Küfür yani imansızlık ve ahlaksızlık seli önüne kattığı her şeyi süpürüp götürüyor ve bu azgın selden kurtulabilenler yalnızca selin kenarlara attığı bir avuç sel artığından ibaret kalıyor.
Bu durum, dünyadaki tüm insani meşgaleleri (medya, sinema, müzik, spor vb.) elinde bulunduran ve kendi iğrenç ideolojisine göre yönlendiren Yahudi’nin (Siyonizm) gayretlerinin sonucudur.
Siyonizm, Hıristiyanlığı zaten bitirmişti; Avrupa’da ve ABD’de ateizm korkunç boyutlara ulaşmıştı. Mesela Çekya’da ve Estonya’da nüfusun yüzde 60’dan fazlasının hiçbir dini inancı yoktur. Buralardaki mevcut kiliseler ya konser salonu ya da müze olarak kullanılmaktadır.
Bundan dolayıdır ki Siyonizm’in ve onun bayraktarlığını yapmakta olan ABD’nin yeni hedefi İslamiyet ve Müslümanlardır. Bu da şu demek oluyor ki; semavi dinlerin birazcık olsun bir kalıntısı kalmışsa o da Müslümanlık ve Müslümanlardadır.
Fransa’da olimpiyatların açılışında sergilenen rezilliği gördük. Hz. İsa Aleyhisselam’ın resmedilen son akşam yemeği olayını LGBT ahlaksızlığının en iğrenç boyutu olarak sundular.
Ne hazin tecellidir ki peygamberlerini (çoğuna göre ise Tanrı’larını) haşa ahlaksız gösteren bu soysuz zihniyete karşı koca Hıristiyanlık aleminden bir ses çıkmadı. Duyarlılık konusunda onlar da Müslümanlardan beter.
Siyonistler her iki tarafında harim-i ismetine (en kutsalları olan ocaklarına, namuslarına) tasallut etmesine rağmen iki taraftan da ses çıkmadığı gibi bunların çoğunluğu Siyonistlerin safında yer alıyor. Burada yine siyaset yapıyorsunuz diyeceksiniz ama toplum olarak bizi de felakete sürükleyecek olan bu cereyanlara karşı susalım mı? Cumhurbaşkanı adayı olan CHP Genel Bakanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun seçim afişlerini hatırlayın: ‘Cinsel yönelim, yasayla dezavantaj olmaktan çıkarılacak’ vaadinde bulunan Kılıçdaroğlu bu toplumu nereye sürüklemek istiyor?
İsa Aleyhisselam biz Müslümanlar için de büyük bir peygamberdir. Onu inkâr edersek İslamiyet’ten çıkarız; o, kıyamete yakın bir zamanda gelecek ve Muhammed Aleyhisselam’ın diniyle amel edip, Deccal’i öldürecek.
Tek kutuplu kalan dünyada tüm şirretliğini göstermiş ve nerede bir kan, göz yaşı, baskı, zulüm, darbe ve sömürü varsa hemen hepsinde başrolü oynamıştır.
Geçen bu 33 sene esnasında köprülerin altından çok sular aktı ve ABD’nin evdeki hesabı çarşıya uymadı, uymayacak. Bu meyanda hem Rusya toparlandı ve hem de Çin, attığı dev adımlarla yeni kutuplar olarak ABD’yi tehdit eder hali geldiler.
ABD, çok pis oynayarak Rusya’yı savaşa zorladı. Rusya’nın bu durumunu göstererek AB ülkelerini tehdit ederek Rusya’ya karşı kışkırttı. Şimdi de NATO’yu bir manivela gibi kullanarak tüm Avrupa’ya çullanmak istiyor. Çullandı da.
Lakin, ABD adım attıkça batağa saplanıyor; Irak’ta, Afganistan’da, Ukrayna’da ve Gazze’de gömüldükçe gömülüyor. Hepsinden daha önemlisi ise, tüm iğrençliklere imza atan ABD, tüm dünyanın güvenini yitirdi.
Ava giderken avlandı!
ABD, aklı sıra Rusya’yı savaşa sokup yalnızlaştıracak ve bu sayede Rusya’yı çepeçevre kuşatıp izole edecekti. Kurt politikacı Putin ABD’nin bu oyununu sezdi ve aynı oyunu ABD’ye oynayarak onu yalnızlığa itti.
AB ülkelerinde de maymun gözünü açtı, ABD yanlısı iktidarlar seçimleri kaybediyor, bunların yerine Rusya ile iş birliğine sıcak bakan partiler iktidara geliyor.
AB ülkelerinin bu denli uyanışı, NATO’nun çökmesine bile yol açabilir.
Sözde medeni geçinen ve hürriyetin timsali gösterilen ABD Kongresi’ne bakar mısınız? Bir bebek katilini, bir insan kasabını, insan kanına susamış bir canavarı, kullardan utanmadan, sıkılmadan ve Allah’tan korkmadan alkışlıyorlar.
Ünlü şair Akif’in hayal dünyasını alt üst edercesine; zulmün alkışlandığı, zalimin sevilip baş tacı edildiği ve ‘Üç buçuk soysuzun’(Siyonist’in) ardından zağarlık (köpeklik) yapıldığı aşağılık bir dünyada yaşıyoruz.
Büyük şeytan olan ABD, küçük şeytan olarak bellediği dünyanın birçok ülkesini (İslam ülkeleri dahil) envai çeşit şeytanlıkta kullanıp, adına ‘medeniyet’ diyor ve tüm avanelerini hak namına haksızlığa taptırıyor.
Kırılası bu kanlı eller, Siyonizm adına iş görüyor ve ‘arz-ı mev’ud’a hizmet ederek, bütün bir insanlığı süratle kıyamete doğru koşturuyor.
Belli ki Siyonist barbarlar gemi azıya almışlar, dur durak bilmeden mazlum kanı akıtmaya devam edecekler.
Meydan yeri zalimlerin artık!
Haşa kuluna zulmetmez Hüda’sı; zira marka Müslümanları bu zilleti hak ediyorlar. Nasıl etmesinler ki, marka Müslümanları (özellikle petrolü elinde bulunduran Araplar) ellerindeki nimetin (petrol) musluklarını birazcık kıssa, zalim ve destekçileri hizaya gelecek ama istisnasız hepsi lal olmuş şeytan kesilmişler.
Tabiatıyla hepsi de zalimin zulmüne misliyle ortaktırlar.
Kuran’ı Kerim ‘Benim dinim bana, sizin dininiz size’ diyerek, bu durumda olması gerekeni 1400 sene öncesinden ortaya koymuştur.
Günümüz insanlığının geldiği aşama (merhale) itibarıyla da herkes inancında ve inançsızlığında özgürdür. Hiç kimse inancından dolayı kınanamaz ve herhangi bir şekilde inanmaya veya inanmamaya zorlanamaz.
Dünyanın bütün medeni ülkelerinde durum bu şekildedir. Bunun tek istisnası bizim Türkiye’dir!
Türkiye laikliği Batı’dan almış, lakin asla Batı’daki gibi uygulamamıştır. Batı’da din, devlet işlerine karışmaz, devlet de dine karışmaz.
Bizde tam tersi uygulanmış; zira bir kısım insanımız laikliği İslam düşmanlığı (din düşmanlığı değil) şeklinde anlamıştır.
Bizde devlet, dini kendi işlerine karıştırmamış ama kendisi devlet olarak hem İslamiyet’in kendisine ve hem de Müslümanlara yapmadığını bırakmamıştır.
Bu devlet, başka dinlere ve o dinlerin mensuplarına ya da inançsızlara en ufak bir müdahalede bulunmamıştır.
Mesela Müslümanlara ‘Türkçe ibadet, Türkçe ezan’ diye dayatırken, hiçbir zaman ‘Hıristiyanların veya Yahudilerin ibadet dilleri Türkçe olacaktır, çan çalınmayacaktır’ şeklinde bir dayatması olmamıştır.
Bu yüzden olacak ki, dost ve müttefikimiz gözüken ülkeler bile hiçbir zaman Türkiye’yi gerçek manada bağımsız addetmediler.
Önceleri İngiltere ve bilahare ABD, Türkiye’yi kendi uydusu olarak gördü ve o şekilde muamele etmeye çalıştılar.
Bağımsızlığın olmazsa olmaz şartı, güçlü olmak ve özellikle savunmada ele güne muhtaç olmamaktır. Güçlü olmadıktan sonra bağımsızlık adına tüm siyasi iradeler ve beyanlar hamasetten öteye gidemez.
Türkiye, maddi ve manevi manada ne vakit adım atmaya kalksa, önü sürekli olarak darbelerle kesilmiş ve bu kalkınma hamlelerini yapmak isteyenlere adeta had bildirilmiştir.
Oysa Türkiye, bulunduğu coğrafi ve jeostratejik konumu itibarıyla tüm istikametlerin (yön) kavşak noktasında bulunmaktadır. Bu denli netameli bir coğrafyada tutunabilmek ancak iki şekilde mümkündür.
Bunlardan birincisi, bağımsızlıktan vazgeçip güçlü bir devletin uydusu olmak, ikincisi de gerçek manada güçlü ve bağımsız bir devlet olmaktır.
Kurtuluş Savaşı’nı vermeden önce de böyle bir ikilem yaşadık; kimileri ABD veya İngiliz mandasına girelim dediler, cemiyetler kurup gazete çıkardılar.
Kimileri de (
Dışarısının uzantısı olan içerideki vesayet odaklarının da hedefinde Tayyip Erdoğan var. Üstelik AK Parti değil, yalnızca Erdoğan...
Neden acaba? Çünkü Erdoğan, düşmanın gözünün içine bakarak kovanına çomak soktu; onlara rağmen ülkesini gerçek manada bağımsız kılmak için gecesini gündüzüne katarak güçlü Türkiye yolunda dev adımlar atıyor.
Ülkesinin savunmasını ele güne muhtaç olmaktan kurtarıyor.
Çünkü Tayyip Erdoğan, başta ABD olmak üzere yabancı ülkelerin başkanlarının huzurunda el pençe divan durmuyor; diklenmiyor lakin dik duruyor, durabiliyor.
Dik duramayan önceki liderlerimizin vatan severliğinden asla şüphemiz yok, lakin onlarda muhataplarıyla eşit şartlarda pazarlık yapabilecek güç yoktu. Her şeyleriyle muhataplarına muhtaçtılar, bundan dolayı da ülkemize ‘uydu’ muamelesi yapıyorlardı.
Erdoğan, içerideki ve dışarıdaki düşmanlarını yanına alarak birlikte yol yürürken bile boş durmadı. En kötü senaryolara göre ülkesini hazırladı. Devletler de tıpkı insanlar gibi, gücü oranında dik durabilir.
Zira Erdoğan çok iyi biliyor ki bize dost gözüken ülkeler, bize paramızla vermedikleri silahları, bizimle savaş halindeki terör örgütlerine bedava veriyor.
Unutmayın;
Bundan dolayıdır ki, her an bir delinin çıkıp, bölgemizi veya tüm dünyayı ateşe atması işten bile değildir.
Hele de Avrupa’da, samyeli esmişçesine liderlik müessesesi neredeyse kurudu. Koca koca ülkeler, hasbelkader seçilmiş, küçük beyinli insanlar tarafından idare ediliyor.
Değil birkaç yıl ötesini, burnunun ucunu göremeyen bu liderlerle nereye varılabilir? Kendi ülkelerine ufuk çizemeyen bu liderlerden, dünyaya, dünyanın gidişatına ne fayda gelir?
Türkiye olarak, yaşadığımız bölgemiz adeta yangın yerini andırıyor. Hem kuzeyimizdeki (Ukrayna) ve hem de güneyimizdeki (Gazze) sıcak savaşlar her an yayılabilir ve bütün bölgemizi olduğu gibi, 3. Büyük Savaş’la da tüm dünyayı bir anda alev topuna çevirebilir.
Bu kadar iddialı söylememizin sebebi, ülkelerin başında akil insanların bulunmamasıdır.
Sayın Erdoğan’ın güttüğü siyaset, bu bakımdan takdire şayandır. Zira iktidara geldiği günden beri, savunma sanayisini güçlendirip, Türkiye’yi gelebilecek tehlikelere karşı hazırlıyor.
Terörle mücadeleyi en ciddi şekilde ele alıp, mücadele eden ve değil Türkiye’de, Türkiye’nin dışındaki inlerinden bile teröristlerin başlarını çıkarmalarına müsaade etmeyen lider Sayın Erdoğan’dır.
Erdoğan
Biz de çok iyi biliyoruz ki, ne Sayın Erdoğan ve başında bulunduğu AK Parti ak sütten çıkmış ak kaşık değildir. Uzun iktidar yılları boyunca onların da hataları var lakin bir kişi ya da kurum değerlendirilirken o günün şartlarına ve hata ile sevaplarına (yanlış ve doğru) birlikte bakılır.
Yarıdan fazlasına ve bu fazlalığının oranına göre iyi ya da kötü diye değer biçilir. Bu durum insaflı olmanın gereğidir.
Erdoğan’ın bu açık rejimde yaptıkları, yapmak isteyip de yapamadıkları (yaptırmadıkları), yapmadıkları ortada. Başka ülkelerin halkları ve hatta hükümet ya da devlet başkanları, Sayın Erdoğan’a gıpta ile bakıyor, takdir ediyorlar ve onun gibi olmaya özeniyorlar.
Türkiye, özellikle son 40 yıldır terörle terbiye edilip kıskaca alınmak isteniyor. Bu 40 yılın yarısından Erdoğan ve AK Parti sorumlu. Erdoğan önce barışı (Çözüm süreci) denedi, olmayınca da gerekeni yaptı.
Kürt halkına hayal dahi edemeyecekleri demokratik haklar sağladı. Bunun yanında terörle de onların anlayacağı dilden mücadele edildi, ediliyor.
Erdoğan’ın millet ve devlet adına yaptığı en önemli iş, vesayeti yenmekti. Zira bunu, 74 yıllık demokrasi dönemimizde hiçbir siyasi lider başaramamıştı. Gelip geçen tüm siyasi liderler de vesayeti gördü, lakin bunlardan hiçbirisi onunla mücadeleyi göze almadı, alamadı.
Oysa bu mücadele verilmeden ve hatta üstesinden gelinmeden bağımsız olunamazdı.
Vesayetin başı dışarıdaydı ve üstelik bize dost ve müttefik gözüküyorlardı. Oysa asıl düşman ta kendileriydi ve bunun için de ellerinden geleni ardlarına koymuyorlardı.