Bundan dolayıdır ki, her an bir delinin çıkıp, bölgemizi veya tüm dünyayı ateşe atması işten bile değildir.
Hele de Avrupa’da, samyeli esmişçesine liderlik müessesesi neredeyse kurudu. Koca koca ülkeler, hasbelkader seçilmiş, küçük beyinli insanlar tarafından idare ediliyor.
Değil birkaç yıl ötesini, burnunun ucunu göremeyen bu liderlerle nereye varılabilir? Kendi ülkelerine ufuk çizemeyen bu liderlerden, dünyaya, dünyanın gidişatına ne fayda gelir?
Türkiye olarak, yaşadığımız bölgemiz adeta yangın yerini andırıyor. Hem kuzeyimizdeki (Ukrayna) ve hem de güneyimizdeki (Gazze) sıcak savaşlar her an yayılabilir ve bütün bölgemizi olduğu gibi, 3. Büyük Savaş’la da tüm dünyayı bir anda alev topuna çevirebilir.
Bu kadar iddialı söylememizin sebebi, ülkelerin başında akil insanların bulunmamasıdır.
Sayın Erdoğan’ın güttüğü siyaset, bu bakımdan takdire şayandır. Zira iktidara geldiği günden beri, savunma sanayisini güçlendirip, Türkiye’yi gelebilecek tehlikelere karşı hazırlıyor.
Terörle mücadeleyi en ciddi şekilde ele alıp, mücadele eden ve değil Türkiye’de, Türkiye’nin dışındaki inlerinden bile teröristlerin başlarını çıkarmalarına müsaade etmeyen lider Sayın Erdoğan’dır.
Erdoğan
Biz de çok iyi biliyoruz ki, ne Sayın Erdoğan ve başında bulunduğu AK Parti ak sütten çıkmış ak kaşık değildir. Uzun iktidar yılları boyunca onların da hataları var lakin bir kişi ya da kurum değerlendirilirken o günün şartlarına ve hata ile sevaplarına (yanlış ve doğru) birlikte bakılır.
Yarıdan fazlasına ve bu fazlalığının oranına göre iyi ya da kötü diye değer biçilir. Bu durum insaflı olmanın gereğidir.
Erdoğan’ın bu açık rejimde yaptıkları, yapmak isteyip de yapamadıkları (yaptırmadıkları), yapmadıkları ortada. Başka ülkelerin halkları ve hatta hükümet ya da devlet başkanları, Sayın Erdoğan’a gıpta ile bakıyor, takdir ediyorlar ve onun gibi olmaya özeniyorlar.
Türkiye, özellikle son 40 yıldır terörle terbiye edilip kıskaca alınmak isteniyor. Bu 40 yılın yarısından Erdoğan ve AK Parti sorumlu. Erdoğan önce barışı (Çözüm süreci) denedi, olmayınca da gerekeni yaptı.
Kürt halkına hayal dahi edemeyecekleri demokratik haklar sağladı. Bunun yanında terörle de onların anlayacağı dilden mücadele edildi, ediliyor.
Erdoğan’ın millet ve devlet adına yaptığı en önemli iş, vesayeti yenmekti. Zira bunu, 74 yıllık demokrasi dönemimizde hiçbir siyasi lider başaramamıştı. Gelip geçen tüm siyasi liderler de vesayeti gördü, lakin bunlardan hiçbirisi onunla mücadeleyi göze almadı, alamadı.
Oysa bu mücadele verilmeden ve hatta üstesinden gelinmeden bağımsız olunamazdı.
Vesayetin başı dışarıdaydı ve üstelik bize dost ve müttefik gözüküyorlardı. Oysa asıl düşman ta kendileriydi ve bunun için de ellerinden geleni ardlarına koymuyorlardı.
Yapının kendisi, devletin tüm kurum ve kuruluşlarını adeta bir ahtapot gibi saran ve her birinin kılcallarına değin nüfuz eden, uluslararası boyutta bir terör örgütüdür.
ABD, İngiltere ve İsrail menşeli olan bu terör örgütü, 1960’lı yıllardan itibaren sözde MİT’de çalışan gerçekte ise CIA tarafından devşirilen kişiler vasıtasıyla (Başta F. Gülen) devletin her kademesine eleman yetiştirdi.
Vesayetle illetli (hastalıklı) devletin milli olabilmesi ve milli menfaatlere hizmet edebilmesi mümkün değildir. Bu durumun tipik örneğini FETÖ, içimizde kadro oluşturarak gerçekleştirdi.
İşte yetiştirilen o kadrolar, Türkiye’mizin başta beyin gücü olmak üzere tüm yeraltı ve yerüstü servetini ABD’ye ve Avrupa’ya akıttılar.
Devlet, tüm mekanizmalarıyla ele geçirilmişti. Duayen gazeteci arkadaşımız Nedim Şener’in dediği gibi, FETÖ devlete girmedi, devletleşen FETÖ’ye Erdoğan girdi!
Devlete kurulan bu tuzağa düşmeyen siyasetçi ve bürokrat yoktu. Bunun da sebebi gayet açıktı; devletin en mahrem kodlarını ele geçirdiklerinden kendilerinden olmayanlara hiçbir zaman doğru bilgi vermediler. Asker olsun, sivil olsun her makamdaki insanı kandırdılar.
Cemaat görünüşlü olup dini kisveye bürünmüşlerdi. Dinde samimi olmadıkları için gerçek dindarlara düşmanlıktan da geri kalmıyorlardı. Böylece her kesimin gözlerini boyamışlardı.
Askeri ve sivil bürokrasi bunların yanındaydı. Hangi partiden olurlarsa olsunlar tüm başbakanlar (
Diğer bir deyişle öğretmen eğitimin temel taşıdır. Mesleğinde mahir ve yetkin olan öğretmen her haliyle topluma örnek olmalıdır.
Ana ve ilkokul çağındaki çocuğun idolü öğretmendir. Bu yaştaki tüm çocuklara sorulduğunda, büyüdüklerinde öğretmen olmak istediklerini söyleyeceklerdir.
Sınıftaki öğretmenin birinci vasfı, güler yüzlü ve tatlı dilli olmasıdır. Ne demişler: Tatlı dil, yılanı bile deliğinden çıkarır. Asık suratlı ve çatık kaşlı öğretmen ne kendini ve ne de vereceği dersi öğrenciye sevdirebilir.
Sevgisizlik ortamında gönül penceresi açılamaz ve dolayısıyla gönüllere dokunulamaz.
Öğretmenlik mesleği özveriyi (fedakârlık) esas alan bir sanattır. Bundan dolayıdır ki öğretmen, şu veya bu sebeple kan kussa bile ‘kızılcık şerbeti içtim’ demek zorundadır.
Tıpkı bir tiyatro sanatçısı gibi, tüm dertlerini, acılarını tiyatronun kapısında bırakır o yalın haliyle sahneye çıkar ve sanatını hiçbir tesir alına kalmadan icra eder.
İnsan, hayatta karşılaştıklarını unutabiliyor lakin ruhuna adeta bir temel çivisi gibi çakılan, mahir öğretmenini ve öğrettiklerini unutmaz, unutamaz.
İlmin kapısı olarak ünlenen
Yani, kendine güzelce bak ki alemin özü sensin. Sen varlıkların gözbebeği olan insansın.
Bir diğer deyişle insan evrenin özeti, hülasasıdır. Bundan dolayıdır ki insana ‘küçük evren-kâinat’ demişler.
İnsanoğlu, gördükleri ve görmedikleri tüm evreni tanımaya ve çözmeye memur. Kendi dışındaki evreni çözmekte pek mahir olan insanoğlu kendini anlamada, gerçeğini görmede ve çözmede çok gerilerde kalmıştır.
İnsan, hâlâ insanoğlu için meçhuldür, muammadır.
Bunun da sebebi çok açıktır; evrenin ve kendinin bir yüzünü (maddesini) biraz olsun anlayabilen insanoğlu, manasına (ruhuna, gönlüne, kalbine) bir türlü nüfuz edemedi.
İnsanoğlu daha (maddi) hakikatini çözemedi. Modern çağın biliminsanları bile gözün nasıl gördüğünü düşündükçe tepelerinin atacak gibi olduğunu haykırmışlardır.
Bunun yanında, hakkında kendisine pek az bilgi verilen ruha nasıl nüfuz etsin ve onun hakikatini anlayamadan ona nasıl neşter vurabilsin?
Maddesiyle ve manasıyla tüm eşya ve hadiselerin yansımalarının odak noktası olan ve her an halden hale giren kalbini (gönül), nefsin zararından kurtarıp nasıl sükunete kavuştursun ve dosdoğru yol üzerinde bulundursun?
Sağ, sol veya merkez partilerden hangisi, tek başına da iktidara gelse, devlet işlerine karıştırılmadılar, karıştırılmazlar.
Hangi parti iktidarda olursa olsun köklü reformlar yapmasına asla müsaade edilmez.
Bakınız 2024 yılında bile hala darbe anayasasıyla idare edilmekteyiz.
1961 Anayasası’nı darbeciler yaptı; Süleyman Demirel yüzde 52’lik oyla tek başına iktidara gelmesine ve anayasayı değiştirmek için yırtınmasına rağmen tek bir maddesini bile değiştiremedi.
61 Anayasası’nı değiştiren de topyekûn ortadan kaldırıp yeni bir darbe anayasasını dayatan da yine darbeciler oldu.
Kendileri çalıp kendileri oynanan ve tüm bu oyunlarda seçilmişlerin esamisi dahi okunmayan bir demokrasiden bahsediyoruz.
Vur abalıya deyip siyasetçiyi yerin dibine sokuyoruz; bunu yaparken de isyan halindeki Yeniçeri gibi davranıyor ve ‘Söyletme-n (yin) vurun!’ diyoruz.
Vur ama önce bir dinle dahi diyemiyoruz, zira acı gerçeklerle yüzleşmek istemiyoruz.
Bunlar, üstelik millet adına siyaset yaptıklarını zannediyorlar. Bunlardan zavallı Ahmet Davutoğlu’na sorarsanız; ‘Yüz elli yıllık parlamenter sistem tecrübemiz var, buna dönmeliymişiz’.
Vesayetle illetli parlamenter sistemdeki siyasetçinin trajikomik halini (yetkisiz, bürokratın elinde oyuncak, askerin tepeden baktığı, medyanın horladığı vb.) görmezden geliyorlar.
Görevi ne olursa olsun, kişiler, yetkileri oranında sorumlu tutulabilirler. Eski, vesayetin yeşerttiği parlamenter sistemde, iktidar patisi (başbakan ve hükümet ve Meclis’teki çoğunluk) her şeyden sorumlu ancak yetki oranı yüzde 20 ile sınırlıydı (onlar da belediye hizmetleri). Mahut sistemde, anayasada, genelkurmay başkanları, başbakana bağlı ve ona karşı sorumluydu. Bu durum sadece kâğıt üzerinde böyleydi. Gerçek ise bunun tam zıttı idi.
Mesela; bir cumhurbaşkanı seçiminde asker mutlaka devreye girer ve siyasi partileri tehditle yönlendirirdi. ‘Şu generali cumhurbaşkanı seçmelisiniz’ denirdi. Demokrasi gereği cumhurbaşkanlığına adaylığını koyan siviller, aynı askeri zevat tarafından ölümle tehdit edilirdi (Prof. Dr. Ali Fuat Başgil).
Halkın seçtiği iktidarı alaşağı eden asker; yönetime el koyar, belli bir müddet sonra seçime gitmek zorunda kalır, istemedikleri parti çok oy alınca da çılgına dönerler ve ‘okuma-yazma bilmeyenlerin oy kullanmaması gerektiğini’ söylerler.
Bu kafaya göre, yeniden ihtilal yapılacak ve iktidar, ‘Milletin hakiki ve ehliyetli mümessillerine tevdi edilecektir’. Yani bunlara göre halkın seçtikleri, hakiki ve ehliyetli kişiler olmuyordu.
Bunlar ihtilal dönemlerinin askerleri deyip geçiştiremeyiz; daha dün, AK Parti çoğunluğunun cumhurbaşkanı seçememesi için aynı asker, belirli parti liderlerine telefon edip, Meclis’e girmemelerini kendilerine dikte etti. Bütün bu kepazeliklerin adı demokrasi ve sözde parlamenter sistem öyle mi?
Güldürmeyin insanı! Tehdit edilen partiler Meclis’e girmedi (giremedi) ve bir hukuk (guguk) garabeti olan 367 sayısı bulunamadığı için Meclis açılamadı ve dolayısıyla Meclis’in çoğunluğunu elinde bulunduran AK Parti’nin adayı cumhurbaşkanı seçilemedi. Bilahare seçimler yenilendi, sayısal olarak AK Parti yine tek başına iktidar olabiliyor lakin yine 367 garabetini ileri sürerek Meclis’i açtırmıyorlardı. Şayet, MHP aklıselimle hareket etmeyip Meclis’e girmeseydi 367 sayısı yine bulunamayacaktı ve cumhurbaşkanı seçilemeyecekti.
Birinci kısım, 1923-1950 arasındaki 27 yıllık tek parti iktidarı (CHP) dönemi. Bu döneme kimse toz kondurmuyor ya da konduramıyor.
Halbuki ne olduysa bu birinci dönemde oldu; öyle ki bugün milletçe nelere kavuşmuşsak bu birinci dönemdeki değişim ve dönüşümler sayesindedir. Aynı şekilde bugün milletçe neleri kaybetmişsek yine bu birinci dönemdeki değişim ve dönüşümler yüzündendir.
Bütün bunlar destanlık çapta ayrı yazı konular olup bahsi diğerdir.
İkinci dönem ise 1950-2024 arası olan süreçtir. Bu ikinci dönemde de şeklen demokrasi ile birlikte hep merkez sağdaki partiler (DP, AP, ANAP, AK PARTİ) tek başlarına iktidar oldular. Bu arada kurulan koalisyon hükümetlerini saymıyoruz, zira onların bir kıymeti harbiyeleri yoktur.
Burada asıl üzerinde durulması gereken iktidarlar ise darbe yönetimlerinin kan tazeleme şeklinde oluşturdukları sözde partiler üstü darbe iktidarlarıdır.
Evet, kimileri son 74 yıllık şeklen demokrasi dönemini değerlendirip aynen şöyle diyorlar: ‘Ufak kesintiler hariç, son 74 yılda ülkeyi hep sağ iktidarlar yönetti. Ellerinden tutan mı vardı? Neden Türkiye’yi gerçek demokrasiye ve gerçek hukuk devletine kavuşturmadılar? Bu dönem esnasında Türkiye kısmen özgür ülkeler arasından çıkıp özgür olmayan ülkeler arasına girdi?
Bunu CHP’mi yaptı?’
Düz mantıkla bakılınca ne kadar haklı sorular gibi gözüküyor değil mi?