3 Nisan 2006
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan, dayanamamış, yine kendisine eleştiri yönelten TÜSİAD’a çatmış. Erdoğan artık bunu gelenek hale getirdi. Daha doğrusu kızıp fırça atarak susturmayı denediği TÜSİAD yönetimi, hatalı gördüğü konuları tekrar eleştirince, bunu pek içine sindiremiyor.
Halbuki bu ülkede yaşayanlar çok iyi bilir ki; TÜSİAD gelen Hükümetlere önce süre verir, hatta belli bir süre yapılan önemli işleri alkışlar. Ancak genel trendden bir sapma görür de, bu sapmalar artmaya başlarsa, eleştirmeye de başlar.
TÜSİAD başından beri bu ekonomik programa destek verdi. Başbakan çok iyi hatırlar; kendisi henüz Başbakan değil ama parti başkanıyken, iktidara geldiklerinde ekonomide bir kafa karışıklığı yaşadılar. Yeniden bir kriz ortamına gidilirken büyük işadamlarını topladılar ve ne yapılması gerektiğini sordular. Büyük işadamları yapılması gerekenin IMF’le programı devam ettirmek, AB hedefini korumak olduğunu söylediler. Bunları yaparlarsa kendilerine destek olunup olunmayacağını sordular. TÜSİAD’ın yönetimini de oluşturan büyük gruplar bu takdirde kendilerine destek olunacağını söylediler ve bu sözlerini de yerine getirdiler.
Ancak ekonomik program ve AB perspektifinden, ekonomik ve siyasi anlamda sapmalar gördüklerinde uyarı görevlerini yerine getirmeye başladılar.
Ancak "günü kurtarma" peşindeki Hükümet, olaya ilkesel değil "fırsat" olarak yaklaştığı için, yapmadıkları yüzlerine vurulunca bunu içlerine sindiremez oldu.
Şimdi TÜSİAD Başkanı Ömer Sabancı, "Merkez Bankası Başkanlığı kriz haline geldi, süreç iyi yönetilemedi" derken haksız mı? Bu gerçeği AKP’liler bile görmüyor mu?
O zaman bu eleştiriyi yaptı diye, "Onlar kendi işine baksın, fabrika kurarken gelip bize danışıyorlar mı?" denir mi?
O zaman "ekonomik programa destek isterken bize soruluyordu da bu bizim işimiz miydi?" denmez mi? Ya da, "Hala herşey devletin elinde, size bir yatırım için geldiğimizde, yabancı ortak getirdiğimizde iyi de, bu yabancıların gelmesini önleyecek hataları yaptığınızda bunu eleştirmemiz mi, suç?" deseler haklı değiller mi?
TÜSİAD’ın eski Başkanları, Başbakanın bu sözü üzerine ağız birliği etmiş, Sabancı’yı savunmuşlar. Hemen hepsi, kendilerinin vergi ödediğini hatırlatıp, Hükümetin iyi yönetemediği konuları söylemenin TÜSİAD’ın görevi olduğunu söylemişler.İyi etmişler...
KRİTİK DÖNEME GİRİLDİĞİ UNUTULUYOR
İyi de, Başbakan niye durup dururken, TÜSİAD’ın her Hükümete yaptığı eleştirileri, kendisine yapılınca şahsi olarak algılayıp, sert tepkiler veriyor?
Bunun bir sebebi, yakınlarından Başbakana, "Fırsat buldukça TÜSİAD’a çat, TÜSİAD’a çattıkça tabandan desteğin artıyor" denmiş olabileceğini düşünüyoruz.
İkinci bir tahminimiz de, AKP’nin eleştiriye tahammülünün kalmadığının, telaşının iyice gün yüzüne çıkmaya başlaması. Tabi bir de AKP içinden "Bize karşı komplo başladı,. TÜSİAD da bunun içinde" paranoyası içinde hareket edenler ve başbakanı etkileyenler olabilir.
Her halükarda, yapılan, bilerek yaratılan çatışma havası, hoş değil.
Belki AKP tabanında "zenginler kulübü" olarak bilinen TÜSİAD’a çatmak prim yapıyordur. Ama bunlar çok ucuz primler. O zaman daha önceki TÜSİAD desteğini de tabana söyleyin...
Unutulmasın ki; uluslar arası likidite artık kendi ülkesine dönmeye başlıyor. Geçen haftalarda yaşadığımız dalgalanma, bundan sonra tekrar edeceğe benziyor. Bu dalgalanmanın boyutunu diğer gelişmekte olan ülkelere kıyasla ekonominizin ne kadar güçlü olup olmadığı, siyasi ve ekonomik tehditlerin boyutları, istikrarı ne kadar koruduğunuz belirleyecek.
TÜSİAD ile yaratılan çatışma, siyasi konularda her geçen gün yenisi gelen çatışma havası, Merkez Bankası gibi atamalardaki performansınız belirleyici olacak.
Hataları ona buna kızarak tabanınızda sempati toplayabilir, kısa dönemli oy oranlarını artırmış gözükebilirsiniz. Ancak aynı hareketler uluslar arası camiada tersi tepki alır ve ülkenizi zora düşürürsünüz. İşte bunun adına zaten popülizm deniyor ya...
Yazının Devamını Oku 
1 Nisan 2006
DÜN açıklanan büyüme verileri kafaları karıştırmış görünüyor. Rakamları inceleme fırsatı bulamadık ama yapılan revizyonların şüphe uyandırdığını, açıkca görebiliyoruz. Umarız; Devlet istatistik Enstitüsü’nün adı değişince güvenirliği kaybolmamıştır. Umarız; işin içine "iyi sıhhatle olsunlar" karışmamıştır.
Aksi takdirde, yani "bir yönetimin namusu olan rakamlar" şüphe uyandırmaya başlarsa hiçbir şeyi tutma, güveni koruma imkanınız kalmaz.
Şimdiye kadar İstatistik Kurumu’nun açıkladığı veriler konusunda şüphe uyandırılmaması gerektiğini savunan kişiler arasındaydık. İlgili, ilgisiz kişiler tarafından işin detayına bakılmadan bu tür şaibeler uyandırılmasının ülkeye zarar vereceğini, söyleyip durduk.
Şimdi rakamları görmememize rağmen neden bu şüpheleri taşımaya başladığımıza gelince... Çünkü ekonomi yönetiminin değişik birimleri, yıllardır büyük bir çaba sonucu elde edilmiş şeffaflığı karartmaya, rakamları işlerine geldiği gibi kullanmaya başladılar da, onun için...
Bu eğilimin en fazla görüldüğü kurumların başında da Maliye Bakanlığı geliyor.
Aylık Mali İzleme Raporu düzenleyen Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV) Şubat ayı bütçesine ilişkin yaptığı değerlendirmede, Ocak ayı raporunda da detaylı biçimde açıkladıkları gibi, bu yılın bütçe verilerini değerlendirirken bazı düzeltmeler yapılması zorunluluğu duyulduğunu belirtiyor. Örneğin mahalli idarelere aktarılmak üzere her ay tahsil edilen gelirlerin bütçeye gelir yazılmasına karşılık, bu tutarlar mahalli idarelere aktarılırken ilgili ayın bütçe gerçekleşmelerinde tahakkuk ettirilip gider olarak gösterilmediği için, bütçe dengesi ve faiz dışı fazlanın gösterilmeyen tutar kadar iyileşmiş gözüktüğüne dikkat çekildi. TEPAV bu düzeltmeler yapıldığında, Ocak-şubat dönemine kümülatif bütçe açığının açıklandığı şekilde, 0.5 milyar YTL yerine, 1.9 milyar YTL olarak hesaplandığını, yine aynı şekilde faiz dışı fazla ve program tanımlı faiz dışı fazla hesaplamalarında yapılan düzeltmeler ile bu büyüklüklerin sırasıyla, 7.2 milyar YTL ve 5 milyar YTL olarak hesaplandığı ifade edildi.
TRANSFERLER ARTIYOR
Bütçe harcamalarında Ocak ayına kıyasla en dikkati çeken artış kaleminin faiz harcamalarındaki artış olduğu belirtilirken,buna karşılık faiz dışı harcamalar içinde Ocak ayına göre Şubat ayındaki en önemli artış kaleminin sağlık harcamalarında, bunun içinde de yeşil kart harcamalarında gözüktüğü belirtildi. Bu kalemdeki artış yüzde 43.6 olarak saptanırken, aynı şekilde sosyal güvenlik kurumlarına yapılan transferlerin de Ocak ayına kıyasla yüzde 159.6 gibi önemli bir artış oranına yükseldiği belirtildi. TEPAV bu iki unsur biraraya getirildiğinde; 2005 sonu itibariyle ertelenip 2006 yılında ödenmesi beklenen ilaç ağırlıklı borçların bir kısmının Şubat ayında tasfiye edildiğinin anlaşıldığını belirttı.
Şubat sonu bütçe gelirleri toplamının yıl sonu hedefinin yüzde 16.5’i oranında gerçekleşmişken, aynı oran vergi dışı gelirler için yüzde 22 olarak belirlendi.
Hem Ocak ayında hem de Şubat ayında merkezi yönetim bütçe finansman tablolarının henüz yayımlanmadığının altı çizilen TEPAV raporunda "Ancak açıklanan Hazine nakit dengesi verilerine baktığımızda Şubat sonu itibariyle merkezi yönetim bütçe dengesinin 488 milyon YTL açık verdiği ifade olunurken, aynı dönemde Hazine nakit dengesinin 6.3 milyar YTL açık vermesi dikkat çekicidir. Çok büyük ihtimalle birikmiş emanetlerin çözülmesi yolu ile ve/veya avans ödemeleri yolu ile bütçe açığının çok üstünde bir nakit açığı finanse edilmiş gözükmektedir"
Görüldüğü gibi, son yönetimi döneminde Maliye Bakanlığı’nın verilerine olan güven giderek azalmakta, artık hemen herkes Maliye’nin rakamlarına şüpheyle bakmaktadır.
İşte bu nedenle İstatistik Kurumu’nun rakamlarına da şüpheyle yaklaşılmaya başlanması doğal karşılanmalıdır. Uluslar arası likiditenin azaldığı bu dönemde, sermayenin çok daha titiz davranacağı gözönüne alındığında, bu tür rakam yanlışlıkları eskisi kadar tolerans görmez.
Yazının Devamını Oku 
30 Mart 2006
AKP Hükümeti’nin çok şanslı olduğunu, global likiditedeki bolluk ve gelişmekte olan ülkelere sermaye akımının, ekonomideki iyileşmede çok önemli rol oynadığını sürekli yazdık. Bu ilelebet sürecek bir bolluk değildi ve işte şimdi durum değişmeye başlıyor. ABD’deki faiz artırım kararının alt metinleri okunduğunda, tüm piyasalar faiz artırımlarının bundan sonra da devam edeceği yorumunu çıkardılar. Dolayısıyla, faiz farkı nedeniyle gelişmekte olan ülkelere akan fonların, yavaş yavaş evlerine dönmeye başlayacağı anlaşılıyor.
Dolayısıyla Türkiye’de de artık eskisi gibi döviz bolluğu yaşanmayacak.
Peki bu anlama geliyor derseniz; "son günlerde piyasalarda yaşanan sıkıntının artık olağan bir hal alıp, zaman zaman ortaya çıkacağını" söyleyebiliriz.
Bankacılar asıl hareketin ABD’deki faiz artırım kararından kaynaklandığı konusunda hemfikirler. Ancak bir gerçek daha var ki; diğer gelişmekte olan ülkelerden 1 birim fon çıkışı varsa, Türkiye’den 2 birim çıkış yaşandı Yani çıkarken önce Türkiye’den çıkmayı seçiyorlar.
Bunun nedeni ise açık; içeride yapılan hatalar...
Daha önce AKP Hükümetinin ekonomide yaptığı hatalar, siyasette ortalığı geren eylemleri, piyasayı fazla etkilemiyordu. Piyasalar bilerek bu hataları görmemezlikten geliyorlardı. Ancak o dönemlerde de "Bir gün gelecek, piyasalar bu hataları görmeye başlayacak, o zaman da olması gerekenden büyük tepkiler verecekler" diye yazıp çizdik.
Şimdi abartılı tepki dönemi geldi mi derseniz, henüz gelmedi. Ancak tepki vermeye başladılar ve hatalar devam ederse "abartılı tepkiler" işte o zaman gündeme gelecek.
Kısacası; artık hükümetin hata yapma lüksü giderek azaldı. Eskiden o kadar bol döviz geliyordu ki, hataları örtüyordu. İşte şimdi artık bu hataları örten örtü kalmıyor. Dolayısıyla cari açık gibi potansiyel denilen riskler, şimdi daha fazla göze batmaya başlayacak.
Tüm bunlar olurken içerde siyasi hatalara devam etmek, IMF’le anlaşmayı bitirecek hareketlere girmek, ekonomik anlamda biraz intihar anlamına gelecek.
Merkez Bankası Başkan atamasındaki hatalarının nelere mal olduğunu, umarız hükümet görmüştür ve artık "ismi dönmeyecek bir kişi"yi yukarı gönderir, bu işi biran önce halleder. Yani artık dışarısı eskisi kadar kendilerine destek olmayacak ve Merkez Bankası’ndaki gibi hataları, artık daha pahalıya malolacak. Tabi enflasyon hedefi de zora girecek.
YABANCI KURUMLARIN RAPORLARI
Sıcak paranın başka ülkelerden 1 çıkarken bizden 2 çıkmasının nedeni içerde yapılan hatalar ve bu hataların artık uluslararası kurumların raporlara yansımaları. Geçen hafta da bir banka raporunun olayı tetiklediği söylenmişti, dün de önemli bir aracı kurumun ’Türkiye Raporu’ piyasalarda hayli tedirginlik yarattı.
"Türkiye’de politik risklerin artması nedeniyle orta vadeli dolar kuru tahminimizi revize ediyoruz" diye başlayan Goldman Sachs raporunda, 3 aylık kısa vadeli tahminlerini global ekonominin uygun olması, olumlu mevsimsellik ve kısa vadeli politik risklerin tolere edilebilir olması nedeniyle çok az değiştirdikleri, bununla birlikte 6 aylık ve 12 aylık dolar kuru tahminlerimizi politik riskleri daha iyi yansıtması nedeniyle yukarı doğru revize ettikleri belirtiliyor. 6 aylık tahminlerini 1.30 dan 1.35’e ve yıllık tahminlerini ise 1.33’den 1.44 e yükselttiklerini de, tüm yatırımcılara açıkladılar.
"Burada belirtmemiz gereken nokta, ciddi makroekonomik istikrarsızlığı fiyatlandırmamış olmamızdır" denilen raporda volatilitenin kaynağı olarak özetle şu riskler sıralanıyor:
Global risk iştahı seçici olmaya başladı.Yatırımcılar makro dengelere dikkat etmeye başladı.
Politikalardan sapma riski artıyor. 2007 seçimleri nedeniyle popülist eğilimler seziliyor.
Merkez Bankası atamasındaki kötü yönetim kredibiliteyi azaltıyor.
AB müzakereleri zorlu bir sürece giriyor. Protokole uyum zor, problem çıkabilir.
Hükümet ile laik kurumlar arasındaki gerginlik riski artıyor.
Yani; dış yatırımcı artık daha titiz inceliyor ve Türkiye’nin gidişatını pek iyi görmüyor.
Yazının Devamını Oku 
28 Mart 2006
MERKEZ Bankası Başkanlık krizi kamuoyunu o kadar meşgul ediyor ki; arada birçok önemli haber, deyim yerindeyse, güme gidiyor. Geçen hafta ilgimizi çeken haberlerden biri, satır aralarında kalan, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Sanayi Odası’ndaki (İSO) enerji özelleştirmelerine ilişkin sözleriydi. Bu toplantıda sanayicilere fırça atınca, bu konu öne çıktı ama Başbakan’ın enerji ile ilgili söyledikleri de bizce çok çarpıcıydı.
Başbakan Erdoğan, İSO Başkanı Tanıl Küçük’ün enerji özelleştirmesinde ısrarlı olmasını eleştirip, "Biz de özelleştirme için çalışıyoruz ama siz de özelleştirilince çok daha fazla ağlayacaksınız, bunu böyle bilin" demiş. Daha sonra kendi başından geçen bir olayı aktarıp, İstanbul’un Anadolu yakasında özel olan dağıtım şirketinin kendilerine çıkardığı zorlukları anlatmış. Başbakan, ardından da "Enerji dediğimiz olay hiçbir şeye benzemez, bir gün kesinti olsa devlete bağırıyorsunuz. Özel sektör olunca ne yapacaksınız? Mahkemeye gideceksin. Oradan alacağın netice de hak getire..."
Bu sözlere baktığınızda, bırakın mahkemelere bir başbakan olarak söylediğini, enerji konusunda Başbakan Erdoğan’ın gerçekten yanlış bilgilendirildiği ortaya çıkıyor.
Peki yanlış bilgilendirme nereden geliyor derseniz; bizce Enerji Bakanlığı’ndaki devletçi bürokratlardan ve sık sık Başbakan’la görüştüğü için, bakandan kaynaklanıyor, olabilir.
Başbakan bu açıklamayı hem de ne zaman yapıyor biliyor musunuz, bu hafta TBMM’de görüşülecek elektrik dağıtım özelleştirmesine ilişkin yasa değişikliklerinin hemen arifesinde...
Evet, Özelleştirme İdaresi tüm hazırlıkları tamamladı. Bu hafta gerekli yasanın çıkması ve hemen ardından ihalelere başlanması bekleniyor. Özelleştirme İdaresi yetkilileri, yasa çıkar çıkmaz ihalelere başlayacaklarını, ihale için duyuru metinlerinin bile tamam olduğunu, bir an önce başlamak istediklerini söylüyorlar.
Özelleştirme İdaresi önümüzdeki dönemin en önemli özelleştirmesini dağıtım özelleştirmeleri olarak görüyor. Regülasyon için yani özelleştirildikten sonra sıkıntı çıkmaması, tüketicinin korunması, rekabetin sağlanması için çok çalıştıklarını ve başarıya ulaşacaklarını söylüyorlar. Ama Başbakan çıkıp, "özelleştirilince ağlamayın" deyince herkes şaşırdı. Öyle ya, Başbakan bunu söyledikten sonra o yasa nasıl geçecek, geçse nasıl uygulanacak?
ŞİMDİ YAPIN BAKALIM ÖZELLEŞTİRMEYİ
Her şeyden önce Başbakan’ın yanlış bilgilendirildiğinin en önemli kanıtı, enerji sektörü özelleştirilen ülkelerde fiyatların artmayıp, aksine düştüğü. Hem ihaleye çıkılırken uzun bir süre enerji fiyatları önceden belirlenmiş olacak. Yani artış olmayacağı kesin.
Bunun yanısıra kayıp kaçak oranları çok düşecek. Başbakan’ın, yakındığı Anadolu yakasında kayıp kaçak oranı yüzde 10 iken, Avrupa yakasında aynı oranın yüzde 26 olduğunu, acaba biliyor mu? Dağıtım özelleştirilirken sermaye yapısı güçlü şirketlere satılması planlanıyor ve özel sektör kayıp kaçak oranını azalttıkça kárı artacağı için buraya yüklenecek. Düşünsenize, yüzde 1 kayıp kaçağı azaltmak demek, 160 milyon dolar tasarruf demek. Siz enerji sıkıntısı gelecek derken, buradan sağlanacak tasarruf yeni yatırımlara bedel. Ayrıca yatırım ve fiyat şartları ihale koşullarından. Tüketici mağdur eden şirketten bu hakkı alınacak.
Başbakan’a bu argümanı ileri sürürken örnek gösterdiği Çeaş-Kepez ile bu uygulamanın bir ilgisi bulunmadığını da birilerinin anlatması lazım.
Ama bu mantık sürdüğü müddetçe, Türkiye’de gerekli olan enerji özelleştirilmesi yapılamaz. AB ile uyumun şartları da yerine getirilemez. Üretim için Enerji Piyasası Üst Kurulu (EPDK) şirketlere lisanslar verdi ama kimse enerji üretimi için yatırıma başlamıyor. Nedeni de işte bu mantık. Yani devlet bu işten elini çekmeyecek, piyasaya bırakmayacak, direniyor imajı veriliyor ve bu güvensizlik oluşturuyor. O nedenle lisans alanlar şimdilik bekliyor.
Başbakanın AKP’nin acil eylem planında, ulusal programda, hükümet programında, enerji sektörü reformu ve özelleştirme stratejisi belgesinde, eylem planlarında yer almasına rağmen, enerji özelleştirmesine bu şekilde yaklaşması, bizce anlaşılamaz bir çelişki.
Yazının Devamını Oku 
27 Mart 2006
PİYASALARIN kötü haberi bilerek satın almadığını, ancak riskler büyüdükçe daha önce dikkate almadığı riskleri büyüterek algılayacağını, söyler dururuz. İşte Merkez Bankası Başkanlık krizi ve piyasaların verdiği tepki, bu söylediğimizin küçük bir kanıtı. Yani Merkez Bankası Başkanlık krizi, tek başına piyasalardaki havayı bozmadı. Diğer kötü haberlerle birleştiği için piyasalar tepki verdi ve tepki bu kadarla sınırlı kalmayabilir.
IMF’in "programdan sapma var, kredibiliteniz gider" uyarısı, birinci ağızdan geldi. Şimdiye kadar IMF’den daha alt düzeyde uyarılar gelmişti ama Hükümet bunları dikkate almadı. IMF Başkanı Rato, ilk kez Türkiye ekonomisi için bu kadar uyarıcı bir konuşma yaptı. Üstüne üstlük bu uyarı Meksika’dan geldi yani tüm dünyaya verilen önemli bir mesajdı.
Devlet Bakanı Ali Babacan tepkilerin yersiz olduğunu, IMF’e kararların maliyetlerini gönderdiklerini, masaya oturup konuşacaklarını söylemiş. İyi de sosyal güvenlik reformu için gerekeni yapmadığınız ve IMF’i bir türlü çağırmıyorsunuz. Ne zaman masaya oturacaksınız?
Babacan gibi KDV indirimi isteyen tekstilciler de IMF’in karşı çıkmasının yersiz olduğunu, devletin topladığı KDV’den fazlasını iade olarak ödediğini, bu nedenle zarar doğmayacağını söylemişler. Daha önce bu köşede IMF Temsilcisi Bredenkamp’ı okuduysanız; IMF olaya ilkesel bakıyor, yani zaten devletin görevinin aldığından fazlasını iade olarak vermek olamayacağını, bunun zaten illegal bir şey olduğunu, devletin bunun üstüne yapması gereken şeyler olduğunu söylemeye çalışıyor. Haksız mı? Maliye ne iş yapıyor, peki?
IMF sadece tekstildeki KDV indirimine de değil, memura verilen zammın faturasına da karşı. Babacan bunun kaynağının olduğunu söylemeye çalışıyor ama iş öyle değil. Babacan da biliyor ki; bunun tam kaynağı yok ve IMF gelecek bizden ek önlem isteyecek. Bunun da ötesinde, kaynağı bulunsa bile, bunun yaratacağı gelir etkisi, gelirler politikasına ilişkin verdiğimiz sözlere ne olacak? Enflasyon hedefi ne olacak?
Peki, IMF resti çeker de gider mi? Bizce bu noktada hayır. Henüz o aşamaya gelinmedi. Ama kimse unutmasın ki; güven kazanmak zor, kaybetmek kolaydır. IMF’in eski toleransı göstermeyeceği, daha detay bakıp, verilen sözlere daha fazla güvence arayacağını dönem yeniden başladı. Bunun da ötesinde; ABD’nin belirleyiciliğindeki IMF, Irak, İran gibi konular önümüze gelince ne yapar dersiniz? Önümüzdeki dönem bu sorunun yanıtını da göreceğiz...
BAĞIMSIZLIK İÇİNDE YARDIMCILAR DA VAR
Bu risklerin üzerine gelen Merkez Bankası Başkanlık krizi, elbette piyasaları tedirgin etti. Şimdiye kadar bu olaya da ilkesel bakıp, gelecek Başkan için bir şey söylemeyen IMF’in, bu kriz uzadığı takdirde tavrının ne olacağını, hep birlikte göreceğiz.
Piyasaların da artık bizce sesini daha fazla çıkarması gerekiyor. Bu kez olaya, günlük menfaatleri açısından değil, ilkesel bakıp da ona göre tavır almalı. Çünkü şimdi ilkesel yaklaşmadıkları takdirde ileride yaşanacak sıkıntıların zeminini hazırlamış olacaklar.
Merkez Bankası’nın bağımsızlığından sözediyorum. Ciddi tehlikede...
Niye mi? Her şeyden önce Hükümetin atamadaki kötü yönetimi nedeniyle Kurum yıpranıyor. Ayrıca, tersini söyleseler de, Hükümetin eli, hem de kanatların eli, Kurumun ta içinde.
Babacan, Köşkten dönen Başkan Yardımcılarının isimlerini Vekil olan Erdem Başçı’nın verdiğini söylüyor. Halbuki herkes biliyor ki, yasal olarak Başkanın önerisi gerekir, o nedenle Başçı, resmi yazıyla vekil olarak bu kişileri önermiş. Yoksa bu iki kişi de Ali Babacan’ın iyi arkadaşı. Yani öneren Babacan. Yani öneren ve seçmeye çalışan Hükümet. Hükümetin hangi kanadı derseniz, o da Başbakanın ve Hükümetin bileceği iş.
Peki, Adnan Büyükdeniz’i Başkan olarak sunup, sizin deyiminizle Başçı’nın adaylarını nasıl Başkan Yardımcısı olarak sunuyorsunuz? Büyükdeniz’e, kendi kararnamesiyle sunulan Başkan Yardımcılarını hiç sordunuz mu? Hayır.... Büyükdeniz’e bu isimler söylenmedi bile...
Bağımsızlık sadece Başkanla mı olur, yardımcılarını Hükümet seçerse onun adına ne nedir?
Yapmayın... Gizli, kötü, kasıtlı bir oyun oynuyorsunuz. Yazık bu Kuruma ve ülkeye...
Yazının Devamını Oku 
25 Mart 2006
ÇOK emin olmasak da, aldığımız bazı duyumlar Adnan Büyükdeniz’in de Merkez Bankası Başkanlığı’na atanmasının tehlikeye girdiğini gösteriyor. Herşeyden önce Ankara’da yoğun olarak, Perşembe günü Başbakan Tayyip Erdoğan’ın rutin görüşme yaptığı Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’den "Büyükdenizi onaylamayacağı" yanıtı aldığı konuşulmaya başladı. Bunun devamında bazı söylentiler, Erdem Başçı ve Adnan Büyükdeniz’in ardından 3. bir ismin Başkanlık için Cumhurbaşkanlığı’na gönderildiği yönünde. Bazı söylentilerde ise bir süre beklenip, yeni isim için emin olunduktan sonra gönderileceği yönünde.
Bu söylentileri dün itibariyle teyit etme fırsatı bulamadık. Ancak, yaklaşık 10 gün geçmesine rağmen, Cumhurbaşkanı Sezer’in Adnan Büyükdeniz’in kararnamesini onaylamadığını hatırlarsak, bu söylentilerin doğru ihtimali bizce yükseliyor.
Bunun dışında, bu tahmini yapmamızda, başka bir gelişme daha rol oynadı. Merkez Bankası Başkan Vekili Erdem Başçı, dün, basınla ilişkilerden sorumlu kıldığı Aydın Özmen kanalıyla, Nisan ayının başlarında yapılması planlanan bir toplantıya katılıp katılamayacağımızı sordu. Bunun dışında ekonomi muhabirleriyle yapılması planlanan bu toplantının ardından, Erdem Başçı’nın Ankara Temsilcileri ile de bir görüşme yapabileceği söylendi.
Daha sonra, belki de "işin açığa çıkacağı" yolunda gelen uyarılar üzerine, böyle bir toplantının kesinleştirilip daha sonra anons edileceği bilgisi verildi.
Buradan da yola çıkarak, Erdem Başçı’nın uzun süreli bir vekalete hazırlandığını düşünüyoruz. Bu da Adnan Büyükdeniz’in kararnamesinin geri çevrildiği ve bu durumdan Erdem Başçı’nın haberdar edildiği anlamına geliyor olabilir.
Şimdi bütün bunlardan yola çıkarak, yine "Hükümetin basınla dalga geçtiği", sizlere ilettiğimiz bu tahminlerimizin de bu dalganın yeni bir halkası olduğu söylenebilir.
Görüldüğü gibi, açık olmadıkça şifre çözme gereği ortaya çıkıyor. Biz de kendi deneyimlerimizden ve duyumlarımızdan yola çıkarak bir tahmin yapmaya çalışıyoruz.
Sonuçta adı üstünde tahmin olan bu yorumların, doğru çıkıp çıkmayacağını göreceğiz...
PİYASA BELİRSİZLİĞİ SEVMİYOR
Son 15 gündür Ankara’daki ekonomi gazetecileri, karşılarına kim çıkarsa Merkez Bankası başkanının durumunu soruyor. Bakanların bile durumdan haberdar olmaması nedeniyle de, ister istemez bol bol tahmin yapılıyor.
Peki Hükümet ne yaptığını biliyor mu derseniz, bize göre bilmiyor, "Hükümetin basınla dalga geçtiğini" söyleyen Hükümet yanlısı gazetecilere göre ise çok iyi biliyor.
Peki piyasalar ne düşünüyor derseniz; piyasaların rakamla konuştuğu yanıtını verebiliriz.
Bankaların yayınladıkları bültenlere bakacak olursak, piyasaların bu gidişattan ne kadar tedirgin olduğunu da açıkca görüyorsunuz.
Banka bültenlerinin bir çoğunda., "global likidite koşullarına ilişkin endişelerden kaynaklanan satış baskısı"nın azaldığı belirtilirken, Merkez Bankası yönetimindeki değişikliklerin yarattığı belirsizlik, bütçe performansı üzerinde olumsuz etkisi görülecek kararlar, IMF’den gelen uyarılar ve sosyal güvenlik reform tasarılarındaki gecikmelerin, yani yurtiçi faktörlerin piyasaları tedirgin ettiği tespitinde .bulunuluyor.
Bunun yanısıra bazı banka bültenlerinde ise özellikle Merkez Bankası orta ve alt kademelerinde yapılacak değişikliklerden korkulduğunun da altı çiziliyor.,
Her şeyden önce "beklentileri iyi yönetmek"le övünen Devlet Bakanı Ali Babacan’ın piyasalardaki tedirginliği giderecek açıklamalar yapması lazım. Ama bu açıklamalar AKP’li partizanlar gibi basını suçlamak şeklinde değil, gerçekleri açıklamak şeklinde olmalı.
Bunun yanısıra eğer Başçı uzun süre vekaletle işi götürecekse, oturup şimdiye kadar olanlar nedeniyle piyasalardan özür dilemeli, piyasaların önünü görebilmeleri için yapılacakları, samimi bir dille ama gerçekleri konuşarak açıklamalı. Aksi takdirde bu gerginlik uzar gider.
Başçı uzun süre vekalet edecekse de, bunu bilmek piyasaların hakkı olarak kabul edilmeli.
Yazının Devamını Oku 
23 Mart 2006
ERDEM Başçı’nın kendisine vekaletin verildiği ilk gün Başkanlık merdivenine kürsü kurup boy gösterisi yapması ve vekil olarak içeriden bir başkan yardımcısını vekili ataması hiç de hoş olmadı. İlk günkü hareketi ve aynı akşam kimseye sormadan yaptığı görev dağılımı, Başçı’nın yönetici olarak bu göreve hazır olmadığını gösterdi. Erdem Başçı bu hataları sonradan anlayıp gönül almaya çalıştı ve o günden sonra kamuoyuna çıkmamaya özen gösterdi. İlk gün "Ben ekonomiyi oğlumdan daha iyi bilirim" diye demeç veren babasını de engelledi ve ilk furyadan sonra sesi soluğu çıkmadı. Ancak bildiğimiz başka bir şey daha var ki; ilk günden sonra sütre gerisine çekilen Başçı, Başkan olacağından emin bir biçimde Merkez Bankası’ndaki birimlerden brifingler almaya başladı. Tekrar Başkan Yardımcılığına döneceğini bilse, bu hatayı da yapar mıydı?
Öğrendiğimiz kadarıyla Başçı, önceki gün televizyonlarda Cumhurbaşkanlığı’nın "Erdem Başçı’nın Kararnamesi bizde yok" deyince şok oldu. Yani Başkanlık için kararnamesinin Cumhurbaşkanı’nda olduğunu sanıyordu, kimse ona "Senin kararnamen değil, Adnan Büyükdeniz’in kararnamesi imzada" dememişti. Bunu yapan da okul arkadaşı olan Babacan’dı. Babacan’ın bir sözüyle Bilkent’teki görevinden ayrılıp bürokrasiye geçmiş, bu nedenle eşinin açtığı danışmanlık şirketini kapatmış, artık iktisatçılığından çok AKP’liliği ile tanınır olmuştu.
Kendisine verilen söz başkanlıktı. Hatta bu arada Başçı’yı bu göreve hazırlamışlar, bazı bakanlar "İçeriden şu genel müdür yakınım var onunla temasa geç" demişti. O da hiç bilmediği "içeriden gizli bilgi alma" işlerine girmiş, daha sonra da göreve geldiği ilk gün kendisine yardım eden bakan yakınını, hukuk birimi "olmaz" demesine rağmen Başkan Yardımcısı Vekili olarak atamıştı. Bu hareketi şimdiye kadar hep iyi geçindiği banka çalışanları tarafından tepki görmüş, hiç istemediği halde "kötü adam" olmuştu.
Ancak Başkan olduğunda "otoriteye saygı" nedeniyle, bu tepkiyi azaltacağını sanıyordu.
Şimdi kendinizi Başçı’nın yerine koyun; bunca işlerden sonra Başkan olamayacağınızı gören banka personelinin size tavrı değiştiğinde ne yaparsınız? Yani otoriteniz sıfırlanmış durumda..
Kısacası; Başçı’ya bu işin başından beri yazık edildiğini düşünmüştük ama tahminimizin çok üstünde yazık edildi. Normalde bir bürokrat, kendisine bunca eziyet edilse, bu kadar zor durumda bırakılsa istifa eder. Bunu telafi etmenin bizce başka yolu da yoktur.
GELENLERE DE YAZIK OLABİLİR
Ama Başçı istifa edecek mi, bilmiyoruz? Yoksa, mağdur olduğu oyunun baş aktörlerinden biri olan arkadaşı Ali Babacan, "Kusura bakma ama göreve devam et" deyince, Başkan Yardımcığına devam mı edecek? Başçı’yı bu durumda vereceği kararla daha iyi tanıyacağız...
Aslında sadece Başçı değil, atamaları onaylanırsa, Başkan olacak Adnan Büyükdeniz ve Başkan Yardımcısı Mehmet Şimşek de zor durumda. Büyükdeniz’i soruşturduğumuzda "çok naif bir kişiliğe sahip olduğu"nu öğreniyoruz. Yumuşak, insancıl tavrı herkes tarafından biliniyor. Bunun yanısıra "iyi bir iktisatçı" olduğu da yakınları tarafından dile getiriliyor. Ancak tanıyan herkesin üzerinde mutabık kaldığı bir başka özelliği ise "zora gelemeyen, sert ortamları sevmeyen bir kişilik" olarak özetleniyor. Bir yakını "Eğer işler iyi giderse iyi bir Başkan olur" dedi. Peki, işler karışırsa ne olur dediğimizde ise bir yanıt alamadık.
Bu kişilik vasıflarının Hükümetle iyi geçinme, Hükümetin politikalarını destekleme uğruna Merkez Bankası bağımsızlığını ikinci plana atma tehlikesi doğuracağından endişe ediyoruz. Yani Büyükdeniz’i baştan dezavantajla başladığı yarışta, çok zorlu süreç bekliyor.
Mehmet Şimşek’e gelince. İktisatçılığını izlediğimiz ve takdir ettiğimiz bir kişi olduğunu baştan söyleyelim. Bir banka üst düzey yöneticisi, "Mehmet Şimşek için kötü oldu ama bizim için iyi oldu, hiç olmazsa piyasayı bilen bir kişi geliyor" dedi. Şimşek, atanıp da "olmayacak işlerin yapılmaya kalkışıldığını" görüp, kısa sürede ayrılırsa, bizim için sürpriz olmaz.
Özetle; AKP hükümeti bu süreçte çok kişiye yazık etti ve daha da edeceğe benziyor.
Kişilerin ötesinde, işi türbana götürecek kadar politikaya alet edip, ülkeye yazık etti.
Yazının Devamını Oku 
21 Mart 2006
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan, Merkez Bankası Başkanlık ataması için çıkan krizin faturasını yine basına çıkardı. Üstüne üstlük bu krizin nedenini de "türban"a bağladı. Farkında mısınız; bu artık "Bir AKP klasiği" haline geldi. Önce ya bilerek krizi çıkartacaksınız, ya da işi bilmediğiniz için kriz çıkacak, doğal olarak bunun tartışmaları olacak. Tartışmalar sonucunda AKP olarak, tüm çıkan tartışmaları sanki hiçbirşey yokmuş da kendi uyduruyormuş gibi, basını suçlayacaksınız. Ve de suçlarken, içine "biraz türban" katıp, tabanınıza "Bunların aslı yok türban yüzünden bize böyle yapıyorlar" mesajı vereceksiniz. Bu arada araya, anamuhalefet partisi CHP’ye küfürü de katarsanız, savunma tam olacak.
Bir düşünün, AKP Hükümeti çoğu krizde benzer bir savunma yöntemi izledi. Herhalde anketlerinden bu savunmanın tuttuğu, oy kazandırdığı çıkıyor, ne diyelim...
Ancak işi bilen AKP’liler ve artık AKP’nin anlayışını görmeye başlayan İstanbul’lu finanscılar ve bazı aydınlar da görüyorlar ki; olanların asıl sorumlusu Hükümettir.
Başından beri basın, Serdengeçti’nin yerine, saygınlığı olan bir kişinin zamanında atanmasını istedi. Hiçbir zaman kişide ısrar edilmedi, sadece sorun olmasın diye saygınlığı ispatlanmış olan Serdengeçti’nin yeniden atanması halinde bu sıkıntının rahatça aşılacağı söylendi.
Peki Hükümet ne yaptı? Başından beri en güçlü adayı olarak gösterilen Erdem Başçı’ya, teamülleri çiğneyip vekalet verdi ama kararnamesini zamanında Cumhurbaşkanlığına çıkarmadı. Peki, basın "Başçı’nın kararnamesini zamanında götürmeyin" mi dedi?
Gazetecilerin çoğu, Başçı’nın eşinin başı kapalı olduğunu bildiği halde, bunu sorun haline getirmedi. Buna karşılık Başçı ne yaptı? Vekil olmasına rağmen içeriden dengeleri bozacak bir grup mensubuna, alelacele, hukuki olarak sıkıntılı olduğu halde Başkan yardımcılığı vekaleti verdi. Vekilliğinin ilk günü, "buraların sahibi benim"dercesine, Başkanlık merdivenine kürsü kurup, görüntü verdi. Bu da yetmedi, bürokrasi adabına aykırı biçimde kimseye sormadan görev paylaşımına kalkıştı. Böyle olunca sadece Başkanlık değil, tümüyle yönetim sorunu yarattı. Bunları yaptıktan sonra haklı olarak yeterliliği tartışmaya açıldı.
Şimdi Başbakan çıkmış, "Eşi türbanlı diye layık olduğu yere getirmeyecek miyiz? Bal gibi de getiririz" dedi ve Başçı’nın liyakatına değindi.
MAĞDUR OLANLAR EŞİ AÇIK OLANLAR
Halbuki gazetecilerin çoğunun söylediği de, türban değil liyakat. Basın, bürokrasiye, yüzde 80-90’ının eşi türbanlı, hatta çarşaflı kişiler getirilirken bu atamaları, bu kadar sorun yaptı mı?
Peki, atamalardaki bu türban ağırlığına bakıp, rahatça, "Bürokrasiye adam atanırken liyakata değil, eşinin türbanlı ya da çarşaflı olmasına bakılıyor" denilse, haklı olunmaz mı?
Sadece gazeteciler değil, bürokratların çoğu da, başlarına getirilecek kişilerin önce liyakatına bakarak buna göre davrandılar. Merkez Bankası’nda da Başçı’ya kimse "eşinin başı kapalı" diye farklı muamele yapmadı. Ne zaman ki, bürokratik, kurumsal teamüller çiğnendi, ne zamanki "fetih görüntüsü" verildi ve sözlerle bu tavır beslendi, o zaman tepki gösterildi.
Yani burada mağdur olan eşi türbanlı olanlar değil, eşinin başı açık olanlar...
Artık bürokraside yükselmek isteyenler, eğer eşlerinin başları açık ise, ne kadar bilgili ve birikimli olurlarsa olsunlar, bu umutlarını kaybettiler. Yani motivasyonları yok edildi.
Bazı dönemler eşi kapalı olanlar aynı haksızlığa zaman zaman uğramadılar mı, uğradılar. Ancak bu genel bir tavır değildi ve liyakat, eşinin durumuna bakılmadan ödüllendirildi. Hani daha önceki bürokratlardan "marka isimler" diye söz ediyor ve onların ekonomiyi batırdığını söylüyorsunuz ya, getirdiğiniz bürokratlara bir sorun bakalım "hocaları" kimlermiş?
O marka isimler, eşinin başına bakmadan çalışanı, birikimli ve bilgili olanı yükselttiler. Sizin eşi türbanlı bürokratlarınız ne öğrendilerse onlardan öğrendi. İnanmıyorsanız, sorun ...
Bu arada Başçı’yı Başkan görmek isteyen Bakanların, çevrelerine "Başbakanın ’bal gibi getiririz’ sözü Cumhurbaşkanını olumlu mu etkiler olumsuz mu?" diye sorduklarını ekleyelim de, bu krizin neden bu hale geldiğini, sorunun türban mı olduğunu, siz bulun...
Yazının Devamını Oku 