Erdal Sağlam

Özelleştirme spekülasyonları

23 Haziran 2005
<B>BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan</B>, dünkü grup konuşmasının hemen hemen tümünü özelleştirmelere ayırdı. Son dönemde hızlanan büyük kamu şirketlerinin özelleştirmelerine paralel olarak, özelleştirme karşıtı eylem ve açıklamalar da hayli artmış durumda. Başbakan bu tepkilerin artmasından olsa gerek, konuşmasında, özelleştirmelerin neden gerektiğini ve bakış açılarını anlattı. Herşeyden önce şunu söyleyelim ki; Erdoğan’ın özelleştirmeler için söylediklerine genel anlamıyla katılıyoruz. Bu bağlamda söylediği, ‘artık kamunun arpalık olmaması, bu işletmelerin kamu elinde tutularak siyasetçilerin nemalanmasının önüne geçilmesi gerektiğine’de tümüyle katılıyoruz.

Başbakanın söyledikleri genel olarak doğru ama bir söz vardır; sözün doğruluğunun yanısıra kimin ve ne zaman söylediğine de bakmak gerekir...

Herşeyden önce, Başbakanın bütün bu söylediklerine milletvekillerinden gelen yoğun alkışlara kanmamak gerektiğini düşünüyoruz. Sizce, o toplantıda, kendilerini alamayıp alkışlayan milletvekillerinin çoğu, siyasetçi sıfatlarını kullanarak, kamu işletmelerinden hatta özel sektör işletmelerinden kendilerine ve yandaşlarına ayrıcalık istemişler midir?

Siyasetçiler, Türkiye’de her dönemde kamunun ayrıcalıklarından yararlanmıştır, hatta sırf bu ayrıcalıklardan yararlanmak için siyaset yapanlar olduğunu da çok gördük.

Duyduklarımız ve bildiklerimize göre bu dönemin de geçmiş dönemlerden pek farkı yok. Çünkü bakanlar bile, zaman zaman milletvekillerinin iş taleplerinden şikayet ediyorlar.

Yani Başbakanın söyledikleri, henüz partili milletvekilleri tarafından benimsenmiş, özümsenmiş bir ‘kurallı piyasa ekonomisi’ uygulama niyetini göstermiyor.

Sadece milletvekilleri değil, ‘Artık kamudan nemalanmamak’ fikrinin, Başbakanının kendisi, parti yönetimi, bakanlar ve de getirdikleri bürokratlar tarafından da tam olarak benimsendiğini söylemek, bizce mümkün değil.

Herşeyden önce, siyasetçilerin kamunun ekonomiden elini çekmesi için getirilen ‘bağımsız düzenleyici kurumlar’a, Başbakan başta olmak üzere, neredeyse tüm bakanların ve bürokratlarının karşı çıktığını unutmayalım. AKP Hükümeti’nin geldiğinden bu yana, bağımsız düzenleyici kurumların elindeki işleri yeniden siyasi etki alanına almak istediğini, artık herkes biliyor. Eğer IMF, Dünya Bankası ve AB gibi uluslar arası kuruluşların direnci olmasaydı, bu otoritelerin yetkileri yeniden siyasetçinin eline geçmiş olacaktı.

ÖRNEKLER ÖYLE SÖYLEMİYOR

Bunun da ötesinde, son dönemde yaşadığımız bir somut örnek bile tek başına, aslında söylenenlerin ‘benimsenmeden söylendiğini’ bizce açıkca ortaya koyuyor. Atatürk Havaalanı işletmesi için açılan ihalede olanlar, tam ihale aşamasında Başbakanın ‘3. Havaalanı yapılacağını’ açıklaması, ister istemez bu işin altında başka şeyler döndüğünü düşündürüyor. İhalede verilen paranın, nasıl olup da bu kadar hızla yükseldiği, teknik çalışmalar sırasında çıkan bazı kalemlerin sorgulanınca nasıl olup da onda bire kadar indiği yolundaki söylentiler bize geliyorsa herhalde Başbakan ve Bakanların da kulağına geliyordur.

Söylenenler samimi ise bunlara nasıl izin veriliyor, neden araştırılmıyor?

Özelleştirmeye bakış için söylenenler, özellikle de kamunun elinden bu işletmelerin alınması doğru ama bizce eksik bir anlayış. Bunun biraz da ‘kamuoyuna hoş gelecek sözler söyleme kaygısı’ndan kaynaklandığını, bu yolla piyasalara güven aşılama amacının güdüldüğünü düşünüyoruz. Aksi takdirde sağlam bir özelleştirme yaklaşımı sadece ‘kamunun elindeki tüm işletmelerin, ne olursa olsun satışı’ olamaz. Hep söylediğimiz sanayi envanteriyle, her sektöre ayrı bakılması, önceliklerin belirlenmesi, bu doğrultuda gerekirse bazı işletmelerin, başka ülkelerin yaptığı gibi, yerli özel firmaların elinde kalmasını sağlamak gerekebilir.

Kabalama bir ‘satalım’ anlayışı, Türkiye’nin geleceğini olumsuz etkileyecektir.

Ancak Başbakanın, ‘İşletmelerin kamunun elinde kalmasından nemalananların özelleştirmeye kategorik olarak karşı çıktıkları’ da çok doğru. Kısacası; daha derin bakmak gerekiyor...
Yazının Devamını Oku

Çapaları kaybetmemek gerek

21 Haziran 2005
<B>AB</B> ile ilgili haberler kötü gelmeye başladı. Bizce, 3 Ekim’de müzakerelerin başlaması için hálá bir tehlike görülmüyor ama gelen haberler, müzakereler başlasa bile, bir-kaç ay sonra kesilebileceğine işaret ediyor. Aslında, uzun sürecek müzakerelerde zaman zaman kesilmeler baştan beri bekleniyordu ama bu kadar erken olması, işleri çok karıştırır.

Son zamanda gelen AB haberleri, piyasaların moralini bozmaya başladı.

Piyasaların moralinizi bozan AB’den gelen kendi içindeki çatışma, bütçelerini yapamama gibi haberlerden çok, bu haberler üzerine yapılan uzman yorumları ve ortaya çıkmaya başlayan AB karşıtı siyasi söylemler. Herkes AB ile ilgili zaman zaman sıkıntılar, pürüzler bekliyordu ama bu kadar çabuk olmasını beklemiyordu. Bunun da ötesinde piyasalar daha çok ‘AB çapası’ ile ilgileniyor, bu çapayla birlikte gerçekleştirilen yapısal reformlar ve gelen istikrar ortamını benimsiyorlardı. Piyasalar, hala siyasilere güvenmedikleri için, AB için gereken önlemlerin alınmasıyla hem kısa vadeli yabancı sermayenin, hem de yatırım için gelen yabancı sermayenin artmasından memnundular. Bu nedenle yaşanan sermaye piyasasındaki gelişmeler, faiz indirimleri, daha fazla kár yapmalarını sağlıyordu.

Yani AB çapasıyla gelen ekonomik istikrar ve bunun sağladığı ortamdan memnunlar. Şimdi ‘Acaba AB çapası kalmıyor mu?’ diye tedirgin olmaya başladılar.

Bizce; ne olursa olsun Türkiye’nin AB perspektifini kaybetmemesi gerekiyor. Piyasaların kısa vadeli kar güdüsünün çok ötesinde, ekonomide istikrar ortamının sürdürülmesi, yapısal dönüşümlerin tamamlanabilmesi için, hálá AB çapasına çok büyük ihtiyaç var.

Türkiye’nin, belki de kültür yapısı nedeniyle, çağdaş dönüşümlerini kendi başına pek yapamadığını,bu nedenle, kibar bir deyimle, ‘dış motivasyon unsurlarına’ ihtiyaç duyduğunu düşünenlerdeniz. Bu nedenle çapaları kaybetmemek gerekiyor.

AB çapası, sadece AB ile işlerin iyi sürmesi anlamına da gelmiyor. Dünkü Radikal Gazetesindeki yazısıyla Ömer Taşpınar, Milliyet’teki yazısıyla da Yasemin Çongar, Washington’dan Türkiye’nin AB ile ilişkisinin nasıl görüldüğünü yazmışlar. Özetle söylemek gerekirse, her iki uzmanın da söylediği, ‘ABD’nin Türkiye’nin AB ile ilişkilerinin bozulmasından çok korktuğu’ noktasında birleşiyor. Taşpınar, bu konunun Washington için Türkiye’nin Ortadoğu’daki rolünden çok daha önemli olduğunu, ve ‘AB olmasaydı Türkiye’de reformlar yapılmazdı’ diye düşündüğünü söylüyor. ABD’lilerin AB hedefi kalmadığı zaman Türkiye’de doğacak tepki nedeniyle, batı karşıtı bir pozisyona geçmesinden ve reformlarda geri adım atmasından korktuğunu belirtiyor. Çongar da, sanılanın aksine ABD’nin çıkarının da‘AB ile Türkiye ilişkilerinin iyi olması’ndan geçtiğini söylüyor.

DENKLEM BOZULUR

Kısacası; AB çapasının kaybolması, bir süredir kurulan ve istikrar getiren tüm denklemi bozmuş olacak. Bu nedenle AB çapasına, ne olursa olsun, sıkı sıkıya sarılmak gerekiyor.

Aslında Türkiye’nin sadece AB çapasını değil, istikrarı getiren tüm çapalarını koruması, tek bir tanesinde bile bırakın kaybolmasını, taramasına izin vermemesi gerekiyor.

Bunların önemlilerinden biri, yine IMF çapası. ‘Hükümetin bu çapa konusunda evvelden beri vurdumduymaz bir tutumu var’ diyebiliriz. IMF tarafı, siyasi kaygılarla olsa gerek, eskisi kadar tavizsiz davranmadığı için, bu çapada şimdiye kadar bir tarama olmadı. Ancak Hükümetin de bu sabrı, artık fazla zorlamaması gerekiyor. Hálá 1. gözden geçirme için gereken Sosyal Güvenlik ve Bankacılık yasalarının, zamanında TBMM’den geçeceğine ilişkin bir güven oluşturulamadı. Bununla birlikte, IMF her arkasını döndüğünde Hükümetin yeni bir af, yeni bir sübvansiyon getirmekten de vazgeçmesi gerekiyor. Aksi takdirde AB çapasıyla birlikte IMF çapası da taramaya başlayabilir.

Bunun da ötesinde, çapalardan önce, Türkiye’nin üzerine oturduğu temellerin değiştirilmeye kalkışıldığı yolunda şüphelere ise kesinlikle yer verilmemesi gerekiyor. Maalesef son dönemde bunlar tartışılmaya başlandı, ki o zaman çapa filan da kalmaz...
Yazının Devamını Oku

AB’de belirsizlik ekonomide riskler

20 Haziran 2005
<B>FRANSA</B> ve Hollanda’daki referandumlardan kötü sonuç çıkınca, bazıları <B>‘Yapılacak AB Zirvesinde bu soruna çözüm bulunacağı’</B> yorumunda bulunmuştu. Ancak Zirveden, liderlerin bile<B> ‘Kötü durumdayız’</B> dediği bir sonuç çıktı. Yine referandumlara rağmen AB’nin genişleme sürecinde aksama olmayacağını düşünenler vardı ve bunlar AB’nin kendi içinde sorun olduğunu, Türkiye’nin bu durumdan fazla etkilenmeyeceğini söylemişlerdi. Hatta Türkiye’nin bu durumdan kárlı çıkacağını söyleyenler bile vardı. Son günlerdeki yorumlara bakılınca, Türkiye’nin AB içindeki kavgadan fazlaca etkileneceğini söyleyenlerin sayısı artmaya başladı. Bunun da ötesinde liderler açıkca Türkiye’nin adını telafuz ederek, ‘Türkiye’ye o zaman gereksiz söz verildiğini, müzakere sürecinin başlatılmasının ikiyüzlülük olacağını’ bile söylemeye başladılar.

Kısacası; Türkiye’nin AB çapasında tehlike belirlemeye başladı...

Buna karşılık ekonomideki iyileşmenin bağlı olduğu düşünülen diğer çapa olan IMF’yle ilişkilerde şimdilik işler iyi gidiyor gibi gözüküyor.

Ancak IMF’nin tavrının büyük ölçüde ABD yönetimine bağlı olduğunu, ABD yönetimiyle işlerin de pek iyi gitmediğini unutmamak gerekiyor.

AB çapasındaki belirsizlik şimdi IMF çapasına daha fazla sarılma gereğini ortaya çıkarıyor. Belki de bu nedenle, Hükümetin bekleyip bekleyip, yine IMF yasaları olarak bilenen yasaları hızlandırmaya başladığı görülüyor. Temmuz başında TBMM’nin tatile girecek olması, buna karşılık Sosyal Güvenlik ve Bankacılık Yasası’nda yapılacak daha çok iş bulunması ve Hükümetten hálá ‘TBMM bu yasalar çıkmadan yaz tatiline girmeyecek’ açıklaması gelmemesinin piyasaları tedirgin ettiğini söylemeliyiz.

Başka bir potansiyel tehlikenin, ‘IMF’yle ilişkilerde güvensizliğin artması’ olarak belirtmeliyiz. Gerçi IMF Heyeti bu tür konulara değinmeden ABD’ye döndü ama Ankara’daki müzakerelerde IMF Heyeti’nin ekonomi yetkililerince verilen rakamlara artık güvenmeyip kendilerinin yeniden hesap yapma ihtiyacı duyduğunu, Devlet Bakanı Ali Babacan’ın özellikle IMF Türkiye Temsilciliği ile ilişkilerinin zedelenmeye başladığını, Babacan’ın ‘O da kim oluyor’ tavrının rahatsızlık yarattığını, IMF’nin kendilerine söler verilip hemen arkalarından, af, yeni sübvansiyon gibi ‘yapmayacağız’ denilen şeylerin gündeme gelmesinden artık çok rahatsızlık duymaya başladığını da söylemeliyiz.

İKİ KRİTİK AÇIK

Bunların ötesinde özellikle banka iktisatçıları, ekonominin gidişatına ilişkin yeni riskleri kaydetmeye başladılar. Babacan’ın ‘cari işlemler açığındaki artış eğilimi durmuştur’ açıklamasına rağmen, mayıs ayı geçici dış ticaret verileri 4 milyar dolarla, aylık dış ticaret açığında rekor kırılacağını gösteriyor. Bu nedenle banka iktisatçıları bu yıla ilişkin cari açık hedeflerini 20 milyar dolar civarına yükselttiler, yani ikinci revizyonu şimdiden yaptılar.

Görülen bir başka endişe ise, ekonomik programın dayalı olduğu faiz dışı fazlada belirmeye başladı. Babacan ve Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın ‘faiz dışı fazla hedefi rahatlıkla tutturuluyor’ açıklamasına rağmen, iktisatçılar bir süredir IMF tanımlı verilerde geçen yıla göre zayıflama seziyorlar. Yani, haziran ve eylül rakamlarında hedeften sapma olmasa bile, faiz dışı fazladaki bu gidişatın yıl sonu hedeflerin tutmasını engelleyebileceğini söylüyorlar.

Önemli bir tehlike de sosyal güvenlik açıklarında. Bu tehlike somut olarak kendini hissettirmeye başladı. İlk kez bu yıl sosyal güvenlik kuruluşları genel dengesi üzerine konulan üst limit aşıldı. Mayıs sonu için 7.2 katrilyon olarak belirlenen açığın üst limiti 7.7 katrilyona çıktı. Açığın önümüzdeki dönem daha da büyümesi bekleniyor. Çünkü af söylentileri kimsenin artık prim ödemeyeceği bir ortama girilmesine neden oldu.

Kısacası; AB çapası gevşerken, IMF çapasında tehlikeler beliriyor. Hükümetin bir an önce bu tehlikeleri yok saymaktan vazgeçip, gerekli önlemleri tartışmaya başlaması gerekiyor.
Yazının Devamını Oku

Fakir edebiyatı yerine mikrofinans projeleri

18 Haziran 2005
<B>BİRLEŞMİŞ</B> Milletler Kalkınma Programı (UNDP) Türkiye Temsilciliği’nin koordinasyonunda, geçen hafta, Türkiye’deki düşük gelirli kesime kaliteli finansal hizmetlerin nasıl temin edilebileceğini araştırmak üzere, bir <B>‘Ulusal Komite’</B> oluşturuldu. Ulusal Komite oluşumuna ilişkin değerlendirme toplantısına katıldık. Her şeyden önce şunu söylememiz gerekiyor ki; hem UNDP Daimi Temsilcisi Jakob Simonsen’i, hem de uzmanları çok heyecanlı ve umutlu gördük. Umutları, yoksul kesime ilişkin olarak bu projeyle iyi bir şeyler yapabileceklerine olan inançlarından kaynaklanıyordu. Yanı sıra Devlet Planlama Teşkilatı (DPT), Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK), Tarım Bakanlığı, Merkez Bankası gibi kuruluşların projeye gösterdikleri ilgi, umutlarını artırmış gözüküyordu.

Toplantıda konuşan Daimi Temsilci Simonsen, Türkiye için bu konunun ‘hayati önem taşıyan bir konu’ olduğunun altını çizdi. Türkiye’nin bir yandan makro ekonomik istikrar sağlamada başarı gösterirken, öte yandan bu tür projelere girmesinin, özellikle işsizliğin gündemde olduğu böylesine bir dönemde, ayrı bir önem taşıdığını kaydetti.

Simonsen’in üzerinde önemle durduğu bir konu da, bu projelere özel sektörün çekilmesi ve uzun dönemli başarı sağlanması için bu projelerin kárlı bir alan olarak görülmesi idi.

Simonsen ve ilgili uzmanlarla yaptığımız özel görüşmelerde de, bu noktayı çok önemsediklerini gördük ve projenin hayata geçirilmesi açısından bu bakış açısını ‘gerçekçi’ bulduğumuzu söylemeliyiz. UNDP yetkilileri özellikle bankacılık kesimiyle ilişkiler kurup, normal kredi mekanizması dışında, bu tür mikrofinans projelerine bankaların katılımının sağlanması gerektiğinin bilincindeler.

UNDP yetkilileri, mikrofinansın bir sektör olması gerektiğini söylüyorlar. Bunun için hazırlanan bir Mikrofinans Yasa Tasarısı var ve şu anda bu tasarı üzerinde çalışmalar devam ediyor. Gözlediğimiz o ki; mikrofinansın bir sektör olabilmesi için, bankacılık kesimi dışında ayrı finansman şirketleri oluşturulmasını, bu şirketlere bankaların yararlanamadığı özel koruma ve ayrıcalıkların tanınmasını, yüklerinin hafifletilmesini, hatta bu şirketlerin mevduat toplamasını istiyorlar. BDDK’yı ummadıkları kadar yakın işbirliği içinde görmüşler ve buna büyük önem veriyorlar. Yani yasanın oluşumuna, mikrofinansın bir sektör haline gelebilmesi için gereken değişikliklerle katkıda bulunmak istiyorlar ve yasanın sahibi olan BDDK’nın desteği bu girişim için büyük önem taşıyor.

HASSAS DENGE

Bu arada benzer destekler veren dernekleri Komiteye alıp deneyimlerinden faydalanıyorlar.

Kendilerine de söylediğimiz gibi; çok iyi niyetle başlanmış, yoksul kesime yardım için çaba sarf eden, bunun için kafa patlatan, samimi çaba gösteren bir ekip var ama çok dikkatli olmaları gerekiyor. Her şeyden önce bu projenin bir siyasi partinin malı olarak algılanmasını önlemeleri, projenin uzun ömürlü olabilmesi için, daha geniş kesimlerin desteğini almaları gerekiyor. Buna ek olarak gördüğümüz bir başka tehlike ise, bankacılık kesimine rakip olacak ayrıcalıklı bir sektör yaratmaktan kaçınmaları gerektiği...

Bizce bu samimi çabaları, bankacılık kesiminin desteğini alacak, bunun bir sosyal sorumluluk projesi olarak algılanmasını sağlayacak biçimde artırmalılar. Bankalara ‘ileride buradan kár ve prestij sağlayacaksınız’ı iyi anlatmaları ve bununla destek sağlamaları gerekecek.

Mikro finansman ‘düşük gelirli kişilere, kredilerin, tasarrufların ve diğer temel finansal hizmetlerin temin edilmesi’ anlamına geliyor. ‘Yoksulluk içinde yaşayan insanların herkes gibi işlerini yürütmek, malvarlığı sahibi olmak, gerekli tüketimi yapmak ve kendilerini risklere karşı korumak için bir dizi finansal araca ihtiyaçları bulunduğu’ noktasından hareket ediyorlar ve iyi yönetilen bir mikro finansman stratejisinin ülkedeki iş imkanlarının artmasında önemli katkılar yapacağını düşünüyorlar.

Yani fakirlik edebiyatı yerine somut imkanlar sağlamanın peşindeler. Yoksulluğu önlemek için popülist eski yöntemlerin yerine insanlara ‘balık tutmayı’ öğretmek istiyorlar...
Yazının Devamını Oku

Kayıtdışı ve yabancı sermaye

16 Haziran 2005
<B>BELKİ </B>de aynı başlıkla yazdığımız dört-beş yazı olmuştur ama altını çizmekte fayda görüyoruz. İstihdam sorununun çözülmesi için de, sosyal sorunların hafifletilmesi için de, cari açığın finansmanı açısından da, bu rahatlama ile ekonomik programın sürdürülebilirliğine katkı açısından da, yabancı sermayenin doğrudan yatırımlar için Türkiye’ye gelmesi lazım.

Yabancı sermayeyi bu yıl bankacılık sektörüyle birlikte hissetmiş olacağız. Ancak bu akımın diğer sektörlerde de, büyüyerek devam etmesi gerekiyor. Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in bankacılıkta yabancı sermayeye sınır konmayacağını söylemesi bizce sevindirici. Ancak yabancı sermayeyi istiyoruz demekle yabancı sermayenin gelmeyeceği de açık.

Geçen gün Türkiye’de TV almaya hazırlanan SBS yöneticileri ile biraraya geldik. Bilindiği gibi yabancı sermayenin TV’deki yabancı payları için yüzde 25 sınırı korundu. Bu sınırın AB standartlarına da ters düştüğünü kaydeden SBS yetkilileri, buna rağmen Türkiye’ye gelmeye kararlı olduklarını söylüyorlar. Kendilerine ‘Acaba diğer sektörlere yabancılar gelmeye başladığı için mi yabancı bir TV şirketi geliyor’ dediğimizde, söyledikleri; ’TV yatırımını tek başına kárlı gördükleri için geldikleri’ oldu. Aynı şekilde, ‘Türkiye’nin AB perspektifinin kaybolması halinde tavırlarının ne olacağını’ sorduğumuzda, ‘yine de gelecekleri’ yanıtını aldık. Özetle; TV yatırımı için gelmelerinin tek sebebinin ‘iş’ olduğunun altını çiziyorlar.

Kısacası; çok kárlı olarak görülmeyen medya sektörüne bile bir yabancı ilgisi var. Sadece SBS değil başka yabancı yatırımcıların da Türkiye pazarına ilgi gösterdiklerini biliyoruz. Kendileri, her ne kadar ’sadece iş’ deseler de, AB perspektifinin güçlenmesinin de, diğer alanlarda gelen yabancı sermayenin ‘kendini güvende hissetmek istemesinin’ de yabancı medya şirketlerinin Türkiye’ye ilgili göstermesinde etkili olduğunu düşünüyoruz.

O ya da bu şekilde yabancı sermayenin Türkiye’ye, şimdikinden çok daha fazla gelmesi gerekiyor. ‘Peki niye o kadar hızlı gelmiyor?’ derseniz, bunun en önemli nedenlerinden biri kayıtdışı ekonomi ve dolayısıyla haksız rekabet korkusu.

İşte Hükümetin ‘yabancı sermaye istiyoruz’ demekle kalmayıp, bunun gereğinin yapması için kayıtdışı ekonomi ile mücadele edeceğini göstermesi gerekiyor.

IMF VERGİ İNDİRİMİNE NE DİYOR

Türkiye’de bir çok sektör, haklı olarak, vergi indirimi istiyor ve Hükümet bu indirimlerin yapılmamasına bahane olarak ‘IMF istemiyor’ diyor.

Dün IMF Türkiye Masa Şefi Lorenzo Giorgianni, dolaylı olarak, Hükümetin bu bahanesinin geçerli olmadığını söylemiş. Giorgianni, vergi ve sosyal güvenlik primlerinin ödenmesine ilişkin yaptırımların iyi uygulanmaması ve tabana yayılmaması halinde vergi oranlarının aşağıya çekilmesinin zorlaşacağını belirtmiş. Bu konuya ilişkin yapısal reformun odak noktasının gelir idaresinin yeniden yapılandırılması olduğunun altını çizen Giorgianni, ‘Hükümet gibi biz de gelecekte bu reform sayesinde vergi tahsilatında ilerleme olacağı, borçların düşürülebileceği ve bütçede istihdam artışı sağlanacağını, yatırım harcamalarına pay ayrılabileceği ve vergi indiriminin yapılabileceğini düşünüyoruz’ demiş.

Yani vergiyi tabana yayın, herkesi kayıtiçine alıp vergi tahsilatınızı artırın, buna bağlı olarak vergi indirimi yapın demek istiyor. Buna karşılık Hükümetin yaptığı ise ortada: Göstermelik bir gelir idaresi yasası ve kayıtdışıyla mücadelenin sadece sözde kalması...

Geçtiğimiz gün Turimz Yatırımcıları Derneği (TYD) Başkanı Oktay Varlıer’le görüşürken, getirilmesi düşünülen yüzde 3’lük konaklama vergisinin bu sektörü ne kadar zor durumda bırakacağını, zaten yüksek vergiler nedeniyle rakip ülkelerle rekabette geri kaldıklarını, TL’nin değer kazanması ve Euro-dolar paritesi nedeniyle işlerinin iyice zorlaştığını gözledik. Kısacası; kayıtdışı herşeyde kilit sorun haline gelmiş durumda.

Yabancı sermayenin gelmesi için de, Türkiye’nin gelir sorununu çözmesi için de, enflasyonun kalıcı olarak düşmesi için de, kayıtdışı ile mücadeleye samimi olarak başlamak gerekiyor.
Yazının Devamını Oku

İş dünyası ‘işbirliği fotoğrafı’ verecek

14 Haziran 2005
<B>AB</B> müzakerelerinin örgütlenmesi konusunda çıkan, <B>‘işalemi yetki çatışmasına girdi’</B> havası, bütün tarafları rahatsız etmiş durumda. Bu nedenle perşembe günü İstanbul’da yapılacak bir uluslararası toplantı bahane edilerek, işalemi <B>‘işbirliği fotoğrafı’</B> verecek ve bu tür spekülasyonların önüne geçmeye çalışacak. Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı (OECD) bünyesinde yeralan ve özel sektör temsilcilerinin örgütlenmesi olan İş ve Sanayi Danışma Konseyi (BIAC) Genel Kurulu önümüzdeki perşembe günü İstanbul’da toplanacak. BIAC’a üye olan Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB), Türk Sanayici ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) ile Türkiye İşverenler Sendikası (TİSK) genel kurul çalışmalarında etkin rol alacak. Üç kuruluşun başkanları genel kurul münasebetiyle basının önüne çıkıp, ‘İşbirliği fotoğrafı’ verecek. Bu görüntü içinde büyük ihtimalle çalışmalara katılacak olan Devlet Bakanı Ali Babacan’ın da bulunması bekleniyor. Babacan’ın aynı zamanda Başmüzakereci olması ve ‘Başmüzakereci yardımcılığı konusundaki çatışma’ haberlerinin tarafı olan bu kuruluşların hep birarada olması ise, fotoğrafın sembolik önemini artıracak unsur olacak.

Hem TOBB hem de TÜSİAD Başkanları son günlerde ortaya çıkan anlaşmazlık ve AB konusundaki çatışma haberlerinden oldukça rahatsız olmuş durumdalar.

Aslında Tuncay Özilhan’ın TÜSİAD Başkanlığı ile birlikte, TÜSİAD ile TOBB arasında olumlu ilişkiler kurulmuştu. Daha önce görülen diyalogsuzluk, biraz da Rifat Hisarcıklıoğlu ve Tuncay Özilhan’ın arkadaşlıklarının yardımıyla diyalog ortamına girmişti. Aslında Ömer Sabancı’nın TÜSİAD Başkanlığı ile birlikte bu ilişkinin, eskisi kadar sıcak olmasa da devam ettiği görülüyor. Sabancı’nın başkanlığının ilk sıralarında bir kopukluk var gibi gözüktü ancak daha sonra diyalog kuruldu.

Ömer Sabancı ile Rifat Hisarcıklıoğlu’nun, kamuoyuna yansıdığı görüntünün tersine, AB konusu da dahil, sık sık telefonla görüşerek, belli ekonomik konularda görüş birliği sağlamaya çalıştığını biliyoruz. Bu çabalarında çoğu kez başarılı da oluyorlar.

Buna rağmen ayrı ayrı Hükümete sunulan AB müzakerelerinin örgütlenme biçimine ilişkin görüşler, bir çatışma havası verdi. İki tarafın da bu çatışmaya ilişkin olarak, ‘Biraz da siyasi olarak bir çatışma havası körüklenmeye çalışılıyor’ görüşünde olduklarını da biliyoruz.

Yani çatışmadan birilerin medet umduğu görüşü hakim. Bu saptama da, son dönemde iki başkanın daha sık görüşmelerine neden oluyor.

TOBB, TÜSİAD, TİSK BİRARADA

İşte bu çerçevede, perşembe günü İstanbul’da yapılacak olan toplantıda ‘işbirliği görüntüsü’ verme konusunda hemfikir olundu. Bu iki Başkan TİSK Başkanı Tuğrul Kutadgubilik’i de yanlarına alarak, basının karşısına geçecekler. Bu arada doğal olarak yöneltilen soruları da yanıtlayacaklar. Son günlerde gündemde olan, Başbakan ve Başbakan Yardımcıları başta olmak üzere, Hükümet üyelerinin sürekli olarak ‘Bu iki kuruluşun istekleri’ biçiminde yakındıkları, AB müzakere heyeti ve çalışma biçimine ilişkin sorular yöneltilirse, bu sorular da doğal olarak karşılanacak.

Her kuruluşun kendi fikirleri var ama böylesine bir platformda sorulacak konuya ilişkin soruların yumuşak ve uzlaşmacı bir biçimde yanıtlanmasını bekliyoruz. O nedenle BIAC platformunun aynı zamanda işaleminin kendi içinde işbirliği yaptığı ve AB gibi temel konularda görüş ayrılıkları bulunmadığını gösterdikleri, işbirliği içinde olduklarını kamuoyuna sundukları bir platform olmasını bekliyoruz.

Bizce böyle bir görüntü işalemi açısından da sonsuz yararlar getirecek. AB gibi Türkiye’nin temel bir hedefinin hayata geçirilmesi konusunda, topluma ‘kendi çıkarlarını koruyorlar’ imajı verilmesi, bütün kurumları yıpratacak bir görünüm.

Umarız olumlu görüntü ve işbirliği fotoğrafı verilir ve başta bazı Hükümet üyeleri olmak üzere, çatışmadan medet umanların ekmeğine yağ sürmekten vazgeçilir.
Yazının Devamını Oku

Banka kredileri ve toplu sözleşmeler

13 Haziran 2005
<B>MERKEZ </B>Bankası 0.25’lik faiz indirimini gerekçelendirirken kısa vadede iyimser, orta vadede ise temkinli olunması gerektiğini kaydetmişti. Temkinli olunması gereken husus ise iç talepti ve iç talebin, reel ücretler ve kredilerdeki artışla birlikte izlenmesi gerekiyordu.

Piyasalar, Devlet İstatistik Enstitüsü’nün (DİE) Nisan ayı sanayi üretimi verilerine de bu gözle baktılar. Banka iktisatçılarının üzerinde mutabık olduğu eğilim ise; sanayi üretiminde son 12 aylık ortalamalara ilişkin trendin hala yukarı doğru olmasına karşılık, geçen yılın aynı dönemine göre artış hızında bir yavaşlama olduğu idi.

Banka iktisatçıları 2005 yılına ilişkin büyüme tahminlerini biraz aşağı indirme gereği duyup, yüzde 5’lik hedefe doğru geldiklerini söylüyorlar. Yanı sıra imalat sanayi alt kalemlerini incelediklerinde gıda ve giyim gibi tüketim malları üretiminde küçülmeler görüldüğüne dikkat çekiyorlar. Öte yandan makine ve teçhizat üretiminde azalmalar olduğu, bunun yavaşlamaya işaret ettiği görüşündeler. Bununla birlikte tekstilde üretim azalırken otomotiv ve kahverengi eşyada da üretim artış hızında görülen yavaşlamanın ihracat açısından da olumsuz sonuçlara yol açabileceğini söylüyorlar. Yani genelde bir yavaşlamadan söz ediyorlar.

İşte bu noktada kredilerin izlenmesi öne çıkıyor. Bankacılık sektöründe son dönemde yabancı rekabetinin de hızlandırdığı bir mevduat ve kredi yarışı başladı. Zararına mevduat toplayarak bilançolarını büyütmeye çalışan büyük bankalar var ve bunlara diğerleri de ayak uydurmak zorunda kalıyorlar.

Bununla birlikte sadece mevduatta değil kredilerde de bir yarış başladı. Yine bilanço büyütme ve pazar payı kapma kavgasının, kredi faizlerinin düşmesine yol açtığı görülüyor. Şimdilik konut kredilerinde başlayan bu yarışın önümüzdeki dönem yeniden tüketici kredileri ve kredi kartlarına da yansıması beklenirken, bunun tüketimi artırıcı, iç talebi canlandırıcı bir etki yapması kaçınılmaz olacak.

Merkez Bankası’nın özellikle ileriye dönük enflasyon açısından baktığı en önemli göstergelerden biri de gelirler politikası. Açıkçası; Merkez Bankası Türk-iş’in fiyat artışı taleplerinden rahatsız. Daha doğrusu, bu taleplerin Hükümet tarafından ne ölçüde karşılanacağını, enflasyonun üzerinde bir artış olup olmayacağını merak ediyor. Bu konuda Hükümetten kendilerine bir sinyal gelmiş değil.

Son dönemde ‘erken seçim’ eskisine kıyasla daha fazla konuşulur oldu. Siyasi kulislerde AKP’nin bu yıl sonlarında bir seçime gidebileceğinden sık sık söz ediliyor. İşte toplusözleşme görüşmeleri sonucunda bağıtlanacak ücret zamları, biraz da erken seçim olup olmayacağının sinyali olarak algılanacak. İç talebi ve enflasyon hedefini doğrudan etkileyecek toplusözleşme görüşmeleri şimdi kaygıyla izlenmeye başlayan bir gelişme oldu.

PİYASALAR AB VE IMF’Yİ GÖZLÜYOR

Piyasalarda toplu sözleşmeler, henüz odaklanılmış bir konu değil ama ileride gündeme gelmesi kaçınılmaz. Piyasaların son günlerde üzerinde en çok üzerinde durdukları konu ise AB ilişkileri ile IMF görüşmeleri. 0.25’lik faiz indirimi ile alarme olan ve verileri biraz daha dikkatli değerlendirme ihtiyacına giren piyasalar, ABD’den bu hafta gelecek önemli verilere ve 15 Haziran’daki OPEC toplantısına da önemle bakacaklar.

Ancak en fazla, bugün bakanlar düzeyinde başlayacak, 16-17 Haziran’da liderlerin katılacağı AB Zirvesine bakıyorlar. Zirve için açıklanan taslakta genişleme bölümünün çıkarılması çeşitli spekülasyonlara neden olacak ve piyasalar bundan Türkiye’nin ne kadar etkileneceğini, 3 Ekim’i zora sokup sokmayacağı yönündeki tartışmaları izleyecekler.

IMF Yasalarının geleceği’ ise bu hafta üzerinde durdukları başka önemli bir konu olacak. Piyasalar, gerekli yasaların gecikmesi nedeniyle 1. gözden geçirmenin aksamasından kaygı duyuyorlar. AB’den gelebilecek olumsuz haberlere, bir de IMF’den gelebilecek kötü bir haber eklenirse piyasaların morali çok bozulacak. IMF’le görüşmelerin bugünden itibaren yeniden hızlanması ve akıbetin belli olması gerekiyor. Piyasaların beklediği, ‘TBMM bu yasalar çıkmadan tatile girmeyecek’ açıklaması... Bakalım bu hareketli hafta ne getirecek?
Yazının Devamını Oku

0.25’lik indirim ve piyasalar

11 Haziran 2005
<B>PİYASALARA</B> sürpriz yapan Merkez Bankası, ilk kez 0.25 puanlık indirim yaptı. Bizim gibi piyasalar da 0.25’lik indirim ya da artırımlara, ancak faizler yüzde 10’un altına geldiğinde başvurulacağını tahmin ediyorlardı. Ancak Merkez Bankası biraz da içinde bulunduğu zor durum nedeniyle çeyreklik indirimleri erken başlatmak zorunda kaldı.

İşte bu nedenle faizdeki indirime piyasalar pek sevinemedi. 0.25 olsa ne olur, 0.50 olsa ne olur, aradaki fark önemli değil, demeyin. Merkez Bankası’nın yapmak istediği bu mesajı vermekti, bizce bu isteğinde başarılı da oldu. Piyasalar Merkez Bankası’nın 0.25’lik faiz indiriminden rahatsız oldular. Bizce Merkez Bankası yönetimi gidişatı muğlak görmeye başladı ve bunu piyasalara yansıtmak istiyordu, o da oldu...

Aslında bizce Merkez Bankası’nın mesajı sadece piyasalara değil. Merkez Bankası 0.25’lik faiz indirimi yaparak Hükümete ve ekonomi yönetimine de, ‘Bakın faizler çok yüksek diye yakınıyor, onun bunun sözüne bakıp faizlerin hızla aşağı inmesini istiyorsunuz ama kötü giden birşeyler de var. Tamam indiriyorum ama başlayan kötü gidiş devam ederse faiz indirimi durur’ demek istedi.

Merkez Bankası’nın artık bir yolunu bulup, piyasalara ve Hükümete ‘Gerekirse faizleri yukarı doğru da çekerim’in mesajını da vermeye başlaması gerektiğini düşünüyoruz. Çünkü hem hükümette, hem de piyasalarda Merkez’in gerektiğinde faizleri yukarı çekecek imkanı olmadığı, bunu yapamayacağı yönünde yaygın kanı var. Bu kanıyı kırmanın zamanı da geliyor.

Peki, Merkez Bankası’nın piyasalara ‘faiz indirerek olumsuz mesaj vermesi’nin ardında ne tür kaygılar var. Merkez Bankası neden korkuyor?

Bu noktada piyasaların ve Merkez Bankası yönetiminin baktıkları, hem ortak noktalar var hem de farklı noktalar...

Merkez Bankası her şeyden önce iç talepteki kıpırdanmadan, bunun enflasyon hedefini baltalar duruma gelmesinden korkuyor. Ama bir yandan da bu korkusuna neden olan enflasyon verilerini sağlıklı değerlendirmek ihtiyacı duyuyor, o nedenle zaman kazanıp, endeksleri doğru yorumlamak için bir zaman serisini görmek istiyor. Piyasaların buna baktığı pek yok.

İŞÇİ ZAMLARI NE OLACAK

Merkez Bankası’nın bakıp, piyasaların henüz görmediği alanlardan biri gelirler politikası. Türk-İş’in zam taleplerini yerine getirmek gelirler politikasının bozulması, buna bağlı olarak içtalebin de yeniden canlanması anlamı taşıyacak. Bu Merkez Bankası tarafından büyük şüpheyle bakılan bir konu ve Hükümetten bu konuda bir sinyal almış değiller...

Merkez Bankası IMF’yle olan görüşmelerin nasıl yürüyeceğini, 1. gözden geçirmenin zamanında bitip bitmeyeceğini görmek istiyor. Gecikme olursa bunun sıkıntı yaratıp yaratmayacağını gözlemek istiyor. Piyasalar ise bu unsura da ‘nasıl olsa olur’ diye bakıyor.

Buna karşılık piyasalar, hálá hep olumluyu satın almak eğiliminde. Örneğin; 0.25’lik faiz indirimini olumsuz sinyal olarak algılayan ve rahatsız olan piyasalar, ardından Merkez Bankası’nın açıkladığı, ‘Enflasyon ve Görünüm Raporu’nu olumlu karşıladılar.

Buna ek olarak önceki gün açıklanan Mayıs ayı bütçe verileri de olumlu bulundu ve hemen genellemeye gidilerek, ‘maliye politikaları iyi, önemlisi bu, gerisi boş’ demeye başladılar.

Buna karşılık piyasaları son günlerde tedirgin eden bir unsur, ‘AB’nin 3 Ekim öncesinde Türkiye’nin önüne yeni önkoşullar çıkarabileceği’ yönündeki söylentiler oluyor.

IMF’yle görüşmelerin aksaması konusunda çok tedirgin değiller ama bunu iyiye gidiş için kullanılabilecek bir unsur olarak da görüyorlar. Yani, Hükümet, ‘Meclis’in çalışmasını uzatıp, yasaları tatile girmeden çıkaracağız’ açıklaması yapsa, piyasalar coşacak...

Hem Merkez Bankası’nın hem de piyasaların yakından izlediği bir konu ise AB ilişkileri. Herkes gözünü 16-17 Haziran’da toplanacak AB Liderler Zirvesi’nden çıkacak haberlere dikmiş durumda. Buradan Türkiye için sürpriz kötü haber çıkarsa, bu piyasaları kesin bozar.
Yazının Devamını Oku