6 Aralık 2005
Kamu bankalarının biran önce özelleştirilmesinin, hem devam eden ekonomik yeniden yapılandırma için şart olduğunu, hem de bankacılık reformunun tamamlanması için gerekli bir adım olduğunu, dünkü yazımızda anlatmaya çalışmıştık. Hükümetin önemli özelleştirmelere imza atarken, kamu bankalarını bu trendin dışında tutması, özelleştirmenin samimiyetine de gölge düşürüyor. Bu nedenle ‘Hükümetin kamu bankalarını gelecek bir seçim döneminde kullanmaya hazırlandığı’ iddia edilebiliyor.
Halbuki herkes biliyor ki; özellikle Halk Bankası’nın özelleştirilmesi için fazla beklemeye gerek yok. Pamukbank birleşmesi, Banka’nın kendi raporlarına da bakıldığında tamamlanmış gözüküyor ama yine de Banka yönetimi 2006 yıl sonundan önce özelleştirme olmayacağını söylüyor. İşin tuhafı bu fikre IMF de onay vermiş gözüküyor.
Halk Bankası’nın IMF’e gönderilen ama kabul görmeyen raporu elimize geçti. Bu raporda ‘danışman firma tarafından hazırlanan raporda da görüldüğü gibi, Halkbank’ın halka arz ya da talep olması halinde blok satış yöntemiyle özelleştirilmesi ancak 2006 yılı sonundan itibaren mümkün olabilecektir. Bu tarihe kadar Halkbank özelleştirme konusunda belirlemiş olduğu idari ve mali hedefleri gerçekleştirecek, diğer taraftan zaman içinde bankada ihtiyaç hissedilen farklı konularda yeni hedefler belirlemekten veya uygulamalardan kaçınmayacaktır’ deniyor. Halkbank’ın özelleştirilmesinin büyük ölçüde bankanın sahip olduğu pazar payı, müşteri kitlesi, teknolojik imkanlarına bağlı olduğu gerçeğinden hareketle, bankanın marka özelliğini ön plana çıkaran reklam ve pazarlama kampanyalarına önümüzdeki dönemde ayrıca önem verileceği belirtiliyor.
Raporda 2010 yılına kadar yapılan mali projeksiyonlar sonucu ekonomide giderek azalan faiz oranları ve daralan spreadler nedeniyle, Bankanın karının izleyen yıllarda azalacağı, mevcut durumda bilanço içindeki payı yüzde 64 seviyesinde bulunan vadeye kadar elde tutulacak menkul kıymetlerin yıllar itibariyle gerçekleşecek itfalar sonucu yüzde 10 seviyelerine kadar ineceği, itfalar kredi dönüşleri ve mevduat artışlarından kaynaklanan likiditenin büyük bölümünün banka insiyatifinde kullanılabilecek menkul değerlere plase edileceği, kalanın ise kredilerde sağlanacak artışın finansmanında kullanılacağı gibi esaslar sıralanıyor.
İDDİALI BANKALARIN
HEPSİ TALİP
Özetle Halk Bankası yönetimi, sunduğu raporda bankanın durumunun çok iyi olduğunu ama 2006 yıl sonundan önce özelleştirilmeyeceğini belirtirken, ileriye dönük olarak da sanki hiç özelleştirilmeyecekmiş gibi saptadığı hedeflere yer veriyor.
Bütün bunlar, Halkbank yönetiminin ve dolayısıyla hükümetin Halkbank’ı özelleştirmeye pek niyetli olmadığını gösteren örnekler.
Halbuki şu anda Halk Bankası’nın satışı için en uygun zaman olduğunu piyasadaki herkes kabul ediyor. Şu anda bankacılık sektöründe yeni bir yarış başlıyor ve yarış şube ağını da genişleterek, perakende bankacılıktan aldıkları payı artırmakta yoğunlaşıyor. Bunun içinde KOBİ dediğimiz küçük ve orta ölçekli işletmelere yaygın hizmet de önemli yer tutuyor.
İşte bu nedenle bildiğimiz kadarıyla, Akbank, Garanti Bankası, Yapı ve Kredi Bankası, Fortis, HSBC gibi daha da büyümek için stratejiler çizmeye çalışan bankaların hepsi, gözünü Halk Bankası’nın satışına dikmiş durumda. Şu anda bankaların ne kadar değerli olduğu ortada. Hem Türkiye’ye girmeye çalışan yabancılar, hem ülkeye girip de büyümek isteyen yabancılar, hem de yabancı ortak alıp büyümeye çalışan yerlilerin, böyle bir satışta öne geçebilmek için, çok uygun fiyatlar teklif edeceğini de herkes biliyor.
Bizce 2006 yılı sonu Halk Bankası’nın gerçek değer açısından geç bir tarih olabilir. Hele ki seçim öncesi ‘karışabilecek piyasa’ ve ‘kullanılmış bir banka’ imajı nedeniyle, bu fiyatların bulunamayacağı da ortada. Halk Bankası bizce şu an satılacak en iyi konumda ve satılmasıyla elde edilecek gelir, tepe noktasında. Halk Bankası satışında geç kalınırsa, hem ‘siyasilerin ekonomiye elini sokması’nı hortlatacağı için, hem de kamu gelir kaybı nedeniyle yazık olur.
Yazının Devamını Oku 
5 Aralık 2005
2000 yılında uygulamaya giren ekonomik programın temel ayaklarından biri bankacılık reformuydu. Bu reformun da bir bütün olabilmesi, yani istenen sonuçların tam olarak alınabilmesi için hem özel sektör bankalarının yeniden yapılanması, hem kamu bankalarının özelleştirilmeleri gerekiyordu. Yani bankacılık sektörü bir bütün olarak ele alınıyordu.
Ancak şimdiye kadar daha çok özel sektör bankalarının yeniden yapılandırılması üzerinde duruldu. Özel sektör bankalarının yeniden yapılandırılması sürecinde epey yol alındı ama bu sürecin hálá devam ettiğini söyleyebiliriz. Son olarak Yapı Kredi Bankası’nın Koç-UniCredit ortaklığına satılmasıyla bir önemli adım atıldı. Sırada küçük bankaların birleşmesi ya da daha büyük bankalar tarafından satın alınması, yabancılarla ortaklıkların devam etmesi ve daha büyük ölçekli bankaların ortaya çıkıp, sektördeki payların yeniden belirlenmesi süreci var. En azından bir kaç yıl daha özel sektör bankacılığında konsolidasyon süreci edecek.
Reformun diğer ayağı olan kamu bankalarında 2000 yılında bu yana ne yapıldı derseniz, maalesef özel sektör bankacılığındaki kadar yol alınamadığını açıkca görüyoruz.
Burada neden yol alınamadığına bakacak olursak karşımıza, yine, ‘siyasi otoritenin kamu bankalarının özelleştirilmesi konusunda gerekli kararlılığı göstermemesi’ çıkıyor. Bunun nedeni de, daha önceki hükümetler döneminde olduğu gibi AKP Hükümeti’nin de kamu bankalarını gerek gördüğünde kullanabilme, bunları siyasi olarak yedekte tutma eğilimi ağır basıyor diyebiliriz. Bu bankalara üç ayda bir rapor verme zorunluluğu getirilmiş olsa da, bu raporları BDDK’nın denetlediği, BDDK yönetiminin de siyasi etkilerden uzak olmadığını gözönüne alırsanız, bu denetimin ne kadar sağlıklı olduğu da ortaya çıkar.
Halbuki 2000’de yaşanan krizde tümüyle bankacılık sektöründeki zaafların büyük etkisi vardı ama bunun içinde kamu bankalarının payı büyüktü. ‘Batan bankalar şu kadar para yuttu’ denirken, paraların büyük bölümünün, daha önce siyasi kararlarla oluşan görev zararları nedeniyle zararları büyüyen kamu bankalarına aktarıldığı unutuldu. Yani kara deliklerin büyüğü kamu bankaları ve bunları kullanma yetkisini elinde tutan siyasiler nedeniyle doğdu.
Şu anda kamu bankaları kárlı gözüküyor ama bunun fazla fazla aktarılan hazine kağıtlarından kaynaklandığı unutulmasın. Yani kárlılık iyi yönetilmekten değil, halkın cebinden ödenen maliyetlerin bir sonucu. Kaldı ki, sistem aynı kaldığı sürece, şimdi olmasa bile, bu bankaların yeniden zarar etme, halkın parasını kötüye kullanma riskinin sürdüğü unutulmasın.
KENDİLERİ ÖZELLEŞTİREMEZ
Bu nedenle kamu bankalarının bir an önce özelleştirilmesi, bu bankaların siyasi otoritenin kullanımından alınması gerekiyor. Ki; ileriye dönük yeniden kriz doğurma riski olmasın. Peki, bu gerçekler ortada iken ne yapıldı derseniz, bu konuda alınan yol oldukça küçük.
Somut olarak bir tek Vakıfbank’ın geçen ayki halka arzı var. Başka da somut bir adım yok...
2005 Nisan ayında imzalanan niyet mektubunda yazılı olan, ‘kamu bankalarına özgü imtiyaz ve yükümlülüklerin kaldırılması planı’ hálá yürürlüğe sokulmadı. Şimdi 2006 Haziran’ına bu işin ertelendiği söyleniyor. Her bir banka için özel olarak hazırlanan özelleştime stratejileri geçtiğimiz haziran ayında kabul edilip. IMF onayına sunulacaktı. Bununla ilgili raporların hazırlandığını ama IMF’nin bu planları kabul etmediğini biliyoruz. Yeniden bir plan hazırlandı ve bildiğimiz kadarıyla IMF’ye de sunulan yeni plan kabul görmüş gözüküyor.
Bizce IMF’nin basiretsiz davrandığı konulardan birini de kamu bankaları oluşturuyor. Yeni niyet mektubunda yer alan ‘Ziraat ve Halk Bankası yönetimlerinin, yeniden yapılandırma ve özelleştirme planlarının uygulanmasında yetkili ve sorumlu kılınması’ bunun en önemli kanıtı. Hangi kamu kuruluşu kendi yönetimince özelleştirilebildi ki? Hükümet gerçekten ciddiyse kamu bankaları özelleştirmelerini hızlandırmalı. Aksi halde ‘yeni bir seçim döneminde kullanılmış kamu bankaları’yla karşı karşıya kalacağız.
Yazının Devamını Oku 
3 Aralık 2005
AKP Hükümeti’nin en önemli özelliğinden biri, işi bilip bilmediğine, o görevi yürütecek bilgi ve deneyimine bakmadan, kamuda yaptığı atamalardı. O dönemde yakınılan şey kamuda göreve gelmenin artık liyakat değil ‘başının secdeye varıp varmadığı’ ölçüsüne bağlanması idi. Gerçekten de şu anda ekonomi yönetiminde üst düzey görev yapanların eşlerinin çoğunun türbanlı, hatta .bazılarının çarşaflı olması da, bunun en önemli kanıtı gibiydi.
AKP’nin bir yandan ‘merkeze doğru kayar’ görüntüsü verirken, bir yandan bu tür atamalar yapması özellikle Ankara’yı çok tedirgin etti. Kişiler için karar verilirken kriterin ‘Bizden olan’ bizden olmayan’a dönüşmesi tedirginliği artırdı.
Ankara’da yani siyasi otoritenin bu tür kararlarıyla daha çok yüzyüze gelen kesimlerde bu tedirginlik artarken, sermaye kesiminde büyük bir iyimserlik göze çarpıyordu. Çünkü IMF ve AB hedeflerine bağlı kılınması, üzerine uluslararası likidite bolluğu havayı pespembe kıldı. Yani, kár yapan özel sektör fazla sesini çıkarmadan hükümete destek verir bir görüntü verdi.
Peki bu değişti mi derseniz, hayır... Ancak ciddi biçimde rahatsızlıkların baş göstermeye başladığı yolunda da ciddi duyumlar gelmeye başladı. Sermaye, karına ve kendi pozisyonuna bakıyor ya, işte bu konuda tedirginlikler duyulmaya başladı.
Duyduğu tedirginlik ekonominin kötüye gitmesinden değil, ‘pasta’ kavgasından...
Yani bizim baştan beri, Ankara’daki tavırlara bakarak ‘mutlaka yapacaklar’ dediğimiz, ‘sermayenin el değiştirmesi’ ya da ‘kendi zenginini yaratma’ işlemi var ya, işte bu işlem son dönemde hızlandı da bu nedenle tedirginlikler artmaya başladı...
Bir süredir kendi zenginini yaratma konusunda adımlar hızlanmaya başlamıştı ama ortalıkta iş çok olduğu için, herkese pay düşer gibi gözüküyordu, o nedenle fazla ses çıkmıyordu. Ancak son dönemde bu işin çok hızlanmasından ve ‘geleceği ipotek altına alması’ndan yakınılıyor.
YABANCI SERMAYE İÇİN ‘BİZDEN’ ‘BİZDEN DEĞİL’ AYRIMI
Son dönemde hükümetin yabancı sermayeye önem vermesini, özelleştirmeyi hızlandırmasını hepimiz alkışlıyoruz. Ancak biraz kurcaladığınızda soru işaretleri de çoğalmıyor değil.
Örneğin yabancı sermayede de ‘bizden’ ‘bizden değil’ ayrımı yapılıyor mu?
Son dönemde Arap sermayesinin gelişinin hızlanmasında, Doğulu sermaye ile daha rahat ve gevşek, kağıda yazılmayan ilişkilerin de kurulabileceği gerçeği, rol oynuyor mu?
Örneğin bir yerli firma yabancı sermayeli bir şirketle birlikte Ankara’da tepe, siyasi yetkililerle görüşüyor, daha sonra getirdiği yabancılara ‘siz onu boş verin bizim adını vereceğimiz yerli firmalarla bu işi yapın, işiniz kolay yürür’ deniyor mu?
Yine kendiliğinden tek başına gelen yabancı sermayeli şirketlere adres gösterilip, ‘ihaleye şunla gir o ilgileniyor, biz onu severiz’ deniyor mu?
Kabinedeki isimlerin ayrı ayrı sevdiği firmalar- ülkeler var ve onlara göre davranıyorlar mı?
Şirket yetkilileriyle yetinilmeyip, yabancı devlet adamlarına yerli şirket ismi verilerek, ‘sizin şirketler bununla birlikte iş yaparsa iyi olur’ deniyor mu?
Hatta daha da ileri gidilip, yabancı devlet adamlarıyla tutanaksız başbaşa görüşmelerde ‘Şu isim size başvuracak, sizinkilere söyleseniz de, istenen ‘olur’u bir verseler de, bu şirket içerdeki ihaleye girebilse’ dendiği oluyor mu?
‘O kadar da olmaz’ dediğinizi duyar gibiyim... O zaman ülkemiz, bazılarını zengin etme pahasına, yabancı şirket ve devletlere gebe bırakılıyor demektir, değil mi?
Ama eğer bunlar oluyorsa, ne kadar kavgası ‘pastadan pay kapma kavgası’ olarak gözükse de, bunları görüp yaşayan mevcut sermaye, şikayetçi olmakta haklı değil mi?
Mevcut işleri yürümeyince, ‘işaret edilen’ bazı yeni şirketleri ortak edip, işlerini yürütmeye başlayan bazı mevcut sermaye grupları, artık işbirlikçi’ olarak mı görülüyor? AKP geldiğinde ‘hayat tarzımız tehlikede’ diye konuşan ama diğerleri tarafından ‘işbirlikçi’ olarak görülen grupların, diğerleri tarafından dışlanmaya başladığı söylenebilir mi?
Böyle dönemlerin sonunda sert tartışmalara, çalkantılara dönüştüğünü hep gördük, değil mi?
Yazının Devamını Oku 
1 Aralık 2005
KURUMLAR vergisindeki indirimin ardından, kayıtdışı ile mücadele konusu da yeniden tartışmaya açıldı. Şimdiye kadar bu konuda o kadar söz söylendi ki... Artık, her dönem verilen, ‘kayıtdışı ile mücadelede artık taviz vermeyeceğiz’ türündeki sözlerin, demeçlerin artık hiçbir geçerliliği olmadığını, baştan kabul etmemiz lazım.
Türkiye-AB Karma İstişare Komite Toplantıları için önceki gün Brüksel’de idik ve toplantıları katılan TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu’na, gazeteciler Ankara’daki bürolarından gelen talimat üzere, önce bu konudaki görüşlerini sordular. Olayı incelemediğini belirten Hisarcıklıoğlu’nun verdiği ilk tepki, indirimin olumlu olduğunu belirtip, ardından ‘Ama kayıtdışı ile de mücadele lazım’ sözleriydi. O zaman gazeteciler de buna karşılık yatırım indiriminin kaldırılacağını bilmiyorlardı...
Gerçekten da yapılan indirim olumlu ama bununla birlikte yapılması gerekenler var. Hatta daha da ileri gidip, ‘Eğer sadece kurumlar vergisi indirimleriyle yetinilirse, zaten bozuk olan vergi adaletinin, dar gelirliler aleyhine daha da bozulacağını’ bile rahatlıkla söyleyebiliriz.
O zaman asıl iş kayıtdışı ile gerçekten, ama bu kez samimiyetle mücadeleye kalıyor.
Elbette gelir vergisi dilimlerine giren gelir miktarlarının nasıl belirleneceği, bozulan adaleti bir miktar dengeleyip dengelemeyeceğini şimdilik bilemiyoruz. Ancak dolaylı-dolaysız vergi çarpıklığı ortada iken sadece bunun da yetmeyeceği, asıl olanın kayıtdışı ile mücadele edip, yüksek gelire rağmen vergi ödemeyen kesimlerin vergi vermelerini sağlamak, dolayısıyla da zaten vergi yükü ağır dar gelirli kesimin üzerindeki yükü hafifletmek olması gerektiği ortada.
Kurumlar vergisinin 10 puan düşürülmesiyle yabancı sermayenin Türkiye’ye gelişinin önündeki engeller sanki tümüyle temizlenmiş gibi demeçler izliyorum. Bu hiçbir zaman tek başına yeterli değil. Yabancı sermaye herşeyden önce eşitsizliğin önlenmesini istiyor. Yani kendi üretimini yapıp, normal vergisini öderken, rakibi olan bir yerli firmanın kayıtdışı üretim yapıp, hiçbir zaman vergi vermemesinin önüne geçilmesini yani eşit şartlarda rekabet istiyor. Bunun da yolu açık; kayıtdışı mutlaka önlenmek zorunda.
BU VERGİ İDARESİ YETMEZ
Yanısıra, kola üretiminde olduğu gibi, yasaların bazı yerli, ‘parti dostu firmalar’a farklı uygulanıp, yabancı sermayeli şirketlere farklı uygulanmasının önüne geçilmesini istiyor. Bunun için de siyasetin bu tür düzenlemelerden elini çekmesi, kuralları eşit uygulaması lazım. Aksi takdirde yabancı sermaye göz göre göre, bu haksızlıkların olduğu bir yere gelmez...
Hükümetin kayıtdışı ile mücadele konusunda bu kez samimi olup olmadığını hep birlikte izleyeceğiz. Devlet Bakanı Ali Babacan’ın söylediği gibi; bu vergi indirimlerinin sürmesi isteniyorsa, kayıtdışının önlenmesi şart. Aksi halde gelir kaybına tahammül olmadığı için kayıtdışı ile mücadele edilip vergi tabanı genişletilemezse, bu vergi indirimlerinin sürmeyeceğini hatta indirilen seviyeden yukarıya çıkarılmak zorunda kalınacağını söylemek için kahin olmaya gerek yok.
Başbakan Tayyip Erdoğan, bundan sonra kayıtdışı ile mücadelede daha kararlı davranılacağını belirtirken, Vergi Konseyi Başkanı Mustafa Uysal ‘çok olumlu’ olarak nitelendirdiği bu indirimlerin ardından şimdi de kayıtdışı ekonomiye yönelik paket üzerinde çalışmaya başlayacaklarını söylemiş.
Bu sözleri de, eskiden söylenenler gibi, havada kalan sözler olarak görüyoruz. Başbakan ve Vergi Konseyi Başkanı, neden şimdiye kadar artık kayıtdışını önlemek için cidden harekete geçmediler, neden bu konu çok fazla gündemlerinde olmadı? Şimdi ‘Bunları söyleyelim millet korkup vergi verir’ diye mi düşünüyorlar?
Bu işte samimiyetin ilk ölçütü, vergi toplayacak İdareyi gerçekten bağımsız bir idare yapmaktı. Siyasi kaygılarla ‘oradan vergi alıp buradan almayalım’ anlayışını yıkmaları gerekiyordu. O zaman kimse bir şey söylemedi. Bu idare ve bu yönetim anlayışıyla vergi toplanamayacağını görmüyorlar mı? Kayıtdışı ile mücadele bu gidişle, yine sözde kalacak.
Yazının Devamını Oku 
29 Kasım 2005
Brüksel<br>TÜRKİYE-AB Karma İstişare Komitesi (KİK) toplantıları nedeniyle geldiğimiz Brüksel’deki gözlemimiz; AB’deki havanın, özellikle 3 Ekim’e kıyasla hayli bozulduğu yönünde. Biz de herkes gibi özellikle, toplantının açılışında konuşan Avrupa Komisyonu’nun genişlemeden sorumlu Üyesi Olli Rehn ile Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu (KPK) Eşbaşkanı Joost Lagendijk’i dikkatle izledik. Tam üyelik sürecindeki en etkili kişilerden olan bu yetkililerin konuşmalarından çıkarak, havanın bozulduğunu söylüyoruz.
Rehn, bir süredir başlattığı eleştirinin dozunu, gözlediğimiz kadarıyla her seferinde biraz daha artırıyor. ‘Kutlama, şölen bitti şimdi iş zamanı’ söylemini tekrarlayan Rehn, yapılacakların belli olduğunu söyleyip, yan çizme girişimlerin karşı da ‘Avrupa’ya gitmek için kestirme yol yoktur’ diyor. Rehn’in ‘ifade özgürlüğü’ başlığı altında verdiği örnekler de her geçen gün çoğalıyor...
Orhan Pamuk başta olmak üzere ifade özgürlüğünün kısıtlanması olarak gördüğü davaları tekrar sayan Rehn, geçtiğimiz hafta sonunda öğretmenlerin yürüyüş girişimine karşı polisin takındığı tutumun da dikkatle izlendip kayda girdiğini söyledi.
Kadın hakları konusunda medeni kanun ya da başka kanunlarda değişikliklerin gündeme getirilmesini isteyen, dini cemaatlere karşı eleştirisini sürdüren Rehn’in üzerinde durduğu bir başka konu da, KİK toplantılarında ele alınacak, sendikal hakların genişletilmesi ve Uluslararası Çalışma Örgütü (İLO) standartlarına uyum için çaba harcanması oldu.
Rehn, reformların yavaşladığını, uygulamanın aksadığını belirtirken, Avrupa ülkelerindeki karşıt havanın de değişmesi gerektiğini, bunun için Türkiye’nin artık reformlara sahip çıkması gerektiğinin altını çizdi. Yani artık sadece yasaları çıkarmak da AB için yetmiyor. Hükümetlerin laf olsun diye değil, içine sindirerek gerekli adımları atmaları gerekiyor ki, Rehn’in deyişiyle, Avrupa’daki halklar da Türkiye’ye güvenebilsin.
Lagendijk’in konuşması da eleştirilerle doluydu ve birkaç kez ‘Bizim gibi Türkiye’yi isteyenlerin işini zorlaştırıyorsunuz’ diye yakındı. AB konusunda somut adım atıldığında son dönemde olduğu gibi ‘provakasyonlar başladığı’na dikkat çeken Lagendijk, siyasi konuların önemli olduğunu, bu konularda gerekli adımlar atılmazsa ekonominin de zora gireceğini söyledi. Lagendijk’in, Başbakanının Diyarbakır’daki açılımını doğru bulduklarını ancak son dönemde olayların tırmandığını kaydedip, ‘Hükümet bu gelişmeleri kontrol edemezse, kürtler de sağduyulu davranmazsa Türkiye’nin AB üyeliği tehlikeye gireceğini’ söylemesi ilginçti.
UZLAŞABİLECEĞİMİZİ YENİ ANLADIK
AB tarafındaki bu havaya karşılık, 10. yılını kutlayan KİK’in oluşumu ve ilk kez bu kadar heyecanla işçi ve işveren kesimlerinin biraraya gelmesi ise seyahatin başka önemli noktası idi. KİK dönem başkanlığını DİSK Başkanı Süleyman Çelebi yaparken TOBB, Türk-iş, Hak-iş, Kamu-Sen ve TİSK başkanları bizzat heyette yeraldılar. Hem de özellikle birlik görüntüsü vermeye özen göstererek.
Tüm başkanlar ‘Herkesin farklı görüşleri olduğunu ama bir masa etrafında birleşilip diyalog ve uzlaşma kültürünün yolunun açıldığını’ söylüyorlar. TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu’nun söylediği gibi ‘uzlaşabileceğimizi yeni öğrendik’ diyorlar ve bu ilişkiyi sürdürmek konusunda, en azından bu seyahatte verdikleri havaya göre, kararlı görünüyorlar.
KİK Eş Başkanı Çelebi de herkesin fikrinin ayrı olmaya devam edeceğini ama uzlaşacakları konuları öne çıkardıklarını belirtiyor. Yani hem sendikaların kendi arasında, hem de işçi ve işveren kesimi arasında ‘AB fırsatı’yla, bir birliktelik oluşturulmuş gözüküyor. Bu birliktelikte, seyahate de bir tür ‘ağbilik’ yapan TOBB’un katkısı ise yadsınamaz.
Bu arada Çelebi, KİK konusunda uzlaşan kuruluşların toplam 24 milyon çalışanın 12 milyonunu temsil ettiğini kaydedip, bu birlikteliğin gücünün altını çiziyor.
Gördüğümüz kadarıyla AB’de bozulmaya başlayan havanın, AB hedefi konusunda içeriyi etkilemesi yakında kaçınılmaz olacak. İşte KİK hedeften sapılmaması için büyük bir fırsat.
Yazının Devamını Oku 
28 Kasım 2005
TASARRUF Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) Çukurova Grubu’ndan aldığı yaklaşık 1 milyar dolara, daha önceki gelirlerinden de para ekleyip, Hazine’ye 1.5 milyar dolar civarında yeni bir aktarma yapacak. TMSF Başkanı Ahmet Ertürk, Hazine’nin Aralık ayı başında yapacağı yüklü içborç geri ödemesinden önce, bu parayı ödemeyi planladıklarını söyledi.
Ertürk bu ödemenin zamanlamasının bir-kaç güne kesinleştirileceğini söylerken, bu hafta ödemeyi yapabileceklerini kaydetti. Ertürk, zamanlamanın Hazine’nin yüklü geri ödemesi öncesine denk gelmesinin, Hazine’yi rahatlatacağına dikkat çekti.
Buna karşılık bankacılar ise ‘TMSF’nin Hazine’yi rahatlatmasına gerek olmadığı’ görüşünde. 7 Aralık’ta 6 katrilyon lira civarında geri ödeme yapılacağını kaydeden bir bankacı, Hazine’nin bu parayı rahat bulacağını, zaten en azından geri ödeme kadar yeniden borçlanmaya da zorunlu olduğunu söyledi. Şu anda piyasadaki en büyük sorunun Merkez Bankası’nın piyasadaki fazla TL’yi çekmesi olduğuna dikkat çeken bankacı, son döviz müdahalesi ile birlikte piyasadan çekilmesi gereken paranın iyice arttığını söyledi. Şu anda sadece borçlanmalar yoluyla piyasadan para çekilebildiğine işaret eden bankacı, zaten yıl sonuna kadar ihraç edilecek Hazine kağıtlarına, yılbaşında uygulamaya girecek stopaj nedeniyle çok büyük talep olduğunu, faizlerin yüzde 13’’ün de altına indiğine dikkat çekti.
Bu nedenle TMSF’nin itfa öncesi Hazine’ye para aktarmasının çok anlamlı olmadığına değinen bankacı, TMSF’den gelecek parayı, Hazine’nin olsa olsa döviz hesabına yatırıp ilerdeki dış borç geri ödemeleri için kullanabileceğini söyledi.
Bu arada Ahmet Ertürk, 1.5 milyar dolarla birlikte Hazine’ye bu yıl ödeyecekleri paranın 4 milyar dolara yaklaşacağını söyledi. Ertürk, önümüzdek hafta Rekabet Kurumu’nun Uzanların çimento fabrikaları için yapılan ihalelerin sonuçlarını değerlendirmeye başlayacağını belirtirken, bu işlemlerin yıl sonuna kadar tamamlanmasını beklediklerini, dolayısıyla bu yıl sonuna kadar aktaracakları paranın 5 milyar dolar civarında olacağını söyledi.
Bu parayı daha önce hedef olarak açıkladıklarını ancak gecikmeler nedeniyle hedefi 3.5 milyar dolara indirdiklerini hatırlatan Ertürk, baştan söyledikleri hedefe ulaşacaklarını kaydetti. Telsim için de yoğun talep bulunduğunu kaydeden Ertürk, Telsim’in de peşin satılacağını dolayısıyla buradan gelecek paranın da 2006 Şubat-Mart aylarında Hazine’ye göndereceklerini tahmin ettiklerini söyledi.
BBDK’NIN BU ZARARIN ALTINDAN KALKMASI ZOR
TMSF ayağında olumlu gelişmeler kaydedilirken, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK)nun denetim ve gözetim görevini layıkıyla yerine getirdiği konusunda ciddi endişelerimiz devam ediyor.
Geçen gün Yapı ve Kredi Bankası’nın yeni yönetiminin açıkladığı ilk 9 aylık bilanço sonuçları ve dolayısıyla ortaya çıkan 2,5 katrilyonluk zarar, BDDK konusundaki endişelerimizi daha da artırdı. BDDK Başkanı Tevfik Bilgin, dün Referans Gazetesine verdiği demeçte, gelecek tepkileri bildiği için, sanki açıklanan bu zararı doğal göstermeye çalışmış.
Bizce BDDK ortaya çıkan bu zarar rakamını böyle kolay geçiştiremez. Her şeyden önce
samimi olarak kamuoyunu aydınlatmak, bir ay önce farklı bilançonun şimdi tümüyle farklı çıkmasının nedenlerini, gerekirse hatalarını kabul edip özeleştiri yapmak zorunda.
Aksi takdirde başta yabancılar olmak üzere BDDK’nın güven vermesi söz konusu olamaz.
Bu rakamlar bir ay önce yoktu da şimdi mi çıktı? Eğer karşılıklar yeterince ayrılmadıysa, neden o zaman açıklanmadı? Eğer bu bankanın gerçek bilançosu çıktığında fona alınmak zorunda kalınacaktı da, ondan böyle bir hileye başvurulduysa, şimdi bunu samimi olarak kamuoyuna açıklamak zorundalar.
BDDK’nın atadığı, ‘eski üstadları’ndan oluşan yönetim, eğer kötü çalıştıysa, bankayı bu kadar zarar uğratmakta katkıları varsa, bunlar için ne yapılacak? Yoksa ‘üstad’ diye yine göz mü yumulacak? BDDK yönetimi ve eski banka yönetimi için hiçbir şey yapılmayacak mı?
Yazının Devamını Oku 
26 Kasım 2005
AKP Hükümeti ve daha da önemlisi bürokratları, maalesef siyasi kaygılarla şeffaflıktan uzaklaşmaya devam ediyorlar. AB görüşmelerinde de, IMF ve Dünya Bankası ilişkilerinde de giderek daha fazla önem kazanan şeffaflık ve rakamların güvenirliği de, bu eğilime bağlı olarak azalmaya devam ediyor. Kamu mali yönetimi ve kontrol yasasında yapılan değişiklikler, tek başına ödeneksiz harcama imkanının tanınmış olması bile, Hükümetin ve bürokratlarının anlayışını göstermeye yeter.
Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV) yayınlamaya başladığı ve giderek yetkinlik kazanan bütçe izleme raporlarıyla bu boşluğu doldurmaya, rakamlara şeffaflık kazandırmaya ve bütçe eğilimlerindeki düzelme ve tehlikelere dikkat çekmeye devam ediyor. Piyasaların şu anda, ‘kulak asmamaya özen gösterdiği’ bu raporların önümüzdeki dönemde çok daha önemli hale geleceğine kesin gözüyle bakıyoruz.
TEPAV, Ekim ayı bütçe sonuçlarını değerlendirdiği raporunda da bütçedeki tehlikelere dikkat çekiyor. Bunun ardından, bir süredir takipçisi olduğu kamu mali yönetimi ve kontrol yasasında gündeme getirilen değişikliklerin, ilkesel anlamdaki sakıncalarına ve ilerde başımıza açabileceği tehlikelere tekrar değiniyor.
TEPAV raporunda bütçedeki iyileşmenin çok büyük ölçüde faiz harcamalarının azalmasından kaynaklandığı tekrarlanırken, faiz dışı harcamalardaki artış oranının enflasyonun ve büyüme ile vergi gelirleri artış oranının üzerinde seyrettiğine dikkat çekiliyor. Raporda ayrıca tahakkuk sürecini tamamlamadığı için şimdiye kadar mali hesaplara yansımayan Kasım ve Aralık aylarında tahakkuk ettirilecek harcamalarla birlikte faiz dışı harcama kalemindeki artış oranının, daha da yükselebileceği kaydediliyor.
Bütçe dışı kamu dengesi rakamlarının geç gelmesi nedeniyle, toplam kamu sektörü için belirlenen hedeflerin tutup tutmayacağının şimdiden bilinemediği belirtilirken, geçmiş verilerle bir projeksiyon yapılarak, bu hedefin tutmama riskinin bulunduğu ifade ediliyor.
Haziran ayına kadar iyi gitmişken, son 6 ay için faiz dışı harcama eğiliminin gelir tahsilatının oldukça üzerine çıktığı., bunun da hedefleri riske attığı hatırlatılarak, ‘Bu rakamlara ve dengeye Hazine’nin TMO’ya açtığı ve bir milyar YTL’ye yaklaşan kredinin nasıl yansıdığı da belli değildir. Bu rakamın hangi gerekçelerle bütçe hesaplarına dahil edilmediği ise önemli bir soru işareti olarak havada asılı durmaktadır. Bu açıdan hedefin tutabilmesi KİT veya fon dengesinin genel eğilimlerin aksine önemli düzeyde fazla vermesine bağlıdır’ deniyor.
SOSYAL GÜVENLİKTE HARCAMA DAHA YÜKSEK
TMO’nun Hazine’den kullandığı bu kredinin ya tamamı ya da çok büyük kısmının ‘görev zararı’ yazılacağını herkes kabul ediyor. Ama görev zararı olacak bu kalem bu yıl harcanmasına rağmen, bütçe içinde yeralmıyor. Gördünüz mü, şeffaflık anlayışını...
Sadece bununla de sınırlı değil. TEPAV raporunda Ocak-Ekim dönemi faiz dışı harcamalarda hedefin üzerine çıkılmasında cari transferler, mal ve hizmet alımları ve sermaye giderlerinin rolüne dikkat çekilirken, sosyal güvenlikteki sapmanın önemine değiniliyor ve yüzde 90 ödeneğin 10 ayda tamamlandığı, şu anda Sağlık Bakanlığı verilerine göre kurumların bakanlık hastahanelerine olan birikmiş borcunun 2 katrilyon lirayı bulduğuna dikkat çekiliyor. İlaç paralarını da gözönüne alırsanız, tahakkuk etmiş ama bu yılın bütçesine yazılmayıp 2006’ya sarkan harcamaların boyutları da kendiliğinden ortaya çıkar.
TEPAV raporunda yer almayan bir başka kalem de yol yapım harcamaları . Bizim bildiğimiz, biraz da cebren müteahhitler sıkıştırılıp ödeneği olmadığı halde duble yollar ve Karadeniz otoyoluna ödeneksiz 1.5 katrilyonluk harcama yaptırıldı. Bu yük de 2006’ya gelecek.
Bu arada ithalat artmasına rağmen dış ticaretten alınan vergilerdeki artışın ortalamanın altında kalması, ÖTV’si önemli ölçüde artırılan tütün mamulleri ve kolalı içeceklerdeki vergi tahsilatı artışının yüzde 10’un altında kalmasına da Raporda dikkat çekiliyor.
Kısacası; halının altına süpürme tam gaz. Bu pisliklerin sonuçlarını gördük, yine göreceğiz...
Yazının Devamını Oku 
24 Kasım 2005
BAŞTA Coca-Cola ve Pepsi-Cola olmak üzere, yabancı kola şirketleri AKP Hükümeti’nden darbe üstüne darbe yemeye devam ediyor. Hükümet şimdi de hazırladığı taslak metine göre, ‘mısır bazlı şeker üretiminin kotasını yüzde 15’e çıkaran kararname’ ile yabancı kola üreticilerine bir ek maliyet daha yüklemeye hazırlanıyor.
Her yıl Bakanlar Kurulu, yasada yüzde 10 olarak yer alan mısır bazlı şeker üretiminin Türkiye’nin toplam şeker üretimi içindeki payını, kendi yetkisiyle yüzde 15’e çıkaran bir kararname yayımlıyor. Bu yıl da kararnamenin hazırlıkları tamamlandı ama öğrendiğimiz kadarıyla bu yıl kararnameye bir madde eklenerek, ‘mısır bazlı şeker üretiminin üçte birinin glikoz olarak üretilmesi şartı’ konuyor. Böylece üretiminde glikoz kullanan bisküvi ve şekerleme üreticilerine bir maliyet avantajı sağlanmış olurken, kola üreticilerinin mısır bazlı şeker kullanmaları da sınırlanmış olacak. Yani şimdiye kadar sınırlı miktarda üretilen mısır bazlı şekerin tamamına yakını kola üreticilerine satılırken, bu kararname ile üretimin üçte biri bisküvicilere gidecek. Dolayısıyla kararname böyle çıkarsa, kolacılar, maliyetlerini önemli ölçüde artıracak pancar şekerini daha fazla kullanmak zorunda kalacaklar.
Bir yabancı kola şirketi yöneticisi, bu kararname ile Cola Turka dışındaki kola üreticilerinin maliyetlerinin, yıllık 30-35 milyon dolar civarında artırılmış olacağını söyledi.
Cola Turka’nın 14 aydır, soruşturma açıldığı söylenmesine rağmen, kendi kola üretim tesisinde mısır bazlı şeker üretimine devam ettiğini, dolayısıyla zaten bu üretim nedeniyle sağladıkları önemli fiyat avantajını aynen devam ettireceğini kaydeden aynı yönetici, dolayısıyla hükümetin bu kararıyla Cola Turka’nın maliyetinin artmayacağını, ama Cola Turka dışındaki üreticilerin tümü için ek maliyet külfeti yaratılacağını söyledi. Aynı yetkili, Cola Turka’nın aynı zamanda mısır bazlı şeker kullanmaya başlayarak fiyat avantajı elde edecek bisküvi sektörünün de en büyük üreticisi olan grupta yer aldığını hatırlatarak, ‘Yani bu kararname, adı geçen gruba çifte fiyat avantajı sağlamış olacak’ dediler.
AKP Hükümeti’nin üst üste kararlarıyla sürekli mağdur edildiklerini, morallerinin çok bozuk olduğunu kaydeden yetkili, ‘Artık kasıt aramaya başladık’ yorumunu yaptı.
Sanayi ve Ticaret Bakanı Ali Coşkun’un bütçe görüşmelerinde Cola Turka’daki üretim için hálá ‘araştırıyoruz, soruşturuyoruz’ dediğini hatırlatan yetkili, ‘14 aydır neyin soruşturulduğunu anlamış değiliz. Kurulan tesis çoktan kendini amorti etti’ dedi.
ŞARAPTA SORUNLAR ARTIRILIYOR
Sadece kolada değil, şarapta da büyük sorunlar yaşanıyor. Bu hafta başında yapılan AB yolunda şarap sektörünün ele alındığı toplantının bir panelini de biz idare ettik. Bu panel doğal olarak büyük şarap üreticileri ile küçük çapta kayıtdışı üretim yapan üreticilerin tartışmalarına neden oldu. Küçük üreticiler zaten çok küçük marjlarla çalıştıklarını kaydedip, kayıt içine alınmaya, vergi ödemeye karşı çıkıyorlar. Bunu aynen bu şekilde söylemiyorlar ama istekleri bu. Buna karşılık büyük şarap üreticileri ise haklı olarak çok yüksek olan vergilerden yakınıp, ‘merdiven altı’ olarak tanımlanan üretimin her geçen gün arttığından, özellikle turizm tesislerinde kayıtdışı şarap tüketiminin hızla yükseldiğinden yakınıyorlar.
Bizce, her ne kadar toplantının sabah oturumuna katılan Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener tersini söylese de, şaraptaki yüksek vergi ideolojik bir tavır olarak algılanıyor. Maliye’nin aslında kaçağa yol açtığını anlayıp, içkideki fahiş vergileri azaltması gerekiyor.
Bizce ‘butik üretim’ adı altında küçük tesislerin üretiminin yeniden düzenlenmesi, belli miktara kadar üretimin ticari sayılmaması sağlanabilir. Ancak ne olursa olsun küçük büyük tüm tesislerin, bu arada ‘aile içi üretim’in de düzenlenmesi, hijyenik şartlara uyumu şart.
Bu arada şarap üretimi düzenleme yetkisinin, Tütün ve Alkollü İçkiler Kurulu’ndan alınıp Tarım Bakanlığı’na bağlanması düşünülüyor. Yani, bazı ülkelerde alkol tanımından bile çıkarılmaya başlanan, Türkiye’nin geleceği parlak bu sektöründe mevcut sorunların çözülmesi gerekirken, aksine sorunların giderek artırıldığını gözlüyoruz. Bu sektöre de yazık ediliyor.
Yazının Devamını Oku 