26 Mayıs 2005
<B>DEVLET </B>Bakanı <B>Ali Babacan</B>’ın AB Başmüzakerecisi olarak saptanması, kamuoyunda genellikle olumlu karşılandı. Özellikle Dışişleri bürokrasisinin, içlerinden birinin atanmasına daha sıcak baktığını biliyoruz, o nedenle tam olarak içine sindirememeleri çok doğal. Ancak ekonomi bürokrasisinin genellikle bu atamadan memnun olduğunu söyleyebiliriz.
Siyasi kulislerde Babacan’ın bu göreve atanması, daha çok ‘Abdullah Gül’ün başarısı’ olarak değerlendiriliyor. AKP’ye yakın çevrelerde, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın bu atamaya önce direndiği, kendi danışmanlarından birini atamak için uğraştığı ancak daha sonra Babacan’ı kabul etmek durumunda kaldığı söyleniyor. Buradan yola çıkarak da ‘Tayyip Erdoğan, planladığı kabine değişikliğini yapamadığı gibi, başmüzakerecilik için istediği isimleri de atayamadı, bu otoritesini zayıflatan bir atama oldu’ yorumları yapılmaya başladı. Buna karşılık Erdoğan’ın Babacan’ı atamakla, ‘önümüzdeki döneme ilişkin olarak Babacan’ın, dolayısıyla da Abdullah Gül’ün yıpranmasının yolunu açtığı’ yorumlarını yapanlar da var.
İlk soru; Babacan’ın iki işi birarada götürecek olmasının sıkıntı yaratıp yaratmayacağına ilişkin. Bizce ikisi de ağır görev. Babacan, IMF’yle ilişkilerin seyri ve makro ekonomik istikrar konusunda şimdiye kadar olumlu bir görüntü verdi. Babacan’ın başmüzakereci olmasıyla birlikte ekonomi yönetiminde zaaf doğup doğmayacağı, biraz da Babacan’ın kendisinde topladığı tüm yetkileri bundan sonra dağıtmasına bağlı olacak. Hazine’de bir müsteşar gibi çalıştığını herkes biliyor, şimdi yeni göreviyle birlikte o kadar yoğun uğraşması mümkün olamayacak. Bu nedenle altına biraz yetki vermesi gerekecek. Tabi ki altındakilerin de artık yetki almaya niyetlerinin olması gerekiyor...
Babacan’ın ekonomi yönetimiyle ilgili görevini sürdürürken görülen en önemli eksikliği, üstlerine karşı, gereği kadar kararlı tutum takınmamasıydı. Daha önce Müsteşarların bile Başbakanlara, yardımcılarına gerektiğinde ‘bu olmazsa olmaz’ tavrı gösterdiğini biliyoruz ve bu tavırlar zaman zaman gerekir. Babacan’ın bu konuda biraz eksik kaldığını, ‘olması gerekenin kendisini değil orta yolu’ bulmaya çalıştığını, bazen ikna zaman aldığı için, ekonomide kırılganlıklar yaratıldığını da biliyoruz. Yani Babacan ekonomide ne yapmak gerektiğini biliyordu ama bunu her zaman kabul ettiremedi...
DIŞİŞLERİ BÜROKRASİSİ
Bizce yeni görevinde Babacan’ı en çok zorlayacak unsur, ‘Asıl müzakerelerin Brüksel’de değil içeride yapılacak’ olması. Yani AB ile pek müzakere yapılmayacak, Brüksel’de ufak tefek rötuşlar ve zamanlamalara karar verilecek, bu noktada temaslar yapılacak. Asıl iş, Brüksel’de kararlaştırılan önlemlerin gelip içeride kabul ettirilmesi.
Yani bir sürü dengenin içine girecek olan Babacan, bir anlamda içeride, menfaatlerin çatıştığı kurtlar sofrasına düşecek ve bu sofradan kararlar çıkarması gerekecek. Buradan kararları istediği gibi çıkaramazsa, Brüksel’de yapacağı temaslarda, ağırlığı tartışılmaya başlayacak.
Yani Bakanlar Kurulu’ndan gerekli kararları zamanında çıkartması gerekecek ki, bunun için siyasi olarak en büyük desteği, müzakere heyetinin başı konumundaki, Başbakan Yardımcısı Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’den görmesi beklenir. Ama bu siyasettir, ne zaman ne yapılacağı, kimin ne zaman kimin arkasında duracağı da, pek belli olmaz...
O nedenle Babacan’ın, zaman zaman kendisine hayli kızdığını bildiğimiz, Başbakan Tayyip Erdoğan ile birebir, çok yakın ilişkide olması şart. Sadece Gül’le yakın olmak Babacan’ın yeni görevinde başarılı olmasına yetmeyecektir. Bu olacak mı, göreceğiz...
Bu arada işaleminden göreceği destek de çok önemli. İlk tepkilerin olumlu olduğunu görüyoruz ama işalemi de ucu kendine dokunduğunda, alınacak önlemlere ne diyecek, hiç belli olmaz. Babacan hesaplarını hep alternatifli yapmak durumunda kalacak.
Dışişleri ve AB Genel Sekreterliğinin vereceği destek, tabi ki çok önemli. Babacan’ın ‘ABD hibesi’ konusunda Dışişleri bürokrasisinden yediği çelmeyi unuttuğunu sanmıyoruz ama...
Yazının Devamını Oku 
24 Mayıs 2005
<B>HAFTAYA </B>piyasalar için alternatiflerle başladık. <B>Almanya</B>’daki Sosyal Demokratlar’ın büyük yenilgisi ve erken seçim kararı, piyasaları şok ederken, arkasından Turkcell’in çoğunluk hisselerinin Sonera’ya satış işinin durduğunun açıklanması işin tuzu biberi oldu. Almanya seçimleri ve bu hafta sonu yapılacak Fransa’daki referandumdan hayır çıkma ihtimalinin hálá yüksek olması, piyasalarda birdenbire, ‘AB yolunda risklerin arttığı’ biçiminde algılanmaya başladı. Ve piyasalar bu risklere tepkilerini hemen verdiler... Almanya’nın Kuzey Ren Vestfalya Eyaleti’nde, yani Başbakan Schröder’in evinde yapılan seçimlmlerde, Sosyal Demokratlar’ın 39 yıllık iktidarının sona ermesi, Hıristiyan Demokratlar’ın yüzde 45 oranında oy alarak birinci parti haline gelmesi, Almanya’yı şoke ettiği gibi Türkiye’yi de derinden etkiledi. Çünkü Hıristiyan Demokratlar Türkiye’nin AB üyeliğine açıkça karşı çıkıyorlar. Sosyal Demokrat Parti’nin bu gelişme üzerine gelecek yıl yapılacak seçimleri öne alacağını, bu yıl sonbaharda seçim kararı verileceğini açıklaması, Türkiye’nin tedirginliğini iyice artırdı. Şimdi piyasalarda en korkulan senaryo, Almanya’daki seçimlerin Türkiye’nin üyelik müzakerelerine başlaması beklenen 3 Ekim tarihinden önce yapılma kararının alınması. O zaman Türkiye’nin AB üyeliğinin iyice zorlaşacağından korkuluyor. Buna karşılık 3 Ekim’den önce seçim yapılsa bile yeni hükümetin kurulmasının uzayacağı, yani 3 Ekim’deki bakanlar toplantısına Sosyal Demokratlar’ın hükümetinde gidileceği yolunda beklentileri dillendirenler yani korkulmaması gerektiğini söyleyenler, hayli çoğunlukta. Buna karşılık Fransa ve Hollanda’da yapılacak AB’nin genişleme sürecine ilişkin referandumlardan ‘hayır’ çıkma ihtimali hayli yüksek. Fransa’da hayır oylarının son yoklamalarda yüzde 53, Hollanda’da ise yüzde 60 olduğu belirtiliyor. Yani bu iki ülkeden hayır oyu çıkmasına bir de Almanya’da Hıristiyan Demokratlar’ın iktidar olması eklenince piyasalar ister istemez tedirgin oluyor.
Piyasaların tedirgin olduğu şey; Türkiye’nin dışarıdan gelen bu etkiler nedeniyle, AB perspektifini yitirmesi. İçerde AB karşıtlığının güçlenmesinin yanı sıra, dışardan da referandum tam o anlama gelmese de ‘Türkiye’yi istemiyoruz’ şeklinde algılanacak. Bu mesajların artmasının ekonomiyi de derinden etkilemesinden korkuluyor. Piyasalar doğrudan yabancı sermaye girişi başta olmak üzere ekonomideki iyileşmenin tersine dönmesinden, buna ABD’den gelecek kötü haberler eklendiğinde, kısa vadeli sermaye hareketlerinin de geri dönüşünün başlamasından ister istemez tedirgin oluyorlar.
TURKCELL İZLENİYOR
Türkiye’nin, artık IMF’nin de ‘kayda girsin’ diye itiraf ettiği gibi, yüksek cari açıklarını ekonomideki iyileşme olmadan pek sürdüremeyeceği ortada. Yani cari açığın finansmanı için dışarıdan gelen paranın kesilmesi, içerdeki dengeleri değiştirebilir.
Bu nedenle dışardan yabancı sermaye girişi kritik önem taşıyor. Turkcell’in çoğunluk hisselerinin Sonera’ya satışından Türkiye’ye girecek para 3,8 milyar dolar olarak hesaplanıyordu. Ancak dün Çukurova Grubu bir açıklama yaparak, 23 Mayıs’ta Sonera ile görüşme süresinin dolduğunu belirtti ve ‘kontrol değişikliği sonucu doğurmayacak’ ihtimaller üzerinde çalışmalara başlayacağını açıkladı. Bu da piyasaları tedirgin etti. Ama Çukurova TMSF’ye borcunu düzenli öderse bu risk ortadan kalkar.
Evvelden beri Ruslar’ın Sonera’nın teklifinden daha iyi bir teklifle geldiği konuşuluyordu. Ancak Çukurova ‘kontrol değişikliği sonucu doğurmayacak’ nasıl bir talep aldı bilemiyoruz. İşin içine Ruslar’ın yanı sıra başka kaygılar girdi mi, yani ulusal bir şirket olmayı devam ettirmesi yönünde bir telkin ve plan mı girdi, şimdilik bilemiyoruz ama bir şeyler döndüğü de kesin. Bakalım bu işin sonu nereye varacak.
Kısacası; piyasalarda risk unsurları artmaya başladı. Ve bu yaz ayları sıcak geçeceğe benziyor. Umarız bu risklere, af gibi, tarıma sübvansiyonlar gibi, hükümetin genel çizgide yapacağı sapmalar da eklenmez. Bir de yeniden popülizme kayarsak işimiz hayli zor olur.
Yazının Devamını Oku 
23 Mayıs 2005
<B>AKP </B>Hükümetinin en önemli özelliklerinden biri, Hükümet içerisinde, parti içerisinde ne olursa olsun, hangi görüş ayrılıklarına düşülürse düşülsün, bunların kamuoyu gündemine gelmemesiydi. Aslında başından beri derin görüş ayrılıkları vardı ama bu ayrılıklar kesinlikle dışarıya yansımıyordu. Yani klasik deyimle ‘kol kırılıp yen içinde kalıyor’du.
Ancak bir süredir, ‘mızrak çuvala sığmamaya’ başladı. Yani Hükümet ve parti içindeki tartışmalar dışarı yansımaya başladı. Şu kadarını rahatlıkla söyleyebiliriz ki; çok derin görüş ayrılıkları hatta uygulama farklılıkları var ve son dönemde bunlardan bazıları kamuoyu gündemine gelmeye başladı. Ancak ayrılıkların çok daha derin olduğu da kesin...
Artık bakanlar birbirlerine, gazeteciler önünde, televizyon kameraları önünde, üstü kapalı bile denemeyecek biçimde, mesaj gönderip, sitemlerini iletebiliyorlar.
Kişisel sohbetlerde ise karşılıklı suçlamaların haddi hesabı yok...
Geçtiğimiz hafta yaşanan IMF tartışması bunun en iyi örneklerinden biriydi. Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’a gazeteciler, SSK ve Bağ-kur affını sordular ve son niyet mektubuna göre bunun IMF taahhütlerine ters olduğunu hatırlattılar. Unakıtan’ın verdiği yanıt ibretlik bir yanıttı:
‘Onu IMF düşünsün’. Ardından da ‘IMF’e verilen niyet mektubunu imzalayan bakan olarak Ali Babacan’a sorun, bakalım ne diyecek’ deyip, sonra durumu düzeltmeye çalıştı ve bu aftan Babacan ve Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener’in bilgisi olduğunu söyledi.
Ama biz biliyoruz ki; Devlet Bakanı Ali Babacan bu tür aflara kesinlikle karşı ve IMF taahhütlerine aykırı bu uygulamalar, gelip sonunda Babacan’ın başını ağrıtıyor...
Aynı tür tartışmalardan biri de bir önceki hafta, yabancıların bankacılık sektöründeki payının ne olması gerektiği konusunda yaşandı. Abdüllatif Şener yabancı payının yüzde 20 ile sınırlandırılmasını isterken, Babacan bu tür sınırların konulamayacağını söyledi.
Bunlar son dönemde kamuoyuna yansıyan tartışmalar. Bunun çok daha ağırlarının perde arkasında yaşandığını, alınması gereken bazı kararların bu görüş ayrılıkları nedeniyle uzadığını hatta alınamadığını da biliyoruz.
İSTANBULLU BAKANLAR
Kabine içinde şaibe iddiaları da bir süredir yoğun olarak konuşuluyor. Bazı bakanların oğullarına, yeğenlerine, hemşehrilerine verdikleri, bakanlıklarını kullanarak, başka alanlardan alınan işler, diğer bakanların ve bürokratların dilinde..
Maliye Bakanı, Ulaştırma Bakanı, Enerji Bakanı, ‘Başbakana yakın bakanlar’ olarak biliniyor ve uygulamacı bakanlar olması, dikkatlerin bu bakanlıkların verdiği işlere, verdikleri kararlara çevrilmesine neden oluyor. Buna karşılık Babacan daha çok Abdullah Gül’e yakınlığı ile tanınıyor ve bu nedenle Başbakan ve yakın bakanlarıyla çatıştığı söylentileri yoğun.
Bu arada kabine içinde özellikle belediyeden gelen bakanlar için ‘İstanbullular’ deyimi kullanılıyor ve bunların iş çevreleriyle girdikleri ilişkiler, çok dikkat çekiyor...
Bu bakanların her tür iş kesimleriyle yakın ilişkiler içine girdikleri, pratik davrandıkları, kendilerini ‘sorun çözen’ olarak gösterdikleri biliniyor. Bu nedenle bazı iş çevrelerinde özellikle İstanbullu bazı bakanlar, ‘iş bitirici’ olarak görülüp, biraz sempatik bakılıyor.
Buna karşılık Babacan’in daha çok ekonomik istikrar yönünde davrandığı, ilkesel kararlardan yana olduğunu da söylemeliyiz. Şener’in ise her iki tarafa da karışmayan bir tutum içinde, daha ‘devlet adamı’ kimliğini öne çıkararak, dengeli gitmeye çalıştığını gözlüyoruz...
Bütün bu tartışmaların odağında ise Başbakan ile Yardımcısının görüş ayrılıklarının artık iyice belirginleşmesinin yattığı, bir bloklaşma yaşandığı görülüyor. Bu ayrılık doğal olarak parti yönetimine de, gruba da, yani milletvekillerine de yansıyor. İki yetkilinin uzun süredir bir arada görünmemeleri dikkat çekerken, son ABD gezisinde olduğu gibi, bu durum uluslar arası ilişkilerde yabancıların işine geliyor. Ulusal çıkarları zedeler bir görünüm veriyor.
Son dönemde, yerli-yabancı muhatapların hemen hepsi ‘Tek parti değil koalisyon hükümeti görünümü var’ noktasında birleşiyor. Çelişkiler, giderek ‘uzlaşmaz’ bir noktayı gösteriyor.
Yazının Devamını Oku 
21 Mayıs 2005
<B>IMF’</B>yle 3 yıllık yeni stand-by anlaşmasının henüz ilk ayını yaşıyoruz. Buna karşılık daha ilk ay içerisinde IMF’ye verdiğimiz taahhütlere ters düşüp düşmediği tartışmalı olan düzenlemeleri konuşmaya başladık. Bu bizce ilk ve tek sorun olmayacak. Gidişata bakıldığında, özellikle yasal tedbirlerin zamanında yani niyet mektubunda yazılan tarihlere yetişmesi oldukça zor görünüyor. Yani, IMF’yle sıkıntılar başlar, gecikmeleri konuşmaya başlarsak kimse için sürpriz olmamalı...
İlk sorun kamu alacaklarının affından çıktı. TBMM’de komisyonlarda görüşülürken son anda eklenen SSK ve Bağ-Kur affının IMF taahhütlerine ters olup olmadığı tartışma konusu oldu. Henüz IMF’den bir yanıt alamadık ama niyet mektubu bunu şöyle tanımlıyor:
‘Kamu alacağı affı, bireysel ödeme gücü ile ilişkilendirilmeden veya bireysel bazda tahsilat yapılmasına teşebbüs edilmeden bir kamu alacağının net bugünkü değerindeki azalma olarak değerlendirilecektir.’
Kimi yorumcular bu tanıma göre getirilen maddenin af sayılabileceğini yani taahhütlere ters olduğunu, kimileri ise uygun olduğunu yani sorun olmayacağını söylüyor. Hangisinin doğru olduğu IMF açıklamasıyla netlik kazanır ama anlamadığımız şu: O zaman niyet mektubu IMF İcra Kurulu’ndan geçene kadar bu affın tasarıya eklenmesi için neden beklendi?
İş bununla da bitmiyor. Niyet mektubunda sosyal güvenlik ve bankacılıkla ilgili yasaların Haziran ayı sonuna kadar TBMM’den geçeceği konusunda söz verilmiş durumda.
Geçtiğimiz hafta Sosyal Güvenlik Bakanı Murat Başesgioğlu, yasanın haziran ayına yetişmeyebileceğini, sonbahara kalabileceğini söyledi. Biliyoruz ki; geçtiğimiz hafta yasa tasarıları üzerinde yoğun tartışmalar yaşandı. Teknisyen düzeyindeki bu tartışmaların daha da uzayacağı anlaşılıyor. Kötü olan ise çeşitli kurumların hazırlanan taslakları delecek hatta işin omurgasını bile değiştirecek değişiklikler için bastırmaları. Kısacası; bu tartışmalar uzayacağa benziyor ve uzlaşma zor görünüyor. Eğer Haziran ayında TBMM’den Sosyal Güvenlik Yasaları çıkarılamazsa, performans kriteri yerine getirilmemiş olacak.
Aynı şekilde bankacılık yasasının görüşmesi de uzuyor. Tasarı hala alt komisyonda ve daha epeyce süre burada bekleyeceğe benziyor. Yani Haziran ayında bu yasanın TBMM’den geçmesi de zor görünüyor. Bu yasa da Haziran ayında geçirilmesi gereken yasalar içerisinde.
YAZ SAKİN GEÇMEYEBİLİR
Buna karşılık IMF Türkiye Masası gözden geçirme için, büyük ihtimalle Haziran ayının ikinci yarısında Ankara’da olacak. Bu gözden geçirmede performans kriteri olan başka bir unsur da Mayıs sonu itibariyle rakamsal gerçekleşmeler. Yani IMF Heyeti Mayıs sonunda gerçekleşen rakamların hedeflere uyup uymadığını sorgulayacak ayrıca yasaların çıkıp çıkmadığına bakacak. Başka yapılması gerekenler de var ama en önemlileri bunlar.
Bana karşılık TBMM’nin çalışmasının, artık ağır aksak yürüdüğü gözleniyor. AKP milletvekillerinin devam sorunu başladı. Başbakan Tayyip Erdoğan, özel olarak milletvekillerine ‘Meclis’e gelin, geçecek yasalar var’ deme gereği duyuyor.
Demek istediğimiz o ki; Haziran ayı sonunda TBMM’de milletvekili arasanız, pek bulamazsınız. Zaten türban, Kıbrıs, Irak sorunları nedeniyle tedirgin olan, işsizlik başta olmak üzere günlük ekonominin rahatlatılamaması nedeniyle şikayetler alan milletvekillerini Temmuzdan itibaren Ankara’da tutmak hayli zor olacak.
Buna karşılık ise IMF İcra Kurulu’nun yaz tatili var. Yani Haziran sonuna kadar bütün bu işler tamamlanmaz, gözden geçirme onayı Temmuz’a kalırsa, gözden geçirmenin zamanında onaylanması zor. Bununla da bitmiyor, ardından Eylül’de yapılması gereken çok şey var.
Geçen seferkini kazasız atlattık ama bu stand-by’ın gidişatı hayli zor görünüyor.
Bu arada unutulmaması gereken başka bir unsur da ay sonunda Fransa’da yapılacak referandum. Piyasaların gözü kulağı bu referandumda olacak. Bir da kötü sonuç çıkıp üzerine IMF gecikmeleri başlarsa, piyasalar bu yazı sakin geçirmeyebilir...
Yazının Devamını Oku 
19 Mayıs 2005
<B>ŞİMDİYE </B>kadar<B> ‘Bu kafayla IMF ilişkileri zor gider’ </B>diye çok yazdık ama IMF ilişkileri sürdü gitti. Dün TBMM’de görüşülen bazı kamu alacaklarına af getiren yasa tasarısı zaten IMF’in karşı çıkması gereken, daha önce karşı çıktığı bir düzenlemeydi.Dün Komisyonda bunun üzerine tüy dikildi ve SSK ve Bağ-kur prim alacaklarına af getiren bir önerge de tasarıya dahil edildi. Bu yasa kamuoyunda, Maliye Bakanlığı tarafından getirilip, bizzat Bakana af getiren yasa olarak biliniyor. Geçtiğimiz gün yasa tartışılırken, ‘ben hayali ihracat tanımıyorum’ diyen Maliye Bakanı, SSK ve Bağ-kur prim affı maddesi sorulduğunda ise gazetecilere ‘IMF düşünsün’ deyip, kestirip atmış. Bir yandan da Devlet Bakanı Ali Babacan’ın bu önergeden bilgisi olduğunu kaydedip, ‘Babacan’a sorun’ demiş.
Şimdi ‘bu kafayla bu iş yürümez’ denmez de ne denir? Bunun üzerine birileri çıkıp ‘Gördük yürüyor’ derse de, bizim söyleyeceğimiz bir şey yok...
Kısacası; dün TBMM Komisyonunda eklenen madde bize çok tehlikeli bir madde gibi geldi ama kesin yargılara varmak, IMF’in buna karşı çıkacağını değiştireceğini söylemek ya da IMF’in sert tepki vereceği tahmininde bulunmakta da zorlanıyoruz. Bakalım göreceğiz..
Bu önergeyi yorumlattığımız sosyal güvenlikle ilgili yetkililer, affın ‘Alacağın bugünkü değerini azaltan bir işlem’ olarak tanımlandığını, bu nedenle Hükümetin zaman zaman IMF’i, ‘bu af değil, ödeme kolaylığı’ diye atlattığını söylediler. Aynı yetkililer, bu alacağın 18 ayda tahsili konusunun ise daha büyük sıkıntı yaratacağı tahmininde bulundular.
Yasa taslağına eklenen önerge, SSK ve Bağ-Kur’un prim alacaklarını yeniden yapılandırıyor. Yani gecikmiş prim alacaklarının üzerine binen gecikme faizi ve zamları indirip, gecikmeyi üretici fiyat endeksi (ÜFE) ye endeksleyip, 18 ayda tahsil etmeyi öngörüyor.
IMF bu düzenlemeye karşı çıkmayacaksa, adama, ‘O zaman, niyet mektubu IMF İcra Kurulu’ndan geçmeden, en baştan yasa tasarısına neden koymadınız’ diye sormazlar mı?
IMF karşı çıksın ya da çıkmasın, bunun yarar getirmeyecek bir uygulama olduğunu herkesin görmesi gerekiyor. Daha 2003 yılında ‘yeniden yapılandırma’ adı altında bir af getirilmişti Yani 2 yıl bitmeden yeni bir af getiriliyor. O zaman alınamayan para, şimdi mi alınacak?
Ayrıca Bağ-kur’dan alacaklar toplamı 21.6 katrilyon lira olarak belirtiliyor ve ne yaparsanız yapın bunu tahsil etmeniz mümkün değil, bu alacaklar artık ‘fiktif’ hale gelmiş. 6.3 katrilyonluk birikmiş SSK alacağı ise, yıllık 20 katrilyonluk tahsilat içinde artık büyük bir rakam değil. Peki Hükümet bu affı, IMF’le çatışma pahasına, neden çıkarıyor? Olsa olsa ‘Partili birkaç kişi, şirket var onları kurtarmak için bu düzenleme yapılıyor’ denmez mi?
NİSAN NAKİT DENGESİ AÇIKLANMADI
Bu arada şeffaflık adına, verilerin zamanında açıklanması adına geri adımlara da rastlıyoruz. Bankacılık kesiminde Nisan ayına ait ‘Hazine nakit dengesi’nin neden açıklanmadığı merak konusu oldu. Her ay, bir önceki aya ait nakit dengesi, bütçe dengesinden önce, ayın 3-4’ü gibi açıklanırdı ama Nisan ayına ilişkin nakit dengesi duyurusu hala yapılmadı.
Hazine’ye sorduğumuzda ilginç bir yanıtla karşılaştık. Efendim, nakit dengesi basın duyurusu için Hazine Müsteşarı İbrahim Çanakçı’nın imzası gerekiyormuş, açıklanacağı tarihlerde Müsteşar toplantılar için İstanbul’daymış, o nedenle imzası alınamadığı için Nisan ayı nakit dengesi basın duyurusu yapılamamış. Ama Hazineciler, basın duyurusu yapılmadan Nisan ayına ait nakit dengesinin internet sitesine konulduğunu söylemişler. Baktığınız zaman gerçekten bu rakamların internet sitesinde olduğunu görüyorsunuz. Peki yayınlamayacak mısınız diye sorduğumuzda ‘artık geçti bu ay basın duyurusu yapılmayacak’ yanıtı alıyoruz.
Garip değil mi? Basın duyurusu için Müsteşarın imzası gerekiyor, Ankara dışında diye imza alınamıyor ve her ay yayınlanan duyuru bu ay yapılmıyor. Buna karşılık ayrı rakamlar, Müsteşar imzası gerekmediği için resmi internet sitesine konuyor... Ciddiyete bakın...
Ondan sonra da piyasada ‘Yayımlanmadı acaba bir şey mi var?’ sorusuna neden oluyor.
Diyoruz ya, bu bir anlayış meselesi... Bu kafayla, ite kaka zor, çok zor...
Yazının Devamını Oku 
17 Mayıs 2005
<B>İSTANBUL Ticaret Odası’</B>nın (İTO) yeni Başkanı <B>Murat Yalçıntaş</B>, ekonomiyi bir tankere benzetip, <B>‘büyük tankerler rotadan şaşarsa manevra için geniş bir alana ihtiyaç duyar. Türkiye de ekonomisiyle aslında çok büyük bir tanker ve bu dönüşü zaman alıyor. Yoluna dönünce daha hızlı ilerleyecek’ </B>demiş. Güzel bir benzetme değil mi? Ekonomiyi hızlı giden araca benzeten çok olmuştu ama herhalde ilk kez biri, aracın ismini koyup ‘tanker’ demiş...
Yalçıntaş iki sıkıntısı olduğunu söyleyip, bunları; Merkez Bankası’nın emisyonu dar tutması ve kurların düşüklüğü olarak sıralamış. Yalçıntaş daha da ileri gidip, ‘Enflasyonu düşürme çabası kurlar üzerinde düşme, emisyon hacminde daralma etkisi yaptı. YTL değerlenince ithalat arttı. Aramalı üreten sanayici zorlanıyor. İstihdam büyümeye rağmen artmıyor. Merkez Bankası’nın emisyonu biraz gevşetmesi iyi olur. Kurlar rahatlar, iç piyasa canlanır, ihracata olumlu etki sağlanır. Kurların biraz daha yukarı çekilmesini istiyoruz’ demiş...
Ekonomideki mevcut denge için zaten analizler belli de, Yalçıntaş çözümü bulmuş: emisyon artacak, kurlar yukarı gelecekmiş, bütün sıkıntıları da böylece çözülecekmiş..
Merkez Bankası’na akıl veren azdı, buna bir de Murat Yalçıntaş eklendi, hayırlı olsun....
Yalçıntaş öte yandan da hükümetin makro dengeleri oturtmak için çok çaba sarf ettiğini, bu nedenle bazı fedakarlıklara katlanmak zorunda kalındığını söylemiş.
Bizim anlayamadığımız şu ki; eğer enflasyonla mücadele edildiği için bu kurlar düşük kalıyorsa, emisyon hacmi enflasyonla mücadele hedefine bağlı yürütülüyorsa ve de bundan zarar görüyorlarsa, bu sadece Merkez Bankası’nın politikası yüzünden mi oluyor? Yalçıntaş’ın mantığıyla enflasyonla mücadelede gelinen noktayı, sağlanan başarıyı o zaman hükümete değil tümüyle Merkez Bankası’nın başarısına bağlamamız lazım. Enflasyonda sağlanan başarı, makro dengeleri oturtmak hükümetin başarısı, bunun için gerekenlerin yapılması ise Merkez Bankası’nın suçu, öyle mi?
Murat Yalçıntaş emisyonun ne kadar belirleyici olduğunu acaba düşündü mü? Ya da zaten emisyon hacminin, strelizasyon nedeniyle yüksek olduğunu acaba biliyor mu?
Böylesine bir ortamda emisyon hacmini daha da artırırsanız, doğacak sonuçlara katlanılabilir mi? O söylediği büyük tanker virajı alamayıp devrilmez mi? Eğer tanker devrilirse bunun sorumluluğunu Murat Yalçıntaş alabilir mi? O zaman da çıkıp hükümet iyi gidiyordu, Merkez Bankası devirdi demeyecek mi?
Herhalde bir İTO Başkan’ının bu basit soruları sorup, öyle konuşması lazım, değil mi?
Murat Yalçıntaş, gerçi AKP’nin desteğiyle göreve geldi ama formasyonu nedeniyle, çoğu kimseyi umutlandırmıştı. Eski Başkan Mehmet Yıldırım’ın popülizm dolu demeçlerinden sonra, iyi eğitimli Yalçıntaş’tan daha sağduyulu, daha bilimsel demeçler bekleniyordu.
Ama Yalçıntaş verdiği ilk önemli demeciyle, açıkçası bizde hayal kırıklığı yarattı.
Yalçıntaş, ‘10 yıldır Çin tehlikesini bile bile önlem alınmasını bile önermemiş, şimdi tehlike kapımıza geldiğinde yine her sıkıntıyı kura bağlayan’ ihracatçıların ağzından konuşacaksa, istanbullu ticaret kesimi yine etkin olamayacak, demek ki...
Yalçıntaş aynı basın toplantısında popülizmin bir başka kanıtı olarak da, ‘kriz tellallığı yapılmasını iyi niyetli bulmadığını’ söylemiş. Aynı Başbakan gibi, ‘yabancılar yatırıma gelirken bunun yapılmasının doğru olmadığını’ da eklemiş...
Tam işalemi de artık popülizmden vazgeçecek. Hükümetler üzerinde ekonomiyi bozacak taleplerde bulunmayacak diye umutlanmaya başlarken, bu demeçler eskiye kıyasla çok fazla ders alınmadığını yüzümüze çarpıyor.Tabii ki, ‘çağdaş işalemini’ yine ayırmak gerekiyor...
İşalemi eskiye dönüş eğilimi taşıyan demeçlerden vazgeçip, Hükümete istikrarı bozmayacak mikro çözümler önerse, hükümete buna göre yön verse daha iyi olmaz mı? Tanker devrilirse altında kalıp en fazla ezilecek kesimin kendileri olduğunu, artık bir görebilseler...
Yazının Devamını Oku 
16 Mayıs 2005
GAP İdaresi’nin düzenlediği 1. GAP İş ve Yatırım Forumu, geçtiğimiz hafta sonu Urfa’da gerçekleşti.Herşeyden önce şunu söylememiz gerek ki, Urfa’yı 4-5 yıldır ziyaret etmiyorduk ve ilk gözlemimiz değişimin hayli büyük olduğu idi. ‘Peygamberler Şehri’ denilen, kültür hazinesi olarak kabul edilen Urfa çok gelişmiş ama ‘güzel, düzenli, çevreye duyarlı, o kültürü yansıtan bir gelişme’den sözetmek mümkün değil. Koca koca modern apartmanların yapıldığı, her yöne doğru şehrin büyüdüğü gözleniyor ama görüntü çirkin. Buna karşılık Urfa şehir sokaklarında, büyük şehirlerdekine yakın, daha çok çağdaş görüntülere şahit olduk. Yine de altyapı hızlı geliştiğinde kültür gibi üst yapı kurumlarının o oranda gelişmediği de ortada. Bu arada epeyce kaynak ayrılan Üniversitenin çağdaş binalara kavuştuğunu da gözledik. Üniversitenin nitelik olarak nasıl geliştiği konusunda fazla bilgimiz yok ama giderek büyük şehirlerden daha fazla, nitelikli öğretim elemanlarının gelmeye başladığı da söyleniyor.Urfa’da bir başka gözlemimiz ise Başbakan Tayyip Erdoğan’ın bu şehre ziyaretine dönüktü. Anadolu’daki diğer illerde olduğu gibi Başbakana olan ilgi eskisine kıyasla oldukça gerilemiş durumda. Urfalılar özellikle kendi milletvekillerinin çalışmadığından yakınıyorlar. Belli ki daha önce 3 partiyi baraj altında bırakıp AKP’yi tek başına iktidara taşıyan IMF programı ve AB hedefi, her yerde olduğu gibi, Urfa’da da AKP’yi de eritmeye başlamış. Bunun da doğal olduğunu, iktidarların bu yoldan, eriyeceğini bilseler de geri dönemeyeceğini düşünüyoruz.Bu arada Başbakanın ‘Bana hediye edin’ diye istediği MAN Otobüsün kırmızı beyaza boyanıp, ‘TC Başbakanlık’ yazısı ile şehrin içinde turlar attığını görünce yadırgadığımızı da söylemeden geçemeyeceğiz. ‘Parti otobüsü gibi’ turlar atıp, içerden eller sallanan bir otobüs üzerindeki ‘Başbakanlık’ yazısının, sadece bizi değil, halkı da rahatsız ettiğini gözledik.Gelelim GAP bölgesine , yatırımların durumuna ve neler planlandığına...Birinci GAP İş ve Yatırım Forumu’nu düzenleyen GAP İdaresi. İdare’nin kapatılacağını, buna rağmen canla başla çalıştıklarını ama biran önce de siyasi iktidardan eğer kapatılacaklarsa da ‘kendilerine ne olacağı’ açıklamasını bekleyen çalışanların düzenlediği bir programdı. Bu psikolojiye rağmen başarılı bir organizasyon olduğunu söyleyebiliriz. Eğer bu çalışanlar Başbakana ve Başbakan Yardımcısı, bakanları Abdüllatif Şener’e böylesine uygun bir ortamda bile tek bir söz söylemedilerse, bu durum çalışanların rahatsız olmadıklarını göstermiyor. GAP İdaresinin amacı çeşitli sektörlerde Urfalı ve dışarıdan gelecek yatırımcıları biraraya getiren bir ortam yaratmak ve birlikte ne yapabileceklerini tartışmalarını sağlamak.BİLİNÇLİ BİR GELİŞME DEĞİLBaşbakan yine 2 saat geç kaldığı için konuşmalardan sonraki ‘GAP’ta Yatırım Fırsatları Sunumu’ yapılamadı ama belirlenen 6 sektörde verimli tartışmalar yapıldığını öğrendik. GAP İdaresi Başkanı Muammer Yaşar Özgül’ün toplantı sonrası basına verdiği bilgiye göre; özellikle tarım ve tekstil alanında önemli işbirliği görüşmeleri olmuş. Örneğin toplantının sponsorluğunu yapan Aqua-Group,bölgede balıkçılık yatırımı ile yakından ilgileniyor ve barajlar bölgesi haline gelen bölgede, yatırım yapacak yer aramaya başlamış.Başkan Özgül, Adıyaman’da Plazma TV üretimi için somut görüşmelerin yapıldığını, bu arada Urfa’da butik oteller yapımı için, entegre hayvancılık yatırımı konusunda somut görüşmelerin başladığını kaydetti.Bu arada Gap İdaresi, BM Kalkınma Programı ve Avrupa Komisyonu’nun ortak projesi olan, bölgede 4 ilde kurulu Girişimci Destekleme Ajansları (GİDEM) faaliyetlerinin bölgede bilinçli girişimci, yatırımcı yaratabilmek için iyi eğitimli, genç bir kadro ile büyük işler başardığını söylemeden geçemeyeceğiz. Bu fedakarca çabaların mutlaka desteklenmesi gerekiyor.Özetle, şu anda her tarafta olduğu gibi GAP bölgesinde de çok bilinçli bir gelişmeden sözetmek pek mümkün değil. Daha bilinçli çabalara ihtiyaç olduğu kesin. Hep söylediğimiz, ‘ulusal bir sanayi stratejisi’ oluşturulması, öncelikli sektörlerin belirlenmesi, belki de her yerden daha fazla bu bölgedeki yatırımlar ve bölgenin gelişimi için kritik öneme sahip.
button
Yazının Devamını Oku 
14 Mayıs 2005
<B>HER</B> ne kadar Başbakan <B>Tayyip Erdoğan</B>, inkar etse de, Ankara’da siyasi kulislerde erken seçim konuşulmaya devam ediyor. Bundan yaklaşık 6 ay önce Başbakan’ın da bir erken seçimden yana olduğu ancak daha sonra görüşünün değiştiği ve ‘Kesin olarak erken seçim yok’ demeçleri vermeye başladığı belirtiliyor. Yaklaşık bir ay önce konuştuğumuz bakanlar da, özellikle ‘Apo’nun yeniden yargılanması için yeni yasa çıkarmanın güçlüğü’ nedeniyle, ‘Bir erken seçim yapsak da kurtulsak ama Başbakan istemiyor’ demeye başlamışlardı.
Son günlerde ise erken seçim söylentileri yeniden alevlendi. Son söylentinin meali şöyle: Başbakan’a partililer, ‘Siz Cumhurbaşkanı olduktan sonra parti dağılır, daha sonraki seçimde barajın bile altında kalabiliriz, o nedenle sizinle bir seçime daha gitmemiz lazım’ diye bastırmaya başlamışlar ve Başbakan yeniden erken seçimi düşünmeye başlamış...
Kısacası; erken seçim söylentileri erken başladı ve bir süre daha böyle gideceğe benziyor.
Bizim kanımız o ki; önümüzdeki yılın ortalarından önce bir erken seçime gitmeyi, parti yönetimleri kararlaştırsa bile milletvekilleri istemeyecektir. Çünkü siyasi gidişat bir parçalanmaya ve yeniden netleşmeye yöneldi ve mevcut milletvekillerinin çoğu, gerek parti yöneticilerinin tepkisi, gerekse de partilerin eskisi kadar oy alamayacağını gördükleri için, 2006 ortasından önce yapılacak bir erken seçime yanaşmayacaklardır...
Tabi ki burası Türkiye ve ‘kesin olmaz’ diye bir şey söylenemez. Bu durumu IMF de anlamış olsa gerek ki, yeni Niyet Mektubu’na ‘erken seçim tehlikesine karşı’ önemli hükümler eklenmiş. Herşeyden önce, bir ilke daha imza atan Türkiye, yapılması gerekenleri belirten ‘performans kriteri’ kavramını değiştirip, ‘negatif performans kriteri’ diyebileceğimiz, ‘yapılmayacakların listesini’ de Niyet Mektubu’na eklemek zorunda kalmış. Yeni 3 yıllık stand-by’ın metni olan Niyet Mektubu’yla, Hükümet olarak, ‘kamu alacakları için yeni af çıkarmayacağız’ ve ‘KDV oranlarını indirmeyeceğiz’ sözü verilip, bunlar 3 yıllık performans kriteri haline getirilmiş.
KESİKSİZ UYGULANABİLİR Mİ
Bunun yanısıra önemli yapısal tedbirlerin bu yıl içerisinde tamamlanmasına özel önem verildiği de görülüyor. Niyet Mektubu’nda, başta sosyal güvenlik ve bankacılık reformu olmak üzere, önemli düzenlemelerin haziran ve eylül ayı performans kriteri olarak yer aldığı gözlenirken, diğer önemli düzenlemelerin de aralık ayına kadar tamamlanması öngörülmüş. Piyasa oyuncuları, ‘Bu zamanlamanın IMF’in de erken seçimden korktuğunu açıkca gösterdiğini’ söylüyorlar.
Peki, bu zorlu düzenlemeler öngörülen takvimde yerine getirilebilir mi?
Hükümetin mevcut performansına baktığınızda, bu düzenlemelerin söz verilen tarihlere yetiştirilmesi epeyce zor görünüyor. Hükümet tedbirler konusunda yeniden kendine gelip, bir aşkla yeniden işe koyulsa bile, piyasaların beklentisi özellikle eylül ayındaki gözden geçirmenin gecikeceği yolunda. Bir bankacı, zaten atalet içindeki Hükümetin haziran ayı yükümlülüklerini sonradan bir gayret harekete geçse bile, zar zor da olsa yerine getirebileceğini ama eylül ayına kadar söylenenlerin gerçekleştirilmesinin, Meclisin yeniden açılmasında yaşanacak sıkıntı nedeniyle epeyce güç olacağını söylediler.
Yani piyasa oyuncuları şimdiden bir-kaç aylık gecikmeye razı görünüyor.
Peki erken seçim halinde ekonominin durumu ne olur? Piyasa oyuncuları bu soru için ‘Eğer bu yıl bir erken seçime kalkışılırsa felaket olur, yapısallar bile tamamlanmadan girilecek seçim süreci, ekonomide geri dönüş tehlikesi bile yaratır. Ancak bu tedbirler alınıp yani önümüzdeki yıl ortasından sonra bir seçim yapılırsa o kadar tehlike olmaz’ yanıtı veriyor.
Bu programın normal süresi boyunca, yani 2007 yılı sonuna kadar kesiksiz uygulanması, bizce çok zor. Siyasi gidişat, bir yıl içinde bir erken seçim olmasa bile, Hükümeti popülist olmaya zorlayacak kadar karışacağa benziyor. Buna bir de AB ile çatışma eklenirse, vay halimize...
Yazının Devamını Oku 