Erdal Sağlam

Turizmcilerin Harran’da golf mesajı

22 Kasım 2005
TURİZM Yatırımcıları Derneği (TYD) geçtiğimiz hafta Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde bir ‘turizm turu’ düzenleyip, bölgedeki turizm yatırımlarının nasıl canlandırılacağı konusunda Mardin’de bir toplantı yaptı. ‘Turizm Zirvesi’ diyecek yoğunlukta gündem yoktu ama yine de yararlı bir toplantı olduğunu söylemeliyiz. Ancak son gününe dahil olabildiğimiz toplantıda üzerinde durulan konu; bölgedeki turizm yatırımlarını nasıl canlandırılabileceği idi. GAP İdaresi ile TYD’nin ortaklaşa düzenlediği toplantıda, bölgenin özellikle inanç turizmini canlandırmak için yapılabilecekler tartışıldı. TYD Başkanı Oktay Varlıer, Çetin Altan’ın ‘her köye tenis kortu’ sözlerini anımsatırcasına, ‘Harran’da golf sahaları yapıldığını hayal ediyorum. Bu benim en büyük hayalim’ dedi.

Bu hayalin gerçek olmasına büyük önem verdiğini, bölgeye yapılacak 1 milyar dolarlık yatırımın yılda 2 milyar dolar ek gelir sağlayacağını kaydeden Varlıer, Antalya’da kıyı turizmi için gelen turistin ortalama harcaması 650 dolar iken, inanç turizmi için gelecek bölgede kültür turlarına katılacak turistlerin harcamasının ortalama 2 bin dolar civarında olacağını, bunun uluslar arası standart olduğunu söyledi.

2004 yılında Türkiye’ye 17.5 milyon turist gelirken, bölgeyi ziyaret eden turist sayısının 100 binle sınırlı olduğunun da, her fırsatta altı çizildi.

Kültür ve Turizm Bakanlığı Müsteşarı Mustafa İsen, 2004 sonlarından bu yana Anadolu’nun çeşitli yerlerinde turizm amaçlı destinasyon çalışmaları yaptırıldığını, 2006 Mart-Nisan aylarında Harran’da destinasyon çalışmalarına başlanacağını söyledi. Bu çalışmalarla turistin ihtiyaç duyduğu tesisler, destek servisleri ve çekicilik alanlarının belirlenmaya çalışıldığını kaydeden Müsteşar, çalışmaların sonucunda bir eylem planı hazırlayacaklarını söyledi. İsen, çalışmalarda özellikle yerel katımlımın önemine değinirken, Mardin Valisi Temel Koçaklar kongre turizmi için çaba gösterildiğini, bu yıl Aralık ayında 800 ve 400 kişilik toplantı salonlarına sahip bir kültür merkezinin açılacağını söyledi. Geziye ve toplantıya katılan TYD üyeleri, bölgede özellikle Mardin Valisi Koçaklar’ın turizm için büyük çaba gösterdiğine dikkat çektiler.

TOPLAMIN  YÜZDE 1’İ BİLE DEĞİL

TYD Başkanı Oktay Varlıer, turizm yatırımlarının canlandırılması için en önemli konunun güvenlik olduğunu söyledi. Son dönemdeki olaylardan önce yaşanan huzur havasının turizm yatırımlarına hemen yansıdığını ve yeni yeni tesislerin açıldığına dikkat çeken Varlıer, her konuda olduğu gibi bölgenin turizm alanında da atılımı için de, huzur ve barış ortamının sürmesi gerektiğini söyledi.

Adıyaman, Batman, Diyarbakır, Gaziantep, Kilis, Mardin, Siirt, Şanlıurfa, Şırnak, yani 9 ilden oluşan GAP bölgesi, 75 bin kilometrekare alan ve 7 milyon nüfusa sahip. Buna karşılık bu bölgenin Türk turizminden aldığı pay, yüzde 1 bile değil. Bu rakamlara dikkat çeken Varlıer, 2004 yılı itibariyle uluslararası standartta, yani Kültür ve Turizm Bakanlığı belgeli işletilen toplam yatak sayısının bölgede 7 bin, buna karşılık Türkiye’de 480 bin adet olduğunu söyledi. Belediye belgeli yatak sayısının 8 bin olduğunu ifade eden Oktay Varlıer, ancak bu sayının ne kadarının turistik amaçla kullanıldığının da bilinmediğini kaydetti.

Bu sayının güvenli bir ortamda birkaç yıl içinde 2-3 katına çıkabileceğinin altını çizen TYD Başkanı, ‘GAP bölgesine gelen turistlerin bölge içinde daha fazla yöreyi ziyaret etmesi sağlanmalı. Bakanlık istatistiklerine göre halihazırda bölgeye gelen turistin ortalama kalış süresi 1-2 gündür. Bunun 4-5 güne çıkarılması lazım’ diye konuştu.

Artan turist sayısının seyahat acentaları, konaklama tesisleri, taşımacılık şirketleri, lokantalar gibi turizm sektöründe faaliyet gösteren unsurların gelirlerini doğrudan yükselteceğini, çalışan sayısını artıracağını kaydeden Oktay Varlıer, dolayısıyla bölgede turizm sektörünün gelişmesinin asıl etkisin ekonomide göstereceğini söyledi. Turizm sektörünün bir lokomotif olduğunu düşünüldüğünde, terör için de çarelerden biri olacağı açıkca ortada.
Yazının Devamını Oku

Gaziantep iş áleminin farkı

21 Kasım 2005
BELKİ onlarca kez gittiğimiz Gaziantep’te, her seferinde yöre işadamlarının farklı bir yönünü keşfediyoruz. Sürekli devinim içinde bir iş ortamı var ve işadamları bu sürekli değişen şartlara hızla ayak uydurabiliyorlar. Ancak ne kadar değişirse değişsinler, geleneksel bir iş kültürü, geleneksel bir dayanışma kültürü ve disiplin bariz biçimde kendini gösteriyor. Bu kez Gaziantep Genç İşadamları Derneği’nin (GAGİAD) davetlisi olarak, 2 yılda bir dağıtılan ödüller nedeniyle yöredeydik. GAGİAD’ın Türkiye’deki genç işadamları dernekleri içinde ağırlıklı bir konumu olduğunu biliyorduk ama açıkcası bu kadarını beklemiyorduk.

Bu etkinliğin en iyi kanıtı da GAGİAD’ın bir önceki başkanının şimdi Türkiye genç işadamları derneklerinin Başkanı olması.

GAGİAD’ın bizce açıkca söylenmeyen en önemli özelliği ise Dernek yönetiminde görev alan işadamlarının, Gaziantep’in köklü işadamlarının çocukları, kardeşleri olmaları ve yakında işlerin başına geçecek olmaları. Zaten bir bölümü şimdiden işleri devralmış durumdalar.

Yani, Gaziantep’i ileride yönetecek olan iş adamlarına, Genç işadamları derneğinde staj yaptırıldığını söyleyebiliriz. Bu özelliği nedeniyle, GAGİAD üye alımında çok seçici davranıyor ve yönetime seçilmek için tüm yönetimin onayını almak gerekiyor.

GAGİAD yönetimindekiler, ODTÜ, Boğaziçi ya da diğer seçkin üniversitelerden mezun olup, bir kısmı yurt dışında eğitimlerini devam ettirmiş, sonunda Gaziantep’e gelip işlerin başına geçmeye hazırlanan kişiler. Bu nedenle Gaziantep iş alemi, yönetimdekiler söylemese de, GAGİAD yöneticilerini gelecekteki oda başkanları, belediye başkanları, il yöneticileri olarak görüyorlar. Kısacası, şehirde GAGİAD yöneticilerine farklı, ayrıcalıklı bakılıyor.

Gaziantep işleminin sürekli değişime açık bir yapısının olması, geleceği temsil eden genç işadamlarına daha fazla değer vermelerini sağlıyor. Zaten, gördüğümüz kadarıyla tavırları, görüşleri ve birliktelikleri ile bu değeri hak ettiklerini de gösteriyorlar.

Genç işadamları da, büyüklerinin ‘kendi iline yatırım yapacaksın’ düsturunun takipçisi konumundalar. Yani büyük illerde kendi işlerini kurma, yurt dışında yaşama imkanları varken, eğitimlerini tamamlayıp dönüp, Gaziantep’te yaşamayı tercih ediyorlar. Gaziantep iş aleminin lideri Abdülkadir Konukoğlu’nu ‘Bizim için kahtenin içi, Antep’in içidir’diyor.

SIRA EĞİTİM, KÜLTÜR VE SANATA GELDİ

Gaziantep kendi liderlerini belli eğitim süreçlerinden geçirip başa getiriyor. Gaziantep Sanayi Odası Başkanı ve TOBB Yönetim Kurulu üyesi Nejat Koçer’in eski GAGİAD başkanı olması, oda yönetimlerinde çok sayıda GAGİAD üyesi bulunması, bunun en önemli kanıtı..

Bu kez Gaziantep’te bulunduğumuz süre içerisinde daha çok genç işadamları ile sohbet imkanı bulduk. Gaziantep’in geldiği noktadan memnunlar ama sürekli olarak bundan sonra neler yapılabileceğini, gereken projeleri tartışıp, araştırıyorlar.

Kendilerine de ilettiğimiz gibi; Gaziantep, ekonomik alanda bölge hatta Türkiye için örnek atılım yapıp, belli bir aşamaya geldi. Şimdi bizce sıra Gaziantep’in eğitim, sanat ve kültürde yapacağı atılımlara geldi. Bu alanda da bölgenin, değişen Anadolu’nun liderliğini yapma bilincini, ilerinin yöneticileri olacak genç işadamlarında gördüğümüzü, gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz. Kendileri de bu ihtiyacı hissetmeye başlamışlar ve sosyal projelere ağırlık veriyorlar. İleride bu projeleri artırma çabasındalar.

Bizce Gaziantep gibi diğer Anadolu şehirlerinde de artık üst yapı kurumları olan sanat, kültür ve eğitime ağırlık verme zamanı geldi. Eğer nitelikli insan gücünü şehirlerine çekmek, çocuklarının illerinde daha iyi eğitim görmelerini istiyor, kendileri gibi büyük şehirlerde yetişmiş ailelerinin da şehre daha fazla katkı sağlamalarını istiyorlarsa bunu her şeyden önce kendileri için, sonuç olarak da şehirleri için yapmaları gerek. Ki bunun, kesin bilincindeler...

Yani Gaziantep gibi bir şehirde gece aileleri ile birlikte gidemeyecekleri tek bir sinema salonu bulunmasını, artık Antepliler kabul etmemeli. Dediğimiz o ki; Anadolu sermayesinin de artık rafine olma zamanı geldi. Gaziantepli genç işadamları bu konuda liderlik yapabilir.
Yazının Devamını Oku

Enerjiyi daha çok konuşacağız

19 Kasım 2005
DÜNKÜ ekonomi sayfalarında en büyük yer kaplayan haber, iki yıl önce doğalgaz alımına başlanan Mavi Akım projesinin resmi açılış töreni idi. Bu törene ilişkin olarak ‘Mavi Düş’ün gerçek olduğu pankartlarından, Samsun-Ceyhan petrol boru hattı yapımına kadar çeşitli yönleri haber konusu olmuştu. Türk, Rus ve İtalyan liderlerinin ne yiyip ne içtiklerine, koruma sayılarına kadar işin diğer detayları da ayrı birer kutu olmuşlardı.

Şu kadarını söyleyelim ki enerji haberlerini bundan sonra da daha çok konuşacağız.

Bundan birkaç gün öncesinde ise Enerji Bakanı’nın önümüzdeki yıllara ilişkin enerji ihtiyacı projeksiyonuna ilişkin çeşitli haberleri izledik. Bu haberlerin özü de Bakanlığın ‘2010 yılında Türkiye’de enerji açığı oluşacak’ yönündeydi. Yani Enerji Bakanlığı yine enerji yatırımlarına hız verilmesi gerektiğini, doğacak enerji açığı için şimdiden yatırım kararlarının alınması gerektiğini söylüyor. Daha doğrusu bunu söylemek için o tabloları hazırlıyor...

Biz bu filmi daha önce defalarca seyrettik. O nedenle almadığımız gazın parasını ödüyoruz.

Bu projeksiyonlar daha önceki hükümetler döneminde de yapıldı. Hatta bazı bakanların ‘işte yatırımlara başlamamız lazım gördünüz mü?’ dedirtmek için, büyük şehirlerde kasıtlı olarak elektrik kısıntılarına gittiği bile söylendi.

Sonuçta ne oldu biliyor musunuz? Hiçbir zaman enerji bakanlıklarının hazırladıkları enerji açığı tabloları tutmadı. Açık hep bu rakamların altında kaldı. Bu tahminlere bağlı ciddi yatırımlar yapıldı. Bu yatırımlar nedeniyle dışardan çok pahalı petrol ve doğalgaz alımına gidildi. Bu projeksiyonlar nedeniyle onlarca baraj yaptırılıp, her bir barajdan çeşitli fiyat artırımları ve dolgu bedelleri nedeniyle, her türlü rüşvet ve suiistimal haberleri ortalığa yayıldı. Bu projeksiyonlar nedeniyle yap-işlet ve yap-işlet-devret modeli uydurulup, doğalgaz çevrim santralları yapıldı. Bu santrallardan, piyasaya sattığınız elektriğin neredeyse iki katı fiyatına, özel sektörden elektrik alım anlaşmaları imzalandı.

Sonuç ne? Bu bakanlar yüce divanlık oldu... Peki aynı senaryo mu yine sahnede? Evet, üç-beş eksiği-fazlasıyla yine aynı senaryo devrede. Enerji Bakanlığı, ‘DPT ve Enerji Üst Kurulu’na da sordum’ diyerek, yine, ‘yakında arz açığı başlayacak’ görüntüsü veren tabloları piyasaya sürüyor.

BUNDAN SONRA OLACAKLAR

Yakında ne olacak biliyor musunuz?

Önce ‘pahalı elektrik alıyoruz’ tantanası yapılarak, tahkim bile göze alınan, yap-işlet ve yap-işlet-devret modeliyle çalışan santrallardan ‘napalım mecburuz, açık var’ denilerek, elektrik alımına devam edilecek. Şimdiye kadar yapılan patırdı güme gidecek. Bu özel sektör kuruluşlarıyla yeniden bazı anlaşmalara gidilecek. Ne karşılığında, bunu bilmiyoruz tabi...

Bu arada daha önceki hükümet için ‘şaibe’ kaynaklarından biri olan ‘nükleer santralın gerekliliği’ haberleri yeniden canlandırılacak. Bütün tepkilere rağmen, ‘mecburuz’ denilerek nükleer santral yapımı haklı gösterilmeye çalışılacak. Nükleer santralın çok pahalı ve nemalı bir iş olduğunu, artık herkes biliyor.

‘Nükleer santral yapımı uzun sürer, bu arada yeni yatırımlara da başlamak lazım’ denilerek, baraj ve doğalgaz santral işlerine de başlamak gerektiği söylenecek. Bu arada önceden başlanmış, AKP’ye yakınlığı ile bilinen bazı şirketlere pay verilerek yapımı hızlandırılan bazı barajların yapımına daha fazla kaynak aktarılacak. Bunun yanısıra yeni ihalelere çıkılacak. Yeni ihaleler demek yeni kazanç kapıları demek, doğal olarak.

Öte yandan, biliyoruz ki her ne kadar enerjide özelleştirme istendiği söylense de Bakanlık bu işe gönüllü değil. Ama hükümetin politikası diye, özelleştirmeye ters düşmeden ‘nasıl özelleştirmeyi engeller uzatırız’ formüllerinin de devrede olduğunu herkes biliyor. Yani bir yandan herşey ellerinde kalmaya devam edecek. Devletin elinde kalırsa, iyi kazanılır ya...

Sözün kısası: Enerji politikası tümüyle yanlış. Vatandaşın cebinden alınıp, enerji bahanesiyle birileri zengin edildi. Görünen o ki enerji yine ‘kendi zenginini yaratma’nın bahanesi...
Yazının Devamını Oku

10 gün yurtdışına gidemem, işlerim aksar

17 Kasım 2005
FARKINDA mısınız, Türkiye’de son dönemde gerçekten garip şeyler oluyor... Van Üniversitesi Rektörü’nün tutuklanması, bunun ardından gelen tepkilere ilişkin tartışmalar soğumadan, dava açılmadan aylardır hapishanede tutulan Üniversitenin genel sekreter yardımcısı Enver Arpalı, koğuşunda intihar etti. Aynı koğuşta bulunan Rektor, kalp spazmı geçirdi ve hala hastanede müşahade altında.

Bizce bu olayın en garip yönlerinden biri, aylardır soruşturma tamamlanamamışken intiharın ertesi günü Cumhuriyet Başsavcısının soruşturmayı tamamlayıp, davayı açması. Şimdi herkes ‘bir hayat bu kadar mı ucuz?’ demekten kendini alamıyor. Ve kasıt arayanlar haklı çıkıyor.

Bunun ardından Şemdinli’de çıkan olaylar. Yıllardır devlet güçlerinin büyük yanlışlar yaptığı, güvenlik güçleri içinde menfaat temini için özel eylem yapan gruplar olduğu biliniyor. Şemdinli’deki son patlama üzerine anında gelişen tavır, belediye başkanlarının konuşmasıyla hayatın normale dönmesi, tam bitti derken önceki gün 3 ölümün yaşandığı Yüksekova, dün Hakkari olayları... Artık ‘klasik bir devlet terörü’ olarak bakmanın imkanı kalmıyor. Ankara’da güvenlik çevrelerindeki söylentiler aldı başını gidiyor, o kadar çok senaryo var ki... Bu senaryoların küçük bir bölümü gerçekse, bunlar bile insanın tüylerini ürpertmeye yeter...

Bunun ardından Danimarka’da Başbakan Erdoğan’ın Roj TV muhabiri var diye toplantıya katılmaması, Danimarka Başbakanı’nın ‘Özgürlüklere alışın, burası AB’ tavrı. Ardından, Başbakan’ın ‘türban için mahkeme yetkili değil, ulemalar karar verir’ anlamına gelen sözleri...

AKP içindeki tepkilerin büyümesi, bir AKP milletvekilinin ‘hükümet yabancı işadamlarına ayırdığı zamanın bir kısmını istihbarat raporlarını okumaya verse olaylar olmazdı’ demeci...

Tam işler yoluna giriyor derken hatta ‘piyasaların abartılı iyimserliği boşa çıkmadı’ derken, içerde gerçekten bu garip şeyler oluyor.

Bizce işin tehlikeli yanı, hemen hemen tümü siyasi, bu gelişmelerin ekonomiyi vurabilecek boyutlara ulaşıyor olması. Bu olayların devam etmesi halinde olabilecekleri bir düşünsenize...

Her şeyden önce Kuzey Irak ve Kıbrıs konusunda hükümetin keskin bir yol ayrımına gelmesi söz konusu. Bu durum bir yandan AB ile ilişkileri kopma noktasına getirebilecek kadar tehlikeli boyutlara varabilir. Bunun ekonomiye yansıması doğal olarak kaçınılmaz olur.

SEÇİM, AB...

Bu tartışmalar ’seçimlerin ne zaman yapılacağı’nın da belirleyicisi olacak. Yani 2006’da, ilk bahar mı, sonbaharda mı seçim olacağını, bu gelişmelere bakarak söyleme imkanı bulunacak.

Erken seçimin ekonomiyi nasıl tahrip edeceğini ise zaten deneyimlerimizden biliyoruz.

Bütün bunlar ABD Merkez Bankası yeni yönetiminin tavrının beklendiği, faizlerin daha fazla artırma ihtimalinin bulunduğu, konuttaki balonunun patlayacağının giderek daha fazla konuşulduğu, yani uluslararası likiditenin kesilme tehlikesi bulunduğu bir döneme denk geliyor. Ayrıca cari açığın boyutları da artık herkesin dikkatini çekmeye başlamışken...

Yani Karadenizli’nin AIDS konusunda söylediği ‘Biz mısır ekmeği yiyoruz bize bir şey olmaz’ yorumunu hatırlama zamanımız geliyor olabilir. Ekonomide işlerin bu kadar iyi gittiğine bakıp, ‘bize bir şey olmaz, bunlar piyasayı etkilemez’ demekten vazgeçmeliyiz. Yılbaşına kadar piyasanın hiçbir şeyi takmayacağını, yılsonu bilançolarına yazacakları kar rakamını şimdiden belirlediklerini, bu rakamı bozmayacaklarını ise zaten biliyoruz.

Bütün bunlar olurken, AKP hükümetinin yönetim becerisi de tabi ki tartışma konusu oluyor. Size bu konuda ne düşünüldüğünü göstermek için bir örnek verelim. Başbakan Aralık ayı başında 10-11 günlük bir ziyaret için Avustralya ve Yeni Zelanda’ya gidecek. Bunun için işadamları da aranıp gelip gelemeyeceklerini soruyorlar. Bir işadamına ‘Siz de gidiyor musunuz’ diye sorduğumda aldığım yanıt şu oldu:

Gezi 2 gün uzamış 11 güne çıkmış. 11 gün ben işimin başında olmazsam şirketimin işleri aksar. Ben buna cesaret edemem. Ülkeyi yöneten Başbakanın nasıl oluyor bu kadar uzun süre gidiyor, hele bu kadar gelişme varken... Anlamadım...
Yazının Devamını Oku

Şeker Kurumu’nun başına gelenler ibretlik

15 Kasım 2005
BAĞIMSIZ kurumların hem siyasi otorite hem de bürokratik yapı nedeniyle istenen etkinliği sağlayamadıklarını, bağımsız olamadıklarını, sorunun AB gündemine girdiği söylemiştik. Dün Şeker Kurumu’nun Başkanı Abdurrahman Özenbaş faaliyetleri ile ilgili basın toplantısı düzenledi. Şeker Kurumu’nun dün söylediklerimize tıpatıp uyan, iyi bir örnek olduğunu, Özenbaş’ın verdiği bilgilerle bir kez daha anladık. Daha doğrusu kötü bir örnek olduğunu...

Şeker çok büyük, ihtiyacın üzerinde üretimi olan, yaygın pancar üretimi nedeniyle büyük sosyal sonuçlar yaratabilecek, aynı zamanda üretimde ekonomik olma ihtiyacı bulunan, buraya verilen sübvansiyonların halkın cebinden çıktığı, tüketiciyi doğrudan ilgilendiren, yani mutlaka el atılması, rasyonel düzenlemelerle yönetilip denetlenmesi gereken bir sektör.

Bu nedenle Şeker Kurumu ve Kurulu oluşturuldu. Ancak Kurum’un başına gelenler, siyasilerin ‘işlerine gelmeyen bağımsız kurumlara neler yapabileceklerini’ çok iyi gösteren bir örnek oldu. Belli kotalar ve üretim şartları ile düzenlenmiş sektörde, yasak olmasına rağmen bir yerli kola üreticisi, kola tesisinin yanına ek ünite kurup, nişasta bazlı şeker üretip kola üretiminde kullandı. Bu diğer kola üreticilerine karşı çok önemli fiyat avantajı sağlaması anlamına geliyordu yani ‘haksız rekabetin dik alası’ idi. Bunun üzerine diğer kola üreticileri Kurula başvurup aynı tesisi kendilerinin de kurmak istediklerini söylediler. Ama Kurul bunun yasaya aykırı olduğunu belirtip, izin vermedi. Bir yandan da haksız rekabet yapan şirkete soruşturma açtı hatta o dönem ceza kestiği bile söylendi ama bu ceza bile hálá açıklanmadı.

Tam bu sırada garip bir tesadüfle, Bakanlar Kurulu kararıyla Kurum lağvedildi. Kurul korunup, ‘Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’na bağlı çalışacaksınız’ dendi. Bu arada diğer kola üreticileri gidip gelip şikayetlerini tekrarladılar ama bunlar nafile çabalar olarak kaldı.

Yaklaşık bir yıldır bu üretim devam ettiği için, yatırımın maliyetinin iki-üç katı kadar avantaj sağlandı bile. Yani Kurul bu tesisi şimdi kapatsa da yasaya uymayan kárlı çıktı bile.

Peki tüm suç siyasilerin mi? Özenbaş, 132.4 milyon YTL ceza kestiklerini söylüyor ama bunların arasında o tesis hálá yok. Özenbaş da diğer kurulu üyeleri de ‘teftiş gittiğinde önceden haber alınıp, geçici süre tesisin kapatılıp, memurlar gidince yeniden üretim yapıldığını’ çok iyi biliyorlar. Tamam Özenbaş’ın dediği gibi ‘Kurum’a olan ihtiyaç kapalı olduğu dönemde iyice ortaya çıktı’ ama açıldı, niye hálá ceza kesilmedi? Yani siyasiler bunu yaptı diye, ‘Yerimizde kalalım’diye, ‘Bu tesis başbakanın bir zamanlar ortağıydı’ diye işi yavaştan alıyorlarsa, o kuruma hiçbir zaman saygınlık kazandıramazlar.

Ondan sonra da yabancı büyük şirketlerin CEO’ları çıkıp, ‘adalet’ isterler. Adalet, partiye yakınlığa göre farklı dağıtılacaksa, o zaman yabancılar ‘göz göre göre ütülmeye’ mi gelsin?

TELEKOMÜNİKASYON KURUMU NE YAPACAK

Türk Telekom nihayet dün atılan imzayla özelleştirildi. Peki bundan sonra ne olacak?

Şimdi üzerinde durulması gereken en önemli unsur ‘kamu yerine özel sektör tekeli mi yaratılacak?’ sorusuna verilecek yanıtta saklı. İşte Telekomünikasyon Kurulu’nun (TK) önemi de işte bu noktada ortaya çıkacak.

Bundan sonra bu önemli ve sürekli gelişme gösteren büyük sektörde tüm düzenleme yetkisi TK’da. TK’nın yaptıkları Telekom’un sektördeki baskınlığı nedeniyle şimdiye kadar iyi görünmüyordu. Şimdi artık TK’nın yaptıkları, doğru-yanlış kararları iyice ortaya çıkacak.

Eğer TK da, Şeker Kurulu örneğindeki gibi ‘parti yandaşlarına kıyak’ çekmekle, ‘Aman bize görevden almasınlar’ kaygısıyla davranacaksa, vay bu tüketicinin, vay bu ülkenin haline.

Peki, bağımsız ve rasyonel davranacağı konusunda umut gözüküyor mu derseniz, gönül rahatlığıyla ‘evet’ deme imkanımız yok. Haksızlık etmeyelim; asıl performansını bundan sonra göreceğiz ama yönetimi bağımsız mı derseniz, değil... Umarım yeni Şeker Kurulu örneklerini görmeyiz. Ama ‘aykırı davranınca kapatılabileceklerini’ Şeker Kurumu örneğinde gören Kurul üyeleri, hele ki zaten AKP tarafından atanmışlarsa, sizce ne yapacaklar dersiniz?

Bağımsız kurumların hem ekonomi, hem tüm bireyler için önemini artık kavramamız gerek.
Yazının Devamını Oku

Bağımsız kurumlar AB gündeminde

14 Kasım 2005
BAĞIMSIZ kurumlar adıyla bilinen, piyasa düzenleyici otoriteler, kurallı piyasa ekonomisi için şart olan kurumlar. Daha önce Merkez Bankası, Sermaye Piyasası Kurulu (SPK), Rekabet Kurumu gibi bağımsız düzenleyici otoriteler vardı. 2000 yılında uygulamaya giren programla birlikte bağımsızlıkları güçlendirildi, bir çok alanda bu tür yeni kurumlar oluşturuldu.

Bu kurumlar oluşturulurken mevcut bürokratik yapıdan ve siyasi otoriteden direnç geldi. Bu nedenle bağımsız otoriteler gönüllü değil, zorlamayla, kerhen kurulabildi.

AB sürekli ‘Yasalar tamam, uygulama yok’ diyor ya, işte burada da aynı şey geçerli. Anlayış değişmediği için, AB’nin, IMF’nin zoruyla kurulan bu otoriteler, kuruluşlarından bu yana hem bakanlık bürokrasilerinden, hem de siyasilerden tepki görmeye devam ediyorlar.

Bu kurumların oluşumunun birinci nedeni, küreselleşmeye bağlı olarak uluslar arası piyasa yeknesaklığını sağlamak. Ayrıca günlük ekonomiden politikacıların elini çekmek de, amaç.

AKP Hükümeti döneminde bağımsız düzenleyici otoritelere karşı düşmanlık, bariz biçimde göze çarpıyor. Başından beri hem bu bağımsız kurumların etkinliğinin azaltılıp yetkilerin yeniden siyasi otoriteye alınması, hem de bu kurumların yönetimlerini ele geçirmek için çok büyük bir çaba sarfediliyor. Başbakanlık Müsteşarlığı bu misyonu üstlenmiş durumda.

İşte AB’nin İlerleme Raporunda, AKP Hükümetinin bu tavrı nedeniyle, bir çok alanda bağımsız otoriteler konusunda ciddi uyarılar ve ev ödevleri yer alıyor. İşte size bir kaç örnek:

-Bağımsız bir ulusal postacılık düzenleme kurumunun kurulması,

-Kamu ihale kurumunun, kanunu uygulama konusundaki yetki zaafiyetlerinin giderilmesi,

-Devlet yardımlarının denetlenmesi için bağımsız mekanizma kurulması,

-Rekabet Kurumu’nun rekabet karşıtı yasal düzenlemelerle mücadele etme yetkisi alması,

-Ulaştırma alanında devlet yardımlarını denetleyen bir kurum oluşturulması,

-Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu’nun bağımsızlığının garanti altına alınması ,

-Merkez Bankası bağımsızlığının güçlendirilmesi, enflasyon hedefini tek başına belirlemesi.

BORSADAKİ OYUN DA SİYASİ

Bağımsız denetim otoriteleri ile ilgili İlerleme Raporu’nda yeralan ev ödevleri, bizce çok az.

AB de henüz oynanan siyasi oyunları ve bağımsız kurum karşıtlığını tam olarak kavramamış.

Maalesef Bağımsız Kurum diye kurulanlar bağımsız değil. Baştan beri eski bürokrat anlayışı değişmediği için, kurumlar kendi bağımsız kültürlerini oluşturamadılar. Bunların bizce tek istisnası Merkez Bankası’dır ve kurumun oturmuş geleneklerinin, kendi bağımsızlıklarını kazanmalarında büyük rolü olmuştur. Şimdi önümüzdeki Mart ayında çekirdekten Merkez Bankacı Süreyya Serdengeçti’nin süresi doluyor ve yapılacak atama ile bu kurumun da ne hale getirileceğini göreceğiz. Zaten yavaş yavaş burada bile siyasi hareketler başlatıldı

Diğerlerine baktığımızda; kimse Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’nun, Tütün Kurumu’nun, Şeker Kurumu’nun, Enerji Kurumu’nun, en eskileri olmasına rağmen SPK’nın, Rekabet Kurumu’nun siyasilerden bağımsız davrandığını söyleyebilir mi?

AKP’nin atadığı kişilere bakıldığında zaten niyet de gözüküyor, nasıl bağımsız olsunlar ki... Bizdeki siyasiler bundan sonra da gönüllü olarak yapmaz. O nedenle bu kez AB’nin baskısıyla bağımsız kurumlar hem yasal, hem atama şekliyle gözden geçirilmek zorunda.

Sadece bağımsız kurumlar değil, onlarla ilintili piyasa işleyişini düzenleyen diğer kurumları da AKP eline geçirmek için büyük çaba sarfediyor. İMKB’de çıkan son ‘tasarruf genelgesi tartışması’ , aracı kurum sözcülerinin de dediği gibi, ‘Başbakanlığın’ yani siyasi otoritenin bilinçli olarak çıkardığı bir sorun.

Bu sorunu kullanarak, İMKB yönetimini kendi istedikleri gibi yeniden dizayn etmeye çalışacaklar. Peki, hisse senedi, tahvil alım satımında niye kadrolaşma? İyi soru değil mi?

Maalesef hem İMKB yönetimi, hem de SPK yönetimi bu oyuna bile bile alet oluyorlar. Nedeni de tipik bürokrat kaygısı olan ‘paçalarını kurtarma’ güdüsü. ‘Bu bir oyun ve alet oluyorsunuz’ dediğimizde iki taraf da bunu kabul ediyor ama siyasi oyun da devam ediyor.
Yazının Devamını Oku

Adabank satışında top BDDK’da

12 Kasım 2005
GEÇTİĞİMİZ hafta bu sütunlarda, Adabank’ın satışa çıkarılmasına karşı çıkan, bu satışın sektördeki konsolidasyon sürecinde geri adım anlamına geldiğini belirten bir yazımız yeralmıştı. Bu yazı üzerine Adabank’ı satışa çıkarma kararı alan Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) Başkanı Ahmet Ertürk, arayarak bilgi verme nezaketini gösterdi.

Ertürk, Adabank’ın satışa çıkarılmasının, ilkesel olarak konsolidasyon sürecine ters düşen bir karar olduğunu kabul ediyor. Ancak satışa çıkmanın ‘hukuki zorunluluk’ olduğunu söylüyor.

Adabank’ta Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) tarafından atanmış bir yönetim bulunduğunu, kendilerinin de, Yapı ve Kredi örneğindeki gibi hakim hisseye sahip olduklarını kaydeden Ertürk, Bankada başka ortakların da bulunduğunu söyledi.Bu nedenle, yani ileride diğer ortakların ‘satışa çıksaydınız şu kadar paraya satardınız’ gerekçesine sığınmamaları için, bir hukuki zorunluluk olarak Adabank’ı satışa çıkarmak zorunda kaldıklarını söyledi.

Bu satışa çıkma işleminde siyasilerin kesinlikle bir etkisi .bulunmadığını, tümüyle teknik bir karar aldıklarını kaydeden Ertürk, bu kararı alırken BDDK yönetimiyle de yazışmalar ve görüş alışerişi olduğunu, bu Kurumun onayının da alındığını söyledi.

Bankacılık sektöründeki konsolidasyon sürecinin devam etmesi gerektiğini, geri adım atılmasının maliyetinin çok büyük olacağını kaydeden Ertürk, Adabank’ın satışının bu anlama gelmeyeceğini, en azından alınacak son kararlarla bunun engellenebileceğini kaydetti.

Kendilerinin görevlerinin tahsilat yapmak olduğunu, bankacılık sektöründeki makro vizyon ve düzenlemeler için yetkinin BDDK’da olduğunu kaydeden Ertürk., dolayısıyla böyle bir tehlike gördüğü takdirde BDDK’nın bu satışa karşı çıkması gerektiğini ifade etti. Ertürk, ‘Bizim TMSF olarak sektörün makro durumunu ve hedeflerini gözeterek, buna göre düzenleme yapma yetkimiz bulunmuyor’ dedi. Ertürk, hukuki olarak bu satışa çıktıklarını belirtip ardından ‘ama satışa çıkmak satılacağı anlamına gelmiyor’ şeklide konuştu.

Kendilerinin çimento fabrikalarındaki gibi bir ihale yapacaklarını hatırlatan TMSF Başkanı Ahmet Ertürk, ‘Çimento fabrikaları için nasıl Rekabet Kurumu’na yapılan ihalede en fazla fiyatı teklif eden iki alıcı firmanın ismini gönderiyor ve rekabet açısından onay istiyorsak, Adabank’ın satışında da ihaleyi yapıp, en fazla fiyat teklifinde bulunanlar için BDDK’dan onay istenecek. Yani son karar BDDK’nın, biz ihale yapıyoruz’ dedi.

BDDK’NIN VİZYONU

Kısacası; TMSF ‘hukuki zorunluluk’ olarak, ileride başlarına bir iş gelmemesi için Adabank’ın satışına karar vermiş ama bu satış kararını BDDK onaylamış. Yani karar alınırken, topun yarısı BDDK’da iken şimdi top tümüyle BDDK yönetimine geçmiş. Talip olan firma olup olmayacağını, en iyi teklifi verenin bankacılık yapmasına izin verilip verilmeyeceğini bilmediğini kaydeden Ertürk, ‘ihale olmadan bunları bilemeyiz. Belki de mevcut bir banka gelir, birleşme için talip olur’ şeklinde konuştu. Ertürk, hukuki zorunluluğu yerine getirdikten sonra ihalede uygun teklif gelmez ya da iyi teklif verenlerin banka sahibi olmalarına izin verilmezse, ardından yeniden ihaleye çıkmanın şart olmadığını da söyledi.

Tarım Kredi Kooperatifleri gibi kuruluşların, geçmiş deneyimlere bakarak banka sahibi olmalarının sakıncalı olabileceğini, ancak bunun kişisel görüşü olduğunu belirten Ertürk., ‘Ama Tarım Kredi Kooperatifleri ya da başka alıcı için, eğer en iyi teklifi verirlerse, karar verecek olan BDDK yönetimidir’ dedi. Yani BDDK nihai kararı verecek olan Kurum.

Bütün bu açıklamalara rağmen Adabank’ın satışının yanlış bir karar olduğuna, Tarım Kredi Kooperatifleri gibi kurumlara banka satılmasının sektörde sağlanan tüm gelişmeleri yok edebilecek kadar büyük bir tehlike olacağına ininayoruz.

TMSF’nin vizyonunu böylece anlamış olduk. Şimdi asıl kararı alacak olan BDDK’nın vizyonunu göreceğiz. Konsolidasyon süreci hakkında, siyasetin elini yeniden bankacılığa sokma girişimine karşı BDDK’nın ne düşündüğü, vereceği kararlarla belli olacak.
Yazının Devamını Oku

AB ekonomide damgasını vurmaya başlıyor

10 Kasım 2005
IMF çapasının yanına AB çapasının eklendiğini söyleyip durduk. Ancak şimdiye kadar sadece ‘AB hedefi’ bir çapaydı. Yani AB, ekonomiye fazla müdahil olmuyordu. Yeni Katılım Ortaklığı Belgesi ile artık AB’nin de alınacak ekonomik kararlarda çok etkili olacağının işaretlerini alıyoruz. Özellikle hükümetin savsakladığı yapısal tedbirlerin alınması konusunda AB’nin bundan sonra zorlayıcı bir unsur olacağını görüyoruz.

Peki, Romanya’da olduğu gibi, artık AB çapası kendini iyice hissettirdiğine göre IMF’ye gerek olmadığı kanısına varılabilir mi? Bizce IMF çapasına da hálá ihtiyaç var. Çünkü hálá yapısal tedbirlerin yansıra mali disiplin açısından da hükümetin rehavete kapılmasını engelleyecek bir unsur gerekiyor. AB katılım ortaklığı belgesinde, özellikle IMF ve Dünya Bankası’yla ilişkilerin devam ettirilmesi ve bu kapsamda kararlaştırılan reformların hayata geçirilmesi üzerinde durulması da, kendi çapasının yetmeyeceğini, AB’nin de kabul ettiğini gösteriyor.

AB Katılım Ortaklığı Belgesi ve İlerleme Raporunda genel hava, Türkiye’nin yani AKP Hükümetinin reformlar konusunda rehavete kapıldığı ve yasal düzenlemelere rağmen uygulamanın hálá istenen düzeye gelmediği yönünde.

Aslında ekonomide de aynı rehaveti görmek mümkün.

AB’nin eleştirileri arasında bu nedenle, ‘mali sektör reformunun uygulanmasının tamamlanması, özellikle şeffaflık yönetmeliklerinin ve bunların gözetimlerinin uluslar arası standartlara uyumlu hale getirilmesi’ gibi kapsamlı bir madde var. Bunun dışında piyasa düzenleyici otoritelerin bağımsızlığının korunması konusunda uyarı yapma gereği duymuşlar. Yine kayıt dışı ekonomi ile mücadele AB’nin dikkat çektiği konulardan biri. AKP Hükümetinin bu alanda sadece ‘yapılması lazım’ dediği ama Maliye’nin uygulamalarıyla bunun tersine kayıtdışını özendirir biçimde davrandığı da, artık gün gibi ortada.

AB Katılım Ortaklığı belgesinde tarım reformlarına özel önem verildiğini, enerji, tütün ve şeker başta olmak üzere piyasaların liberalizasyonu ve fiyat reformlarının sürdürülmesinin istenmesi de, aslında şimdiye kadar siyasi nedenlerle dokunulmamış bu alanlara da bundan sonra radikal biçimde dokunmak ve değiştirmek gerektiğini ortaya koyuyor.

Özetle; AB artık sadece ‘hedef’ olarak değil, somut olarak ekonomiyi değiştirmeye başlıyor. AKP hükümetinin, kimseden talep gelmeden yapması gerekenleri, bu uyarılar üzerine yapıp yapamayacağını, nefesinin yetip yetmeyeceğini önümüzdeki yıl görmeye başlayacağız.

ARALIKTA FAİZ İNDİRİMİ ZOR

Bazı bankacılar dün Merkez Bankası’nın yaptığı çeyrek puanlık indirimi, ‘biraz laf olsun diye yapılan bir indirim’ olarak yorumladılar. Daha doğrusu, Merkez Bankası’nın bu indiriminin piyasaları etkilemeyeceğini, piyasaların artık daha yüksek indirimlerden etkileneceğini ama Merkez Bankası’nın bu tavrıyla hala önemli riskler gördüğünün belli olduğunu söylüyorlar.

Bizce piyasaların durumu böyle algılamaları da çok normal ve iyi.

Çünkü ‘yıl sonuna kadar indirimler sürer’ türünden bir beklenti var ve bu beklentinin kırılması gerekiyordu. Bizce Merkez Bankası’nın temkinli olmasını gerektiren bütün unsurlar mevcut. Zaten Merkez Bankası yayımladığı Enflasyon ve Görünümü raporunda bu risklere açıkça değinmiş.

Raporda talep koşullarının enflasyondaki düşüş sürecine verdiği desteğin geçtiğimiz üç yıla kıyasla azalmış olması, hizmet enflasyonundaki katılıklar, uluslar arası likidite koşullarına dair belirsizlikler ve petrol fiyatlarının ikincil etkilerine ilişkin kaygıların, ileriye dönük net ifadeler kullanılmasını engellediği belirtiliyor.

Yani Merkez Bankası hálá çok önemli riskler bulunduğunu ve önümüzdeki dönem indirim trendinin durabileceğini ya da tersine çevrilebileceğini söylüyor.

Aslında mevcut duruma ve yayımlanan belgelere baktığınızda, ekonomideki durumun piyasaların abarttığı kadar iyi olmadığını, daha yapılacak çok iş olduğunu gösteriyor.

Yani ekonomik gidişatın rehavete tahammülü yok. Siyasi gidişat ise daha belirsiz.
Yazının Devamını Oku