28 Ağustos 2004
<B>SON </B>günlerde nereye bakarsanız karşınıza <B>‘cari açık tartışması’</B> çıkıyor. Daha önce böyle bir sorun yokmuş gibi davranan bakanlar, sırayla televizyonlara çıkıp, ‘evet, cari açık çok arttı’ diyor ve gerekirse önlem alacaklarını söylüyorlar, bankalarda dealarlar her gün televizyonlar, gazeteler ve raporlardan cari açık tartışmalarını izleyip, ona göre işlem yapmaya çalışıyorlar. İktisatçılar kendi aralarında cari açığı, finansmanını, bunun sorun olup olmayacağını, olursa nasıl sorun olacağını tartışıyorlar. Tahtakale’de efektif alıp satanlar mikrofon uzatıldığında ‘cari açık’tan söze başlıyor. Eskiler ‘70 cente muhtaç’ günleri hatırlayıp, cari açığın sonunda patlayıp başa bela açacağından, cari açıkların askeri darbelere bile yolaçtığından söz ediyorlar.
İktisatçılar arasında cari açığın yolaçacağı tehlikenin boyutları, cari açığın değişen ekonomik koşullarda eskisi kadar tehlike olup olmadığı da tartışılıyor. Bazı iktisatçılar, dünyadaki diğer örnekleri gibi, Türkiye’de cari açığın büyüklüğünün eskisi kadar tehlike yaratmayacağını söylüyor. Bu görüşe Devlet Bakanı Ali Babacan ve Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener’in de dayandıkları ve demeçlerinde AB’ye aday bazı ülkeleri örnek verip cari açığın o kadar da büyütülmemesi gerektiğini söylediklerini görüyoruz.
Ancak ikisi de, ileride bu demeçleri başlarına dert açmasın diye, temkinli davranıp, ‘gerekirse sert önlemler alınır’ demekten de kendini alamıyor.
Kimileri de cari açık için kolay yolu seçip tüketici kredilerini, kredi kartlarını suçlu ilan ediyor, ‘polisiye tedbirler’ getirerek, işin çözüleceğini zannediyorlar.
Her şeyden önce uygulanan bu ekonomik programın doğal sonucu olarak cari açığın yüksek çıkacağının öngörülmesi gerekiyordu. 4-5 ay önce cari açıkla ilgili ilk sinyaller geldiğinde Hükümetin bu işi küçümsemeyip, o zamandan tedbir almaya başlaması lazımdı. Peki, şimdi geç bir tartışma mı?
Belki geç kalındı ama gerekli tartışma olduğunu da söylemek gerekiyor. Cari açık ileride başımıza iş açabilir mi, derseniz, evet, böyle bir tehlike var.
Ancak bu kritik denge çok iyi yürütülür ve en küçük sapma bile olmazsa, belki sürdürülebilir. Ama dediğimiz gibi, en küçük bir hatanın bile yapılmaması lazım. Örneğin bundan 3-4 ay önce ‘IMF’yle üç yıllık stand-by anlaşması yapıyoruz’ şeklinde bir resmi açıklama yapılsa idi, belki bu tartışma şimdi bizi bu kadar korkutmayacaktı. Bunun gibi geç kalmalar bile dengenin bozulmasına, cari açığın olduğundan büyük sorun doğurmasına neden olabilir. Bizce ‘cari açığı o kadar büyütmeyelim’ diyenler de, iki yıldır sadece beklentiler üzerinde yürüyen dengenin kırılmaması için ‘hata yapılmaması’ gerektiğini kabul ediyorlar.
MERİH HOCA’NIN ARDINDAN
Cari açık tartışması, dün Kocatepe Camii'nden cenazesi kaldırılan Prof. Merih Celasun için avluda toplanan iktisatçıların da sohbet konuları arasındaydı...
Merih Hoca, birikimi ve kişiliği ile herkesin saygınlığını kazanmış, aynı görüşü paylaşmayanların dahi fikirlerine büyük saygı duyduğu bir Hoca idi. Hem bu kadar birikime ve deneyime sahip olup hem de dünyanın ve Türkiye’nin en güncel sorunlarını bu kadar yakından takip etmek, çağdaş terminoloji ile yorumlar yapmak, özellikle kendi yaşdaşları arasında sivrilmesine neden olan başka bir özelliği idi.
Bunun da ötesinde sağ-sol ayrımı gözetmeksizin, öğrencisi olmuş, olmamış bütün ekonomi bürokratlarının ve iktisatçıların saygınlığını kazanmasının başka bir nedeni vardı: Kişiliği...
Merkez Bankası Başkanı Süreyya Serdengeçti’nin dediği gibi ‘Birinci sınıf bir iktisatçı’, DPT Müsteşarı Ahmet Tıktık’ın dediği gibi, ‘Özgün düşünebilen, mutevazı, sadece bilgi aktarmakla kalmayıp aynı zamanda insanları çok boyutlu düşünmeye sevkeden, meseleleri derinlemesine sorgulayıp felsefi boyutunu görebilen, disiplinli sürekli üreten’ bir insandı.
Bence bir çok konu gibi, cari açık tartışmaları da Merih Hoca’sız çok eksik kalacak...
Yazının Devamını Oku 
26 Ağustos 2004
<B>ASLINDA</B> 4-5 ay önce cari açığın aşırı büyüdüğü ortaya çıkmaya başlamıştı. Bu, uygulanan ekonomik politikaların da doğal bir sonucu idi ve önceden kestirilip, bir önlem alınacaksa ona göre alınması gerekiyordu. Son günlerde açık rakamı herkesi korkutur hale geldi. Hükümet ‘önemli değil’ diyor, ekonomi yönetimi sürekli, cari açığın nasıl düşürüleceği konusunda toplantılar yapıp, bir sonuç alınamadan dağılıyor. ‘Panik yok’ demeçleri veriyorlar ama bir telaş da görünüyor.
Cari açık tartışmaları, açığa tüketici kredileri ve kredi kartlarının neden olduğu,yeni bankacılık yasasında yeralan aşırı disiplin öngören maddeler, sıkça tartışılır oldu. Bu konudaki tartışmalarda, sanki uygulanan ekonomik politikalar ve gerekli önlemlerin alınamaması değilmiş gibi, sorunu tüketici kredisi çok kullandıran, fazla kredi kartı veren, dışardan fazla borçlanan bankaların yarattığı şeklinde bir hava esmeye başladı.
Yasanın yine tepki yasası olduğunu, kamuoyunda ve politikacılardaki ‘her kötü şeyin sorumlusu bankalar’ havasının BDDK’ya da hakim olduğunu yazmıştım. Yazım üzerine gelen mektubu, okuyucunun iznini alarak sizinle paylaşmak istiyorum. Halil Yavuz, kinayeli dille kaleme aldığı şu e-mail’i gönderdi:
‘5 arkadaştık, zengindik, aramızda anlaştık, A.Ş. kurduk, zaten seçim öncesi desteklediğimiz adamların bazıları milletvekili-bakan oldu. Bunları biz biraz sıkıştırdık, banka kuracağız bakanlar kurulu yetki versin dedik. Zaten bakanlar bizim adamlar. Verdiler yetkiyi, kurduk bankayı. Şubeler açtık, bol bol reklam verdik, halktan parayı topladık, sonra paravan şirketlere ya da ortaklarımızın şirketlerine kredi kullandırdık bankamızdan. Kredileri geri ödemedik, banka battı, halk mağdur olmuş bize ne, devlet çözsün sorunu. Devletin izni ile açmadık mı bankayı? İyi denetleseydi. İyi faiz verirken hoş da parayı geri ödemede gecikince mi sorun. Bu halkı da anlamak mümkün değil yahu. Bankalar suçlu değil sayın Sağlam, makinistler suçlu!’
İşte benim de sözünü etmeye çalıştığım, bankalara karşı kamuoyunda oluşan imajı ortaya çıkaran, çarpıcı bir metin.
Yıllardır böyle bir bankacılık sistemin eleştiren, okurun doğal olarak abartılı biçimde dile getirdiği, bu ilişkileri gösteren haber ve yorumlar yazan, bu sistemin değişmesini, bankacılığın gerçek fonksiyonlarına kavuşmasını ve güven müessesesi olarak düzenlenmesini isteyen bir kişi olarak, bu yargıda benim de payım olduğunu düşünüyorum. Ancak, okurun işaret ettiği bu işleyişin değişmesi, bankaların gerçekten birer banka olabilmeleri için BDDK bağımsızlığını, politikacının bu işten elini çekmesini, grup kredilerinin sınırlandırılmasını, yapısal tedbirler ve ekonomik programı savundum, savunmaya da devam ediyorum.
ESKİ SİSTEM AYIKLANDI
Eski sistemin yarattığı bankalar, ne kadar bazısına ilişkin kararlar yargıdan dönse de, bankayı bu hale getiren bazı patronlara hálá ayrıcalık tanınıyor olsa da sistemden ayıklandılar.
Ancak unutulmaması gereken gerçek şu: Bankalar birer aracı kurumlar ve bunların gerçek işlevini görebilmeleri için güvenin yaratılması, belirlenecek kurallar içerisinde herkesin eşit ve tavizsiz çalışmasının sağlanması gerekir. Eğer siz ekonomi otoritesi olarak, cari açığı önceden kestiremiyor, sakıncalarını gidermek için gerekli ince ayarları yapamıyor ve dönüp tüm suçu bankalara yüklüyorsanız, buna en hafif deyimle, ‘haksızlık’ denir.
Aracılık maliyetlerinin yükselmesi de bankalar hakkında yaratılan güvensizlik havası da gelir, sonunda bankalar aracı olduğu için ekonomiyi vurur, halkı vurur...
Tabi ki okurun dediği sistem içinde çalışılmaz. Tüm fatura gördüğümüz gibi halka çıkar. Bu nedenle şu anda varolan eski sisteme geri dönüş çabalarına herkesin karşı çıkması gerekiyor.
Bankalar ekonominin, kanı taşıyan damarları. Damarları temizleyip, daha düzenli kan akışını sağlamak yerine, birinde sorun görüldü diye tüm damarları kesmeye kalkışırsanız ekonomi batar, altında yine halk kalır. Yani fatura yine ‘makinist’e çıkar...
Yazının Devamını Oku 
24 Ağustos 2004
<B>YAŞANAN</B> krizin bütün faturası bankalara çıkarılmıştı, aynı eğilim devam ediyor. Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu'nun (BDDK) hazırladığı son taslak da, bankalara tepkinin devam ettiğini gösteren çok önemli bir örnek. Kısacası; yaşanan bütün sıkıntıların sorumlusu bankalar ve bankacılar olarak görülüyor ve bankaların ‘günah keçisi’ durumu devam ediyor.
Bir bankacı BDDK’nın hazırladığı son taslak bağlamında durumu şöyle özetledi:
‘BDDK’nın suçu yok ki; halk bankaları suçlu görüyor, politikacı bankaları suçlu görüyor tabi ki BDDK da bunun etkisiyle bütün yükü bankalara yüklüyor.’
BDDK’nın dediği gibi, gerçekten son taslakla birlikte ‘AB uyumu’nun iyice öne çıktığı gözleniyor. Bankacıların itiraz ettiği konulardan biri de bu. Bankacılar, ‘Her kesim AB mevzuatından, şartlarından muaf, sadece bankalar uyarsa işler düzelir sanılıyor’ diyorlar.
BDDK, hazırladığı taslakla bankaları iyice sıkıştıracağını gösterirken, bir yandan da ‘kredi kartlarına sınır’ getireceğini söylüyor. Normal olarak bakıldığında, herkesin kredi kartlarında istediği gibi davranması gerekmez mi? Elbette gerekiyor ama vatandaşın her taraftan kredi kartı almasının sorumlusu da, kredi kartlarından fazla harcama yapmasının sorumlusu da sanki bankalar gibi bir imaj oluştu.
Aynen tüketici kredilerinde olduğu gibi... Kamuoyunda oluşan imaj şu: Tüketici kredisi veya kredi kartı çok kullanılıyorsa, bunu çok kullanıp zorda kalan vatandaşın suçu yok, bütün suç tüketici kredisini kullandıran, kredi kartını veren bankada...
Düşünsenize; öyle bir sistem ki; tüketici kredisi alıyorsunuz eğer faizler artarsa bu artış size yansıtılmıyor, ama faizler düşerse gidip yüksek faizli tüketici kredisini kapatıp, aynı biçimde düşük faizli kredi alıyorsunuz.
Yani tüketici kredisini daha çok kullanın diyen, cazip kılan bir uygulama...
ÇIĞIRTKANLAR YAYIYOR
Bu uygulama krizden sonra bazı çığırtkanların ‘bu bankaların suçu, vatandaşlar intihar ediyor’ söylemini yaymasıyla oluşturulan kamuoyu baskısı nedeniyle alındı. Bankalar bu durumun düzeltilmesini istiyorlar ama BDDK, ‘Tüketici Yasası'nda, bizle ilgisi yok’ diyerek bunu savsaklıyor. Eğer BDDK’nın görevi bankaların mali durumunun iyileştirilmesi risklerinin kontrolü ise ‘bizim alanımız dışında’ bahanesini bırakıp, bu durumu düzelttirmeye çalışması gerekmez mi, bu BDDK’nın görevi değil mi?
BDDK bu durumu mevcut veri kabul edip, "risk" açısından tüketici kredilerinde ve kredi kartlarında bankaların girdikleri riskleri azaltmak amacıyla böyle bir uygulamaya kalkışıyor.
BDDK bu yetmiyormuş gibi ‘Müşteri Uzlaşı İdaresi’ kurarak, bankalara dönük baskıyı ve formaliteleri biraz daha artırıyor. Böyle bir uygulamanın reel sektörün, vatandaşın hoşuna gideceği kesin. O nedenle BDDK’nın da, durumu kökünden düzeltmek yerine, bu haksız baskıya itiraz etmeden, uzlaşı idaresini uygulamaya sokmak istediği gözleniyor.
Bankalara ilişkin bu kadar baskıcı bir tutum izlenirken, reel sektöre ilişkin henüz disiplin sağlayıcı tek bir şey de gözlenmiyor. Sanki ekonomi sadece bankalardan oluşuyor...
Bankalara, uygulanan para politikaları kanalıyla belli mesajlar veriyorsunuz. Bankacılar bu mesajı doğru algılayıp, örneğin Hazine’ye borç vermeye başlıyor, sonra dönüp ‘O kadar borç vermeseydiniz, suçlu sizsiniz’ diyorsunuz. Sonra politika değişiyor ‘tüketici kredisi kullandırın’ mesajı alıyorlar, sonra ‘fazla tüketici kredisi verdiniz, suçlusunuz’ diyorsunuz. Şimdi ‘reel sektöre kredi verin’ mesajı alıp ona göre hareket ediyorlar, demek ki yakında ‘reel sektöre fazla kredi verdiniz, suçlusunuz’ denilecek...
Yani genel politikaları yapan sizsiniz, bankalar ona uyuyor, suçlu oluyor. Sicil affı çıkarıyor sonra ‘af çıktı niye vermiyorsunuz’ diyorsunuz, kredisini geri ödemeyene af çıkartıyorsunuz, yani karşısındakileri suça teşvik edip sonra da bankalara dönüp ‘siz suçlusunuz’ diyorsunuz. Üstüne üstlük halka da ‘bankalar suçlu’ diye anlatıyorsunuz. Böyle şey olur mu?
Yazının Devamını Oku 
21 Ağustos 2004
<B>ÇALIŞMA</B> Bakanlığı <B>‘kayıtdışı istihdam’</B> raporunda, kayıtdışı ekonomiyi, <B>‘bilinen istatistiksel yöntemlerle saptanamayan ve GSMH hesaplarına geçmeyen, yasalar çerçevesinde ya da yasalara aykırı olarak yapılan ve ilgili kamu kurum ve kuruluşlarının tamamen veya kısmen bilgisi dışında bırakılan gelir getirici ekonomik faaliyetlerin tümü’ </B>olarak tanımlıyor. Aynı raporda kayıtdışı istihdam ise ‘istihdama katılan nüfusun ücretli, yevmiyeli, kendi hesabına çalışan veya ücretsiz aile işçisi sayılan kesimlerinin ve istihdama dahil olmadığı halde çalışanların (çocuk işçiler gibi) çalışmalarının yasal çerçevesinde ya da yasalara aykırı olarak tamamen yahut kısmen ilgili kamu kurum ve kuruluşlarının bilgisi dışında bırakılması’ olarak tanımlıyor.
Bu raporda kayıtdışı ekonomi ile kayıtdışı istihdamın birbirleriyle olan ilişkisi anlatılırken, kayıtdışı ekonominin hatta kayıtdışı istihdamın yararları bulunduğuna ilişkin görüşler olduğunu hatırlatılıp, ‘orta uzun dönemde ekonomiyi tahrip etkisi’ olduğuna dikkat çekiliyor.
Türkiye’de kayıtdışı ekonomiyle samimi mücadele edilmemesinde, bu ‘kayıtdışı iyidir’ anlayışı önemli rol oynadı. Bunun yanı sıra, bilerek sistem dışına çıkmış, sayıları hiç de az olmayan toplum kesimlerine dayanmak oradan oy almak, hatta kayıtdışı paralardan finansman sağlamaya çalışan partilerin bu olaya çarpık biçimde yaklaşmaları da önemli rol oynadı. Yani çarpık ilişkilerin devlet yönetimine de hakim olmasıyla, kayıtdışı kesimlerin sayı ve varlıkları yani kayıtdışı ekonomi her geçen gün büyüdü.
Ancak Türkiye’nin geldiği nokta artık kayıtdışı ekonomiyi taşıyacak aşamayı geçti. Her şeyden önce bütçe finansmanı açısından bu nokta geçildi; çünkü ne kadar kemer sıkarsanız sıkın, yüksek vergi oranlarına rağmen, devletin iki yakasını bir araya getiremiyor, borç yükünün mille gelire oranını istenen ölçüde düşüremiyorsunuz. Hem finansman açısından kayıtdışı ile samimi mücadele gerekiyor, hem de çağdaş bir ekonomik sistem kurmanın, küreselleşmeye uyum sağlamanın en önemli şartlarından birini de kayıtdışının önlenmesi oluşturuyor. Yani AB’ye üye olacağım derken, müzakere süreci kararı çıkmasını beklerken, artık ‘İyi oluyor kayıtdışı biraz daha kalsın’ deme lüksünüz yok.
ÖNEMLİ BİR BELGE
Bu kesimlerden oy alsanız da, onlara yaranmak veya diyet ödemek için her türlü affı çıkarmış olsanız da, artık dur demeniz lazım. Sistem dışındakiler aflarla sistem içine alınamadıysa, bu yükü daha ne kadar taşıyabilirsiniz...
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nda, Bakan Danışmanı Mehmet Tekinaslan başkanlığında hazırlanan rapor, çok önemli bir belge niteliği taşıyor. Bakanlığın böyle bir çalışmaya girmesi ve Sosyal Güvenlik Reformu ile kayıtdışı istihdamla mücadeleyi birlikte götürme niyeti, herkesin desteklemesi gereken bir adım. Politikacıların artık işi savsaklamaktan vazgeçip, bu konuya samimi biçimde el atmak zorundalar.
Bu çalışmayı Gelir İdaresi’nin bağımsızlığı ile birlikte düşünmek, bu yolla kayıtdışı ekonomi ile mücadelenin artık politik etkilerden uzaklaştırılmasının üzerinde durma gereği de var. Bunlar bir bütün ve koordineli gitmesi gereken çalışmalar.
Çalışma Bakanlığı’nın raporunda kayıtdışı istihdamın çok nedeni bulunduğu, her şeyden önce kayıtdışı istihdamın nedenlerinin kayıtdışı ekonomi ile paralellik gösterdiği kaydedilerek, ‘Ülkemizde gelir dağılımı bozuk ve işsizlik oranı yüksektir. Köyden kente göç giderek artmaktadır. Bu ortamda iş bulamayan insanlar düşük ücretle ve sosyal güvenceden yoksun olarak kaçak çalışmaya razı olmaktadır. Kayıtdışı istihdamın en önemli nedenlerinden biri de gelirin adaletsiz dağılımı ve yoksulluktur’ deniliyor.
Yine aynı raporda ‘Türkiye’de çok sık çıkarılan ve af niteliğinde olan hizmet borçlanma yasalarının da sisteme zarar veren bir uygulama’ olduğunun altı çiziliyor. Kayıtdışı ekonominin büyümesinde de, çıkarılan vergi, kredi ve sicil aflarının büyük katkısı var...
Kısacası; Türkiye’nin işi, daha çok uzun. AB olsun olmasın, IMF’yle gidelim gitmeyelim, eğer rekabete dayalı bir piyasa ekonomisi kurulacaksa, bu ‘yapısal tedbir’ler hayati öneme sahip.
Yazının Devamını Oku 
19 Ağustos 2004
<B>DÜNYA</B> Ticaret Örgütü'nün (DTÖ) aldığı son kararlar, tarım politikalarının kamuoyu gündemine gelip, tartışılmasına zemin hazırladı. Açıkcası; uzun yıllardır bilimsel çalışmalar ve kadro açısından umudumuzu yitirdiğimiz Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nda yeniden bu kaygıların öne çıktığına, biz de DTÖ kararlarını soruştururken şahit olduk.
Daha önce Bakanlıkta Müsteşar Yardımcılığı yapan Haşim Öğüt, emekli olup FAO gibi uluslar arası tarım kuruluşlarına danışmanlık yaparken, Tarım ve Köyişleri Bakanı Sami Güçlü, Öğüt’ü yeniden göreve çağırmış ve emekli olduğu göreve yeniden atayıp, tarım politikalarının belirlenmesi, DTÖ ve AB ile uyumun koordinasyon görevini vermiş. Yani, akademik kökenli Bakan Güçlü’nün açık görüşlülüğü ve işe bilimsel yaklaşma kaygısı, Bakanlıkta yeniden teknisyen yönü ağır basan, yeterli kadroların göreve gelmesini sağlamış.
Yurt dışı görevleri nedeniyle AB ve ABD’deki tarım politikalarına da hakim olan Öğüt’ün çabalarıyla, tarım alanında uzman akademisyenlerden oluşan bir ‘Tarımsal Yeniden Yapılandırma Kurulu’ oluşturulmuş ve bu Kurul halen de düzenli olarak çalışıyor.
Uzun sohbet imkanı bulduğumuz Öğüt, DTÖ kararlarının Türkiye’yi de etkileyeceğini ancak sanıldığı kadar büyük etki beklemediğini, hem olumlu hem olumsuz yönleri olacağını, artık DTÖ’nün karar alma sürecine aktif katılma niyetinde olduklarını söylüyor. Ürün bazında tek tek destekleri gözden geçirmeye başladıklarını kaydeden Öğüt, diğer ilgili birimlerle koordineli çalışarak, yakında müzakere stratejisi belirleyeceklerini belirtiyor.
Tarımda Türkiye’nin en büyük sorunlarından biri tarım yapılan arazilerin ölçeği. Öğüt, tarım arazilerinin toplulaştırılması üzerinde de çalışmalara başlamış. Bizce de, tarımdaki sıkıntıları kökten çözmek, artık tarımda da kendini dayatan küreselleşme gerçeğine uyum sağlamak için, ölçek sorununa çözüm olacak bu çalışma büyük önem taşıyor. Umarız sonuç alınabilir...
TARIM NÜFUSU YÜZDE 10’A İNMELİ
Türkiye’de yanlış bilinenlerden birinin ‘Köylülükle tarım işletmeciliğinin birbirine karıştırılması’ olduğunu kaydeden Öğüt, bu durumu şöyle açıklıyor:
‘ABD’de metro, non metro diye nitelendirme var. Metro kentsel alanları gösteriyor. Non Metro da onun dışındaki alanları gösteriyor. Non Metro’da yaşayan insanların oranı yüzde 40. Ancak, toplam gelirlerinin yüzde 10’unu tarımdan elde ediyorlar. AB’ye baktığınızda, yine insanlar kırsal alanda yaşıyor ama hizmet ve sanayi sektöründe istihdam ediliyor. Bunlar tarım nüfusu içinde yer almıyor. Türkiye’de de bu ayrımı çok iyi yapmamız gerekir.’
Türkiye’de de kırsal alandakilerin burada yaşamaya devam etmeleri ama tarımdaki nüfusun yüzde 32’den yüzde 10’a çekilmesi gerektiğini kaydeden Öğüt, ‘O zaman tarımda işletme genişleyecek, teknoloji kullanımı, dolayısıyla verim artacak’ diyor.
Öğüt, önümüzdeki dönem stratejilerini bu gerçeğin üzerine kurduklarını belirterek, kırsal kesimde tarım dışı gelir imkanlarının sağlanmasının en önemli hedeflerinden biri olduğunun altını çiziyor. Öğüt, şu özeti yapıyor:
‘Tarımda iki hedefimiz var: Birincisi verimliliği artırmak, ikincisi maliyetleri düşürmek.’
‘Çiftçiye doğrudan ve dolaylı desteklerden vazgeçmenin pek kolay olmadığını’ kaydeden Öğüt, OECD tanımıyla tarıma verilen desteklerin tarımsal üretim değerine oranının kriz nedeniyle 2001’de yüzde 5’e kadar düştüğünü, bu oranın 2002’de yüzde 20, 2003’te ise 26’ya çıktığını söylüyor. 2003 itibariyle toplam tarımsal üretim değerimiz ise 51 katrilyon lira.
Global düzeyde yürütülen mücadelelerin dayanağının bu destekler olduğunu kaydeden Öğüt, ‘Çünkü tarım ürünleri gıda güvenliği açısından büyük önem taşıyor’ diyor.
Doğrudan gelir desteğinin artık tarım desteklemesinde en büyük payı aldığını hatırlatan Öğüt, bu sistemin de daha verimli hale getirilmesi gerektiğini, örneğin meyve sebze alanlarına farklı desteklerin gündeme gelmesi gerektiğini, bunun üzerinde de çalıştıklarını söylüyor.
DTÖ kararları nedeniyle gündeme gelen tarım politikalarında ‘geciken yeniden yapılanma’ya başlandığını görüyoruz. Tarım politikaları gündemde kalmaya devam etmeli.
Yazının Devamını Oku 
17 Ağustos 2004
<B>TOBB </B>Başkanı <B>Rifat Hisarcıklıoğlu </B>ile ekonomik büyümeye rağmen bir türlü başarı sağlanamayan işsizlikle mücadeleyi ve neler yapılması gerektiğini konuştuk. Ekonomideki büyümenin önemli ölçüde verimlilik artışından kaynaklandığı, dolayısıyla istihdama yansımadığını kaydeden Hisarcıklıoğlu, verimlilik artışının doğru ve gerekli olduğunu kaydederek, ‘Ancak aynı zamanda istihdam dostu bir büyümeye de ihtiyacımız var’ dedi.
İstihdam dostu büyümenin ise, işgücü maliyetlerini düşürmekle sağlanabileceğini, oysa Türkiye’nin istihdam vergiler açısından çok ağır yüklere sahip olduğunu kaydeden Hisarcıklıoğlu, ‘Bu, istihdamı teşvik etmek midir?, cezalandırmak mıdır?’ diye soruyor.
‘İşsizliği kamu kurumlarını istihdam deposu haline getirerek çözemeyeceğimiz gibi, yoksulluğu da asgari ücreti artırmak suretiyle çözemeyiz’ diyen Hisarcıklıoğlu, şunları söyledi:‘Biz, global rekabet ortamında, işletmelerimizin ayakta kalabilmeleri için, daha verimli, daha rekabetçi çalışsın istiyoruz. Bugün, ekonomik gerekçeleri olmadan işe alınan her bir kişinin yarın 2-3 kişinin işlerini kaybetmesi demek olacağını unutmayalım. İstihdam ancak ilave bir katma değer üretimine sebep oluyorsa kalıcı olur. Reel sektörde, ekonomik gerçeklere dayanmayan istihdamın sonu, reel sektör krizidir.Zaten bu şekilde kalıcı istihdam sağlanamaz, bunun adı olsa olsa sosyal yardım olur.’
TOBB’un hesaplarına göre mevcut istihdam yüklerine göre, sadece asgari ücretle işe alınacak, 1 milyon kişinin, işverene maliyeti, yılda 6.5 katrilyon lira. Bu paranın, sadece 3.8 katrilyonu, işçinin eline geçerken, 2.7 katrilyonu, çeşitli isimler altında, devlete ödeniyor. TOBB daha düne kadar, sanal asgari ücret uygulaması yüzünden bir de dünya rekoruna sahip olduğumuz görüşünde. Hisarcıklıoğlu, bu uygulamanın yanlışlığını, ve istihdama olumsuz etkisini devamlı vurgulayıp, çözüm önerilerinde bulunduklarını kaydederek, ‘Hükümetimizin de, 1 Temmuz 2004 itibariyle, bu yanlışlığı düzeltmesinden dolayı, büyük bir memnuniyet duyuyoruz’ dedi. Hisarcıklıoğlu, istihdamı teşvik konusunda geçen sene hükümetle bir mutabakata daha vardıklarını buna göre, ilave istihdamda, muhtasar verginin yüzde 90’ı, SSK priminin yüzde 20’si, en az 1 yıl süre ile alınmayacağını söyledi. IMF ile yaptıkları görüşmelerde de, bu konuda bir itirazları olmadığını gördüklerini kaydeden Hisarcıklıoğlu, ‘Bu şekilde altyapısını oluşturduktan sonra, sayın Başbakanımızın önerisinin hayata geçirilmesi mümkün olacaktır’ diyerek beknetsini dile getirdi.
Komünist Çin bile, kucağını yabancı sermayeye açmışken, Türkiye’nin ‘yabancı sermaye gelmesin, yerli sermayede yatırım yapmasın, hatta ülke dışına kaçsın diye elinden geleni yaptığını’ kaydeden Hisarcıklıoğlu, ‘Tüm dünya verimlilik artışı peşinde koşarken, biz yıllardır sadece devalüasyonla, ihracatı artırmanın peşinde koştuk. Bunun ekonomide fakirleşme anlamına geldiğini görmedik. Yıllardır, korumacılığı, içine kapanmayı, devlet desteğini, bütçe açıklarını, borçlanmayı çözüm zannettik. Bir gün, dünyanın tepemize yıkılacağını, hiç düşünmedik, ve sonunda dünya tepemize yıkıldı.’ dedi.
Yüksek nüfus artış hızı sebebiyle, her yıl en az 700 bin kişi istihdam piyasasına girdiğini kaydeden Hisarcıklıoğlu, ‘Dolayısıyla sadece 1 yıla mahsus bir uygulama çözüm getirmeyecektir’dedi.
Hisarcıklıoğlu, genel ekonomik gidişatta olduğu gibi, istihdamın artırılması için de mevcut ekonomik programın ısrarla devam ettirilmesi gerektiği düşüncesinde. Hisarcıklıoğlu, ‘Eğer ekonomideki yapısal reformlar tamamlanır, kurumların ve kuralların hakim olduğu, eşit şartlarda rekabet ortamı tesis edilirse, hiç kimsenin şüphesi olmasın ki, istihdam sağlayan, istikrarlı ve yüksek bir büyüme hızını, bu ülke yakalayacaktır.’ dedi.
Hisarcıklıoğlu, ‘Türk insanının rekabetçi piyasa ekonomisi altında başarılı olmak için gereken yaratıcılığa sahip olduğu ve bunu kanıtladığı’ görüşünde.
Yani istihdamı artırmak için de kolay ve ucuz bir yol yok. Çözüm yine kalıcı istikrar için programın devamından geçiyor. Bunları TOBB Başkanından duymak ise sevindirici...
Yazının Devamını Oku 
16 Ağustos 2004
<B>TÜRKİYE </B>Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Başkanı <B>Rıfat Hisarcıklıoğlu</B>, cari açığın hızla büyümesi ve <B>‘cari açığın kısa vadeli sermaye girişleriyle finanse edilmesinin, halen ekonomideki en büyük risk unsuru’ </B>olduğunu belirtti. TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu ile ekonomi gündeminin ilk sırasına gelip oturan ‘cari işlemler açığı’, bu konuda alınabilecek önlemler ve bu kapsamda ekonomiye bakışını konuştuk.
3.2 milyar dolarlık kaynağı belirsiz döviz girişi çıkartıldığında, ilk altı aydaki 10 milyar dolarlık cari işlemler açığının finansmanı için 6.7 milyar dolara ihtiyaç duyulduğunu, buna karşılık 3 milyar doları portföy yatırımları, 6.1 milyar doları borçlanma, 500 milyon doları ise diğer kalemlerden kaynaklanan 9.6 milyar dolar giriş olduğunu hatırlatan Hisarcıklıoğlu, sermaye hareketlerindeki bu güçlü seyir ve kaynağı belirsiz döviz girişi nedeniyle Türkiye’nin bu dönemde, hem cari işlemler açığını sorunsuz finanse edebildiğini, hem IMF’ye net 1.8 milyar dolarlık ödeme yaptığını, hem de döviz rezervlerini koruyabildiğini kaydetti.
‘Günümüz dünyasında cari açığa karşı uygulanabilecek ekonomi politikalarının çok fazla olmadığını’kaydeden Hisarcıklıoğlu, Gümrük Birliği ve Dünya Ticaret Örgütü kararları dolayısıyla ithalatın kısıtlanması veya ihracatın doğrudan teşvikinin kolay olmadığını hatırlattı. Hisarcıklıoğlu, bu konuda bir önlem olarak ortaya atılan ‘Milli paranın değerinin düşürülmesi’nin ise kısa vadede bir avantaj kazandırsa bile uzun vadede ülkenin rekabet gücünü düşürdüğü ve mali yapısını kötüleştirdiği için devamlı uygulanabilir bir seçenek olmadığının altını çizdi.
Ülkemizde cari açığın oluşmasında en büyük etkenin ‘ekonominin büyümesi’ olduğunu belirten Hisarcıklıoğlu, ‘Sürdürülebilir olması kaydıyla, ekonomik büyümenin olumlu bir gelişme olduğunu’ nun da altını çizdi. Zaten sorunun da burada ortaya çıktığını kaydeden TOBB Başkanı şunları söyledi:
‘Uzun vadeli bakıldığında, finanse edilebildiği sürece cari açığın sorun yaratmadan sürebildiği görülmektedir. Artan ticari ve mali entegrasyonun sağladığı doğrudan yabancı yatırımlar da en sağlıklı finansman şekli olarak ortaya çıkmaktadır. İşte ülkemiz açısından AB sürecinin anlamı anlamı ve önemi de bu noktada belirginleşmektedir’
STAND-BY’ IN ÖNEMİ
Hisarcıklıoğlu’nun bu söylediklerine karşılık, artan açıklar nedeniyle bir şeyler yapma ihtiyacı da var. Hisarcıklıoğlu, bu konudaki sorumuza ‘Kısa vadede belirleyici olan ekonomi yönetiminin politika tutarlılığıdır’ şeklinde yanıtlayıp, bu kapsamda IMF’le yeni stand-by anlaşmasının önemini de vurguladı.
Bu çerçevede, uzun vadeli taahhütleri içeren üç yıllık yeni ekonomi programına paralel olarak IMF ile yeni bir stand-by’a gidilmesinin önem kazandığını kaydeden Hisarcıklıoğlu, ‘Yapısal reformların tamamlanmasıyla daha sağlam temelleri olan bir ekonomik yapının kurulması ve içerideki dengenin sağlamlaşması mümkün olacaktır. Mali disiplinin tavizsiz sürdürülmesi ve yüksek bir faiz dışı bütçe fazlasının verilmesi de bu politikanın ayrılmaz bir parçasıdır’şeklinde konuştu.
Cari açık rakamının boyutu kadar ve hatta bundan daha da önemlisinin ‘bu açığın ne şekilde finanse edildiği’ olduğunu tekrarlayan Hisarcıklıoğlu, ‘Bunun en sağlıklı yolunun doğrudan yabancı sermaye ‘olarak ortaya çıktığını kaydetti. Bir karşılaştırma yapıldığı takdirde, Macaristan ve Çek Cumhuriyeti gibi gelişmekte olan ülkelerin, bizden daha yüksek oranda cari açık vermekte olduğunu hatırlatan Hisarcıklıoğlu, ‘Portekiz’in cari açığı son 10 yılda 10 kat artmış durumda. Peki bu ülkelerde bir döviz krizi mi olmuştur? Hayır. Çünkü bu ülkeler her yıl milyarlarca dolar, doğrudan yabancı sermaye yatırımı alıyor’ dedi.
Buna karşılık cari açığın Türkiye’de sorun olması konusunda ise şunları söyledi:
‘Bize ise yapısal reformlarımızı tamamlayamadığımız, hala yerli- yabancı fark etmez, yatırımın önüne engeller çıkarmaya devam ettiğimiz için devamlı olarak cari açıktan kaynaklanan çalkantılara ve sıcak paranın olumsuz etkilerine maruz kalıyoruz.’
Bürokratik taassubun kırılması için siyasi irade
ÖZEL sektör olarak kendilerinin yatırım ortamının iyileştirilmesi kapsamındaki çalışmalara büyük önem verdiklerini hatırlatan TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu, ‘Ancak 2 yılı aşkın bir süre geçmiş olmasına rağmen, doğrudan yabancı yatırımlar kanunuyla şirket kuruluşlarını kolaylaştıran yasa dışında, önemli başka gelişmelerin olmaması da çalışmaların yetersizliğinin işaretidir’ dedi.
Hisarcıklıoğlu, yatırım önündeki engellerin kaldırılması konusunda yapılan çalışmalardan ise memnun değil. Şunları söyledi:
‘Nüfuzunu kaybetmek istemeyen kamu kurumları, reformları engellemek pahasına, ellerindeki görev ve yetki alanlarını koruma mücadelesi vermektedirler. 15 Mart 2004 tarihinde toplanan yatırım danışma konseyinde belirtildiği üzere, bu mesele artık Başbakan’ın bir taahhüdü haline dönüşmüştür. Tüm Bakanlarımız ve Bürokratlarımız bu taahhüdü doğru anlamalı ve bürokratik çalışmalar hızlandırılmalıdır.
Bu bürokratik taassubun kırılması için hükümet siyasi iradesini güçlü bir şekilde ortaya koymalıdır. Üzerinde uzlaşılan kanunlar bir an önce yasalaşmalı, büyük önem verdiğimiz sanayi envanter sistemi kurulmalı, buna bağlı yatırım haritaları çıkarılmalı, küresel rekabete ve ihtisaslaşmaya öncelik veren yeni bir yatırım teşvik sistemi hazırlanmalıdır.’
Tüketici kredileri-risk yönetimi ilişkisi
HÜKÜMET, cari açık için bir önlem aldığını göstermek için KKDF oranlarını artırıyor. Bunun her şeyden önce geç kalmış bir önlem olduğunu söylememiz gerekir. Yani tüketici kredilerindeki KKDF kesintisinin yüzde 10’den 15’e çıkması, bu kredilerin kullanımı üzerinde önemli etki yapmaz. Bunun bir ‘sinyal’ olduğunu düşünebiliriz ama sinyal geç geldiği için yine etkisinin azaldığını düşünüyoruz.
Daha önce, önlem denilince ilk akla gelenin KKDF artırımı olduğunu, bunun ya da bu tür palyatif tedbirlerin cari açık konusunda kalıcı bir tedbir olamayacağını söylemiştik. Hala, genel ekonomik politikalar çerçevesinde konunun tartışılıp, bir daha bu tür tartışmalara izin vermeyecek genel tedbirlerin gündeme getirilmesi gerektiğini düşünüyoruz.
Sadece mevcut gidişat için değil, genel olarak çizilecek politikalar içerisinde örneğin ‘Tüketici kredileri ile risk yönetimi ilişkisinin kurulması’ yeralabilir.
Görüştüğümüz bir bankacı, her şeyden önce şu anda tüketici kredilerinin kullanımının çok cazip olduğunu belirterek, bu cazibenin ‘krediyi kullanan faizler düşse de, artsa da karlı’ olmasından kaynaklandığını söyledi. Kredi kullanan kişinin faizler artışa geçse karlı olduğunu, faizlerin düşmesi halinde ise o krediyi kapatıp düşük faizli yeni kredi kullanma imkanı bulunduğunu kaydeden bankacı, ‘tabi ki herkes kredi kullanır’ dedi. Bu sakıncayı gidermek için bankalara ‘değişken faizli tüketici kredisi’ne geçme imkanı getirilmesini savunduklarını ama resmi otoritenin buna sıcak bakmadığını kaydeden aynı bankacı,‘yani banka olarak tüm risk üzerimizde ve artan maliyetleri yansıtamıyoruz’ dedi. Bu şartların bankalar açısından cazip olmadığını ancak buna rağmen tüketici kredisi kullandırdıklarını hatırlatan bankacı, ‘Uygun olmayan şartlara rağmen başka plasmanlar yerine tüketici kredilerine plasman yapılıyorsa, bu KKDF artırımına rağmen devam edecektir’ dedi.
Tüketici kredilerinin ve kredi kartı kullanımının ‘risk yönetimi’ ile ilişkisi bulunmadığı, başka kredilerde gereken şartların burada aranmadığını kaydeden aynı bankacı, ‘yani kredi kullananın gelirine bağlı olmadan, kredi ile finanse edilen malın belli bir oranı ile sınırlanmadan kredi kullanımı yapılıyor’ dedi. Tüketici kredileri ile risk yönetimi ilişkisinin kurulabileceğini kaydeden aynı bankacı,‘getirilecek şartlarla kredi kullananın geliri daha yakından incelenip, ona göre kısıtlama getirilebilir, ya da malın degerine kıyasla bir finansman oranı konulabilir. Bütün bunlar genel olarak gözden geçirilmeli. Bu resmi otoritenin görevi’ şeklinde konuştu.
Yazının Devamını Oku 
14 Ağustos 2004
<B>GEÇTİĞİMİZ </B>Nisan ayında cari işlemler açığı ile ilgili ilk tehlike sinyali gelmişti. Ve ardından ikinci sinyal geldi... İlkinde Hükümet ve ekonomi yönetimi işi geçiştirmeye çalışmıştı. Şimdi daha ciddi tartışılmaya başlandı ama henüz önlem gözükmüyor. Ekonomi yönetimi ve bankacılar, artan cari işlemler açığının farkındalar ama bir yandan da ‘yine de küçümseme eğilimi’ seziliyor. Çünkü mevcut gidişat herkesin işine geliyor. Politikacılar yüksek büyümeden, bankacılar artan karlardan memnunlar.
Ekonomi yönetimi yüksek açığı tartışmaya başladı ama kısa sürede somut bir önlem alınması, pek beklenmiyor. Böyle giderse Eylül-Ekim gibi cari işlemler açığında üçüncü sinyal de gelecek ama umarız o zaman iş işten geçmiş olmaz.
Cari işlemler açığını frenlemek için konuşulan en somut önlem, her zaman olduğu gibi, tüketici kredilerinden alınan Kaynak Kullanım Destekleme Fonu (KKDF) kesintisinin artırılması. Ancak bankacılar KKDF artırımına, ‘Sadece aracılık maliyetlerini artıracağı’ için karşı çıkıyorlar. Aslında, gerçekten de sadece KKDF artırımı ile ilgili yetinilirse sadece aracılık maliyetleri yükseltilmiş, sonuçta eğer genel politikalar değişmemişse, tüketime fren hedefi de pek tutmamış olur. KKDF artırımının tek etkisi, ‘psikolojik olarak tüketimi kısma ‘ sinyali vermesidir ama uzun süreli etkisi hep şüphelidir. Yani insanlar para harcamayı istiyorlarsa, ya tasarruflarını harcarlar ya da kredi alarak harcarlar. Olmadı, geçmişte olduğu gibi kredili satışlar yerine taksitli satışlar başlar, tüketim yine devam eder.
KKDF artırımı gibi geçici tedbirlerle, talep genişlemesi ve yarattığı sakıncalar giderilemez.
Kısacası; 5 milyar dolarlık cari açık hedefine rağmen 10 milyar dolarlık cari açık rakamı ortaya çıktıysa, bu açığın daha da büyüyeceği ortadaysa, demek ki iş, sadece KKDF artırımıyla geçiştirilemeyecek kadar ciddi. Dolayısıyla cari açık problemini daha ciddi olarak ele alıp, genel politikalarla birlikte düşünmek gerek.
Bizce 3 yıllık ekonomik program çalışması bu açıdan da kritik bir öneme sahip. Teorik olarak bakıldığında tasarruf açığının kapatılması, bunun için de faizlerin artırılması gerekiyor. Ama Merkez Bankası’nın faizleri indirmemesinin bile büyük eleştiri aldığı bu ortamda faiz artırımı kimsenin aklına getirmediği bir ihtimal. Merkez Bankası enflasyonla mücadele kapsamında hareket ediyor ama politikacılar büyümeden vazgeçmiyor, Hazineciler de faizlerin artmasını istemiyor. Halbuki daha önce örneğin Hazine’nin borçlanıp Merkez Bankası’na olan borçlarını ödemesi önerisi de gündeme geldi ama faizler nedeniyle Hazine buna yanaşmadı.
ORTAK POLİTİKA YOK
Yani; herkes kendi tarafından bakıyor ve ortak bir politika saptanamıyor. Çözüm öncelikler belirlenmeli..Büyüyeceksek ona göre, enflasyonu indireceksek ona göre, cari açığı azaltacaksak ona göre yani hangisi önceliğimiz ise ona göre genel politikalar saptanmak zorunda. Hepsini birden amaçlayıp, buna göre politika yürütmenin başarılı olamayacağı açık.
Eğer genel olarak bir politika belirlenmemiş, herkesin uygulayacağı politikalar buna göre dizayn edilmemişse, elbette tüm kurumlar mevcut ekonomik uygulamalara kendi açılarından yaklaşıp, kendi başarı kıstaslarına göre hareket edecekler.
Bu nedenle üç yıllık programı da fırsat bilip, uygulanacak genel politikaları belirlemeye öncelik verilmeli. ‘Her şeyin bir arada başarılabileceği politikalar’ yanılgısından kurtulup, saptanacak amaçlar doğrultusunda özel politikalar dizayn edilmeli. IMF’le stand-by görüşmelerine başlamadan önce bu iş başarılabilirse, işte o zaman ‘kendi programımızı hazırladık’ diyebiliriz.
Kısacası; 10 milyar dolarlık cari işlemler açığı, buna karşılık 17 milyar dolarlık döviz girişi varsa, ‘Türkiye’nin bu dengeyi uzun süre götüremeyeceği’ni görmek gerekiyor. Nisan’da ilk sinyalde olduğu gibi işi geçiştirip, yine bir şey yapılmazsa, bundan sonra gelecek sinyallerde çözüm bulmak iyice güçleşmiş olabilir.
Yani sorun ‘KKDF artırıp işi çözelim’ denecek kadar hafife alınacak kadar küçük değil. Öncelikler belirlenip, saptanacak genel politikalar çerçevesinde cari açığa da çözüm aranmalı.
Yazının Devamını Oku 