Erdal Sağlam

Enerjide 2 yıl aradan sonra hareket başlıyor

13 Ağustos 2005
<B>TÜRKİYE</B> enerji sektöründe piyasa ekonomisinin hakim olması için gereken adımları atmakta 2 yıl gecikti. Hatırlarsanız; AKP ilk iktidara geldiğinde Enerji Bakanı, geçmişte Rusya ile ne kadar kötü kontrat yapıldığını, şimdi bunları düzeltip milyarlarca dolar tasarruf sağladıklarını söylemiş, manşetlere çıkmıştı. Daha sonra, Rusya’dan yapılan kontratlarda bir değişiklik yapılamayacağı, hatta biraz daha pahalı alım yapıldığı iddiaları ortaya dökülmeye başladı. Şimdi 2 yıl önceki bu söylemler unutulmuş gözüküyor.

Neyse... 2 yıl sonra nihayet enerjide gereken adımlar atılmaya başladı.

Bizce, girilmesi gerekip boş yere 2 yıl beklenen bu yolda en temel adımlardan biri elektrik dağıtımının özel sektöre geçmesiydi. Dünya Bankası ile hazırlanıp çoktan uygulamaya girmesi gereken strateji raporunda da bu adımlar somut olarak sıralanmış, tarihler verilmişti.

Şimdi 6 önemli bölgeden başlanarak elektrik dağıtımı özelleştirilmeye başlanıyor. Baştan mülkiyet devri isteniyordu ama şimdi Telekom’daki lisans devri gibi, 49 yıllığına lisans yetkisi verilen şirketler satılacak. Böylece ihalelere girecek firmaları özendirmek, ileride hukuki sorunlar doğmasının önüne geçilmeye çalışılıyor.

Oluşturulan model, daha sonra uygulamada ne sorun çıkacak bilmiyoruz ama, şimdilik uygun bir model olarak gözüküyor. 5 yıllığına sabit tarifeler belirleniyor, bu tarifeleri ve belirlenecek yatırım taahhütlerini kabul eden firmalardan en yüksek teklifi veren ihaleyi kazanacak. 5 yıl sonra ise tarifeler, Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu’nun (EPDK) onayını almak kaydıyla serbestce belirlenecek. Serbestce belirlenecek kısım da sanayi elektriği olacak.

Türkiye’de dağıtımda çok büyük kaçak ve kayıplar bulunması, ihale sisteminin çıkış noktalarından biri. Kayıp ve kaçağı hızla indirecek özel sektör firmaları, o ölçüde karlarını artırmış olacaklar. Böylece kayıp kaçağın azaltılması özendirilmiş olacak.

15 Ekim’de ilk ihaleye çıkılıyor ve daha önce 1-2 bölge düşünülürken, son alınan kararla, İstanbul Anadolu yakası, İstanbul Avrupa yakası, Trakya, Ankara, Konya, İzmit-Sakarya-Bolu olmak üzere, 6 bölgenin birden ihaleye çıkılması kesinleştirildi.

İhaleye girişi özendiren unsurlardan biri de üretim hakkı oldu. Daha önce yüzde 20 ile sınırlandırılması planlanırken, dağıtımı alacak firmalara o bölgedeki tüketimin tamamı, yani yüzde 100’ü için üretim tesisi kurma hakkı verilmesi kararlaştırıldı.

Yetkililer Hazine’nin sadece sulama elektriği için yılda 500 trilyon lira sübvansiyon uyguladığını, özelleştirme ile bundan kurtulacağını belirtirlerken, 2007 yılından itibaren elektrik sektörünün devlete yük olmaktan çıkarılacağını söylüyorlar.

DAHA İŞ ÇOK

Bu arada sadece üretimdeki sorunlar da giderilmeye başlandı. Elektrikte sınır ötesi ticareti, özellikle de Irak’a elektrik ihracatını düzenleyen yönetmelikler çıkarıldı. İşletme hakkı devri almış Kayseri’deki gibi şirketlere EPDK tarafından sözleşme değişikliği talepleri bildirildi ve bunların 1 Kasım’a kadar yeni sözleşmeleri imzalamaları istendi. Bu tarihten sonra eğer yeni sözleşmeyi imzalamazlarsa, yetkileri ellerinden alınacakmış.

Yap-işlet-devret’le daha önce yapılan ve sorun yaşanan santrallar için de benzer bir sistem uygulanacakmış. Enka’nın santralı için ise sanıyorum hukuki değişikler yapılması gerekecek.

Doğalgaz kontrat devirleri için de bir düzenleme yapıldı, önceden ilgili ülkeden onay almış şirketlerin bu ihalelere girmeleri sağlanacak. Yani sonradan çıkacak sorunlar ve vakit kaybının önüne geçilmeye çalışılacak. Bu ihalelere de 2006’da başlanması planlanıyor.

Akaryakıt bayilerinin denetiminde EPDK’nin devreye girmesiyle epeyce yol alındığını biliyoruz. LPG’de ihtisas gümrükleri oluşturuldu ve artık kalite sorunu giderilmeye başladı.

Bu düzenlemelerin bir kısmı başlarken bir kısmı için yeni yasal düzenlemeler gerekiyor. Yani yeni dönemde sosyal güvenlik gibi, enerjide de yapılması gereken çok şey var.
Yazının Devamını Oku

Hedef Merkez Bankası mı, düşük enflasyon mu

11 Ağustos 2005
<B>AKP’</B>ye yakın bir gazetenin, tam da faizlerin konuşulacağı<B> Para Kurulu </B>toplantısı gününe denk getirdiği, <B>Merkez Bankası</B> yönetimine yüklendiği manşetle, bombardımanın başladığını söylemiştik. Dün, Merkez Bankası’nın faiz indirmeme kararı almasının ardından çıkan haberler, bombardımanın başladığını teyit etti.

Bu hareketin sadece Merkez Bankası bağımsızlığı, Merkez Bankası’nın çağdaş yönetimi olduğunu düşünmüyoruz. Daha köklü kaygılar bu hareketin başlatılmasında rol alıyor.

Herşeyden önce; çağdaş devlet anlayışını içine sindirememenin bir ürünü. Yani sadece Merkez Bankası’nın bağımsızlığı değil, Anayasa Mahkemesinin bağımsızlığı da, yargının bağımsızlığı da, eğitim sisteminin bağımsızlığı da, hepsi tehlikede. Son dönemde AKP Hükümeti bütün bu alanlarda, çağdaş devletin temeli olan güçler ayrılığına ters düşerek, hem siyasi hem ekonomik olarak iktidarların gücünü dengeleyen kurumlara yüklenmeye başladı. Bunların yanında Merkez Bankası’na yüklenme biçimine, çok daha ‘üstü örtük’ bile diyebiliriz. Bunun nedeni de bizce IMF korkusu, başka bir şey değil...

Türkiye’nin bir aşiret devleti olmadığı yani iktidarı o ya da bu şekilde alanın, her istediğini istediği biçimde yapamayacağının artık içe sindirilmesi şart. Yanısıra; AB hedefi deyip, çağdaş devlet anlayışını sürekli delmeye çalışmanın birlikte varolmayacağı da kesin.

İşin kötü yanı; sadece iktidar partisinin değil, muhalefet partilerinin de bu anlayışta olmamaları. Çağdaş devleti ‘devletçilik’ olarak algılayanlar, yargı da dahil, çağdaş devletin vazgeçilmezleri olan ve mecburen her geçen gün sayıları artan bağımsız kurumları aslında içlerine sindirmiş değiller. Son RTÜK seçimlerindeki tavır bunun en açık kanıtı...

Yani bombardımanın temel nedenlerinden biri, bu çok genel ve sakat siyasi anlayış...

Bombardımanının diğer bir temel nedenini ise dünkü yazısında Ercan Kumcu çok iyi özetlemiş. Bazı gazeteler faiz indirmedi diye Merkez Bankası’na yüklenirken, Kumcu düşük enflasyonla yaşamanın düşük enflasyonla yaşamayı öğrendiğimiz anlamına gelmediğini, bu kültürü edinmenin on yıllar alacağını belirtip, ‘Biz, taleplerimizle ve söylevlerimizle çok çabuk pes etmek istediğimiz izlenimi veriyoruz’ diyor.

HÜKÜMET PES EDERSE...

Evet, bir yol ayrımına gelinmiş gözüküyor. İnsanlar şimdiye kadar yaşanan yüksek büyüme nedeniyle, enflasyonun düşmesine bir şey diyememişlerdi. Şimdi büyümenin eskisi kadar olamayacağına ilişkin gerçek su yüzüne çıkmaya başladığında, tepkiler artmaya başladı.

Yıllardır Türkiye’nin yüksek ve istikrarsız enflasyonda yaşamasının nedeni de bir anlamda ortaya çıkmaya başladı, sayılır. Eskiden beri ihracatın ‘ne pahasına olursa olsun’ artması gerektiğini, bunun için etik ve yasal olmayan yollara bile başvurulmasını mübah sayan tipik ihracatçı kesim zaten pusuda bekliyordu, seslerini iyice yükseltmeye başladılar. Bunun yanısıra İstanbul Sanayi Odası (İSO) gibi daha çağdaş ekonomik anlayışa sahip olduğunu sandığımız kurum yöneticileri de, asıl niyetleri bu olmasa bile, bu tipik ihracatçıların ekmeğine yağ sürecek beyanlarda bulunup, ‘büyüme de büyüme’ demeye başladılar.

‘Tipik kesim’ açıkca söylemiyor ama dillerinin altındaki baklanın adı devalüasyon...Asıl sıkıntılarını açıkca söyleyemedikleri için, faiz tartışmalarını bahane ediyorlar.

Burada Hükümetin tavrı çok önemli. Çiller Hükümeti gibi çabuk pes edip, popülist talepleri yerine getirelim derlerse, sadece ihracatçıyı kollayalım tercihinde bulunup enflasyonu yani tüm toplumu feda ederlerse, programın da, ekonomideki iyileşmenin de sonu gelmez.

Hükümet ince ayarla ama genel hedeften sapmadan, yani enflasyonla mücadeleden taviz vermeden gitme kararlılığını gösterecek mi, onu önümüzdeki günlerde göreceğiz.

Hükümet, Merkez Bankası’nın kararlı ve bağımsız politikalarıyla enflasyonun bu noktaya geldiğini, bunun kendi başarı hanesine yazdığını herhalde görüyordur.

Asıl olması gereken; Hükümetin, ekonomi bakanlarının çıkıp bu bombardımanda Merkez Bankası’nın arkasında durmaları ve bunu açıkca söylemeleridir. Bakalım ne yapacaklar?
Yazının Devamını Oku

Merkez Bankası’nın bağımsızlığı sindirilemedi

9 Ağustos 2005
<B>SÖYLEMEK</B> istediğimizi, baştan söyleyerek girelim:<br><br><B>AKP Hükümeti Merkez Bankası’nın bağımsızlığını içine sindiremedi. Şimdiye kadar, işine geldiği için, bu konuda sessiz kalmayı tercih ettiler. Ancak ilk bulduğu fırsatta Merkez Bankası’nın bağımsızlığını elinden almaya çalışacaklar. Bunu işler kötüye gittiğinde suçu Merkez Bankası politikalarına atarak yapmaya çalışacaklar. Ayrıca Merkez Bankası’nın başarılı olduğu herkesce kabul edilen yönetimi üzerinde de oynamaya başlayacaklar.

Şimdi bunlar nereden çıktı demeyin... Zaten bu tartışmalar vardı, Başbakan ilk geldiğinde kur ve faizden yakınan işadamlarına ‘Gidin Merkez Bankası’nın kapısına’ diye hedef göstermişti. Daha sonra Merkez Bankası’nın enflasyonla mücadele programının başarısının aynı zamanda Hükümete oldukça önemli artılar getirdiği görülünce, bu söylemlerinden vazgeçtiler. Ancak Hükümet üyeleri zaman zaman Merkez Bankası’ndan, zaten gelmesi gereken uyarılar geldiğinde, bağımsızlığı içine sindiremediklerini gösteren demeçler vermekten de geri durmadılar.

Önümüzdeki yılın ilk aylarında Merkez Bankası Başkanı Süreyya Serdengeçti’nin görev süresinin dolması nedeniyle, zaten yıl sonuna doğru bu bağımsızlığı ve güçlü yönetimi içine sindiremeyenlerin borbardımanının başlaması beklenen bir gelişmeydi.

Ancak gördüğümüz kadarıyla bu borbardıman erken başladı...

Dün AKP’ye yakınlığı ile bilinen bir gazetenin manşeti Merkez Bankası idi. Özetle; yüksek faizin bu yönetimin tercihi olduğu hatta yüksek faizin bekçisi olduğu, faizin yüksek olması nedeniyle insanların yatırıma gitmediği söyleniyordu.

Faiz kararının verileceği Para Politikası Kurulu toplantısının yapılacağı gün böyle bir toparlama haberin manşet yapılması elbette ki tesadüf değildi...

Toplantıda faiz indirimi yönünde karar çıkması için baskı yapılmaya çalışılıyor. Eğer indirim kararı çıkmazsa, belli ki Merkez Bankası yönetimi yine tu-kaka edilecek.

FAİZ YÜKSEK DE...

Kısacası bombardıman erken başladı. Ya da daha sonradan gelecek asıl bombardıman için şimdiden ön atışlar başladı diyebiliriz...

Adını açıkca koymak gerekiyor: Bu bombardıman Merkez Bankası bağımsızlığına karşı başlatılan bombardıman. Bu mantık Refahyol Hükümeti döneminde gündeme getirilen ‘Türkiye para basıp borçlarını ödesin, faiz ödemesin’ mantığının bir uzantısı...

Yani Türkiye’yi küreselleşmeden sıyırıp, kendi başına bir Afrika ülkesi haline getirecek politikalara yeşil ışık istiyorlar. Bu yönetimi de çağdaş olduğu için engel görüyorlar...

AKP yönetimi elbette bu kadar radikal değil ama ‘Bizden biri olsun’ ya da ‘Arada değeni de olmaz, alnı sürekli secdede olan biri olsun’ mantığı devam ettiği için, Merkez Bankası yönetimine yüklenmek için bu tür bahaneleri kullanacaktır.

Peki piyasadaki faiz oranları yüksek değil mi?

Elbette yüksek... Ancak bu, piyasada oluşan faiz oranları. Merkez Bankası çeyrek ya da yarım puan faiz indirse bile, bu faizler daha aşağı gelmez ki... Siz Hükümet olarak IMF’yle anlaşmanın şartlarını zamanında yerine getirmezseniz, siz içeride siyasi gerilim yaratacak konulara bu kadar teşne olursanız, bu faiz oranları daha fazla aşağı inemez...

Şu andaki faiz oranları, yapılan bu hatalara karşılık düşük bile... Çünkü, hem dışarıdaki küresel likidite Türkiye’ye akmaya devam ediyor yani dış koşullar uygun, hem de içerde finans kesimi kar edeceğiz diye, gördüğü riskleri bile satın almıyor...

Bütün bunlara rağmen, yani piyasaya rağmen bir zorlama yapılırsa, vay halimize..

Hükümetin başarılı gözükmesinde en önemli etken Merkez Bankası politikaları ama...
Yazının Devamını Oku

Sıcak parada ikinci yarı yıl akımı

8 Ağustos 2005
<B>SON</B> günlerde yine, artık alıştığımız gibi, borsanın rekor üstüne rekorlarla yükseldiğine, kurların müdahalelere rağmen, rekor üstüne rekor düşüşler kaydettiğine şahit olduk. Her şeyden önce şunu söylemek gerekiyor ki; olumlu ya da olumsuz yönde, yaşadığımız bugünleri, ileride inceden inceye yeniden ele alıp, gelişmeleri soğuduktan sonra yeniden irdelemek gerekeceğine inanıyorum. Daha önceki çalkantılı dönemler öncesi hissettiklerimin bir bölümünü özellikle son 1 ayda hissetmeye başladığımı söylemeden geçemeyeceğim. Bu dönemin ardından ille de çalkantılı bir dönemin geleceğini söylemek istemiyorum ama bu dönem aşılırsa da, bir-iki yıl sonra bu dönemin nasıl aşıldığının da mutlaka irdelenmesi gerekecek.

Son günlerde yaşadığımız rekorların nedenleri arasında başı çeken, bizce, global likidite düzeyindeki yüksekliğin devam etmesi ve gelişmekte olan ülkelere olan fon akımının artmayı sürdürmesi. Bankacılar, yılın ilk yarısında, sağlam, riski olmayan gelişmiş ülkelere yatırım yapan yatırım fonlarının, çok fazla kar edemediklerinin iyice ortaya çıktığını söylediler. Bu fonların yöneticilerinin gelişmekte olan ülkelere yatırım yapan fonların yöneticilerine göre şimdi daha başarısız göründüğünü hatırlatan bankacılar, bu nedenle ikinci yarıda gelişmekte olan ülkelere yatırım yapıp, yıllık kar oranlarını artırma çabasının başladığını kaydettiler. Dolayısıyla daha önce Türkiye’ye ve başka gelişmekte olan ülkelere yatırım yapmamış ya da portföylerinin küçük bölümlerini ayırmış olan fon yöneticilerinin, şimdi büyük bir hırsla Türkiye ve diğer gelişmekte olan ülkelere yatırım yapmaya başladıklarını söylediler.

Bu akımın her gelişmekte olan ülkeye aynı oranda olmadığını kaydeden bankacılar, Türkiye’nin bu ‘ikinci yarıyıl akımı’ndan en fazla pay alan ülkelerden olduğunun da altını çizdiler. Türkiye’de reel faizlerin hala oldukça yüksek olduğunu, döviz rezervlerinin güçlülüğünün güven verdiğini kaydeden bankacılar, yabancı fonların ikinci yarıda da Türkiye’yi iyi kar edilecek ülkelerden biri olarak görmeye devam ettiklerini kaydettiler.

Son günlerde çok yüklü yabancı girişleri olduğunu, rekorlarda bu girişin en önemli rolü oynadığını kaydeden bankacılar, bu akımın bir süre daha devam edebileceği görüşündeler.

Peki, yabancılar başta cari açık olmak üzere, ekonomik göstergelerdeki tehlikeleri hiç mi görmüyorlar? 3 Ekim’e ilişkin artan soru işaretlerini takip etmiyorlar mı?

HERKES İYİ KÁR EDİNCE...

Bankalar ve aracı kurumların yabancı fonlarla ilgili yetkilileriyle görüştüğümüzde, cari açığın şu anda rahatlıkla finanse edildiği için tehlike olarak görülmediğini, 3 Ekim’e ilişkin olarak ise her ne kadar son günlerde aykırı demeçler verilmeye başlansa da, Komisyonun baskısıyla Türkiye’nin 3 Ekim’de müzakerelere başlayacağının görüldüğünü söylediler.

Bankacıların dediğine göre 3 Ekim’de müzakerelerin başlaması zaten satın alınmış durumda. Ancak aksine bir durum olursa, bu piyasayı etkileyecek bir gelişme olur. Müzakereler başlarsa artık piyasaya artı bir etkisi olmaz...

Burada söylemeden geçemeyeceğimiz bir gerçek de; yabancı fon yetkilileri, ne kadar yıllık paçal karlarını artırmak istiyorlarsa, bunlara Türkiye’de aracılık eden banka ve aracı kurumların da karlarını o kadar artırmak istedikleri gerçeği. Yani yerli banka ve aracı kurumlar, kendilerine gelen yabancı fon yöneticilerine, bazılarını gösterseler de, çok fazla risklerin üzerinde durmuyorlar, hala Türkiye’de iyi karlar elde edileceği konusunda iyi bir pazarlama yapıyorlar. Tabii ki bu nedenle yabancı girişlerinden iyi kar elde ediyorlar.

Bu arada aynı banka ve aracı kurumların, yabancıların çıkışında da benzer işlemler olacağı için, buradan kar elde edeceklerini de kayda geçirmek gerekiyor...

Özetle eğrisi doğrusuna denk geliyor; Türkiye’ye küresel ortam nedeniyle iyi kaynak giriyor, hükümet de büyümeden fedakarlık etmeden, tehlikelere rağmen dengeleri götürebiliyor.

Ancak 3 Ekim’de çıkacak bir kaza veya IMF’den gelebilecek bir restle, şimdi kar için giren yabancı fonların, bu kez ne kadar hızlı olur bilmiyoruz ama, çıkacağını unutmamak gerekiyor.
Yazının Devamını Oku

Gerilim artıyor hükümetin hata payı azalıyor

4 Ağustos 2005
<B>FRANSA</B> Başbakanı <B>Villepin</B>’in Türkiye’nin Avrupa Birliği ile katılım müzakerelerine başlamadan önce Güney Kıbrıs’ı tanımak zorunda olduğunu açıklaması, Yunanistan ve Avusturya gibi ülkelerin bu tavrı desteklemeleri, son olarak da Almanya’dan benzer seslerin çıkması, AB cephesinde iplerin gerildiğini gösteren önemli örnekler. Buna karşılık AB’nin genişlemeden sorumlu üyesi Rehn başta olmak üzere, AB yetkililerinin ek protokolün imzasıyla müzakerelerin önünün açılmış olması gerektiğini açıklaması ortamı yumuşatıyor ama gerginliği tümüyle gideremiyor. Türkiye’nin müzakerelere başlamasının engellenmesi için tüm ülkelerin bu yönde görüş birliğine varması gerektiği için, Türkiye’nin 3 Ekim’de müzakerelere başlamasının engellenemeyeceği görüşü hakim.

İşte bu nedenle kısa vadeli perspektifle hareket eden, yani 3 Ekim’i düşünen piyasalar bu gerilimden şimdilik fazla etkilenmiş gözükmüyor. Aslında etkilenmemesinin en önemli nedeni kısa vadeli fon akışının hızla devam etmesi. İşte bu yüklü fon girişi nedeniyle kurlar, Merkez Bankası müdahalelerine rağmen, düşmeye devam ediyor, borsa da yükselmeye...

ZAMANI GELİNCE PİYASAYA YANSIR

3 Ekim için bir sorun gözükmezken, tarama süreci sonrasında her konu başlığına ilişkin müzakerelere başlanması için AB içinde oy birliği gerekmesi, 3 Ekim’in hemen sonrasında Türkiye’nin işinin hayli zor olacağını gösteriyor. Ama piyasalar, şimdilik, buna bakmıyor. Zamanı gelince biriken bu gerilimin piyasalara yansıması kaçınılmaz olacak.

Kısacası; AB cephesinde Kıbrıs sorunu, sürekli olarak bir gerilim noktası oluşturmaya devam edecek gibi gözüküyor. Sadece Kıbrıs değil, özellikle Fransa ve Almanya’nın önümüze çıkaracağı başka bahaneler de olacak ve bu süreç oldukça sıkıntılı geçecek.

Sadece AB konusu değil, önümüzdeki dönem gerilimi artıracak potansiyel başka konular da bulunuyor. Sıkıntıyı artıracak konuların başında kurların düşük seyri ve cari açık başta gelecek.

Misyonları ‘bilimsellik değil iyimserlik’ olan yazarların da nihayet cari açıktaki büyümeyi görmeleri ve ‘tehlike var’ demeleri bile, gerilimin artmaya başladığının iyi bir göstergesi.

YAPISALLAR TAMAMLANMALI

Sürekli düşük kurdan yakınan ve bu nedenle ‘yalancı çoban’ muamelesi gören ihracatçıların yeniden seslerini yükseltmeye başlamaları da bir gösterge... Özellikle TL cinsi girdi kullanan, tekstil gibi ihracat kalemlerinde önümüzdeki dönem sıkıntıların artması sürpriz olmamalı...

Yıl sonu yaklaştıkça bu seslerin yükselmesi kadar, cari açığın çok büyük rakamlara varacağının kesinleşmesiyle ‘finanse ediliyorsa cari açık sorun değildir’ edebiyatının artık son bulmaya başlaması da, kimse için sürpriz olmamalı.

Hükümet imam hatip gibi, YÖK gibi siyasi gerilim yaratacak projelerini hayata geçirme gibi bir hataya düşerse, potansiyel ekonomik sorunlara önemli siyasi sorunlar da ekleyecek demektir.

Hükümetin bazı gerilim alanlarında inisiyatifi var ama bazılarında olmayabilir. İşte bu nedenle kendi inisiyatifindeki potansiyel gerilim alanlarını iyi görmesi ve zaten dışarıdan gelecek risklere içeride yenilerini eklememesi gerekiyor.

Gerçekten hem siyasi hem ekonomik olarak bir çok gerilimin artık kendini iyice hissettirip, piyasalara etki edeceği bir döneme giriyoruz. Önümüzdeki dönem Hükümetin ve ekonomi yönetiminin, eskiye kıyasla hata yapma payının giderek azaldığı bir dönem olacak.

İşte bu nedenle, belki de en iyisi, eylül ayında TBMM’nin toplanıp, başta sosyal güvenlik yasası ve veto edilen bankacılık yasası maddeleri olmak üzere, geciken yapısal tedbirleri hemen tamamlaması, IMF’yle ilişkileri daha fazla gecikmeden rayına koyması olacak.

Böylesine kritik dönemlerde, hata yapma payı azalırken, zaman geçirme lüksü de kalmaz.
Yazının Devamını Oku

Bu cari açıkla yabancı sermaye düşmanı olunmaz

2 Ağustos 2005
<B>SON</B> dış ticaret rakamları, dealarları hálá etkilemese de, banka iktisatçılarını, biraz daha tedirgin etti. Haksızlık etmeyelim; iktisatçılar zaten bir süredir dış ticaret rakamlarından ve büyüyen cari açıktan rahatsızlar. Son 3-4 aydır cari açık hedefini revize üzerine revize ediyorlar. Son açıklanan rakamlardan sonra 19-19.5 milyar dolar yıllık cari açık rakamını artık 20 milyar dolara çıkarmaya da başladılar. Yani verdikleri alarmın dozunu artırıyorlar.

Banka dealarları ise, her şeye olduğu gibi, büyüyen cari açığa da ‘bir şey olmaz’ diye bakıyorlar. Onların derdi günlük işlerin iyi gitmesi, para kazanmaya devam etmeleri. Daha sonra çıkacak sorunları ise bilerek görmemezlikten geliyorlar. Bu bakışla para kazanmaya devam eden banka yönetimleri de, cari açık rakamlarına ‘nasıl olsa finanse ediliyor’ diye bakıyorlar.

Hükümete ve ekonomi yönetimine gelince... Son dönemde büyük özelleştirmeler nedeniyle artan ‘yabancı sermaye’ tartışmalarında artık hükümet açıkça taraf oldu. Gerçi bazı hükümet üyeleri, ‘acaba mı?’ dedirten sorular ortaya atıyorlar ama Başbakan Tayyip Erdoğan açıkça ‘Bizim ekibimizde yabancı sermayeye karşı olan yoktur’ dedi.

Hükümetin yabancı sermaye taraftarı olmaktan başka çaresi yok. 4 milyar dolara çıkarak tarihi rekorunu kıran aylık dış ticaret açıkları, 20 milyar dolara çıkan yıllık cari açık rakamları karşısında zaten başka bir tavır almaları mümkün değil.

Çünkü öyle ya da böyle bir yolunu bulup, büyümeyi artırmak istiyorlar. IMF’nin şartlarını zaman zaman esnetip bazen erteleyerek, sigara-içki, ÖTV gibi vergilere yüklenip kalitesine bakmadan mali disiplin korunuyor görüntüsü verip harcamaları mümkün olduğunca artırarak büyümeyi körüklüyorlar. Gelirler politikasında da sınırlarda dolaşıp, talebi geriletmemeye özen gösteriyorlar.

DENGELER DEĞİŞİRSE VAY HALİMİZE

Bütün bunları hangi yolla yapıyorlar? Tabii ki kur sayesinde... ABD faizlerinin durumu da, uluslararası sermaye birikimi ve fon akımlarının yönü de hükümetin en büyük şansı olarak, bu gidişata yardımcı oluyor.

Peki kur böyle gidince ne oluyor? Yanıt açık: Rekor dış ticaret açıkları ve rekor cari açık...

Bu açıkları şu anda sürdürüyor gözükmemizin, sorun çıkmamasının tek nedeni ise finanse edilebilmesi oluyor. Bunun için, bazen tersini söyleseler de, aslında faizlerin çok hızlı düşmemesi ve kurların düşük seviyede istikrar kazanması Hükümetin çok işine geliyor.

Yani bu açıkların sürdürülmesi için, ne tür olursa olsun, hangi vadede olursa olsun, dışarıdan gelecek paraya ihtiyaç var. Kısacası yabancı sermayenin her türlüsüne açık olmak zorundalar.

O nedenle belki tabanlarının bir bölümüyle ters düşmek pahasına, açıkça yabancı sermaye taraftarı olmak zorunda kaldılar. Daha doğru bir deyişle, bu dönemde AKP Hükümetinin yabancı sermaye düşmanı olması mümkün değil. Böyle bir lüksleri yok...

Daha önce de benzer dönemleri gördük. İçeride veya dışardaki dengeler değiştiğinde ya da hiç beklenmedik anda yapılan küçük bir siyasi hata, yönetim hatasında bile, nasıl işlerin tersine dönüp, tepetaklak gittiğimizi de gördük, yaşadık...

YATIRIMCIYA ‘GEL GEL’

O zaman, doğabilecek sigortalara karşı şu anda en büyük sigorta olarak gösterilen, şimdiki döviz rezervleri elbette yoktu. Ama çıkacak bir ateşin dünyayı yakmaya yeteceğini bilmek de gerekiyor. Şimdi yatırımcıya ‘gel-gel’ yapılırken, ‘yabancı eskisi gibi değil artık kolay kolay çıkamaz’ argümanı kullanılıyor. Bunu söyleyenler de, bu rezerve rağmen, içeride ya da dışarıda önemli bir sapma halinde 5-6 milyar doların hala birdenbire çıkacağını, böyle bir ihtimalde paniğin nasıl büyüyeceğini ve neler olabileceğini de çok iyi biliyorlar.

Dememiz o ki; cari açık giderek daha ihtiyatlı olmamızı gerektiriyor. ‘Nasıl olsa finanse ediliyor’ bakışı, ilelebet sürdürülecek bir söylem değil. Bir tehlike halinde yine en büyük darbeyi, ‘rüzgarın önünde savrulan küçük yatırımcı’nın yiyeceği de açık...
Yazının Devamını Oku

Mevcut özelleştirme portföyü 2006’da temizleniyor

25 Temmuz 2005
ŞU anda en zor işlerden biri Özelleştirme İdaresi’ne ait. Bir yandan yıllardır yapılamayan büyük özelleştirmeleri sırayla yapmaya çalışırken, öte yandan da özelleştirmedeki hızlanmaya paralel olarak, tepkiler giderek yoğunlaşıyor.TMSF Başkanı Ahmet Ertürk ile Özelleştirme İdaresi Başkanı Metin Kilci, şu anda, bizce işi en zor iki bürokrat. Açıkçası; yıllardır biriken pislikleri temizlemeye çalıştıkları için işleri diğer bürokratlara kıyasla çok daha zor.İkisi de, mevcut uygun konjonktürden faydalanıp, temizlik işlemini hızlandırmaya çalışırken ister istemez kötü adam, hedef kişi oluyorlar. Kamuoyunun ve hükümetin aceleci tavrı nedeniyle hem çok süratli hareket etmeleri gerekiyor, hem de hukuki sorunları en ince detayıyla hesaplayıp, açık kapı bırakmamaya çalışıyorlar. Yani ikisi arasında zor bir denge var ve bunu gözeterek gitme gereği, işleri daha da zorlaştırıyor.Geçtiğimiz hafta sonu Metin Kilci ile hem mevcut özelleştirmelerde gelinen aşamaları, sıkıntılı konuları görüştük hem de işin felsefesi ve gelen tepkileri...Kilci’yi bir yandan ‘peşkeş çekiyorlar’ edebiyatının muhatabı olmaktan ötürü biraz kırgın, ama öte yandan da yaptığı işin önemini bildiği için heyecanlı gördük. Yıllardır yapılamayan özelleştirmelerin artık yapılması gerektiğinin bilincinde, ekibiyle birlikte çok yoğun çalışıyor. Kilci’ye özelleştirmenin dinamik bir süreç olduğunu bildiğimizi, bu sürecin bitmeyeceğini ama mevcut portföyün ne zaman eritileceğini soruyoruz. Elektrik dağıtım ihalelerinin bir kısmının uzayabileceğini ama bunun dışında şu anda portföyde bulunan şirket ve işletmelerin 2006 yılı sonunda temizlenmiş olacağını söylüyor. Mevcut portföye yenilerin eklenip eklenmeyeceğini sorduğumuzda ise, ‘Ben şahsen bütün dikkatimizi şu anda portföyde bulunan şirketlere verip önce bunları özelleştirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Bu tabii ki dinamik bir süreç, piyasa ekonomisi içinde özelleştirme bitmez. Ancak mevcutları temizledikten sonra yenilerinin eklenmesi daha doğru olur. Daha sonra portföye nelerin alınacağı ise bizim işimiz değil siyasi otoritenin yetkisinde’ diyor.Kilci, Telekom ihalesinin ardından yapılan spekülasyonlara çok üzülmüş. Eleştirilere hazırlıklı olduklarını ancak böyle bir tartışma beklemediklerini söylüyor. Şimdi yoğun olarak Erdemir’le ilgili çalışıyorlar. Kamuoyunda yeralan eleştirilerin çoğunun mesnetsiz olduğunu, ihaleye çıkarken, şartları belirlerken çok ince eleyip sık dokuduklarını, mümkün olduğunca açık kapı bırakmamaya çalıştıklarını söylüyor. İhale şartnamesine göre Erdemir’i alacak şirketin yerine getirmesi gereken çok sayıda müeyyide bulunduğunu belirten Kilci, ‘Adeta özelleştirme değil bir görevlendirme yapıyoruz’ diyor.Tekel’in özelleştirmesi için şu anda konjonktürün uygun olmadığını, özellikle vergi gibi temel konularda herkesin daha uzun vadeli önlerini görmelerini sağlayacak düzenlemelerin gerektiğini kaydeden Kilci, kesin bir tarih vermiyor ama Tekel’in değişik yöntemle 2006’da ihaleye çıkılarak özelleştirilmesini bekliyoruz.Milli Piyango, dağıtım özelleştirmesi gibi konularda Kilci’nin temkinli olup, regülasyon düzenlemesinin tamamlanması gerektiği görüşünde olduğunu öğreniyoruz. Sonradan bir sıkıntı çıkmaması için, bizce de bazı yasaların daha çıkması, koşulların ve kuralların sıkı biçimde kayda geçirilmesi ve bu kurallara göre özelleştirme yapılması çok daha uygun. Kilci’yi, önümüzdeki dönemin önemli özelleştirmelerinden biri olacak Tüpraş konusunda da umutlu gördük, Artık hukuki bir sorun çıkmaması üzerinde yoğunlaşılmış...Şimdiden yüklü özelleştirme gelirlerinin yanısıra birçok KİT’e yapılan transferlerde çok önemli tasarruflar sağlandı, İdare’nin borçları ödendi. Yani azımsanmayacak bir yol alındı.Ama iş bitmiş değil. Artan tepkileri de göz önüne alırsak, belki de önümüzde, şimdikinden çok daha zor bir süreç bulunuyor. Özetle; yaz ayları Özelleştirme İdaresi için her zamankinden çok daha sıcak geçiyor.
Yazının Devamını Oku

AB ile ilişkiler iyice karmaşıklaşıyor

23 Temmuz 2005
<B>ÖNCEKİ</B> gün Almanya Cumhurbaşkanı <B>Horst Kohler</B>, Federal Meclisi feshederek 18 Eylül’de seçim kararı aldı. Bu uzun zamandır beklenen bir gelişmeydi, sürpriz olmadı. Bu seçim, hele hele 3 Ekim’de Türkiye’nin müzakereleri başlamadan önce Almanya’da yapılacak seçim, uzun zamandır konuşuluyor, Hıristiyan Demokratların seçimi kazanması, dolayısıyla Merkel’in Şansölye olmasından korkuluyordu. Merkel’in sürekli olarak Türkiye’nin AB’ye girmesini engelleyeceğini söylemesi, tabii ki korkunun asıl nedeni.

Yine Türkiye aleyhtarı propaganda yürüten Nicolas Sarkozy’nin de Fransa’da gelecek yıl Başkanlığa en büyük aday olmasıyla birleşince, Almanya seçimleri Türkiye’nin AB macerası açısından değişik tahminlere, tartışmalara neden olabiliyor.

Genel kanı; AKP’nin iyi ilişkiler kurduğu sosyal demokratların iktidardan gitmesi, AB’nin en önemli üyeleriyle ilişkilerin sekteye uğraması, dolayısıyla AB’ye tam üyelik süreci yerine önümüzdeki dönemde ‘imtiyazlı üyelik’ formülünün öne çıkacak olması yönünde.

Önceki gün Kohler’in bu kararını açıklamasından hemen önce, TÜSİAD Almanya Direktörü Dr. Mehpare Bozyiğit ile uzun uzun Almanya’yı, AB ile ilişkileri konuşma fırsatı bulduk. Kendisi Kohler’in ‘üstün liyakat ‘ ödülü verdiği ender kişilerden biri olduğu için, önümüzdeki döneme ilişkin tahminlerini daha dikkatli dinlemek gerektiğini düşünüyoruz.

Bozyiğit, Almanya ile ilişkilerin içeride çizildiği kadar sert ve sekter gitmeyeceği görüşünde. Çıkış noktasını ise Alman sosyal demokratlarının ve mevcut Şansölye Schröder’in Alman ve AB politikasındaki etkinliğini koruyacak olmasına dayandırıyor. Anketlerin sosyal demokratlardan ayrılan daha solcu kanatla, komünistlerin de bulunduğu sol ittifakın oylarının hiç görülmedik biçimde yüzde 30’ları bulduğunu, buna karşılık Hür Demokratların eridiğini gösterdiğini söyleyen Bozyiğit, buradan yola çıkarak Kohler’in seçim sonrasında geniş tabanlı bir hükümetten yana inisiyatif kullanıp, Hıristiyan demokratlar ile sosyal demokratların koalisyonunu gündeme getirebileceğine dikkat çekiyor.

Bu durumda Merkel’in Şansölye olacağını ancak sosyal demokratların etkinliğinin de süreceğini kaydeden Bozyiğit, ayrıca Schröder’in de AB nezdinde etkin bir göreve getirilmesinin, yoğun olarak konuşulduğunu ifade ediyor.

ÖZEL SEKTÖR

Hıristiyan demokratların, seçimde şanslarını azaltmamak için açık açık söylemediklerini ama özel sohbetlerde sosyal demokratlarla koalisyonu konuşmaya başladıklarını kaydeden Bozyiğit, ‘Böyle bir koalisyon halinde Türkiye’ye bakışın değişmeyeceğini, Hıristiyan demokratların seçimi alıp sosyal demokratların bulunmaması halinde bile Merkel’in Türkiye’ye karşı şimdiki sekter tutumunu sürdürmeyeceğini’ tahmin ediyor.

Bu arada herkesin üzerinde mutabık kaldığı bir konu da hem Merkel’in hem de Sarkozy’nin ABD’ye, şimdiki yönetimlere kıyasla, çok daha yakın olmaları. Dolayısıyla önümüzdeki yıldan itibaren AB ile Türkiye’nin ilişkilerinde ABD’nin etkinliğinin daha da artacağı yolundaki beklenti. Bu da tabii ki AKP hükümetinin ABD ile ilişkilerinin iyi gitmemesi nedeniyle, ileriye dönük olarak tehlikeleri artıran bir unsur olarak kayda geçiyor.

Bu arada Mehpare Bozyiğit ile Almanya’daki çalışmalarını da konuşma fırsatı bulduk. Anlattıklarından yola çıkarak söylüyoruz ki; son dönemde Türkiye-Almanya yakınlaşmasında TÜSİAD ve Bozyiğit’in katkısı, görünenin çok ötesine geçmiş durumda. Gazetecilerin Türkiye’ye getirilip, şimdiye kadar Türkiye için hiç olumlu haberin yer almadığı Focus dergisinde bile Türk turizmine övgüler düzülen yazının yer alması, Schröder’in Türkiye’ye bakışının olumluya çevrilmesi, Almanya ve Türkiye’de yapılan temaslarda büyük katkıları bulunuyor. Üstüne üstlük Almanya üzerinden Fransa ile de temasların yapıldığı, nihai olarak AB’nin Türkiye’ye bakışını olumlu kılmak için büyük çabaların sarf edildiği görülüyor. Anladığımız kadarıyla tatil yörelerindeki son bombalamalara rağmen artık bu ülkelerden ‘Türkiye riskli, gitmeyin’ gibi eski demeçlerin olmamasında bu çabaların büyük payı var.
Yazının Devamını Oku