyle? Ülkemizde tam manasıyla bürokratik oligarşi hakimiyeti vardı. Ülke yönetiminde seçilmişler tek kelime ile ‘mostralık’tı. Genelkurmay Başkanları ve hatta MİT Müsteşarları sözde Başbakana bağlıydı. Biri, başına buyruk ve layüsel (sorgulanamaz), bir diğeri ise, kendi ifadesiyle ‘CIA’nın Orta-Doğu İstasyon Şefi’ olarak görev ifa ediyordu.

Yazının Devamını Oku