12 Mayıs 2005
<B>TÜRKİYE</B> İşverenler sendikası (TİSK) Başkanı <B>Tuğrul Kutadgobilik</B> ve yönetimi, Ankara’da gazetecilerle biraraya geldi. Kutadgobilik’e yöneltilen sorular, daha çok IMF Birinci Başkan Yardımcısı Anne Krueger’in geçen hafta verdiği, ‘asgari ücret çok yüksek’ demeci üzerineydi. Kutadgobilik bu konuda açık açık fikir beyan etmekte biraz zorlandı ama işverenlerin vergiye ilişkin sorunlarını da anlatma fırsatı buldu.
‘Bireylerin gelirleriyle ilgili Türkiye’de beyan vermek zor’ diyen Kutadgobilik, bu sözleriyle bir anlamda ‘Biz söyleyemiyorduk, Krueger iyi söyledi’ demeye getirdi. TİSK Başkanı, Krueger’ın sözünü ettiği ‘emeğin esnekliği ve işçi maliyetlerinin yüksekliğinin’ ise kendileri tarafından da yıllardır dile getirildiğini hatırlatarak, ‘OECD rakamlarına göre Türkiye en yüksek vergiyi veriyor, işçim de en yüksek vergiyi ödüyor’ diye konuştu.
‘Türkiye’de bütün vergiyi sadece çalışan ve çalıştıran veriyor’ diyen, bundan da ‘yüzde 50 kara ekonomi’ diye nitelendirdiği kesimin yararlandığı kaydeden Kutadgobilik, ‘Bu kesim ne vergi, ne prim ödüyor, ondan sonra de bize aynı piyasada hadi rekabet edin deniyor’ diye konuştu. Artık kara ekonomi ile ilgili Türkiye’nin ‘hakiki anlamda’ tedbirler almasını isteyen TİSK Başkanı, ‘Lafla artık peynir gemisi yürümüyor’ dedi.
‘Hükümet kayıtdışı ekonomi konusunda hareket etmeye çekiniyor’ diyen Kutadgobilik, ‘Kara ekonominin üzerine gidilmeli’ diye konuştu. TİSK olarak kendilerinin kayıtlı ekonominin temsilcisi olduğunu hatırlatan Kutadgobilik, ‘Asgari ücretin bize maliyeti yüzde 100. Kayıtlı sektörde asgari ücretli bir işçinin işverene maliyeti, 1 milyar 100 bin lira ile 1 milyar 50 milyon lira arasında. İşveren bu rakamı ödüyor, işçi yarısını alıyor’ dedi.
Dolayısıyla, TİSK olarak kendilerinin ‘asgari ücret yüksektir, düşüktür’ demediklerini ancak bu sorunların da artık çözülmesi gerektiğini kaydeden Kutadgobilik, Hükümetin belli bir takvim verip, zaman içinde asgari ücret üzerindeki yükü AB ortalaması olan yüzde 10’a çekmesi gerektiğini kaydetti. Asgari ücretin şov aracı haline getirilmemesi gerektiğinin altını çizen TİSK Başkanı, ‘İlk Ekonomik ve Sosyal Konsey’in gündemi bu olmalı ve Hükümet ücretler üzerindeki vergi-SSK prim indirimi için belli perspektif içinde takvim açıklamalı’ önerisinde bulundu.
HÜKÜMET ADIM ATMAK ZORUNDA
‘İşsizliğin tesadüfen çözülecek bir konu olmadığının’ altını çizen Tuğrul Kutadgobilik, ekonominin düzelmesinin de işsizliğin önleneceği anlamına gelmediğini, bu nedenle gerekli kararların alınıp, istihdamın önünün açılmasını istedi.
Türkiye’de sosyal güvenlik sisteminin mevcut durumu için ‘Battı diyeceğim ama demek istemiyorum’ diyen TİSK Başkanı, sosyal güvenliğin artık bir problem olmaktan çıkıp, kurumların tek çatı altında toplanmasına olumlu baktıklarını kaydetti ve ‘Ama bunun da eski sigorta sistemi gibi suiistimal edilip, sigorta fonlarının devletin şu bu açığının kapatılması için kullanılmasını doğru bulmuyoruz’ diye konuştu.
Kutadgobilik’in sözleri, kayıtdışı ile mücadelede, son dönemde iş aleminden gelen ilk tepki değil. Önce TÜSİAD kayıtdışından yakındı, ardından yakınmaya TOBB katıldı ve şimdi de TİSK aynı görüşleri savunuyor.
Eğer Türkiye’de sermaye yapısının güçlenmesi isteniyorsa, yabancı sermayenin yatırım için gelmesi isteniyorsa, artık kayıtdışı ile mücadele zamanı geldi. Hükümet, özellikle çıkarmaya çalıştığı ‘Gelir İdaresi Yasası’ ile, maalesef kayıtdışı ile mücadele konusunda hálá kararlı olamadığını gösterdi. Ancak artık deniz bitmek üzere...
Eğer iş aleminin AKP Hükümeti’nden yakınmaya başladığını gözlüyorsak, bu yakınmada en önemli faktörleri; AKP’nin artık gerekli reformları yapamayacak atalete girmesi ve kayıtdışı ile mücadelede kararlı bir tutum izlememesi, olarak sayabiliriz. AKP’nin kayıtdışı ile mücadeleye başlayıp, gerekirse ‘Palazlandırmaya çalıştığı kendi sermayesi’ ile çatışması da, yakında kaçınılmaz olarak gündeme gelecektir. Başka çaresi gözükmüyor...
Yazının Devamını Oku 
10 Mayıs 2005
<B>SABAH-ATV </B>grubunun satışından sonra, uzun süredir devam eden bir başka önemli operasyon olan Yapı ve Kredi Bankası’nın satışının da artık kesinleştiğini söyleyebiliyoruz. Dün, satışa ilişkin sözleşmenin imzalandığı söylendi. Çukurova Grubu’nun sahibi Mehmet Emin Karamehmet’in yaklaşık 10 gündür. Koç-Uni Credito ortaklığından gelen teklifi incelediğini ve artık sabırlar tükenmek üzereyken, geçtiğimiz pazar günü gece yarılarına kadar çalışılıp sözleşmenin imzalandığını öğreniyoruz.
Bu satış hem Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK), hem de Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’nu (TMSF) rahatlattı. BDDK, Başkan Tevfik Bilgin’in de ‘enerji birikimi’ diye anlatmayı tercih ettiği, bankacılık sektörü için tehdit olacak büyüklükte bir bankadaki sorunu halletti. İş oldu. TMSF de yine büyük bir yükten kurtuluyor. Aslında Yapı ve Kredi Bankası’nın satışı TMSF için bir ilk adım. TMSF asıl olarak bunun ardından gelecek Turkcell satışından önemli tahsilat bekliyor. Geçen ay konuştuğumuz TMSF yetkilileri, 260 milyon dolar Yapı ve Kredi Bankası satışından alırken, 1.8 milyar dolar da Turkcell hisselerinin satışından elde edeceklerini söylemişlerdi. Yani Yapı ve Kredi Bankası, ardından Turkcell hisselerinin satışından TMSF’nin elde edeceği tahsilat 2 milyar doları bulacak. TMSF’nin bu parayı Hazine’ye devredeceğini gözönünde tutarsanız, satışın öneminin büyüklüğü de kendiliğinden ortaya çıkar. Yani bu ölçüde Hazine’nin az borçlanması anlamına gelecek ve faizlerin düşüşü de o ölçüde kolaylaşacak.
Çukurova Grubu, Yapı ve Kredi Bankası, ardından da Turkcell hisselerinin satışından elde edeceği gelirle büyük ölçüde rahatlamış olacak. Çukurova Grubu’nun TMSF’ye borcu çok az kalacak. Grubun Yapı ve Kredi’ye kalacak kredi borcu yeniden yapılandırılacak yani Grup, yeniden atağa geçmek için küçülerek, kendine yeni strateji çizme kabiliyeti kazanmış olacak.
Ve bu satışın gerçekleşmesinden sonra Yapı ve Kredi Bankası’nın sektöre yeniden döneceğini söyleyebiliriz. Yapı ve Kredi Bankası elbette sektör içindeydi ama birkaç yıldır adına yakışır bir rekabetten eser yoktu. Şimdi bir anlamda Yapı ve Kredi Bankası’nın yeniden doğumuna şahit olacağız.
REKABET KIZIŞACAK
Bizce Yapı ve Kredi’nin katılımıyla birlikte sektörde yeniden rekabet canlanacak.. Bankanın şimdiye kadar teknolojide, bireysel hizmetlerde öncü olduğunu ama içine düştüğü durum nedeniyle, epeydir atıl kaldığını biliyoruz.
Geçen süre içerisinde Yapı ve Kredi Bankası önemli pazar payları kaybetti. Özellikle lider olduğu kredi kartlarında, tüketici kredilerinde yani bireysel hizmetlerde, Bankanın içine düştüğü durum ve yönetimdeki zaafları, diğer bankalara yaradı. En çok da Garanti Bankası ve Finansbank’ın Yapı ve Kredi Bankası’nın pazar payından pay kaptıkları söyleniyor.
Belki de bu nedenle bazı bankacıların devreye girip, ‘çok ucuza gidiyor’ diyerek, Mehmet Emin Karamehmet’in karar verme süresini uzattıkları söyleniyor...
Şimdi bankacılıkta yeni bir dönem başlıyor. TEB’in, Dışbank’ın ardından Yapı ve Kredi Bankası’nın satışı sektöre hareket getirdi. Ancak satışların burada kalmayacağını da herkes biliyor. Yine büyük bankaların satışları, ardından da küçük bankaları alarak bazı bankaların büyüme çabalarına şahit olacağız. Yani bizce 2006’dan önce bankacılık sektöründeki bu ikinci konsolidasyon dönemi bitecek gibi gözükmüyor.
Yapı ve Kredi Bankası’nın ilk aşamada değil ama bir süre geçtikten sonra Koçbank ile birleşmesi bekleniyor. Bunun yaratacağı sinerjiden çok şey bekleniyor.
Gördüğümüz kadarıyla Yapı ve Kredi Bankası’nın satın alanlar, piyasaya çok iddialı girecekler. Bu arada Koç ile Sabancı grupları arasındaki rekabetin yeniden kızışması, bankacılık sektöründeki hareketleri de epeyce körükleyeceğe benziyor.
Umarız bu rekabetten kazanan Türkiye ekonomisi ve tüketiciler yani halk olur...
Yazının Devamını Oku 
10 Mayıs 2005
SABAH-ATV grubunun satışından sonra, uzun süredir devam eden bir başka önemli operasyon olan Yapı ve Kredi Bankası’nın satışının da artık kesinleştiğini söyleyebiliyoruz.Dün, satışa ilişkin sözleşmenin imzalandığı söylendi. Çukurova Grubu’nun sahibi Mehmet Emin Karamehmet’in yaklaşık 10 gündür. Koç-Uni Credito ortaklığından gelen teklifi incelediğini ve artık sabırlar tükenmek üzereyken, geçtiğimiz pazar günü gece yarılarına kadar çalışılıp sözleşmenin imzalandığını öğreniyoruz.Bu satış hem Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK), hem de Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’nu (TMSF) rahatlattı. BDDK, Başkan Tevfik Bilgin’in de ‘enerji birikimi’ diye anlatmayı tercih ettiği, bankacılık sektörü için tehdit olacak büyüklükte bir bankadaki sorunu halletti. İş oldu. TMSF de yine büyük bir yükten kurtuluyor. Aslında Yapı ve Kredi Bankası’nın satışı TMSF için bir ilk adım. TMSF asıl olarak bunun ardından gelecek Turkcell satışından önemli tahsilat bekliyor. Geçen ay konuştuğumuz TMSF yetkilileri, 260 milyon dolar Yapı ve Kredi Bankası satışından alırken, 1.8 milyar dolar da Turkcell hisselerinin satışından elde edeceklerini söylemişlerdi. Yani Yapı ve Kredi Bankası, ardından Turkcell hisselerinin satışından TMSF’nin elde edeceği tahsilat 2 milyar doları bulacak. TMSF’nin bu parayı Hazine’ye devredeceğini gözönünde tutarsanız, satışın öneminin büyüklüğü de kendiliğinden ortaya çıkar. Yani bu ölçüde Hazine’nin az borçlanması anlamına gelecek ve faizlerin düşüşü de o ölçüde kolaylaşacak.Çukurova Grubu, Yapı ve Kredi Bankası, ardından da Turkcell hisselerinin satışından elde edeceği gelirle büyük ölçüde rahatlamış olacak. Çukurova Grubu’nun TMSF’ye borcu çok az kalacak. Grubun Yapı ve Kredi’ye kalacak kredi borcu yeniden yapılandırılacak yani Grup, yeniden atağa geçmek için küçülerek, kendine yeni strateji çizme kabiliyeti kazanmış olacak.Ve bu satışın gerçekleşmesinden sonra Yapı ve Kredi Bankası’nın sektöre yeniden döneceğini söyleyebiliriz. Yapı ve Kredi Bankası elbette sektör içindeydi ama birkaç yıldır adına yakışır bir rekabetten eser yoktu. Şimdi bir anlamda Yapı ve Kredi Bankası’nın yeniden doğumuna şahit olacağız.REKABET KIZIŞACAKBizce Yapı ve Kredi’nin katılımıyla birlikte sektörde yeniden rekabet canlanacak.. Bankanın şimdiye kadar teknolojide, bireysel hizmetlerde öncü olduğunu ama içine düştüğü durum nedeniyle, epeydir atıl kaldığını biliyoruz.Geçen süre içerisinde Yapı ve Kredi Bankası önemli pazar payları kaybetti. Özellikle lider olduğu kredi kartlarında, tüketici kredilerinde yani bireysel hizmetlerde, Bankanın içine düştüğü durum ve yönetimdeki zaafları, diğer bankalara yaradı. En çok da Garanti Bankası ve Finansbank’ın Yapı ve Kredi Bankası’nın pazar payından pay kaptıkları söyleniyor.Belki de bu nedenle bazı bankacıların devreye girip, ‘çok ucuza gidiyor’ diyerek, Mehmet Emin Karamehmet’in karar verme süresini uzattıkları söyleniyor...Şimdi bankacılıkta yeni bir dönem başlıyor. TEB’in, Dışbank’ın ardından Yapı ve Kredi Bankası’nın satışı sektöre hareket getirdi. Ancak satışların burada kalmayacağını da herkes biliyor. Yine büyük bankaların satışları, ardından da küçük bankaları alarak bazı bankaların büyüme çabalarına şahit olacağız. Yani bizce 2006’dan önce bankacılık sektöründeki bu ikinci konsolidasyon dönemi bitecek gibi gözükmüyor.Yapı ve Kredi Bankası’nın ilk aşamada değil ama bir süre geçtikten sonra Koçbank ile birleşmesi bekleniyor. Bunun yaratacağı sinerjiden çok şey bekleniyor.Gördüğümüz kadarıyla Yapı ve Kredi Bankası’nın satın alanlar, piyasaya çok iddialı girecekler. Bu arada Koç ile Sabancı grupları arasındaki rekabetin yeniden kızışması, bankacılık sektöründeki hareketleri de epeyce körükleyeceğe benziyor.Umarız bu rekabetten kazanan Türkiye ekonomisi ve tüketiciler yani halk olur...
button
Yazının Devamını Oku 
9 Mayıs 2005
<B>TÜRKİYE </B>Odalar ve Borsalar Birliği Başkanı <B>Rifat Hisarcıklıoğlu</B>, bir süredir dile getirdiği IMF programına ilişkin şu görüşlerini, dün genel kurulda tekrarlayıp, altını çizdi: ‘IMF anlaşmasının içerdiği ekonomik program, büyümenin sürdürülmesi için gerekli ama yeterli değildir.’
Bizce de önümüzdeki üzerinde kafa yorulması gereken konuların başında IMF programını tamamlayacak mikro politikalar gelecek. Hisarcıklıoğlu, önümüzdeki dönemde siyasi ve ekonomik istikrarın karşısında temel tehditi, ‘büyümenin devam edip etmeyeceğinin’ oluşturduğunu kaydetti. Bu nedenle istikrarı sağlamaya dönük tedbirlerin büyüme ve istihdam dostu olmasının önemine değinen Hisarcıklıoğlu, ‘istikrarın devamı ve büyümenin günlük yaşama yansıması da, eksik bıraktığımız yapısal reformların tamamlanmasına bağlıdır’ dedi.
Genel Kurula tek başkan adayı olarak giren Hisarcıklıoğlu, yine IMF programının sürmesi, daha da önemlisi AB hedefinden vazgeçilmemesi gerektiği üzerine bir konuşma yaptı. TOBB’un bir süredir yüklendiği misyona denk düşen AB hedefinin tekrar altını çizen ve ‘Herşeyden önce ekonomideki iyi gidişin desteklenmesi için AB üyelik perspektifini korumaya mecburuz’ diyen Hisarcıklıoğlu, bu kez tabandan gelen tepkilerin de etkisiyle, AB için şart koşulan Kıbrıs, Ege, Ermeni Meselesi gibi ‘AB üyelik sürecinde şart olmayan konularda’ ise milli çıkar muhasebesinin ihmal edilmemesini istedi.
TOBB’un bundan sonra AB hedefinde çok daha etkin rol oynamaya hazır olduğunun mesajını veren Hisarcıklıoğlu’nun, ‘Çin’den gelecek tehdit 10 yıl önceden belliydi, hiçbir önlem alınmadı’ sözleriyle, ‘Kimsenin kendine koltuk yaratmak için birliği bozmamasını’ isteyen, sertleşen sözleri, delegeler tarafından özellikle Devlet Bakanı Kürşat Tüzmen ve TİM Başkanı Oğuz Satıcı’yı hedef alan sözler olarak yorumlandı.
TOBB Başkanı halkın siyasetçiden istediğinin ayrı, kendilerinden istediğinin ayrı olduğunu belirtip, ‘Kimsenin arka bahçesi olmayacağız’ demesi de büyük alkış aldı. Delegeler bu sözlerin adresinin Başbakan Tayyip Erdoğan ve AKP’nin müdahil olduğu İstanbul Ticaret Odası (İTO) yöneticileri olduğu konusunda da, neredeyse tümüyle hemfikirdiler.
HÜKÜMET DE BU GERÇEKLERİ GÖRECEK Mİ?
Eğitim konusu üzerinde önemle duran Hisarcıklıoğlu’nun, kayıtdışı ile ilgili sözleri de çarpıcıydı. Kayıtdışılığın hem ülke hazinesini hem şirketleri mağdur ettiğini kaydeden TOBB Başkanı, bu amaçla vergi idaresinin yeniden düzenlenmesini istedi ve ‘Türkiye ekonomısi hızla yapısal bir dönüşümden geçerken vergi sistemi aynı kalamaz’ dedi. Artık vergide kısmi değişiklikler değil baştan yazılmış bir vergi sistemi görmek istediklerinin altını çizerek, vergi sisteminin bugünkü karmaşık haliyle sürmesi halinde kimsenin kayıtdışılığın azalmasını beklememesini istedi. Hisarcıklıoğlu, faiz harcamalarından yapılan tasarrufun vergi oranlarının kademeli olarak indirilmesinde kullanılmasını istedi ve ‘kayıt içine giren sektörlerde vergi indirimlerine öncelik verilmeli’ dedi.
‘Yerli ve yabancı tüm şirketlere karşı eşit mesafede olunmasını’ isteyen TOBB Başkanı, yeni bir stratejik plan yapılmasının önemini birkaç kez çizdi.
Özelleştirme yaparken, ‘en yüksek parayı verdikten sonra kim alırsa alsın’ demek yerine önce o sektördeki stratejinin saptanması gerektiğini kaydeden Hizarcıklıoğlu, ‘Bu kapsamda bankacılık başta olmak üzere, şirketlerimizin girdi maliyetlerini doğrudan etkileyen sektörlerde rekabet ortamının iyileştirilmesi esas amaç olmalıdır’ şeklinde konuştu.
‘Kayıtdışılık kuralsızlıktır, kayıtdışılık faüldür’ diyen TOBB Başkanı, sürekli faul yapılan bir futbol maçında sorumlunun hakem olduğunu belirterek, ‘Ama devletimizin bizzat kendisi oyun oynamaya çalışıp,faul yaptığından, bugüne kadar hakemlik görevini yerine getirmemiştir. Devlet artık sadece hakemlik yapmalı oyunu faullerden arındırmalıdır’ dedi. Özetle; TOBB Başkanı kurallı ekonomi, rekabetin artırılması, AB hedefi gibi çağdaş değerlerden söz etti. Umarız Hükümet de başka çare olmadığını anlıyordur...
Yazının Devamını Oku 
7 Mayıs 2005
<B>SON</B> bir haftada özel sektörde yaşananlar, Türk özel sektörünün de yeni döneme hazırlandığını, yeni pozisyonlarını belirlemeye çalıştıklarını gösteriyor. Yani dünya ve Türkiye ile birlikte Türk özel sektörü de yeniden şekillenmeye başladı. Koç, Sabancı gibi büyük grupların zaten her yıl stratejik planlar yaptıklarını, öncelikli sektörlerini ve önlerindeki yılları planladıklarını biliyoruz. Ancak son dönemde, özellikle yabancı sermaye odaklı gelişmeler bu büyük grupların bile stratejik planlarını gözden geçirmelerine, plan dışı ani hareketlere girmelerine neden oldu.
Çünkü çok hızlı bir değişim süreci yaşanıyor ve bu süreç giderek somutlaşmaya başladı.
Büyük gruplar açısından hayati kararların alınmaya başladığı bir dönem yaşanıyor. Bu nedenle rekabetin de kızışması, sakin sularda seyrederken hakim olan dostluk havasının, çatışma görünümü vermeye başlamasını da doğal karşılamak gerekiyor.
Yabancı sermayenin özellikle bankacılık, perakende ve telekomünikasyon alanlarına yoğun olarak girme talepleri, özel sektörün planlarını bozan en önemli unsur oldu. Yabancı sermaye ile birlikte artık ‘ölçek ekonomisi’ ağırlığını hissettirmeye başladı. Türk özel sektör gruplarının böyle bir ortamda sektör seçmeye zorlandıkları, ancak belli sektörlerde ölçek ekonomisi uygulamaya hazırlandıklarına şahit olmaya başladık.
Bu süreç, kısa olmayan bir dönem daha devam edecek.... Ülkeyi yönetenlerin de bu sürece önderlik etme görevleri var. ‘Güçlü ülke olmak isteyen’ her yönetim, ülke olarak söz sahibi olacağı sektörleri, alanları belirlemek ve buna göre davranmak zorunda. Bu planlamayı yapabilmek için her şeyden dünyadaki gelişmeleri, ABD ile birlikte AB’nin, Çin’in, Rusya’nın planlarını, dünyanın nasıl şekillendiğini çok iyi okumak gerekiyor.
Dünyayla ilgili bu analizle birlikte, güçlü olunan ve olunabilecek sektörlerin belirlenip, buna göre belirli alternatifli planların yapılması lazım. Aslında buna ülkeyi yönetenlerin yani Hükümetin öncülük etmesi gerekiyor ama böyle kapsamlı bir planın bütün kesimlerle birlikte hazırlanması şart. Yani bir ‘ulusal gelişme planı’ olması gerekiyor.
Bu planla birlikte ülkeyi yönetenlerin özel sektöre dönüp, hangi alanlarda destek vereceğini, hangi ölçek ve hangi pazarlara girdikleri takdirde destek vereceklerini açıklamaları gerekiyor. Bu planlar yapıldıktan, ulusal bir mutabakat sağlandıktan sonra, güçlü ülkelerin yaptığı gibi Hükümetler bazı özel kuruluşlarına özel ve spesifik destekler bile verebilirler. O zaman kimsenin bu destekten ‘şaibe şüphesi’ de olmaz.
STRATEJİK PLAN GEREĞİ
Ancak hükümete baktığımız zaman, bu anlayıştan çok uzak, daha önceki hükümetler gibi, günü kurtarma peşinde olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Son dönemde yabancı sermayenin girdiği alanlar, giriş biçimi, Türk özel sektörünün ani sektör hareketleri, yani herşey karakucak bir gidişatı gösteriyor.
Demek istediğimiz o ki; özel sektör kuruluşları, genel bir perspektiften uzak, sadece kendi inisiyatifleri ile yol bulmaya, kızışan rekabete hazırlanmaya çalışıyorlar. Dolayısıyla özel sektörün şekillenmesi de bu karakucak gidişat içinde, yani biraz el yordamıyla oluyor.
Türkiye’nin yabancı sermayeden istediği biçimde yararlanabilmesi için de, AB müzakere sürecine daha iyi hazırlanılıp, bu süreçten mümkün olduğunca az tahribatla çıkabilmek için de, sonuç olarak yönetimlerin halkına daha fazla refah dağıtabilmeleri için de, artık Hükümetin mümkün olduğunca elini çabuk tutup, bu çabanın içine girmesi gerekiyor.
Aksi takdirde yabancı sermayeye karşı hamasi nutuklar atanlar ya da hiçbir plan olmadan vahşi akış seyrine müdahale edilmemesini isteyenlerin istedikleri olacak.
Halbuki bilinçli, ileriye düşünen, çağdaş anlayışla gitmemiz gereken, kritik bir değişim süreci geldi, dayattı.
Yazının Devamını Oku 
5 Mayıs 2005
<B>TASARRUF</B> Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) Sabah-ATV Grubu’nun satışını nihayet gerçekleştirdi. Bizim bildiğimiz 3-4 yıldır devam eden bir pazarlık süreciydi ve sonuçta iki tarafı da memnun edecek bir formül ortaya konabildi. TMSF’nin Sabah-ATV Grubu’nu satarken, bu gruba talip olan yabancıları kullandığını, pazarlığın sonuçlandırılmasında yabancı faktörünün önemli rol oynadığını biliyoruz.
Sabah’ın satışı hem medya sektörünün netleşmesi, hem TMSF’nin tahsilatının artırılması, hem de piyasaların rahatlatılması açısından önemli bir operasyondu.
Türkiye, son dönemde bankacılıktan başlayıp, medya ve perakende sektörüne sirayet eden, bir yabancı ilgisiyle karşı karşıya. 17 Aralık’tan sonra bu hareketin başlamasını bekliyorduk ama açık söylemek gerekirse, bu kadar çabuk ve yoğun başlayabileceğini tahmin etmiyorduk.
Bu yabancı ilgisine bakarak, AB sürecinin kazaya uğramadan devam edeceği beklentisinden sözediliyor. Sürecin tümüyle kazasız geçeceğini söylemek için şimdilik çok erken ama en azından, ekimde müzakerelerin başlayabileceği, belki söylenebilir.
Ne olursa olsun, AB süreci nasıl gelişirse gelişsin, Türkiye’nin Avrupa ve ABD’nin gözde yatırım alanı olduğu kesin. En azından bir süre daha böyle gideceğe benziyor.
Peki bu akımı bozacak bir şey olur mu derseniz, şimdilik gözükmüyor ama unutmamak gerekir ki; burası Türkiye ve her an her şey değişebilir.
O nedenle, şimdiki bu furyayı bizce iyi değerlendirmek gerekiyor.
Bu süreci iyi değerlendirmesi gereken kuruluşların başında da TMSF geliyor. Bu furya, batan bankaların paralarının bir kısmının tazmin edilmesi için de iyi bir fırsat.
TMSF yönetimi, bu akımın bilincinde gözüküyor. Son yıllarda pazarlık etmeyi de, konjonktürü kullanmayı da daha iyi yaptığını da söyleyebiliriz. Ancak daha iyi olabilmesi için bazı kanuni düzenlemelerin de artık gecikmeden yapılması gerekiyor.
YASA İÇİN KARAR GECİKİYOR
Örneğin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’den veto yiyen TMSF’nin satışlarını kolaylaştıran, bu arada medyadaki satışlarda yabancı payını kaldıran yasa için de biran önce karar verilmesi gerekiyor. Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener’in, TMSF Başkanı Ahmet Ertürk ile birlikte, Cumhurbaşkanlığına çıkıp, veto yiyen maddeleri düzelten bazı değişiklik tasarılarını konuştuğunu biliyoruz. Ancak bu değişikliklere rağmen ‘Artık veto etmem’ yanıtı alınamadığı için, kafaların yeniden karıştığı gözleniyor.
Bir an önce karar verilip, bu yasanın tekrar çıkartılması gerekiyor.
Çünkü sırada önemli satışlar var. Uzan Grubu’na ait çimento fabrikalarının bu dönemde satılması, TMSF’nin tahsilatına oldukça büyük bir katkı yapacak. Star Grubu’nun satışı var ve bu satıştan da önemli paralar bekleniyor. Bu arada medyada yabancı payına kısıtlama getirilmesinin anlaşılır bir yanı olmadığını söylememiz de gerekiyor. Bunları kasaplık yapan Arap sermayesi gelip de alacak değil ya... Gelen Batı sermayesi olacak ve doğal olarak standartları yükseltecek. Sınır koysanız bile, milliyetçi kaygılarla bu akımı önlemenin mümkün olamayacağını, Avrupa normlarının bunu zaten gerektireceğini, sermayenin bir yolunu bulup doğal yolunu bulacağını, artık öğrenmemiz gerekiyor...
Gördüğümüz süreç o ki; bankacılıkla başlayan yabancı sermaye yatırım süreci, medya da dahil, daha birçok alanda bir süre daha devam edecek.
Özetle, bu furyadan özel sektörün de, TMSF’nin de daha fazla yararlanması gerekiyor. Sıcak para yerine doğrudan yatırımla cari açığın daha sağlıklı dengelenebileceği unutulmamalı.
TMSF’nin tahsilatının artırılmasının ise Hazine’yi finansman açısından kuvvetlendireceği, bunun da faizlerin daha da aşağı gelmesini sağlayacağı da unutulmamalı...
Yazının Devamını Oku 
3 Mayıs 2005
<B>AB</B> sürecinde Türkiye’nin önüne getirilecek yeni sıkıntılardan biri de Enerji Topluluğu anlaşması olacak. Türkiye daha önce mutabakat zaptına imza atmasına rağmen, anlaşmaya imza atmayınca, sıkıntılar da birbirini ardına gelmeye başladı.
Güneydoğu Avrupa ülkeleri arasında elektrik ve doğalgazı kapsayan bir bölgesel enerji piyasası kurulmasını öngören bir proje üzerinde, birkaç yıldır çalışılıyordu. Geçtiğimiz aralık ayında, AB zirvesi öncesi, 25 AB üyesi ülke Atina’da biraraya gelerek, Enerji Topluluğu kurulmasını öngören bir mutabakat zaptı imzaladı. Bu mutabakat zaptına Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanı Hilmi Güler de imza koydu. Topluluğun 2005 yılında resmi olarak kurulması ve Avrupanın enerji alanının düzenlenmesi, arz güvenliği ve katlanılabilir fiyatlar üzerinden elektrik satışı için çalışılacaktı. Yani tüketici lehine bir projeydi.
Ancak Türkiye 22 Mart 2005 tarihinde Güneydoğu Avrupa ülkelerinden Bulgaristan, Romanya, Hırvatistan, Makedonya, Arnavutluk, Bosna-Hersek, Sırbistan, Karadağ ve Kosova Geçici yönetimi ile Avrupa Topluluğu tarafından paraflanan enerji topluluğu anlaşmasını imzalamadı.Güneydoğu Avrupa ülkeleri arasında gerek ekonomik büyüklüğü, gerek enerji piyasası açısından ilk sırada yeralan Türkiye’nin başından beri aktif olarak katıldığı, topluluğun kurulmasını öngören ‘Atina Süreci’ne etkili biçimde destek verirken, anlaşmayı parafe etmemesi AB tarafından şaşkınlıkla karşılandı. Sadece AB yetkilileri değil, içerdeki enerji yetkilileri de, bu anlaşmanın Türkiye’nin önüne bir çok avantaj çıkardığını belirterek, Türkiye’nin kendi çıkarına işleyecek bu anlaşmayı imzalamamasına şaşırdılar.
Enerji Topluluğu anlaşması asıl olarak karar alma süreçlerinin önemli ölçüde Avrupa topluluğunun insiyatifine bırakan bir vesayet ilişkisi olarak görülüyor. Ancak bölge ülkelerinin hepsinin AB üyesi olma hedefi bulunuyor ve zaten vesayet ilişkisi söz konusu.
SIKINTILAR ÇIKMAYA BAŞLADI
Türkiye’nin enerji topluluğu anlaşmasını paraflamamasına açık bir gerekçe göstermediği ama asıl sıkıntının bu vesayet ilişkisinden kaynaklandığı belirtiliyor. Ayrıca Enerji Topluluğu anlaşmasında sözü edilen enerji müktesabatı zaten Türkiye’nin ulusal program kapsamında uyumlaştırılmasını üstlendiği düzenlemelerden oluşuyor. Türkiye’nin üstü kapalı gerekçe olarak, AB çevre müktesebatını kabul etme zorunluluğunun, planlanan bir dizi projenin hayata geçirilmesini olumsuz yönde etkileyebileceği ihtimalini söylemiş. Ancak bu projelerin ne olduğu da açıkca söylenmemiş...
Bir diğer gerekçe ise henüz ulusal rekabet hukukunun anlaşma ile öngörülen topluluk müktesebatı ile uyumsuz olmasıymış. Türkiye anlaşmayı parafe etmemekle birlikte, Atina sürecini desteklediğine, pürüzlerin giderilmesine çalışacağına ilişkin bir ortak deklarasyona da imza atmış. Yani tipik bir ‘ayak sürüme’ olayı daha yaşanıyor.
Peki, bu ayak sürümenin Türkiye’ye bir maliyeti olmayacak mı?
Bu maliyetleri ödemeye başladığımız, ileride daha da fazlalarını ödeyeceğimiz gün gibi aşikar. Avrupa Komisyonu’nun Türkiye’ye karşı bazı zorlayıcı önlemleri gündeme getirmesi kaçınılmaz. İlk örnek olarak, AB ile mali işbirliği 2005 yılı programlaması kapsamında yeralan Türkiye Elektrik İletim A.Ş.’nin ‘Sınır ötesi elektrik ticareti’ne ilişkin projesi 8 aylık bir çalışma sonrasında, son dakikada ertelenmiş. Avrupa Komisyonu tarafından resmi bir gerekçe gösterilmemekle birlikte, sözlü olarak Türkiye’nin Enerji Topluluğu anlaşmasını imzalamamış olmasının gerekçe olarak söylendiği belirtiliyor.
Dolayısıyla bundan sonra benzer projelerde Türkiye’nin önünün, Enerji Topluluğu anlaşmasını imzalamadığı için sürekli kesileceğini söylemek için kahin olmaya gerek yok. Daha da önemlisi müzakerelerin başlaması ya da devamı için bir ön şart olarak önümüzdeki dönemde bu anlaşma sürekli olarak önümüze getirilebilir. Yani bir sorun daha çıktı...
Kısacası; Türkiye’nin ayak sürümeyi bırakıp, biran önce paraflamama gerekçelerini ortadan kaldıracak kapsamlı bir enerji programını ortaya koyması şart.
Yazının Devamını Oku 
2 Mayıs 2005
<B>BAŞBAKAN </B>Tayyip Erdoğan’ın <B>İsrail ve Filistin’</B>i ziyaretinde, yanında götürdüğü en önemli dosyanın, <B>‘üçlü ekonomik işbirliği</B>’ için Türkiye’nin hazırlamaya başladığı altyapı oluşturma çalışmaları olduğunu tahmin ediyoruz. Geçen hafta Ankara’da yapılan toplantılar, Başbakanın bu ziyaretinde en büyük kozu olacak gibi gözüküyor.
Filistin, İsrail ve Türkiye arasında ekonomik işbirliği için oluşturulan ‘Ankara Forumu’ nda, beklenin ötesinde gelişmeler sağlandığı söylenebilir. Bu platformu oluşturan ise Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nin (TOBB) çabaları idi. Heyetlerin Ankara’ya gelişini sağlamak bile tek başına karmaşık bir işti. Heyetlerin Bilkent Oteli’nde iki gün kampa alınmaları, oluşturulan olumlu hava ve projeler üzerinde konuşmaları, önemli, sıra dışı gelişmelerdi.
Toplantıları, bu işbirliği projesinin sekreterliğini üstlenen Tepav Direktörü Güven Sak yönetti. Toplantılara başlanırken bu işbirliğinde Türkiye’nin, Türk özel sektörünün umduğu ekonomik yarar, açık bir dille anlatıldı ve üçlü işbirliği üzerinde durulması, şimdilik aşılamayacak konuların üzerinden atlanıp işbirliği yapılacak konuların öne çıkarılması istendi.
Sonuç olarak; İsrail terkettiği bölgelerde, güvenlik açısından yanıbaşında Filistinlilerin iş yapmalarını pek istemiyor ve Türk özel sektörünün bu görevi üstlenmesi sözkonusu. Türkiye ’nin İsrail ve Filistin ile serbest ticaret anlaşmaları bulunması büyük şans. Türk tekstilcilerinin Ürdün’de yatırım yapıp bir sürü kısıtlamayı aşmaya çalıştığı ortada. Oluşturulacak işbirliği ile İsrail’in terkettiği sanayi bölgelerinin bu amaç için canlandırılması bile gündeme gelebilecek.
Yapılan toplantılarda Endüstriyel ve teknoparkların birlikte oluşturulması, Filistin bölgesinde, üçlü işbirliği ile paketlete ve stoklama depolarının kurulması, buralarda iş yapacak Türk yatırımcıları için sigorta mekanizmalarının oluşturulması, sanayi ve yatırım alanında işbirliği projeleri olarak ortaya çıkmaya başladı. Yanısıra inanç turizmi için İsrail ve Filistin’in kabul edeceği formüllerle karşılıklı akışın güçlendirilmesi, buralara dönük paket turlar düzenlenmesi gibi konular üzerinde duruldu. Yine üçlü işbirliği ile karayolu, limanlar gibi ticaret için gereken altyapı yatırımlarında önemli işbirliği imkanları bulunduğu da konuşuldu.
Yani önce ticaret yapacak olan işadamlarının serbest dolaşımı, malların serbest dolaşımı ve ardından sermayenin serbest dolaşımının önündeki engellerin kaldırılması için çözüm arandı.
HEYETLER GÜÇLÜYDÜ
İki ülkenin özel sektör kuruluşları ilk kez resmi olarak ve kamuoyunun önünde Ankara’da biraraya gelmiş oldular. Oluşturulan havanın çok olumlu olduğu ve ileriye dönük olarak önemli işbirliği projelerinin gerçekleştirilebileceği bir ortamın sağlandığı belirtildi.
Toplantıya TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu’nun yanısıra Başkan Yardımcısı Faik Yavuz, Yönetim Kurulu üyeleri Nejat Koçer, Hüseyin Üzülmez, Türkiye- İsrail İş Konseyi Eş Başkanı Ekrem Güvendiren, Türkiye-Filistin İş Konseyi Eş Başkanı Şerif Egeli, Deniz Ticaret odasından Hakan Ok ve Engin Alptekin, Müteahhitler Birliği Genel Sekreteri Selçuk Polat, Uluslararası Nakliyeciler Derneği Başkan Yardımcısı İzzet Salah, Turizmci Ahmet Barut katıldı. İsrail tarafından, Ekonomik Organizasyonlar Federasyonu Başkanı Shraga Brosh, Müteahhitler Birliğinden Ron Sack, Esnaf ve Sanatkarlar Birliği Başkanı Yehuda Al Hadef, Ticaret Odaları Federasyonu Üyesi ve Coca Cola Vergi Komitesi Direktörü Gıdon Siterman, Bağımsız Organizasyonlar Temsilcisi Mordechai Shapira, Türk-İsrail İş Konseyi Eş Başkanı Alon Liel, İsrail Türkiye Büyükelçisi ve işadamı Uri Bar-Ner katıldı. Filistin adına ise Ticaret, Sanayi ve Tarım Odaları Federasyonu Başkanı Ahmet Hashem Ahmed Azzogheir, Gazze Ticaret Odası Başkanı Muhammed S.M. Qudwah, Bethlehem Ticaret Odası Başkanı Samir Y.S. Hazboun, Gazze Ticaret Odası Yönetim Kurulu üyeleri Yousef M.Y. Najem, Rady Aburida, Ticaret Odaları Federasyonu Ekonomi Müdürü Amin D.K. Baidoun katıldılar.
Bu arada TOBB, oda sisteminin kurulması için Filistin’e teknik yardım sözü de verdi.
Görüldüğü gibi sessiz sedasız çok önemli bir organizasyon yapıldı ve önemli bir adım atıldı. Böylece siyasi alanda devamı getirilebilecek, Türkiye adına bir imkan da, yaratılmış oldu
Yazının Devamını Oku 