17 Nisan 2006
KOSKOCA Başbakan çıkıp, "Sinop’a nükleer santral kuracağız" diyor, Atom Enerjisi Kurumu Başkanı çıkıp, "Biz 8 yer gösterdik Başbakan Sinop’u seçti" diyor, Enerji Bakanı ekonomiden sorumlu Devlet Bakanıyla beraber, 10 büyük özel sektör firmasıyla nükleer toplantısı yapıyor. Size bir şey söyleyelim mi; koskoca bir oyunun içinde bulunuyoruz.
Başbakanın nükleer santral açıklamasından beri, bu işin nasıl olacağını, "bir kişi açıkladı diye santral yapılıp yapılamayacağını", kuralını merak edip durduk. Sonuçta öğrendiğimiz şu:
Bir nükleer santral yapılması için önce bir firmanın gelip Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’na (TAEK) başvurması gerekiyor. Ya bu firmanın bir yerin incelemesini yapıp, "biz burada nükleer santral yapmak istiyoruz, uygun mu?" diye başvurması, ya da TAEK’in inceleme yapıp uygun bulduğu yer için firmalara "gelin yapın" diye çağrı yapması gerekiyor.
Peki bu uygunluk için ne yapılması gerekiyor derseniz; özetle çok şey... Uluslar arası Atom Enerjisi Kurumu’nun bu konuda belirlediği çok detaylı direktifler var. Yani TAEK bu direktiflere uymak zorunda ve Uluslar arası Atom Enerjisi Kurumuyla çok detaylı yazışmalar, görüşmeler yapıp, Türkiye için şartları kesinleştirmesi, onların onayını alması gerekiyor. Bunun içinde yer seçimi ve çok detaylı incelemeler, araştırmalar, koşullar var.
TAEK’den uygunluk belgesi alınmasından sonra iş Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu’na (EPDK) geliyor. Nükleer santral yapacak olan şirketin EPDK’ya başvurup, üreteceği elektrik enerjisi için bir sürü şartı yerine getirip, üretim lisansı alması gerekecek.
Bu aşamalarda o kadar çok şartın yerine gelmesi gerekiyor ki... Üretimi nerede yapacak,nasıl ne miktarda yapacak. Ürettiği elektriği kime satacak, hangi kanalla satacak, tüketiciye nasıl, hangi fiyata ulaştıracak. Bunun için finansman durumu nedir, fiziki şartları nedir, bütün bunlar için çok detaylı araştırmalar yapılıp, onaylar, izinler, lisanslar alınması gerekiyor.
Peki, Başbakan, "Sinop’ta nükleer santral yapacağız" derken, bu bir sürü şartın ne kadarı yerine getirilmiş, hangi aşamaya gelinmiş dersiniz? Sıkı durun: Hiç.. Yani sıfır....
TAEK Başkanı son 10 gün içinde o kadar çok açıklama yaptı ki... Önce "Sinop’u Başbakan seçti" dedi, sonradan "8 yer gösterdik Başbakan Sinop’u seçti" dedi, "Belki Akkuyu önce başlar, isteyen varsa oraya yapsın" dedi, en son olarak da Sinop için henüz hiçbir inceleme yapılmadığını, bir yer seçimi için çalışmaların 12 aydan önce tamamlanmayacağını söyledi.
BİR OYUN VAR AMA...
Haksız mıyız? TAEK Başkanı demek istiyor ki; Başbakan Sinop’a yapılacak diye açıkladı ama Sinop’un uygun olup olmadığını bile bilmiyoruz, daha inceleyeceğiz, demek istiyor...
Buna karşılık sanki yarın Sinop’a nükleer santral yapımı başlıyormuş gibi bir hava veriliyor.
Buna karşılık Sinop halkından tepki geliyor. Akkuyu halkı da "bizim arsaları kamulaştırdınız, başka iş yapılmaz oldu. Sinop olursa mahkemeye veririz" diyor. Özetle nükleerde tablo bu...
Peki, neden daha ortada hiçbir şey yokken sanki hemen nükleer santral yapılacakmış gibi hava verilip, yapılan yerin de, yapılmayan yerin halkı da rahatsız ediliyor? Neden hidroelektrik santrali için lisans almış özel sektör firmalarını bu hikaye ile rahatsız edip, yatırımdan caydırıyorsunuz? Bizce ya çok büyük bir beceriksizlik ya da büyük bir oyun var.
Bütün bunlara neden gerek duyuluyor derseniz, aklımıza birkaç şey geliyor. Herşeyden önce şunu söyleyelim ki; Enerji Bakanlığı yürüyen bir sürü şeyi bozdu, "yanlış" dedi ama şimdi bozduğu her işte geri dönüyor. Aynen doğalgaz alım anlaşmalarındaki gibi...
Bunun yanısıra çeşitli defalar söz verilmesine rağmen ne doğalgazın alımını, ne dağıtımını özelleştiremedi. "Üretim için kamunun gücü yok özel sektöre yetki vereceğiz"dedi, lisans dağıtıldı ama güven veremediği için, korkuttuğu için yatırımı başlamadı. Dağıtımı özelleştireceğim dedi, şimdi onu erteliyor. Bütün bunları yapıp, öte yandan da "enerji sıkıntısı geliyor aman alarm, nükleer yapmak zorundayız" diye bağırdı. Bir şeyleri örtmek için nükleer santral hikayesi çıkarıldı, gibi geliyor bize. Özel sektörün üretiminin engellenmesi ilginç... Amaç "kaymak iş" olan doğalgaz santralleri ve alım garantisine geri dönmek mi acaba?
Yazının Devamını Oku 
15 Nisan 2006
SOSYAL güvenlik reformu nihayet çıkıyor. Uzun zamandır beklenen "tek çatı" yasası TBMM’ de kabul edildi, reformun diğer ayağı olan tasarının da önümüzdeki hafta kabulü bekleniyor.
Herşeyden önce şunu söylememiz gerekiyor ki; AKP Hükümeti bu reformu yapmakta çok da gönüllü değildi. Ancak IMF’in bastırmasıyla, sistemin geleceğini kurtarmaya dönük bu yasaları kabul etmeye başladı. Şunu da söylemek gerekir; Başbakan Tayyip Erdoğan, akıllı bir yaklaşımla, 18 yaşın altındaki tüm çocukları sosyal güvenlik sistemine alacaklarını beyan ederek, bu reformu sundu. Politik olarak iyi bir sunum oldu...
Elbette reformun, özellikle Emekli Sandığı’ndan emekli olacaklar için, bazı kısıtları ileride görülecek. Ancak çağdaş bir sistem kurmak, ileride çocuklarımızın ödeyeceği bedeli azaltmak gerekiyordu. Hiç kimsenin ayağına basmadan bunun olamayacağı açık. Reform mümkün olduğunca az tahribat verecek ve yükü zamana yayacak biçimde hazırlandı. Yani bir orta yol bulundu ve yapılması şart olan reform, bu sayede hayata geçirilmeye başlıyor.
Geç kalındığı kesin. AKP Hükümeti "temel yasa" yaparak, çok sayıda maddeye sahip bu yasaları biran önce çıkarma yolunu seçti. Bu yöntemin TBMM’nin yasama gücünü erozyona uğrattığı kesin, keşke uzun uzun tartışılarak geçseydi...
Ancak gelinen noktada muhalefetin de, reformlara yapabildiği kadar katkı yapması gerekiyordu ve temel yasa nedeniyle, çok fazla olamasa da, yine de katkı sağlanabilirdi.
Yazının Devamını Oku 
13 Nisan 2006
YAKIN tarihimizin ödemeler dengesi rakamlarına baktığımızda, bir-kaç yıl dışında, verilen yıllık cari açık rakamlarından daha fazlasını, bu yıl ilk iki ayda verdiğimizi görüyoruz. Ne kadar "nasıl olsa finanse ediliyor" diye piyasaları rahatlatmaya çalışsalar da, artık bu rakamların tehlikeli boyutlara ulaştığını, ekonomi yönetimi de kabul etmek zorunda.
Çünkü yine küçümser bir hava verilirse önlem alınmaz, önlem alınmazsa da iş tehlikeli boyutlara ulaşabilir. Bu nedenle artık daha ciddi bir yaklaşım gerekiyor.
Bu yıl ilk iki aydaki cari açık rakamı 5.9 milyar doları aştı, yani yaklaşık 6 milyar dolar oldu.
Bu ciddi bir rakam. Brüt bazda finansman ihtiyacı incelendiğinde, Ocak-Şubat döneminde finansman ihtiyacının yüzde 2.4’ünün doğrudan yabancı sermaye yatırımlarından, yüzde 13.6’sının portföy girişlerinden, yüzde 41.6’sının orta ve uzun vadeli borçlanmadan yüzde 40’ının kısa vadeli borçlanmadan, yüzde 2.4’ünün de kaynağı belirlenemeyen girişlerden oluştuğu görülüyor. Net olarak bakıldığında ise banka dışı özel sektörün aldığı uzun vadeli kredilerin etkisiyle, toplam net uzun vadeli borçlanmanın 6.4 milyar dolara çıktığı görülüyor.
Bu rakamlara bakılarak yine, cari açığın tehlike olmadığını iddia edenler tarafından, bu uzun vadeli kredilerin yatırıma dönüştüğü, üretimin özel sektör kaynaklı olduğu, bu nedenle cari açığa eskisi gibi bakılmaması gerektiği şeklinde yorumlar yapılabilir.
Ancak görünen bir şey var ki; bu açık artık tehlikeli boyutlara varıyor.
Bunun da ötesinde, açığın tehlikesini artıran en önemli unsurlardan biri küresel likiditenin artık eskisi kadar bol olmayacağı yolundaki beklenti. Kötüyü görmek istemeyen bankaların raporlarının hepsinde, artık, dışarıda artan faizler nedeniyle artık gelişmekte olan ülkelere eskisi kadar fon akmayacağının altı çiziliyor. Bunun da ötesinde, geçen ayki çalkantıda gördüğümüz gibi; diğer fon alan gelişmekte olan ülkelerden bir çıkarsa, bizden iki çıkıyor. Yani şu anda diğer gelişmekte olan ülkelere kıyasla daha riskli görünüyoruz. Bu da toplu çıkış hareketi yaşandığında, en fazla zarar görenin Türkiye olacağını gösteriyor.
Bunun da bir çok sebebi var. Örneğin Merkez Bankası Başkanlığı gibi krizler dışarıdaki güveni çok zedeledi. Ama Türkiye’ye karşı asıl tedirginlik yaratan nedenin cari işlemler açığındaki büyüme olduğu da kesin.
ÖZELLEŞTİRMELERİN ÖNEMİ ARTIYOR
Yanısıra, son günlerde gördüğümüz gibi, İran krizi zaman zaman tırmanıyor ve her tırmandığında dünya petrol fiyatları anında etkileniyor.
İran’ın nükleer güce sahip olduğunu açıklaması ile petrol fiyatları varil başına 70 dolara doğru gitmeye başladı. Piyasalarda 100 dolarlardan söz ediliyor.
Yani likiditedeki daralmaya petrol fiyatlarının fahiş biçimde artması eklenirse, Türkiye’nin işinin daha da zorlaşacağını, rahatlıkla söyleyebiliriz.
Özetle; cari açık tehlikeli boyutlara ulaşırken, cari açığın finansmanını sağlayan kaynaklar da yavaş yavaş azalmaya başlıyor.
Bu tablonun bize gösterdiği başka bir gelişme de, özelleştirmeye, yabancı sermayeye, her zamankinden çok daha fazla ihtiyaç duyacağımız bir dönemin gelmesi.
Bizce bu konudaki gelişmeler de pek hayra alamet değil. Yani geçen yıldaki kadar hızlı ve para getiren bir özelleştirme, dolayısıyla yabancı sermaye geliri akışı zor görünüyor.
Özelleştirme İdaresi yetkilileri önümüzdeki dönemin en önemli özelleştirme kaleminin elektrik dağıtımının özelleştirilmesi olacağını söylüyorlardı. Ancak son gelişmeler, daha doğrusu Başbakan Tayyip Erdoğan’ın demeçlerinden edindiğimiz izlenim; dağıtım özelleştirilmelerinin gecikeceği yolunda.
Öyle tahmin ediyoruz ki; Enerji Bakanlığı dağıtım özelleştirmesini geciktirmek istiyor. Dolayısıyla özel sektör, üretim için lisans almasına rağmen devreye girmiyor. Bu da ileride doğacak enerji açığı için çok daha fazla kamu kaynağı gerekeceğini gösteriyor.
Bir de seçim yaklaşınca, bu şartlar ne kadar ağırlaşacak, hep birlikte göreceğiz...
Yazının Devamını Oku 
11 Nisan 2006
GERÇİ piyasalar Merkez Bankası Başkanlık krizini artık takmıyor gibi gözüküyor ama, bizce krizin aşıldığını düşünmek için henüz erken. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in 3-4 gündür önüne gelen atama kararnamesini incelediğini, dün yurtdışı seyahate gittiğini ve en erken bu hafta sonuna kadar atama konusunda karar verilemeyeceğini unutmayalım. Ayrıca bu yaşanan süreç, aynı zamanda Sezer’in kolay imzalamayacağı bir ismin Cumhurbaşkanlığı’na çıkarıldığını da ortaya koyuyor. Yani, piyasaların kabul edebileceği bir kişinin isminin çıkıp çıkmadığını, uzun sürecek bir vekalet dönemine girip girilmeyeceğini henüz bilmiyoruz.
Merkez Bankası Başkanlığı için adı geçen isimlerden olan Prof. Dr. İlhan Uludağ’ın dün bir gazetede söyleşisi vardı. İsmini sık sık duyduğumuz bu akademisyenin söylediklerini okursanız, nasıl bir tablo ile karşı karşıya kaldığımız bizce daha iyi anlaşılır. Uludağ, kararnamedeki ismin kendisi olup olmadığını bilmediğini söylüyor ve "Bana Bayan Merkez Bankası derler" diyor.
Uludağ, kendisinin de Çiller’le aynı dönemde siyasete çağrıldığını ama gitmeyip, üniversitede kalmayı tercih ettiğini de söylüyor.
İşte bu sözler, Merkez Bankası’nda yaşanan şimdiki dönemin, Tansu Çiller’in Merkez Bankası dönemine ne kadar çok benzediğini bize hatırlattı.
O dönem neler mi olmuştu?
Cinlikleriyle, işbilirliğiyle tanınmış bir kişi Merkez Bankası’nın başına atanmış, bu kişinin yaptıkları epeyce tartışılmış, sonunda bu kişi "dokunulmazlık" almak için milletvekili olmuştu. Aynı kişinin adamları, vekaletle uzun süre Merkez Bankası’nı yönetmişler, bu dönemde Merkez Bankası çalışanları her açıdan rahatsız edilmiş, bazı bankalara ayrıcalık yapıldığı iddiaları ayyuka çıkmış, tam bir kargaşa yaşanmıştı.
Daha sonradan yaraları sarmak, Merkez Bankası’nı normal, dürüst imajına oturtmak için epey çaba sarfedilmişti.
Çiller döneminin bir özelliği de atamalar konusunda yaşanan kargaşa idi. Hükümetin kendi içinde, hükümetle Cumhurbaşkanı arasında atanacak kişiler hakkında sürtüşmeler yaşanmıştı. Aslında sadece Merkez Bankası için değil, tüm bürokrasi için aynı kargaşa söz konusu idi.
Bu dönem, "hem toptan ekonomi yönetimine, hem de bürokrasiye güvensizlik beslenen bir dönem" olmuştu. Bu güvensizliğin faturasını epey pahalı ödemiştik.
HERKESE SÖZ VERİLİYOR
Peki şimdi bu dönemle ne ilgisi var derseniz, anlatalım.
Her şeyden önce uzun süre vekalet dönemi, kurumları yıpratan bir süreçtir ve "Erdem Başçı’nın vekaletiyle uzun süre gidebiliriz" yolundaki piyasa beklentisi, çok yanlıştır. Kişi kim olursa olsun vekalet dönemi böyle bir kurumu çok yıpratır, güven kaybettirir. Enflasyon hedeflemesine geçen bir kuruma duyulacak güvensizliğin sonucunu siz düşünün.
Bunun da dışında, büyük bir çoğunluğa sahip, tek parti iktidarında olunmasına rağmen atamalar konusunda koalisyon dönemini hatırlatan, tam bir kargaşa yaşanıyor.
Size bir örnek: BDDK Başkanlığı için, bir hafta öncesinden, hükümetin en yetkili kişileri başka bir kişiye söz verdiler. Ancak son gün, Başbakan Tayyip Erdoğan, Devlet Bakanı Ali Babacan ve Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener ile toplanıp, BBDK başkanlığı için Tevfik Bilgin’i onayladılar, Merkez Bankası için isim saptadılar ve gizli tutma kararı aldılar.
Bundan önce atama kararnamesi hazırlanan Adnan Büyükdeniz, yardımcısı olarak kararnamesi hazırlanan kişileri tanımıyordu, biliyor musunuz?
Bunun da dışında özellikle Merkez Bankası Başkan Yardımcılığı için, yurtiçinde ve yurtdışında, sayıları 10’u bulan uzmana teklif yapıldığını da söylemeden geçmeyelim.
Yani kim o gün başbakana yakınsa, etkiliyorsa, onun istediği oluyor gibi bir izlenim var. Yani; kimin ne için atanacağı, yeterliliği, tecrübesi değil, kimlere yakın olduğu önemli.
Yazının Devamını Oku 
10 Nisan 2006
GEÇTİĞİMİZ hafta başından itibaren Maliye Bakanlığı yetkilileri, gazetecilere "IMF uzmanları ile konuştuk bir sorun yok, anlaştık" diyorlar. Hatta bazı ajanslarda bu yönde haberler yer aldı. Ancak o kadar güvensizlik var ki; gazeteciler bürokratların söylediklerine güvenip de "Bu iş tamam" diye yazamadılar. Bu bizce, hem "dezenformasyon" örnekleri nedeniyle güvenin kaybolduğunu gösteriyor hem de mevcut bürokratların artık tümüyle siyasi ve "hükümetin payandası" olarak görüldüğünün bir kanıtı. Eskiden böyle bir şey asla söz konusu olmaz, teknisyenin görüşüne güvenilirdi.
Daha sonra Devlet Bakanı Ali Babacan, IMF’in gözden geçirme için bu ayın sonunda Türkiye’ye davet edildiğini açıkladı. Babacan’ın gerek tekstildeki KDV indirimi, gerekse de memur maaş zamlarının getireceği ek yük konusunda IMF’in ikna edildiğini söylemesi de, bizce hem piyasada hem gazetecilerde, yine de temkinli karşılandı.
Bunun yanısıra bir önemli nokta olarak, "ek önlem gerekmeyeceği" de söylendi.
Bizce bunların bir kısmı doğru olabilir ama tümüyle doğru değil. Biz ileride ek önlemler gerekeceğine, şimdi olmasa da ikinci yarıda ek yükler geleceğine inanıyoruz,.
Bunlardan da önemlisi, geçen ay bir ara "bu iş artık olmuyor" türünden demeçler verse de, IMF yönetiminin Türkiye’ye karşı toleransının devam ettiği görülüyor.
Bir bankacıyla konuşurken, mevcut durumun hem IMF’i hem de Hükümeti rahatlattığını söyledi. IMF’in bu kadar gecikmelere rağmen piyasaların bozulmamış olmasından memnun olduğunu kaydeden bankacı, "Yani IMF normal alacağını tahsil ediyor vereceği parayı geciktirerek veriyor. Piyasa bu gecikmelere rağmen bozulmayınca IMF’e göre hava hoş" dedi.
Buna karşılık Hükümetin de piyasalar tepki vermediği sürece, alacağı önlemleri geciktirmekten memnun olduğunu, böylece popülizmini mümkün olduğunca uzun süre sürdürdüğünü kaydeden aynı bankacı, "Yani piyasaların tavrı değişmedikçe IMF ile Hükümet ’al gülüm ver gülüm’, gecikmelerle idare edip gidiyorlar" dedi.
Aynı bankacı, kısa vadede bunun sorun yaratmıyor gibi gözüktüğünü ama orta ve uzun vadede bu gecikmelerin sıkıntısının mutlaka görüleceğinin de altını çiziyor.
ABD’NİN TAVRI HAYATİ
Yani piyasalarda IMF’in artık sert bir tutum takınmayacağı konusunda bir yargı oluşmuş durumda. Piyasaların gözü artık IMF’de değil, yurt dışı piyasalar ve global likiditenin ne olacağına çevrilmiş durumda. İçeride de yabancı sermayenin hakimiyetinin varlığını koruyor olması, iç gelişmeler için tümüyle dış gelişmelere endekslenmeye yol açıyor.
Bu nedenle Merkez Bankası Başkanının atanması asıl sıkıntı konusu değil. Duyumlarımıza göre önümüzdeki hafta, nihayet Sosyal Güvenlik Reformu TBMM’de görüşülmeye başlıyor. Bunun bile, bir miktar piyasaları iyiye doğru götürse bile, çok önemli bir değişikliğe yol açacağını düşünmüyoruz.
Buna karşılık ABD Hazine tahvillerinin faizinin yüzde 5’e dayanmış olması, daha da yükseleceği yolundaki beklenti, bizim Eurobond’ları vurmuş durumda. Bankacılar geçen hafta 154.5’dan Cuma gnü 152’lere inen değerin biraz daha düşebileceğini söylüyorlar.
Buna karşılık eurobond konusunda şimdi kaygı duymuyorlar,Asıl kaygı duydukları nokta ABD faizlerinin daha da yükselmesi, Japon Merkez Bankası’nın alacağı tavır gibi konular...
Bizce piyasaların gözden kaçırdığı, daha yakından izlemeleri gereken gelişmeler var.
Örneğin içeride Yüksek Yargı ile Hükümet arasında başlayan çatışma, terörün daha da yaygınlaşması, büyüyebilecek teröre karşı alınacak önlemler, bu önlemler ertesi ortaya çıkabilecek tepkiler, yani iç siyasi gelişmelere dikkat edilmesi gerekiyor.
Ama bizce önümüzdeki dönem en dikkatle bakılması gereken nokta ABD-Türkiye ilişkileri olmalı. Duyumlarımıza göre ABD’deki tavır, kamuoyuna yansıyan son haberlerin de ötesinde çok sert. Bu durum önümüzdeki dönem Irak ve İran konusunda alınacak tavırları belirleyecek. Unutmayalım ki; IMF’in tutumu da ABD yönetiminin kararlarıyla çok yakından ilgili.
Yazının Devamını Oku 
8 Nisan 2006
BU ay Merkez Bankası’nın alacağı faiz kararı, erken tartışmaya açıldı. Bunun en önemli nedenlerinden biri; Merkez Bankası Başkanlığı krizinin devam etmesi. Eskisi kadar olmasa da, hálá başkanın kim olacağı merak konusu. Dün akşam Devlet Bakanı Ali Babacan, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’e çıkarak, düşündükleri ismi sundu. Şimdi bu ismin kabul edilip edilmeyeceği beklenecek.
Gelecek ismin kim olacağı, bu kişinin nasıl davranacağı merakla beklenirken, en çok merak konusu ise 27 Nisan’da yapılacak Para Politikası Kurulu toplantısında alınacak faiz kararı. Yani bir anlamda, eğer o zamana kadar Başkan atanırsa, faiz kararı Merkez Bankası başkanı hakkında görüş sahibi olacağımız ilk karar olacak.
Faiz tartışmasının bu ay bu kadar erken başlamasının bir nedeni de Avrupa Merkez Bankası’nın aldığı faizi artırmama kararı. Yani tüm dünyada temkinli bir tutumun öne çıktığı savunularak bizim Merkez Bankası’nın da temkinli tutum takınması gerektiği kaydedenlerin sayısı her geçen gün artıyor.
Bu temkinli tutum gereğine, gelecek başkanının ilk kararı olması eklenince, bir anlamda piyasalara sıkı para politikasını sürdürme anlamında mesaj vermek ihtiyacı da duyacak yeni başkanın faiz indirme kararının giderek daha da zorlaştığını söyleyebiliriz.
Aslında yeni Başkan o tarihe kadar atanmasa da, Vekil Başkan Erdem Başçı’nın indirim kararı vermesi de bu nedenlerle, bir hayli zor görünüyor.
Ancak buna karşılık piyasada, bu tür kaygılarla hareket edilmemesi gerektiğini, durum neyse ona göre karar alınmasının doğru olacağını söyleyenlerin sayısı bir hayli fazla.
Bu tür rasyonel bir tutumu savunan bankacıların bir bölümü faiz indirmek için beklenmesi gerektiğini savunurken, bir kısmı ise eldeki verilerin yeni bir faiz indirimi gerektirdiği görüşünde. Yani faiz indirimi konusunda piyasada bir ağız birliği, şimdilik görünmüyor.
Buna karşılık herkesin üzerinde mutabık kaldığı konu ise "Merkez Bankası Başkanlığı’nın netleşmesi halinde daha kolay faiz indirim kararı verilebileceği" yönünde. Yani yeni Merkez Bankası Başkanı belli olmazsa, faiz indirim kararı çok daha zorlaşıyor.
HÜKÜMETİN NİYETİ BOZULABİLİR
Mart ayına ilişkin enflasyon verisinin, olumlu olmakla birlikte enflasyonda aşağı yönü göstermediğini ve önceki aya kıyasla çok fazla bir şeyin değişmediğini söylemek gerekiyor. Yani tartışmalar erken başladı ama beklenti anketlerinin sonuçlarına ve tabi ki Merkez Bankası atamasına göre, piyasaların görüşü ay sonuna doğru daha da netleşebilir.
Faiz kararı bir şekilde atlatılacak ama hükümetin, önümüzdeki döneme ilişkin olarak, bir yolunu bulup para politikalarını, mali disiplini gevşetme niyetinde olduğunu da söylememiz gerekiyor. Bu sonuca nereden vardın derseniz, bir süredir hükümete yakın kaynaklardan aldığımız "işsizliği önlemek için bir şekilde programı delme pahasına bir yol bulmalıyız" yönündeki görüşlerin, nabız yoklamaların arttığını ve yayıldığını açıkca gözlüyoruz.
Hatta atanacak Merkez Bankası Başkanlığı konusunda da, AKP çevrelerinden "İsim o kadar önemli değil mühim olan yeni Başkanın işsizliği önlemek için Hükümete yardım etmesi, dolayısıyla bu tür çabalara destek vermesi" diyorlar.
Bunun nasıl olacağına gelince...
Daha fazlasını düşünmek bile istemiyoruz ama örneğin Maliye Bakanlığı’nın halı altına süpürdüğü yüklere, kamu bankalarıyla ilgili alınacak yeni kararlara ses çıkarmayacak bir Merkez Bankası Başkanı bulsalar bile kar görülüyor. Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu Başkanlığı için verilen tavizler ise zaten yoğun olarak yazılıp, konuşuluyor.
Hükümetin derdi; yeni seçime gidilirken geniş halk kesimlerinin rahatlatılması. Bunun için tercihleri, gevşemeye göz yumacak bir Başkan. Bu arada IMF’le ne olur derseniz, 5-6 aylık gecikmeler 1 yıla çıkar, IMF de göz yumar, seçime bu ortamda gidilebilir.
Bu arada iç siyasi çekişmeler, ABD ile ilişkiler ne getirir derseniz, işte orası şimdilik belirsiz.
Yazının Devamını Oku 
6 Nisan 2006
PİYASA yorumcuları, Merkez Bankası Başkanlığı atamasının önemini koruduğunu söylüyorlar. Aslında dün Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener, isim açıklamadı ama Başkanlık için atama kararnamesinin imzaya açıldığını, yakında Cumhurbaşkanına çıkacağını söyledi. Şener, bunun dışında Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) Başkanlığı için süresi biten Tevfik Bilgin’i önerdiğini ve yakında imzaların tamamlanacağını da söyledi. Ancak bu işin içinde bir iş var gibi geldi bize. Demek istediğimiz şu ki; Başbakan Tayyip Erdoğan ve özellikle Devlet Bakanı Ali Babacan’ın bu isme şiddetle karşı çıktığını biliyorduk Yani Bilgin’in yeniden atanmasına büyük direnç vardı. Bakan Şener, bu ismi "emrivaki olsun" diye mi açıkladı, yoksa gerçekten uzlaşma sağlandı mı bilemiyoruz. Bu nedenle Sayın Şener bu ismi açıklasa da, kişisel olarak şüphemizin devam ettiğini söylemeliyiz.
Merkez Bankası Başkanlığı için üzerinde mutabık kalınan bir isim oldu mu, mutabık kalınsa bile Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer bunu kabul edecek mi, henüz bunu da bilmiyoruz.
Ancak bu açıklamanın ardından zaten gevşemeye başlayan "Merkez Bankası Başkanlık krizi" nin biraz daha gevşediğini, piyasaların "Hükümetin Cumhurbaşkanının onay vereceği bir ismi belirlemeye ikna olduğu" şeklinde bir havanın oluşmaya başladığını söylemeliyiz.
Bu arada piyasa yorumcularından bazıları ise gerilimin giderilmesi ve piyasaların yeniden atağa kalkması için, dış faktörlerin dışında, içeride Merkez Bankası Başkanının belli olmasıyla birlikte, sosyal güvenlik reformunun da artık çıkarılması gerektiğini söylüyorlar.
Gerçekten de bu patırtıda sosyal güvenlik reformunun önemi unutulmuş gibi gözüküyor. TOBB Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu, bu reformun önemini sık sık vurgulayan kişilerin başında geliyor. Önceki gece Bosna ziyaretinden dönüşte basın mensuplarıyla yaptığı sohbet toplantısında da, sosyal güvenlik reformunun gerekliliği üzerinde ağırlıkla durdu.
"2007’de öngörülen seçim nedeniyle sosyal güvenlik reformunun gözardı edilme tehlikesi bulunduğu"na dikkat çeken Hisarcıklıoğlu, bu gecikmenin bedelini kayıtdışı çalışanların, işsiz olan gençlerin çekeceğini, hemen yapılmadığı takdirde ileride sorunun çığ gibi büyüyeceğini kaydetti. 30 yıl sonra çalışma gücünü kaybetmiş insanlara maaş ödenemez, hastahane masraflarının karşılanamaz hale geleceğini kaydeden Hisarcıklıoğlu, herkesin bu önemli konu üzerinde durması, siyasi otoriteye baskı yapılması gerektiğini söyledi.
MOSTAR VE GÜNEYDOĞU
Tarım reformunun önemi üzerinde duran, ölçek ekonomisinde parçalanmış arazilerde tarım yapmanın hiç anlamı kalmadığını, bu nedenle arazi toplulaştırmasına gidilmesi gerektiğini kaydeden TOBB Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu, bu arada işsizlik probleminin çözülmesi ve Güneydoğu’daki terör olaylarının önlenebilmesi açısından GAP projesinin bitirilmesine önem verilmesini de istedi. 15 milyar dolarlık GAP yatırımıyla 4 milyon kişiye iş yaratılacağının altını çizen Hisarcıklıoğlu, bu arada başka önlemlerin de alınmasını istedi. Bu kadar yatırımla sulama işinin tamamlanacağını kaydeden Hisarcıklıoğlu, "Ancak çiftçiyi eğitmemiz de lazım, unutmayalım ki; fazla sulama yapıp birçok toprağı tuzlandırdık" şeklinde konuştu.
Hisarcıklıoğlu’nun da üzerinde durduğu gibi; makro istikrarı koruyup artık mikro projelere ağırlık vermek, işsizliği bununla yenmeye çalışmak gerekiyor. GAP projesi de işsizliği önleyecek projelerin başında gelebilir. Ama tabi ki artık karakucak gitmemek şartıyla...
Aslında Bosna-Hersek gezisinde terörü önlemek için ekonomik koşulların iyileştirilmesinin önemini bizzat gördük. Önceki gün ziyaret ettiğimiz Mostar’da, neredeyse kurşun izi olmayan bina yok gibiydi. Doğası bu kadar güzel bir yer az bulunur ama gelişme, etnik ve dini çatışmalar nedeniyle sağlanamamış. Mihmandarımız, "Şimdi hiç mi çatışma yaşanmıyor, nasıl bir arada çatışmasız yaşanabiliyor" diye sorduğumuzda, ekonomik koşulların bu barış ortamını getirdiğini belirtip, "Paranın dini olmuyor" dedi. Elbette tarafların birbirlerine hala bir yan bakışları var ama "yine çatıştıkları takdirde aç kalacaklarını" artık anlamışlar.
Bosna-Hersek, ekonomik refah ve savaş ilişkisini de ortaya koyan, çarpıcı bir örnek.
Yazının Devamını Oku 
4 Nisan 2006
<b>Saraybosna</b><br><br>TÜRKİYE Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Heyeti, Bosna-Hersek ziyaretinde hem ülke yöneticilerinden, hem de işadamlarından yoğun ilgi gördü.
Dün yapılan Ortak İş Forumu toplantısına katılan Bosna Hersek Başbakanı Adnan Terziç, önüne koyduğu iki öncelikli hedef olan Avroatlantik entegrasyon ve kendine yeterli ekonomi adına çok önemli mesafeler kaydettiklerin söyledi. Yaptıkları çok sayıda reformun "aysbergin sadece ucu" olduğunu kaydeden Terziç, hükümet olarak iş hayatı önündeki bütün engelleri kaldırmaya, müteşebbisler ve yatırımcılar için en uygun ortamı hazırlamaya azimli olduklarını kaydetti. Terziç, şu anda sunacak çok şeyleri olduğunu kaydederek, Türk işadamlarının Bosna Hersekli işadamları ile ortak anlaşmalar yapacaklarına inandıklarını söyledi.
TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu da işbirliği imkanlarını anlatarak, önemli projelerden birinin Bosna Hersek’deki oda sisteminin kurulması için verecekleri destek olduğunu kaydetti. Bu amaçla karşılıklı ziyaretler olacağını kaydeden Hisarcıklıoğlu, bu arada Bosna-Hersekli ekonomi gazetecilerini Türkiye’ye çağırıp, Türkiye ekonomisi hakkında bilgi vereceklerini de söyledi.
Türk firmalarının bugüne kadar Borsa Hersek’te hastane, konut ve köprü onarımı projelerinde yaklaşık 20 milyon dolarlık iş üstlendiklerini kaydeden Hisarcıklıoğlu, müteahhitlik firmalarının bu ülkede daha çok hizmet vermeyi arzu ettiklerini kaydetti.
Türkiye’nin şu ana kadar imzaladığı diğer serbest ticaret anlaşmalarına kıyaslandığında, en olumlu anlaşmanın Bosna Hersekle yapılan anlaşma olduğunun altını çizen Hisarcıklıoğlu, bu anlaşmanın imkanlarından karşılıklı olarak daha fazla istifade edilmesi gerektiğini kaydetti.
Yazının Devamını Oku 