21 Temmuz 2008
HÜKÜMET üyelerinin IMF’le yeni bir anlaşma konusunda açıklamalarını takip ediyorsanız, son dönemde söylemlerin değiştiğini fark etmişsinizdir. IMF’le anlaşmanın biteceği bilinirken, yıl başından sonra Hükümetten gelen açıklamalarda "IMF’le daha sonra oturup konuşulacağı ve bir karar verileceği" söyleniyordu ama ihtiyati stand-by anlaşmasına pek sıcak bakılmıyordu.
Hükümet birkaç ay öncesine kadar bu işi IMF’siz götürme niyetinde olduğunu belli ediyordu.
Ancak son bir-iki ay içinde gittikçe dozu artan biçimde "piyasalar istiyorsa ihtiyati stand-by yaparız" demeye başladılar. Son olarak da Devlet Bakanı Mehmet Şimşek, ağustos ayı sonunda ihtiyati stand-by’a karar verebileceklerini açık açık söyledi.
İKİSİ BİRLİKTE YÜRÜTÜLEBİLİR
Peki ama neden şimdi değil de, ağustos ayı sonunda?
Gerekçe olarak, IMF’in geçmiş stand-by anlaşmalarını değerlendireceği raporun çıkması gerektiği, daha sonra IMF’le görüşmelerin yapılacağı söyleniyor. Bu gerekçeler doğru değil çünkü yeni bir ihtiyati stand-by anlaşması için o değerlendirme raporunu beklemeye gerek yok. İki çalışma birbirine paralel devam edebilir. Ayrıca şimdiden görüşmelere başlanıp, görüşmelerin "ihtiyati stand-by" olarak adının konup, çalışmaların yapılması mümkün.
Ama hükümet bunu yapmıyor, ağustos ayı sonunda görüşeceklerini söylüyor...
Asıl niyet çok açık ve tümüyle politik...
İç ve dış piyasalara verilmek istenen mesaj şu: "AKP’nin kapatılma davasında kapatmama kararı çıkarsa biz ağustos ayı sonunda IMF’le ihtiyati stand-by anlaşması yaparız..." Dolayısıyla piyasaların rahatlaması, yeni bir çıpa bularak yola devam etmesi umudu, AKP’nin kapatılmamasına bağlanmış oluyor.
Dış ilişkiler konusunda, yılların biriktirdiği sorunlar, özellikle ABD’nin talepleri doğrultusunda bu dönem acilen yerine getirilerek nasıl destek sağlanmaya çalışılıyor, Anayasa Mahkemesi’ne baskı yapılmaya çalışılıyorsa, IMF’le ilişkiler konusunda da aynısı yapılıyor.
Halbuki Türkiye’nin, piyasaların biran önce önünü görmeye ihtiyacı var.
Yani IMF’le ihtiyati stand-by anlaşması yapılacaksa hemen yapılması lazım, yapılmayacaksa adının konup, ne yapılacaksa onun yapılması, biran önce uygulamaya sokulması lazım.
Ülkesini seven, ekonomik istikrarı samimi olarak düşünen bir iktidar, ne yapılacaksa kararını şimdiden açıklar, gerekeni ona göre yapar. Bu konuyu siyasi bir malzeme olarak kullanmaz.
Mevcut ekonomik seyir ile ağustos sonunda varılacak nokta arasında fazla fark olmayacağını eğer ihtiyati stand-by yapılacaksa şimdi yapılmasının, siyaseten görülebilecek oynaklıklarda büyük ölçüde emniyet sübabı olacağı için, daha iyi olacağını herkes gibi iktidar da biliyor.
Ama niyet açık; eğer AKP kapatılmaz, hükümet yoluna aynen devam ederse, siyasi durum netleşir, Hükümet IMF’yi çağırıp, ihtiyati stand-by anlaşmasını yapar mesajı veriliyor..
PİYASALARA BASKI TAKTİĞİ
Yok, AKP kapatılır, yerine kurulacak parti iktidara geçer ve erken genel seçim kararı verilirse, kimse IMF’le anlaşmayı beklemesin demek isteniyor. Seçim sonrasına kadar IMF işi sürüncemede bırakılır, seçim ekonomi uygulanacağı için ekonomi iyice kötüleşir deniyor.
Peki, AKP kapatılır, başbakan, erken genel seçim kararı alınsa bile, seçimlere giremez bir noktada olur ve erken genel seçim olsa bile AKP’nin yerine kurulacak parti tek başına iktidar olacak milletvekili sayısını yakalayamazsa...
Ya da, AKP kapatılır ve buna rağmen bir erken genel seçim kararı verilmez, yerine kurulacak parti ya da partiler koalisyon halinde, örneğin en az 2 yıl daha hükümet olursa, ne olur?
İktidar giderek yoğun biçimde, siyasi olarak dışarının her istediğini yapıp, içeride piyasaları da böylece baskıya aldığı için, kapatılmayacaklarını kuvvetli biçimde söylemeye başladı.
Ama kendileri de çok iyi biliyorlar ki; AKP’nin kapatılması ve kapatılma sonrası iplerin kendi ellerinden kayma ihtimali bir hayli yüksek...
Ülkesini düşünen hükümet, belirsizlikleri de göz önüne alıp anlaşmayı hemen imzalar...
Yazının Devamını Oku 
19 Temmuz 2008
OECD Türkiye Masası Başkanı Rauf Gönenç’in, Türkiye raporu ile ilgili EurActiv.com.tr’de önemli bir değerlendirmesi yayımlandı. OECD Raporuna, son yıllarda bürokrasi ile tartışılarak oluşturulmasının da etkisiyle, dışarıdan iyi niyetli bir göz ve daha objektif bir bakış olarak, şimdi daha önem vermemiz gerektiğini düşünüyorum. Gönenç, yaptığı değerlendirmede, Türkiye’de büyümenin, 2001 reformları sonrasında net bir şekilde yukarı doğru bükülen yeni bir patikaya oturduğunu, bu büyüme hızlanmasını 2000-2001 krizinde kaybedilen üretim ve istihdamın tekrar geri gelmesi, ya da 2001 sonrasında hızlanan dış sermaye girişlerinin suni olarak şişirdiği geçici bir süreç olarak görmediklerini söylüyor.
MAKROEKONOMİ
Makroekonomik çerçevede sağlanan hakiki yenilenme ve bunun yarattığı nisbi güven, mikroekonomik çerçevenin iç ve dış yatırımlara daha açık ve teşvik edici hale gelmesinin bu yapısal hızlanmaya yol açtığını kaydeden Gönenç, hızlanmanın 2007 ortasından itibaren ise yavaşlamış olduğuna işaret ediyor. Büyümenin OECD standartlarına göre yine de zayıf olmadığını ama oturmakta olduğu ritminde de bulunmadığını kaydeden Gönenç, "Bunu büyümenin aşırı derecede iç talebe ve yetersiz derecede net dış talebe dayanmış olmasına ve bunun sonucunda ortaya çıkan dengesizliği düzeltecek rekabet gücünün bütünüyle kazanılmamış olmasına bağlıyoruz" diyor.
"Türk ekonomisinin tekrar daha güçlü bir büyüme patikasına oturması için makroekonomik ve mikroekonomik çerçevesini güçlendirmeye devam etmesi" gerektiğini kaydeden Gönenç, bu başarıldığı takdirde, hakettiği yerde olmayan kredi derecesi, yüksek risk primleri ve reel faizleri düzeltmeye başlayacağını söyledi. Türk ekonomisinin daha yüksek bir kredi notuna ve daha düşük risk primlerine kavuşmak için birçok temel koşulu yerine getirdiğini fakat bunu perçinleyecek güven faktörünü tam olarak tesis edemediğinin görüldüğünü kaydeden Gönenç Raporun, Bu güvenin sağlanması için siyasi koşulların dışında makroekonomik ve mikroekonomik çerçevenin güçlendirmeye devam edilmesinin önemini savunduğunu ve Türk ekonomi politikasinin temel öncelikleri olarak 4 konuyu tavsiye olarak sunduğunu söylüyor.
MERKEZ’E DESTEK
Birinci tavsiye, "Makroekonomik çerçeveyi uzun vadeli, siyasi koşullardan mümkün olduğu kadar bağımsız, her türlü şüphenin üzerinde bir istikrara doğru yükseltmek için kamu mali sisteminde ek kurumsal tedbirler" olarak belirtiliyor. Bunun, kamu hesaplarında tam şeffaflıkÖ çok yıllı harcama tavanları ve faiz dışı fazla hedefleri koymakla sağlanabileceğini söylüyor.
Kalıcı istikrarın ikinci ayağı "parasal istikrar ve tek haneli enflasyon" olarak belirtilirken, Merkez Bankası’nın bu hedefe yönelmede yalnız bırakılmamasının önemi üzerinde duruluyor ve "Eğer Banka mevcut ekonomi politikasi ve sivil toplumun sosyal uzlaşma araçlarıyla aktif olarak desteklenirse, politika faizlerine fazla yüklenmemek için ek bir özgürlük alanı kazanacaktır. Aksi takdirde, artık ulaşılması elzem olan revize edilmiş enflasyon hedefinden şaşmamak için faizlere, rekabet gücüne ve ekonomiyi yavaşlatmaya daha fazla yüklenmek zorunda kalabilir" deniyor.
VERİMLİLİK
Raporun kayıtdışılığa da değinerek, "ekonominin tümünün hukuki çerçeve ve mali şeffaflık içine alınarak verimlilik ve rekabet gücü artırıcı kaynaklara ulaşmasını Türkiye’nin temel mikroekonomik gündemi olarak öneriyor" diyen Gönenç, son temel unsur olarak da kaynak dağılımının uzun vadeli bir strateji çerçevesinde düzeltilmesini kaydediyor.
Özetle; Türkiye 2001 yılından sonra uyguladığı programla istikrarlı büyüme adına çok önemli bir yol aldı ve bu yolda devam edebilir. Ama yönetimlerin aksatılan tedbirleri uygulamaya devam etmeleri, her türlü güveni oluşturup, şeffaflık, Merkez Bankası bağımsızlığına destek gibi temel çağdaş ekonomi yönetim ilkelerini uygulamaları gerekiyor.
Yazının Devamını Oku 
17 Temmuz 2008
ANKARA’da, bir süredir varolan moralsizlik, geleceğe duyulan güvensizlik artık had safhaya ulaşmış durumda. İstanbul’un havasının bu kadar kötü olmadığını, ülke meselelerini ve geleceği hakkında düşünmeyi, çoğu kimsenin pek takmadığını ise yakından biliyorum.
Bence Ergenekon iddianamesi de bir şey değiştirmedi, aksine işleri iyice karıştırdı.
Böyle bir dönemde piyasaların, özellikle bankacıların moralli olmasını zaten bekleyemeyiz. Ancak bankacıların moralini son günlerde, hiç olmadığı kadar bozuk görüyorum.
Çünkü küresel kriz konusunda büyük bir düş kırıklığı yaşıyorlar. Çeşitli kesimlerden bankacılarla konuştuğumda çoğu, daha geçen ay,
"artık kriz bitti" diyorlar, en fazla artçı küçük dalgalar gelebileceğini ama dibin bulunduğunu belirtiyorlardı.
O zaman da, bu kadar büyük bir kırılmanın sonuçlarının bu kadar küçük olabileceğine ihtimal vermediğim için, şimdi bu bankacılara
"pembe gözlüklü bankacılar" diye takılabiliyorum.
Şaka bir yana, bankacıların moralleri gerçekten çok bozuk. ABD’den gelen yeni batış dalgasının çok büyük olduğunu, artık Avrupa’nın etkileneceğinin de, çeşitli ülkelerde başlayan olaylarla ortaya çıktığını kabul ediyorlar. Ama en çok da, bütün bu büyüyen dalgaların sonuçlarının, yakında derin biçimde içeride hissedilmesinden korkuyorlar.
Özetle; AKP’nin kapatılma davası, Ergenekon iddianamesi gibi çok önemli iç siyasi gelişmeler bile, son günlerde umurlarında olmuyor. Dün konuştuğumuz bir banka genel müdürü mevcut durumu,
"İçerdeki olaylar o kadar küçük detaylar olarak kaldı ki, çünkü küresel krizde işler çok kötü..." diye özetledi.
Bankacılar önümüzdeki bir-iki hafta içerisinde dışarıdan gelecek haberlerin durumu düzeltebileceğini pek sanmadıkları gibi, aksine havanın daha da kötüleşmesinden korkuyorlar.
ABD’deki iki büyük mortgage şirketinin durumunun mutlaka netleşmesi gerektiğini belirten bankacılar, bunların batmasını önlemek için alınacak somut tedbirlerin moralleri biraz düzeltebileceğini ama ardından kötü bilanço rakamları beklendiği için, düzelmenin kolay kolay olamayacağını sandıklarını söylüyorlar.
Bankacıların tüm bu yaşananlara bakıp, hayıflandıkları en önemli konu ise
"Türkiye’nin, Türkiye ekonomisinin maalesef iyi yönetilememesi..."
Bir bankacı, son 2-3 yıldır savsaklanan tedbirler yerine getirilmiş, mali istikrar kurumsallaştırılmış olsaydı, şimdi durumun çok daha farklı olacağını hatırlattı. Siyasetteki tüm tarafların işi buraya kadar getirmelerinin affedilmez bir hata olduğunu kaydeden bir banka yöneticisi,
"Eğer girdiğimiz yolda sonradan savsaklamayıp, gerekenleri zamanında yapmış olsaydık, çok daha ileri bir yol almış olur, bu krizlerde de farkımızı ortaya çıkarır, çok önemli avantajlar sağlayabilirdik" diye hayıflanıyordu.
Türkiye’nin tarihinin böylesine virajlı yollarda iyi sürücüklük yapıp rakipleri geçmek değil,
"düz yolda arabayı devirme" örnekleriyle dolu olduğunu hatırlatan aynı bankacı,
"İlk kez 2001’den sonra iyi sürücü olduğumuzu sanmaya başlamıştık ki, eski alışkanlıklara döndük" dedi.
Son iki-üç yıldır siyasi sarhoşluk nedeniyle işlerin savsaklandığını, son seçimlerden sonra zaten ekonomide hiçbir şey yapılmadığını kaydeden bankacı, daha sonra da bile bile siyasi gerginlik yaratılıp işlerin iyice içinden çıkılmaz bir hal aldığını hatırlattı.
Özetle; küresel kriz ağırlaşarak devam ediyor,
"artık kriz bitti" diyen bankacılar bile, 1929 bunalımından sonraki en büyük kriz veya
"dünya bankacılık krizi" deme noktasındalar...
Türkiye açısından bakıldığında ise zaten krize karşı önlem almakta gecikmiş, fırsatları kaçırmaya başlamıştık ki; küresel krizin büyümesi, morallerin iyice bozulmasına neden oldu.
Yazının Devamını Oku 
15 Temmuz 2008
DEVLET Bakanı Mehmet Şimşek, daha önce pek yanaşmadığını gösteren demeçler verirken, son günlerde IMF’yle yeni bir anlaşma yönünde daha sıcak mesajlar vermeye başladı. Şimşek’in ihtiyari stand-by anlaşmasını artık açık açık söylediğine de şahit oluyoruz. Bu hükümetin kendi başına, itibarı sağlayacak yeni bir ekonomik program çıkaramayacağı belli olduktan sonra, yani bu yılın başlarından beri IMF’yle yeni bir bağlayıcı anlaşma yapılması gerektiğini söylüyoruz. Elbette Şimşek’in geldiği noktayı, bu nedenle olumlu buluyoruz ama yine geç kalınıyor, bunu da söylemeden edemeyeceğiz.
Bence IMF Türkiye’nin, sonunda gelip ihtiyari stand-by anlaşması yapmaya mecbur kalacağını çok iyi görüyor. İşte bu nedenle IMF’nin bir süredir Ankara ve İstanbul’da sözüne itibar ettiği kişi ve kurumlarla, nasıl bir ekonomik program yapılması gerektiği konusunda resmi olmayan temaslarda bulunduğunu biliyorum.
Bence IMF’nin bu tavrı olumlu bir tavır ve herkesin elini çabuk tutması gerekiyor. Çünkü dışardan gelen dalgalar bir türlü dinmediği gibi, siyasi atmosfer de giderek sıkışıyor. Yani piyasalar artık iç ve dış gelişmelerden çok daha fazla etkilenmeye başladılar.
"Sıcak para hálá geliyor, kurda hareket olmuyor, bu nedenle acil bir tehlike yok" düşüncesi yanlış bir düşünce. Ekonomik göstergelerde artık garip şeyler olduğu gibi, yükselen cari açığın finansmanı giderek daha fazla içeriden yapılmaya başlandı. Sıcak para başka hiçbir ülkede olmadığı kadar yüksek faiz verdiğimiz ve döviz kurları değişmediği için bize gelmeye devam ediyor ama ne pahasına... Hadi bedelini ödeyelim, ya artık bu kadar yüksek reel faizin de yetmediği bir gelişme olursa,. Örneğin siyasi çatışma o kadar tırmanırsa, ne olacak?
Özetle söylemek istediğim şu ki; artık IMF’yle yeni bir stand-by anlaşması yapmadan, ekonomik istikrarın uzun süre devam edemeyeceği belli olmuştur. Hükümet siyaseten sıkıştıkça popülizm dozunu artırıp, harcamaları yükseltiyor, enflasyon hedefini savsaklıyor.
Geç olmadan, istikrarın korunması için yoğun çaba gerekiyor ve şu anda istikrarın korunması adına gözüken en somut gelişme, IMF anlaşmasının yeniden çıpa yapılması olacaktır.
Bence hükümetin kendi başına bu işi idare edemeyeceği ortaya çıktı, beklemeye gerek yok...
Şener’in cesur çıkışı
PİYASALARDA hálá AKP’nin kapatılması halinde, yeni kurulacak partinin yeniden tek başına iktidara geçip, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın da siyasi yasağı bir şekilde aşıp, yeniden gelip partisinin başına geçeceği beklentisi hakim görünüyor.
Şu anki fiyatların içinde böyle bir siyasi beklenti var ama siyasi gidişat farklı seyrediyor.
Piyasaların asıl istediği ise Başbakan’ın kendisi değil, istikrarın devam etmesi... İstikrarın devam etmesi için de siyaseten öngörülebilirlik lazım. Bence artık piyasalar öngörülebilirliğin AKP’nin çoğunluk iktidarına bağlı olmadığını, o aşamanın geçildiğini görüp kabul etmeli.
O nedenle AKP’ye alternatif arayışları bundan sonra çok daha fazla gündemde olacaktır.
AKP’nin alternatif yaratılmasın diye, mali baskılar dahil her yöntemi denediği biliniyor.
Bu nedenle, yani sadece cesur davrandığı için bile, Abdüllatif Şener’i kutlamak gerekiyor. Şener bu tabanı çok iyi bilen, taleplerini gören bir siyasetçidir ve her şeyden önce namuslu bir politikacıdır. Bazı ekonomik görüşleri hoşunuza gitmeyebilir ama Şener’in ekonomik mantığı sağlamdır ve özellikle "kurallı piyasa ekonomisi"ni oturtmak adına, değişik görüşlere açıktır.
Bence Abdüllatif Şener, kendisinin dün de söylediği gibi, "oy oranına bakmadan, ihtiyaçlar doğrultusunda düzeyli politika yapma" hedefi doğrultusunda başarılı olacaktır.
Umarız Şener’in bu cesur çıkışı, tek başına bir çıkış olarak kalmaz. Çünkü her kesimden, çok yoğun toplumsal uzlaşma talepleri geliyor ve bunu sağlayacak politikacılara ihtiyaç var. Şener’in bu çıkışı umarız, toplumsal uzlaşma adına olumlu olur, yeni işbirliklerini getirir.
Yazının Devamını Oku 
14 Temmuz 2008
AKP Hükümeti, bağımsız (!) yönetime rağmen, Merkez Bankasını İstanbul’a taşımaya kararlı gözüküyor. Şahsen yasa çıksa da bu işin o kadar kolay olmadığını düşünüyorum ama, siyasi gelişmeler de dahil AKP inadının gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini bekleyip göreceğiz... Hala Merkez Bankası’nın Ankara’da kalması umudunu taşıyorum. Çünkü yapılan iş saçma bir iş. Her şeyden önce bağımsız olduğunu söylediğimiz Merkez Bankası’nın yönetiminin Ankara’da kalma isteğine saygı duymanız gerek.
Bunun da ötesinde, eğer uzmanlar İstanbul’a gitmez ve davalar açılırsa, Merkez Bankası merkezi İstanbul’a gitse bile, çok büyük çoğunluk mahkeme kararıyla Ankara’da kalabilir.
Merkez Bankası gerçekten çok değerli teknisyenlere sahip.İstanbul’da bu paralarla hiçbiri Banka’da kalmaz özel sektöre geçer. O zaman nitelik olarak Merkez Bankası çok yara alır.
Zaten AKP’nin inadından başka bir gerekçe de gözükmüyor. Sanki Merkez Bankası’na ellerinde paralarla bankacılar gelip gidecek de fiziki olarak yakınlık isteniyormuş gibi, sözde gerekçeler üretiliyor. Gerek İstanbul’u finans merkezi yapma hedefi gerekse de fiziki yakınlık gereği gibi saçma sapan gerekçelerin bu teknolojiyle haklı hiçbir yönü bulunmuyor.
İşin kötüsü; AKP ve yandaşları bence taşınma ile de yetinmeyecek, daha fazlasını isteyecek.
Eski milli görüş geleneği Merkez Bankası’na hükümetin, istediği zaman para basma talimatı vermesi gerektiğini düşünür. Başbakanın son "faiz-enflasyon" açıklamalarında olduğu gibi, aynı görüşlerin AKP hükümetinde de hakim olduğunu gözlüyoruz.
İşte bu görüş son dönemde kendine "ABD Merkez Bankası sadece enflasyonu düşünmüyor, bununla birlikte büyüme ve işsizliği de düşünüyor" argümanını buldu. Hatta Kemal Derviş’in bence maksadını aşan son demecini de, bu yönde kullanmaya başladılar.
Özetle bir süredir AKP’ye yakın medyada "Merkez Bankası’nın sadece İstanbul’a taşınması yetmez" türünde bir kampanya başlatıldığını gözlüyoruz. İstanbul’a taşınma için çıkarılacak yasaya, Merkez Bankası’nın görevleri hakkında değişiklik yapacak maddelerin de eklenmesini, sadece enflasyonla mücadeleyle sınırlı görevin değiştirilmesini istiyorlar.
Başkan Yılmaz’ı pasivize ettiler
HİÇ kimsenin şüphesi olmasın ki; önümüzdeki dönemde bu sesler daha da yükselecek. Hep öyle oluyor zaten; bu gazeteler AKP’nin hedefleri doğrultusunda, önce temeli olmasa da bazı ekonomi manşetleri atıyor, ardından üç-beş kendilerine yakın, iktisat camiasının pek tanımadığı, akademisyenlere bunu haklı gösterecek demeçler verdirtiyorlar. Ardından da AKP hükümeti, yönlendirilen bu yoklamaların ardından harekete geçip, yasal düzenleme yapıyor.
Şimdi aynı oyunun Merkez Bankası için oynandığını herkesin görmesi lazım.
Bu girişim bence çok tehlikeli bir girişim. Tüm ekonomik istikrarı tehlikeye atacak, Türkiye’nin küresel finans piyasalarından dışlanmasını bile beraberinde getirecek bir girişim.
Tamam, AKP Hükümeti herkesi susturdu, özellikle Maliye kanalıyla tüm iş alemini sesini çıkaramaz hale getirdi, görülmedik bir baskı ortamı oluşturdu biliyoruz ama, özellikle bankacıların ve iktisatçıların bu oynanan oyunu çok iyi görmeleri gerek. Bu işin sonu felaket.
Daha önce AKP’ye yakın medya, AKP hükümetinin isteği doğrultusunda Merkez Bankası yönetimini, daha doğrusu Başkan Durmuş Yılmaz’ı susturma, sesini çıkaramaz hale getirme kampanyası yaptı ve gelinen noktada başarılı olduğunu görüyoruz. Başkan Durmuş Yılmaz hem banka içinde hem de kamuoyunda hızla itibar kaybetmeye başladı. İki başkan yardımcısının güdümünde, onların kendi aralarındaki kavgayı bile kullanmayı denemeden, simgesel "mescite toplu gidiş gelişler" dahil, tam anlamıyla esir düşmüş görüntüsü veriyor. Halbuki sonu ne olabilir ki; kendi ve kurum itibarını düşünüp, çok daha cesur hareket edebilir.
Bu, Başkan Yılmaz’ın seçimi ama Merkez Bankası bize hep lazım, istikrar için korunması şart.
Yazının Devamını Oku 
12 Temmuz 2008
HAZİRAN ayına ilişkin bütçe rakamları da iyi geldi. Harcamalar artırılıyor, popülizme kayılıyor, mali disiplin bozuluyor dedikçe bütçe rakamları güzel açıklanıyor ve bu konuda eleştiri yapanlara, ben de dahil, "yazıyorsunuz yazıyorsunuz, adamlar güzel bütçe açıklıyor, hani nerede sizin söylediğiniz riskler" deniyor...
Evet, şu andaki görünüm bu... Ama yine söylüyorum, hükümetin aldığı son kararlar mali disiplinin bozulmasına neden olacak, eğer bir an önce IMF’yle bağlayıcı anlaşma" gibi radikal önlemler alınmazsa, ekonomide kötü şeyler yaşanacak ve bunun en önemli nedeni Bakan Şimşek’in dediği gibi siyasi kargaşa değil, mali disiplinin bozulması olacak...
Haziran ayı bütçesinin iyi açıklanmasından sonra eski bir bürokratlara konuşurken söylediği şu oldu: "Sanki bütçe değil de finans mühendisliği dersi gibi..."
Haziran ayında merkezi bütçe 3.978 milyon YTL fazla verirken; faiz dışı fazla rakamı da 5.120 milyon YTL oldu. Toplam gerçekleşmelere bakılınca bütçe performansı geçen yıla göre olumlu. Ancak detaylara girildiğinde, hem vergi gelirlerinde başlayan yavaşlamanın haziran ayında da devam ettiği, hem de iyileşmenin bir seferlik gelirlerden kaynaklandığı görülüyor.
Telekom’dan gelde edilen gelirin yanı sıra, bütçenin güzel görünmesi için işsizlik fonundan GAP için ayrılan kaynağın da haziran ayında bütçeye gelir yazıldığı görülüyor. Bu aktarım ’gelirler’ bölümünün ’faizler ve paylar’ başlığı altında gösterilmiş. Türk Telekom’dan gelen 1 milyar 927 milyon YTL ve İşsizlik Sigorta Fonu’ndan gelen 1.3 milyar YTL yani toplam 3 milyar 227 milyon YTL eklendi, böylece haziran ayında bütçe yine iyi çıktı.
Vergi gelirleri içinde mayıs ayında geçen yıla göre yüzde 25 azalan KDV gelirlerinin haziran ayında da pozitif büyümeye geçemeyip, geçen yıl la aynı kalması dikkat çekti. Yılın ilk 6 aylık döneminde KDV gelirlerindeki artış yüzde 5.3 ile yıllık artış hedefi olan 7.3’ün altında kaldı.
Haziranda faiz dışı giderin yüzde 3.8 azalmasında, tarımsal ödemelerin bu yıl öne alınması ve sosyal güvenlik kurumları açığı finansmanı için aktarılan rakamın azalması etkili oldu.
Piyasa analistlerinin özellikle yurtiçi tüketimde yavaşlama sinyali veren KDV gelir tahsilatına takıldığı, bu eğilimin yılın geri kalanında devam etmesinden korktukları gözleniyor.
Bütçedeki olumlu
görünüm devam etmez
TÜRKİYE Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV) dün yayınladığı raporda, son alınan politika kararlarının yaklaşık maliyetinin bu yıl için 8.2 milyar YTL olarak hesaplandığını bildirerek, bütçede şimdiye kadar gözlenen olumlu gelişmelerin önümüzdeki dönemde devam edemeyeceği belirtildi. Son alınan politika kararlarının yaklaşık maliyetinin 2008 -2012 yılları için 44.4 milyar YTL olacağı, bunun 8.2 milyar YTL’lik kısmının bu yıla geleceği belirtildi.
TEPAV’a göre; 2.9 milyar YTL Konut Edindirme Yardımı, 2.3 milyar YTL GAP ve diğer yatırımlar, 0.2 milyar YTL üniversite döner sermayelerinin devletten alacaklarının kısmi terkini, 2.2 milyar YTL yerel yönetimlerin gelir payı artırımı, 0.1 milyar YTL aktarılacak kaynaktan yapılacak kesintinin yüzde 25’ten yüzde 20’ye düşürülmesi, 0.6 milyar YTL ise İşsizlik Fonu’ndan istihdam paketine aktarılacak kaynaktan oluşuyor
Rapor’da, yılın geri kalan ında bütçenin neden bozulacağı şu maddelerle açıklandı:
- Borç servisinin yılın ikinci yarısına yığılmış olması;
- Yılın ikinci ve üçüncü çeyreğinde, birinci çeyreğin aksine, durgunluk belirtilerinin artma eğilimi göstermesi ve bunun vergi üzerindeki olumsuz etkilerinin belirginleşmeye başlaması;
- Başta mal ve hizmet alımlarına yönelik harcamalar olmak üzere, cari ve yatırım harcamaları ödenekleri kullanımının hızlanması sonucunda, bütçede bugüne kadar gözlemlenen nispi olumlu gidişin devam edemeyeceği...
Yılın ikinci yarısında, özellikle de sonuna doğru kimin haklı olduğu görülecek...
Yazının Devamını Oku 
10 Temmuz 2008
DEVLET Bakanı Mehmet Şimşek’in bir iktisatçı gibi değil, daha çok klasik bir politikacı gibi davrandığını, bu köşede, çeşitli demeçlerini örnek vererek yazmıştık. Şimşek’in son açıklamasıyla, bu yargımız tam anlamıyla ispatlanmış oldu. Şimşek’in toplantılardaki tavırlarını gören işadamları, "Hükümet kurulurken bakan olmasını bu kadar istedikleri" için pişman olduklarını söylemişlerdi. İşadamlarıyla konuştuğumuzda, hemen hemen hepsinin, "Bakan Şimşek’in ekonomiden sorumlu bakanlığı layıkıyla yerine getireceği konusunda ciddi endişeler taşıdıklarına" şahit olmuştuk. İşadamlarının bu görüşleri, Şimşek’in yaptığı açıklamalarla, zaman içinde aşama aşama teyit edildi.
Son olarak Şimşek, ekonominin aslında iyi gittiğini, gelinen noktada siyasi belirsizliğin her işi bozan unsur olduğunu ve siyasi belirsizliğin faturasının 20 milyar doları bulduğunu söyledi.
Her şeyden önce şunu söyleyelim ki; piyasadaki oyuncuların hiçbiri, dealing room’larda yeni çalışmaya başlamış genç dealarlar bile, Şimşek’in sözlerini ciddiye alma gereği duymadılar.
Bir bakan için, hele hele Hazine’den sorumlu bir bakan için, bence bu durum ibret alınacak bir aşamaya gelmiş demektir. Çünkü bu durum sadece bakana güvensizlik değil, hükümetin ekonomi politikalarına duyulan güvensizliği de göstermektedir.
Ki; piyasadaki oyuncular, kapalı kapılar ardında yapılan ekonomi toplantılarında, Bakan Şimşek’in Başbakan’dan gelen harcama artırıcı kararlara ne kadar büyük bir iştahla katıldığını bilseler, herhalde hayal kırıklıkları çok daha büyük olurdu. Ekonomi bürokratları Bakan Şimşek’in bu hareketlerine yakından şahit oldukları için, bir süredir, "Şimdiye kadar Başbakan’ın her istediğini yapmaya çalışan böyle bir Hazine Bakanı görmediklerini" söylüyorlardı. Çünkü Hazine, ekonominin bir anlamda freni demektir, yatırımcı bakanlar ve başbakanlar her zaman harcamayı artırmak ister, Hazine’den sorumlu bakanlar ve maliye bakanları da bu harcama artırıcı kararları engellemeye çalışırlar. Bu kez tam tersi oluyor ve Hazine Hakanı harcama artırıcı bir tavır alıyor. Öyle olunca da artan harcamaların, yani bozulan ekonomik dengelerin bir sorumlusunun olması gerekiyor.
Moody’s’in açıklaması
MEHMET Şimşek, belki de kendi sorumluluğunu yerine getiremediği için, kendisine "siyasi kargaşa"yı günah keçisi olarak seçmiş durumda. Siyasi kargaşa henüz çıkmadan, küresel kriz başladıktan sonra tüm uyarılara rağmen önlem alınmamasını neye bağlıyor, o belli değil. Sanki Bakan Şimşek gerekli tüm tedbirleri hükümetten istedi, bu arada istikrarı bozmamak için harcamaları artırıcı popülist kararlara yeterince karşı çıktı, küresel krize karşı önlem önerdi de, bunlara rağmen siyasi gerginlik ekonomik dengeleri bozdu. Siz bu kadar borçlanır, üstüne üstlük iki-üç aya, yüklü borç geri ödemelerini yığar, üzerine harcamaları arttırır ve ardından böyle demeçler verirseniz güven sağlayamazsınız. Güven veremezseniz enflasyon da azar, "risk primi" dediğimiz üzerine verilen reel faiz de artar....
20 milyar dolarlık faturanın bu çerçevede nereden kaynaklanmış olabileceğini bir kez daha düşünmekte yarar var herhalde... Dün Moody’s’den gelen açıklama da, bir anlamda Bakan Şimşek’i yalanlıyordu. Moody’s, AKP kapatılsa da kapatılmasa da Türkiye’nin kredi notunu aşağı yönlü değiştirecek bir bozulma beklemediklerini açıkladı. Moody’s yayınladığı raporda, kredi notunun hükümetin gelir yaratma kapasitesini artırması ve yapısal reformları uygulaması sonucunda yükseltilebileceğini, ekonomik ve politik karışıklığın borç rasyolarını bozmasının kredi notu üzerinde aşağı yönlü bir baskı oluşturabileceğini kaydetti. Böylesine kritik bir dönemde keşke piyasaların sözüne güveneceği bir bakan görevde olsaydı.
Yazının Devamını Oku 
8 Temmuz 2008
SİYASETTE cinnet dönemi yaşanıyor. Belli ki birden fazla güç, çeşitli sahalarda ciddi mücadele hatta kavgalar veriyor. Ancak bu işin nereye gideceğini, nasıl sonuçlanacağını bilmek pek mümkün değil. Elbette çeşitli tarafların, çeşitli oyun planları mevcuttur ama kimsenin oyunun tümünü birden kendi kontrolüne alma imkanı, bence olamaz. O nedenle bu kargaşanın nasıl sonuçlanacağını bilen olduğunu da sanmıyorum.
Siyasette bir kargaşa süreci yaşanıyor ve bu dağınık, parça parça olup, havaya savrulmuş bu yapının yere nasıl oturacağı, nasıl bir şekil alacağını bilmek, şimdiden mümkün değil. Elbette dağınık yapının nasıl yere oturacağını şekillendirmek, en azından belli bir form vermek isteyen olacaktır ama bunu yapacak olan kişi ya da güç sayısı o kadar çok ki...
Zaten çok sayıda kişi ve kurumun birlikte hareket edip, parçalanan yapıyı belirli bir formda bir zemine oturtmaları gerekir. Çünkü bu yapı tüm toplumun ortak yapısı olmalı...
Bu kargaşa ve keskin çatışmanın sonunda kazanacak tarafın olamayacağı kesin. Belki daha doğru bir deyişle bu kavgadan herkesin yara alması, en çok da Türkiye’nin zarar görmesinin kaçınılmaz olacağını söylemeliyiz.
Bu gerçek, bence hala bir araya gelip uzlaşmanın şart olduğunu da ortaya koyuyor. İnsanın "ortak akıl bulunmalı" diyeceği geliyor ama belli bir kesim bu ismi, ideolojik toplantılar yapıp kendi tekeline aldığı için, onu da artık kullanamayacağız.
Bence oturup uzlaşmak, ortak bir yol bulmak gerekiyor ve bunun için de her şeyden önce tarafların eleştiri-özeleştiri mekanizmasını işletmeleri şart. Bunun için de herkesin eleştiriye tahammüllü olması, tarafların da kendi özeleştirilerini bu görüşler çerçevesinde yeniden yapmaları gerekiyor.
Tabi ki her şeyden önce de bunun için gerekli zemini, sağduyu ortamını hazırlamak lazım. Yani eleştirilere karşı tahammüllü olduğunu göstermeli, karşı taraf olarak belirledikleri kişilerle bir araya gelip doğru üslupla konuşmaya başlamalı, ortak bir alan yaratmalı.
İşadamları artık seslerini çıkaramaz
ELEŞTİRİ ve özeleştiriye imkan verecek bir zemin yaratma imkanı var mı?
Bence şu anda yok ve asıl korkutucu olan da bu. Eleştiri olmadan doğruyu bulmanın mümkün olmadığını bilenler bile, şu anda öyle acımasız bir kavga içine girdiler ki; bırakın eleştirilere tahammül gösterip bu zemini hazırlamayı, aksine karşı taraf olarak belirledikleri kesimleri sindirmeye çalışıyorlar. En küçük eleştiriye bile tahammülleri olmadığını gösteriyorlar.
Bu nedenle, mevcut ortam devam ettiği takdirde, sağlıklı bir sonucun çıkması mümkün değil.
Şu anda herkes susup oturmayı tercih ediyor. Öyle bir hava oluşturuldu ki; bırakın eleştiri yapmayı, kimse olup bitene karşı sesini çıkarmayı bile düşünemiyor. Yani herkes korkuyor...
Ergenekon soruşturması kapsamında bir yıl önce tutuklanan ve cezaevinde kansere yakalanan 60 yaşındaki Kuddusi Okkır, ’Akciğer kanseri, beyin ve kemik metastazı (sızması)’ tedavisi gördüğü hastanede önceki gün yaşamını yitirdi. Neyle suçlandığını bilmeden ölen bu kişinin cenazesini taşıyacak araba için para bulamayan eşine gazeteciler yardımcı olmuş, Başkanını arayarak, belediyenin cenaze aracıyla taşınmasını sağlamışlar. Haberde cenaze töreninde kalabalık olmadığı, insanların damgalanırız korkusuyla cenazeye katılmadıkları belirtiliyordu.
Bu amaç hedeflenmişti ya da hedeflenmemişti, ama son dönemde yaşananlar sonucunda böyle bir korkunun, "sinme"nin yaşanacağı kesindi. İşte artık bunu da yaşıyoruz...
Koca koca işadamları bile, yakınlarına "Artık hiçbir işadamından özellikle Hükümete karşı tek bir eleştiri beklenmesin" diyorlarmış. "Sermaye ürkektir" deriz ya, haksızlar mı?
Sindirilmiş, eleştiri bile yapamayan korkak kesimlere sahip bir toplum, doğru yere gidemez...
Yazının Devamını Oku 