Erdal Sağlam

Mühim olan çıkan paranın değerini korumak

28 Ağustos 2008
MERKEZ Bankası dün bir basın toplantısı ile YTL’nin yeniden TL olmasına ilişkin açıklamalar yaptı. Bu arada 200 TL’lik banknotun da yılbaşında tedavüle gireceği açıklandı. Paradan üç sıfır atılması operasyonun son aşaması olan yeniden TL’ye geçişin değil de 200 TL’lik banknotun tartışıldığını görüyoruz ki, bu çok normal bir eğilim.

Çünkü halkımız sürekli olarak küpur değeri artırılan banknotlar yüzünden, yani değeri enflasyon nedeniyle sürekli aşındığı için yenisine duyulan ihtiyaç nedeniyle piyasaya çıkarılan yeni banknotlara alışmış durumda.

Dolayısıyla 200 TL’lik banknotun çıkışını da, eski alışkanlıkla değerlendirme eğiliminde olmasını doğal karşılamak gerekiyor. Halk, "yine yeni para çıkıyorsa enflasyon yeniden hızlanacak" anlamını çıkarıyor.

Buna karşılık ise Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz, kendileri açısından haklı bir savunmayla, bunun teknik bir ihtiyaçtan kaynaklandığını, kamuoyundaki bu yargıya rağmen 200 TL’lik banknotu çıkarmayı ülke menfaatleri açısından gerekli gördüklerini söylemiş.

Her iki taraf da aslında haklı gözüküyor. Burada kilit nokta; Merkez Bankası’nın artık çıkan paranın değerini korumaya çalışması.

Yani siz halkı henüz enflasyonu yendiğinize, çıkan paranın küpuru ne olursa olsun değerini artık çok daha az yitireceğine ikna edemediniz. Bunu göstermiş olsaydınız, halktaki eski yargıyı bu kadar kolayca hortlatmazdınız. Halk hálá çıkan paranın da kısa süre sonra yetmeyeceğini, büyüyen kupürlerin geçmişte olduğu gibi bundan sonra da, sık sık tedavüle sokulacağını tahmin ediyor.

Yani enflasyonla mücadele konusunda halkı ikna edemediniz...

Merkez Bankası’nın inandırıcılığı

MERKEZ Bankası yönetimi tabii ki doğru olanı yaptı ve teknik ihtiyaçlar nedeniyle 200 TL’nin çıkışına karar verdi. Bence buna kimse bir şey diyemez.

Ama Merkez Bankası yönetimine denilecek olan şey şu olmalı; Siz asıl göreviniz olan enflasyonla mücadelede yeterince tavizsiz davrandınız mı, sadece teknik gerekçelere göre hareket ettiniz mi? Bence Merkez Bankası’nın asıl yanıtlaması gereken soru budur.

Başkan Yılmaz, gönül rahatlığıyla, Hükümetten baskı almadık, Hükümetten aldığımız baskılara göre davranmadık, yönetimde siyasi kaygılar rol oynamıyor sadece teknik kaygılarla hareket ediyoruz, faiz kararı verirken Hükümet ne der diye düşünmüyoruz, yönetimde siyasi kaygılarla davranan arkadaşlar yok diyebiliyorsa, o zaman sorun yok.

Şurası gerçek ki; Merkez Bankası’nın inandırıcılığı eskisine göre bayağı geriye düştü.

Piyasalarda Merkez Bankası’nın bağımsızlığına olan güven azaldı, dolayısıyla Merkez Bankası’nın kararlarını sadece teknik gerekçelerle aldığına ilişkin inandırıcılık da epeyce geriledi.

O zaman Merkez Bankası yönetimi tüm çabasını, kurum ve Başkan bazında, inandırıcılığını yeniden artırmaya vermek zorunda.

Merkez bankası yönetimi TL’ye yeniden geçiş operasyonunu şatafatlı yapmakla, Başbakanı çağırıp siyasi şov yapmakla inandırıcılık sağlayamaz. Bugün bu operasyon için yapılanlar, çok daha önceden, eski yönetim tarafından planlanmış, şimdi aşama aşama rutin olarak uygulamaya giren operasyonun birer parçası.

Merkez Bankası yönetimi, enflasyonla mücadele için kafa yormalı, bu konuda inandırıcılık sağlamaya çalışmalı. İşte o zaman halkı enflasyonla mücadele ettiğine inandırabilir.

Merkez Bankası’nın asıl görevi; yeniden çift haneye çıkan enflasyonu düşürmektir...
Yazının Devamını Oku

Küresel daralmanın içeriye etkisi

26 Ağustos 2008
KÜRESEL kriz yeni bir boyut kazanırken, şu anda gündemde olan en önemli gelişme, dünyanın, daha doğrusu gelişmekte olan ülkelerin büyümelerinin durması, hatta daralması... Geçen haftaki haberlerde büyümeye ilişkin veriler ve demeçler ilk sıradaydı. İngiltere’de ekonomik büyümenin, revize edilen resmi rakamların, hatta beklentilerin bile altında kalması önemli bir gelişmeydi. Bu, İngiltere ekonomisinin 1990’ların başlarında geçirdiği küçülmeden bu yana gösterdiği en kötü performans olarak nitelendirildi.

Uluslararası Para Fonu (IMF) Birinci Başkan Yardımcısı John Lipsky, ABD ekonomisinin büyümesinin beklenenden daha iyi olduğunu, ancak bu yılın ikinci yarısında küçülme görülebileceğini söyledi

ABD Merkez Bankası FED Başkanı Ben Bernanke, ABD enflasyon görünümünü "çok belirsiz" olarak nitelendirerek merkez bankası yetkililerinin fiyat istikrarını korumak için yapmaları gerekenleri yapacaklarını söyledi. Bernanke, ayrıca emtia fiyatlarında son zamanlardaki düşüş ve ABD dolarının istikrar kazanmasının "cesaret verici" olduğunu söyledi ve "Bu gelişmeler, tersine dönmezse, bir süre daha potansiyelin altında kalması beklenen büyüme hızının da etkisiyle, bu yılın sonlarında ve gelecek yıl enflasyonun yatışmasına yol açabilir" dedi.

Son olarak IMF, ABD ve Avrupa için büyüme tahminlerini tekrar düşürdü.

Özet olarak enflasyon artmaya devam ederken tüm dünyada ciddi ekonomik daralma söz konusu. "Krizin dibini gördük" diyenler, şimdi daha önemli bir dalganın geldiğini görüp korkuyorlar. Tüm umutlar, büyümenin daralmasıyla enflasyonun dengelenmeye başlaması yani piyasa mekanizmalarının devreye girmesine bağlandı.

Normalizasyon sürecinin ise en erken 2009 sonunu bulması, artık kaçınılmaz görülüyor.

İşte böylesine bir süreçte Türkiye ekonomisinde neler yaşanacağını görmeye çalışalım.

Küresel daralmanın Türkiye’yi etkilemesi kaçınılmaz. Özellikle de ihracatımızın büyük bölümünü gerçekleştirdiğimiz Avrupa ülkelerindeki daralmanın gelip çatması, bundan sonra ihracatın eskisi kadar rahat olamayacağını açıkca gösteriyor.

İhracatın durması demek doğrudan doğruya içeride de büyümenin olumsuz etkilenmesi anlamına gelecek. Zaten kurlar nedeniyle şikayetçi olan ihracatçıların sesi, önümüzdeki dönem her zamankinden fazla çıkabilir. Özellikle de artık ciddi planlama yapılması gereken tekstil gibi sektörler hükümetin başını daha da ağrıtabilir.

SERMAYE ETKİLENİR

Dışarıdaki gelişmenin durması demek, sermaye akımlarını da etkilemesi demek. Hálá özel sektör dışarıdan yüksek miktarda borçlanmaya, açık pozisyonunu yükseltmeye devam ediyor. Yani dışarıdan sermaye akımının durması demek, önce maliyetlerin artması ardından sermaye akışının durması anlamına gelebilir.

Bu kadar açık pozisyonda kurlarda ani bir yukarı çıkış ise sadece kredi kullanan reel sektörü değil, doğal olarak bankacılık sistemini de etkileyecektir.

Yani dışarıdaki daralmanın içeriye etkisi katmerli olabilir...

Cari açığın büyümeye devam ettiğini, yani ülkenin döviz dengesinin, böyle bir harekette nasıl sıkıntıya gireceğini söylemek de bir kehanet olmayacaktır.

Küresel daralmaya hazırlık yapılmalı

TÜRKİYE’nin küresel daralmaya şimdiden hazırlık yapması gerekiyor. Ancak hükümetin bu konuda ciddi bir çalışması olduğunu henüz görmüyoruz. Eğer hazırlıklı yakalanmazsak daralmanın etkilerini somut olarak görmeye başladığımızda ise popülist siyasi kararlar kaçınılmaz olabilir. 2009 Mart yerel seçimlerini de unutmayalım.

Yani küresel daralmayı bizim dışımızdaki bir gelişme gibi izlemek yerine, şimdiden hazırlık yapmak gerek. Dengeleri bozacak siyasi kararları görmek istemiyorsak buna mecburuz.
Yazının Devamını Oku

Yeni ekonomik riskimizin adı dış politika

25 Ağustos 2008
KÜRESEL kriz, IMF programının bitmesi, Anayasa Mahkemesi’nin türban ve parti kapatma davaları, son dönemdeki önemli ekonomik risklerimizdi. Tabii ki giderek büyüyen en önemli risklerimizden biri olan cari açığın, er ya da geç başımıza hep bir iş açtığını da unutmayalım. Piyasalar küresel krizin bittiğine inanıyordu ama öyle olmadığı hatta asıl etkilerinin bundan sonra görüleceği artık anlaşıldı. Anayasa Mahkemesi, ekonomik risk haline gelen türban ve parti kapatma ile ilgili kararını verdi. Yani bu risklerin ortadan kalkmış olması gerekiyor. Ancak buna rağmen bu risklerin tümüyle ortadan kalktığını söyleyemiyoruz. Çünkü karar çıksa da sonuç çıkmadı gibi. Son günlerde ise yeni bir ekonomik riskimiz daha oldu. Bunun adı da dış politika. Türkiye’nin dış politikası demek daha doğru. Riskin adını belki de uluslararası siyasi ve askeri ilişkiler olarak tanımlamak gerekiyor. Bence bizim dışımızda gelişen ancak bizi de ilgilendiren uluslar arası ilişkilerden çok, AKP Hükümeti’nin bu ilişkilere yanaşma, müdahil olma biçimi ileride başımıza büyük bir iş açacak gibi gözüktüğü için, dış politika denmeli.

Geleneksel dış politika ve kullandığı enstrümanlar doğru muydu yanlış mıydı, bu hep tartışılır. AKP Hükümeti ile birlikte geleneksel dış politika kurallarının esnetildiğini, kullanılan araçların ve yöntemlerin değiştirilmek istendiğini de herkes biliyor. Değişen dış politikanın kamuoyunda görünen en çarpıcı yönü nedir diye bakarsak, "Türkiye’nin bölgede nerede problem çıkarsa oraya gidip, aktif arabulucu rolü üstlenme görüntüsü vermesi" olarak adlandırabiliriz. Bir başka değişen politika da, Türkiye’nin iç meselelerinin hemen dışarıya, özellikle Batıya yansıtılıp, AKP’nin içerdeki sorunları için dışarının açık desteğini araması gibi gözüküyor. Hükümetin izlediği dış politika bir hayli tehlikeli gibi. Önümüzdeki dönemde, yani "uluslararası siyasi ve askeri ilişkilerin kırılma noktasına gidiyor gibi gözüktüğü" bugünlerde, mevcut dış politikayı sürdürmek, durduk yerde başımıza iş açabilir.

"HER PROBLEMİ ÇÖZERİM"

"Ben problem çözerim" türü bir dış politika yaklaşımı, boyutlarınızı aşan veya hiç gereği olmayan problemlere karışıp, "problem çözmek yerine problemin bir parçası olmayı" beraberinde getirebilir. Bu da ülkenin hayati çıkarlarına önemli zararlar verebilir. Özetle; Batının İran’la yaşadığı problemin giderek büyümesi, Gürcistan’ın başlattığı savaş, ABD’nin Polonya ile füze anlaşması gibi son uluslararası gelişmeler, çok daha büyük bir hesaplaşmanın başladığını gösteriyor. Bu büyük hesaplaşma içinde Türkiye, "ben problem çözerim" deyip, kendi başına problem çözmeye kalkar ve geleneksel denge politikasını bir kenara atarsa, öyle ya da böyle, devasa hale gelen problemin içinde kendini bulabilir.

Türkiye’nin bir yandan Batı’nın müttefiki gözüküp, öte yandan Sudan’da El-Beşir ile, Suriye, İran liderleriyle, İsrail-Filistin anlaşmazlığında yerel örgütlerle oyun oynamaya kalkışması zaten tepki çekiyor. Bununla birlikte Batı’nın, Rusya ile olan hesaplaşmasında Türkiye’nin konumunu şimdi daha net görmek isteyeceği de açık. Siz oyunu böyle oynarsanız, Batı’nın dengede kalmanızı kabul etmeyip taraf olmaya sizi zorlayacağı da ortada. Elbet Türkiye’nin çıkarları zaman zaman Batı’nın çıkarlarıyla çatışacak, elbette Batı’nın hakim görüşleri ve davranışlarına o takdirde karşı çıkılacak. Ancak gereksiz "problem çözerim" oyunu, sizi diplomatik olarak gereken karşı çıkışları yapamaz hale getirebilir. Uzun zamandır ABD’nin ya da İsrail’in İran’ı vurup vurmayacağı, piyasalarda tartışılıyor. Buna şimdi Rusya ile hesaplaşma da eklendi. Böyle bir ortamda hükümetin uyguladığı mevcut dış politika ekonomimiz için de önemli bir tehlike oluşturmaya başladı. Küresel kriz derinleşirken, çıpasız kalmış, cari açığı büyüyen bir ekonomi için, artı riskler oluşturmanın anlamı nedir, bilinmez...
Yazının Devamını Oku

Hükümet iş álemi örgütlerine açıkça el attı

23 Ağustos 2008
ANAYASA Mahkemesi’nin kararından sonra siyasi konularda AKP Hükümetinin özenli ve hassas davranmaya çalıştığı gözleniyor. Bu hassasiyetin ilk örneği olarak da Genel Başkan Yardımcısının okullara ibadethane öneren yasa önerisi sert bir dille geri çevrildi ve özellikle kamuoyuna partinin görüşü olmadığı, tasvip edilmediği açıklaması yapıldı.

Özenli davranmanın nedeni açık; Anayasa Mahkemesi kapatma kararı vermese de, unutmayalım ki; AKP’yi odak olarak kabul etti ve bundan sonrasındaki odak olmayı tasdik edecek kararlar, partinin kapatılmasına bile neden olabilir.

Şahsen AKP’nin bu tür durumlarda hassas davranmaya bir süre daha devam edeceğini düşünüyorum. AKP’nin stratejisi büyük bir ihtimalle; yerel seçimlere kadar, yani 2009 Mart ayı sonuna kadar böyle davranmaya devam edip, seçimlerden yüksek oy aldıktan sonra, ürkek davrandığı, ara verdiği siyasi konuları yeniden kamuoyunun önüne çıkarmak olacaktır.

Yani seçimleri yeniden güven tazeleme olarak lanse edip, "Halkımız bunu istiyor" diyerek, tüm tartışmalı hatta partiyi "odak" konumuna getiren konuları bile gündeme sokabilir.

Peki, tartışmalı siyasi konuları şimdilik sümen altı ederken, AKP Hükümeti tüm hedeflerinden örneğin tüm kurumların etki altına alınma planından vazgeçecek mi?

AKP Hükümeti çok göz önünde olan konularda geri adım atarken, projektörlerin çevrili olmadığı diğer alanlarda ise hakimiyetini pekiştirmeye ve hemen her kesimi inisiyatif altına alma hedefini uygulamaya devam ediyor.

Şimdiki hedeflerden biri sivil toplum kuruluşlarının inisiyatif altına alınması gibi gözüküyor. Daha önce işçi sendikaları üzerinde yoğunlaştırılan çabalarda epeyce sonuç alındığını biliyoruz. Memur sendikalarında o kadar başarılı olamasalar da işçi sendikaları konusunda epeyce yol alındı.

Şimdi ise sıra işalemi örgütlerine gelmiş gibi gözüküyor.

Zaten kendi inisiyatiflerinde işalemi örgütleri kurup belirli bir parçalanma sağlamışlardı. Şimdi çok daha etkin, geniş tabanlı işalemi örgütleri üzerinde çabalarını yoğunlaştırıyorlar.

İhracatçılar biat edecek mi?

ŞİMDİ sıra ihracatçıların örgütü TİM’e gelmiş gözüküyor. İstanbul’da konuyla ilgili herkes Başbakan’ın, arasının iyi olduğu mevcut Başkana haber gönderdiğini, Başkanlık görevini mevcut yönetimde bulunan bir kişiye devretmesini istediğini konuşuyor.

Bunun üzerine zaten mevcut başkan da bir daha aday olmayacağını resmen açıkladı.

Başbakan’a yakınlığı ile bilinen AKP Hükümetiyle birlikte birçok yerde görev almış, mevcut TİM yönetimindeki bir işadamı, aday olduğunu açıkladı. Ardından da sorular üzerine "Başbakan Tayyip Erdoğan’ın kendisini istediği laflarının doğru olmadığını" açıklama gereği duydu. Bu ismin Bakana rağmen başkanlığa aday aday olduğu bile söyleniyor.

Açıklamalar bir yana, maydene gelen gelişmeleri çok açık bir operasyon olduğunu gösteriyor.

Şimdi söz sırası ihracatçılarda. Hükümetin isteği üzerine, "Biat etme" yolunu mu seçecekler yoksa özgür iradeleriyle istedikleri kişileri mi temsilcileri olarak atayacaklar, göreceğiz.

Ancak bu operasyonun ortaya çıkardığı bir başka gerçek daha var ki; AKP iktidarı, isteği doğrultusunda çalışan, kendi dediklerini yapan, yani biat edenleri bile tam olarak özümseyemiyor. Sırası geldiğinde, kendilerine biat etmiş olsalar dahi, kendilerinden görmedikleri kişileri tasfiye edip, "kendilerinden olan" kişileri göreve getiriyorlar.

Kendilerinden olmanın herhalde bir sürü kıstası var ama en görünen kıstasların "yaşam tarzlarının kendileri gibi olması", "koşulsuz biat etme" olduğu görülüyor.

İhracatçılardan sonra sıra İstanbul Sanayi Odası başta olmak, üzere büyük odalara geliyor.
Yazının Devamını Oku

En önemli teşvik ekonomik istikrar

21 Ağustos 2008
EKONOMİ yönetimi harıl harıl yeni teşvik sistemi üzerinde çalışıyor. Bu çalışmalarda uzun zamandır, ithalatın, dolayısıyla cari açığın azaltılması için önerilen, büyük teknolojik yatırımlara önemli teşvikler, bölgesel teşvikler gibi unsurların yeraldığı gözleniyor. Önceki gün Referans Gazetesi’nde genel hatları yayımlanan, dün de bazı gazetelerde biraz daha detayları verilen, yılbaşına yetiştirilmeye çalışılan teşvik sisteminde, AB standartlarının da göz önüne alındığı, uluslar arası rekabet kurallarına takılmayacak yani başımıza iş açmayacak teşvik modelleri üzerinde çalışıldığı gözleniyor.

Bence Hükümet ve ekonomi yönetimi, her şeyden önce, "en önemli teşvikin ekonomik istikrar olduğu"nu hatırlamalılar.

Yani ekonomik istikrar olmazsa, Türkiye çalkantılı,geleceği belirsiz bir ülke haline gelirse o zaman neye, hangi bölgeye, ne tür teşvik verirseniz verin, kimse gelip de yatırım yapmaz. Hele hele sermaye açığı olan her ülkede olduğu gibi Türkiye’de de mutlaka yabancı sermayeye ihtiyaç varken, yabancı sermaye böyle bir ülkeye kesinlikle yatırım yapmaz.

Demem o ki; Hükümet ve ekonomi yönetimi, her şeyden önce ekonomik istikrarı nasıl koruyacakları üzerinde kafa yormalılar. Küresel krizin yeniden derinleştiğinin görüldüğü bugünlerde Türkiye’yi de etkileyebilecek ne tür gelişmelerini yaşanabileceğini çok daha titiz incelemeye almak, krizin derinleşmesi halinde hangi tedbirler alındığı takdirde krizden daha az etkilenebileceğimiz üzerinde durmalılar.

Böyle bir dönemde iç talebi artırdıkları zaman enflasyon iyice azarsa, ekonomik istikrara ne kadar olumsuz etki yapar, harcamaları artırmanın yaratacağı mali disiplindeki gevşeme algısının böylesine bir dönemde hangi tür makro gösterge üzerinde nasıl ve ne kadar etki yapacağı üzerinde kafa yormalılar. Değerli YTL’nin sağlanan dengedeki payı, küresel kriz ve kaynak akışının durmasıyla YTL’nin ne kadar değer kaybedebileceği, ne kadar değer kaybederse diğer göstergelere ne kadar etki yapar, bunları düşünüp, buna göre önlem almak zorundalar.

Ölçek ekonomisi

İŞİ gücü bırakıp sadece makro dengelerde yoğunlaşmanın sorunları çözmeye yetmediğini de yaşadığımız pratikte çok yakından gördük. Mikro tedbirlere, yeni bir teşvik sistemine, ülkenin geleceğini hazırlayacak bir stratejiye, makro ekonomik istikrarı koruyarak el atmak, mutlaka gerekiyor.

Teşvik sisteminin 7 ayrı kalem üzerine kurulması öngörülürken, bu kalemler ek SSK prim indirimi, Kurumlar Vergisi indirimi, çalışanların eğitim masraflarının karşılanması, yatırım yeri tahsisi, faiz iadesi, gümrük muafiyeti ve KDV istisnası olarak sıralan ıyor. Bölgesel, sektörel ve büyük yatırımlar için uygulanacak teşvikler için yasa çalışması yapılmayaca ğı ve bakanlar kurulu kararı nın yeterli sayılaca ğı belirtiliyor. Hükümetin hazırladığı bu paketle, petrokimya sektöründe 1 milyar YTL’in üzerindeki, otomotivde ise üst segmente dönük 250 milyon YTL’lik yatırımlar ile LCD televizyon üretiminde 1 milyar YTL’lik girişimlerin büyük yatırım kapsamına alınarak teşvik verileceği söylenmişti.

Bence verilecek teşviklerde mutlaka "ölçek ekonomisi"ne ağırlık verilmesi, mutlaka uluslar arası pazarda şansı olan malların üretimine ağırlık verilmesi gerekiyor.

Aksi takdirde kaynak ve zaman israfına neden olunacak, mevcut teşvik sistemi gibi Türkiye’nn geleceğine katkıda bulunmayan alan ve yatırımlara para dökmüş olacağız.

Örneğin, daha önce teşviklerde yeralmadığı söylenen sıkıntı içindeki tekstil sektörünün de pakete eklendiği söyleniyor. Ancak bu konuda çok dikkatli olunması gerektiği açık.

Makro istikrarı koruyamayanlar, teşviklerle ancak halkın parasını boşa harcamış olurlar.
Yazının Devamını Oku

Ekonomik şartlar zorlaşacaksa bu kararlar alınmamalı

19 Ağustos 2008
DEVLET Bakanı Mehmet Şimşek, dünyanın büyük bir krizle karşı karşıya olduğunu belirterek işadamlarını uyarmış. Şimşek, "Küresel ekonomi çok zor bir dönemden geçiyor. Ben size bütün samimiyetimle söyleyeyim; şartlar zorlaşabilir bu noktadan sonra" demiş

Denizli’de işadamlarına konuşan Devlet Bakanı Şimşek, dünyada "hakikaten" bir yavaşlama bulunduğunu, önemli bir kredi krizi yaşandığını belirterek, "Bunun yansımaları giderek dalga dalga geliyor. Biz, Türkiye’nin bundan en az etkilenmesi için elimizden geleni yapıyoruz" şeklinde konuşmuş.

Büyüyen küresel krize, dalga dalga gelen etkilere karşı önlem alındığını gören var mı?

Bakanın bu sözlerin bakarak ya "birşeyler yapıldı biz göremedik herhalde" diyebiliriz, ya da gerçekten ekonomi yönetiminin elinden gelen sadece bu kadarmış...

Belki tümüyle ekonomi yönetimi demememiz lazım. O zaman diğer bakanlara özellikle ciddi çabalarını gördüğümüz Başbakan Yardımcısı Nazım Ekren’e ve ekonomi bürokratlarına biraz haksızlık etmiş oluyoruz. Ortada bir şey yok ama, diğerlerinde hiç olmazsa çaba var.

Eğer küresel kriz derinleşecekse, etkileri dalga dalga geliyorsa, o zaman zaten gevşemiş enflasyonla mücadeleyi iyice raydan çıkarmamak için, yüksek memur zamlarına, içtalebi artıracak kararlara karşı çıkmak gerekmez miydi?

Eğer kriz derinleşecekse, tarımda destekleme alımlarının her gün yükünü ve miktarını artırmak yerine daha disiplinli bir politika uygulamak gerekmez miydi?

Eğer dalga dalga zaten dış etkiler geliyorsa, Toprak Mahsülleri Ofisi’ne (TMO) yüklü fındık alımı görevi verilmesini, zaten kredi bulmayan TMO’ya ayrıca Hazine’den para verilmesine cidden karşı çıkmak gerekmez miydi?

O zaman bütün bunlar niye yapılıyor?.

Bakan Şimşek’in işsizlik fonunun yatırımlarda kullanılmasını öneren, Ulaştırma Bakanlığı’nın otoyollar için, Enerji Bakanlığı’nın enerji yatırımları için ayrı birer fon kurulmasının yanında olan bir bakan olduğunu biliyoruz...

HAZİNE BAKANLARI
BİZİM bildiğimiz Hazine’den sorumlu devlet bakanları, diğer bakanlıklar özellikle yatırımcı bakanlıklar ek ödenekler isterken, buna karşı çıkan bakanlardır.

Eğer hazineden sorumlu bir bakan tüm bunlara izin veriyor hatta başbakanın yanında bürokratlar karşı çıkarken harcama destekçisi oluyorsa, mali disiplinden sözetmek çok zordur.

maliye bakanları ve hazineden sorumlu bakanlar, müsteşarlar, diğer kamu yöneticilerinin para vermedikleri için illallah dedikleri kişiler olur. Böyle olmalıdır da...

O nedenle geçmişten hatırladığımız başarılı sayılan maliye ve hazine bakanları başbakanlara bile "yok" demeyi göze alabilen, gerektiğinde kamuoyunun tepkilerini göğüsleyecek cesarete sahip olan, yani "kişilikli" politikacılar olmuşlardır...

Özetle, son günlerde normal zamanlarda bil mali disiplinin gevşemesine neden olan kararlar alınıyor. İşin kötüsü, bu kararların devam edeceği anlaşılıyor.

2009 mart ayında yapılacak yerel seçimler ciddi olarak mali disiplin üzerinde baskı oluşturmaya başladı. Bununla birlikte belki de rahat harcama yapabilmek için, hükümetin ciddi bir riski üstlenip, IMF ile ihtiyati stand-by anlaşması yapmayı mart sonrasına yani gelecek yıl ortalarına sarkıtabileceği konuşulmaya başladı.

Hazineden sorumlu devlet bakanları, bir oda başkanı gibi "bölgesel asgari ücret" istemek, enerji projelerinin detayıyla uğraşmak, Ar-ge teşviklerini ekonominin kurtarıcısı olarak göstermek yerine, mali disiplini koruyucu kararlar oluşturmalı, gelen harcama artırıcı taleplere, gerekirse oluşan kararlara bile, çatışma pahasına karşı çıkmalı.

Eğer kriz derinleşecekse, etkiler dalga dalga geliyorsa yapılacaklar bellidir. Böyle yapılmaz.
Yazının Devamını Oku

Memur maaş zammının taşıdığı önem

18 Ağustos 2008
MEMUR maaş zamlarını bizzat Başbakanlar açıkladıkları zaman, bunun altında "hava atacak bir şey bulunduğu" kesindir. Hatta Maliye bakanları açıkladıklarında bile dikkatle izlemek ve altında bir şey aramak gerekir. Bu, hep böyle olmuştur. Yine öyle oldu ve geçtiğimiz gün Başbakan Tayyip Erdoğan memur maaş zammı açıkladı. Doğal olarak açıkladığı zam oranları beklenenin üzerindeki oranlardı. Ancak memur maaşları zaman içinde o kadar eridi ki, memurların bu oranları bile beğeneceklerini sanmıyorum.

Memur maaş zamlarının, toplu sözleşmelerde işçilere verilen zammın, sadece zammı alanlara dönük sonuçları yok, birçok makro gelişme için de gösterge niteliğindeler.

Her şeyden önce de verilen zammın nereden karşılandığı, yani kaynağı önemli. Dana önce zamlar yapılır kaynağı sorulmazdı ama artık politikacılar kaynakla ilgili de sorularla da karşılaşıyorlar ve kamuoyunu özellikle enflasyon adına bu konuda ikna etmek zorundalar.

Başbakan Erdoğan, basın mensuplarının soruları üzerine, bu zammın bütçeye getirdiği yükün 2008 ile ilgili olarak 947 milyon YTL olduğunu, bunlarla ilgili bazı bakanlıklarda döner sermaye havuzlarındaki toplanan paraları tek havuzda topladıklarını söylemiş. Erdoğan, "Yapılan düzenleme ile birlikte bütçeye ek bir yük getirmeden her bakanlığın kendine ait yapmış olduğu ücretlerdeki dengelemeyi artık merkezi bir anlayışla dağıtmayı planladık ve bu şekilde bunu karşılıyoruz’’ demiş.

Hükümetin mahalli idarelere bütçeden ayrılan payı artırmayı önceden biraz daha yüksek tutup, sonradan bir kısıntı yaptığını biliyoruz. Bu farkın oradan mı karşılanması öngörülüyor yoksa her kuruma ilişkin olarak döner sermayelerin bir artısı olduğu söyleniyordu, oradan mı karşılanacak, bunu da bilmiyoruz.

Ne olursa olsun, 947 milyon YTL’lik bir artı para gerektiği ortada. Bir şekilde bunun karşılanması lazım ve eğer yine bütçe dışından bir şeyler ayarlanacaksa bile, sonunda toplam kamu dengesini, daha doğrusu kamu açığını etkileyeceği de açık.

Bunun da daha fazla borçlanma anlamına geldiği unutulmamalı.

Yani faizler yüksek diyenler, faizler yüksek olduğu için kurlar bu kadar aşağıda deyip Merkez Bankası’nı günah keçisi yapanlar, dönüp bu kararlara bakacaklar.

Enflasyonla mücadele

KAMU açığının büyümesinin sonuçta ne tür faturalara yol açtığını artık herkes biliyor. Bununla birlikte "içtalebin körüklenmesi"nin de artık dikkatle izlenmesi gerekiyor. Yani içtalebi artırdığınız zaman, içeride doğan artı talep fiyatların aşırı yükselmesine, dolayısıyla enflasyonun daha da yükselmesine yol açabiliyor.

Bu nedenle Merkez Bankaları bu göstergeyi yakından izliyor. Bu nedenle Merkez Bankası son toplantıda faiz artırım kararı vermezken, içtalebin dengeli seyrettiğini söyleyip, ancak ileride faiz kararları verirken, bunun yakından izleneceğini söyleme gereği duydu.

Başbakan Erdoğan, bir soru üzerine de şunları söylemiş:

"Bizim hükümetimiz, böyle kimsenin hakkı olmadığı halde, para basmak suretiyle memuruna işçisine para verme ahlaksızlığına düşen bir hükümet olmamıştır. Bunu yapamayız. Çünkü bunu ben milletin cebinden çalmak olarak görüyorum. Biliyorsunuz bu devalüasyonları Türkiye çok yaşadı. Öyle rastgele zamlar yapıldı bu ülkede, ama ondan sonra da benim vatandaşımın alım gücü düştü. Az önce ifade edildiği duruma düşeriz. Yani sen zam yapıldı zannedersin, çarşıya pazara gidersin, 3 kilo pirinç alırken bu defa 1,5 kilo pirinç alırsın 2 kilo pirinç alırsın 1 kilo pirinç çalınmıştır. ’Ben zam aldım ama hayret pirinç azaldı’ dersin. Yapılan artışlarla benim vatandaşımın alım gücünün ne kadar arttığını göreceksiniz."

Ne güzel sözler değil mi? Politikacılar bir de söylediklerini yapsalar.
Yazının Devamını Oku

Birkaç ay daha faiz değişmez

16 Ağustos 2008
MERKEZ Bankası Para Politikası Kurulu’nun (PPK) önceki günkü toplantısında faizlerin değiştirilmemesi kararı alındı. Gazetelerin bir bölümü bu haberi "AKP kapatılmadı, faiz artırımına ara verildi" diye duyurdular. Bence de enflasyondaki artış trendi devam ederken alınan Merkez Bankası kararının altında yatan en önemli neden AKP’nin kapatılmamış olması. Başka bir deyişle; siyasi olarak önümüzdeki döneme ilişkin belirsizliklerin azalmış olması. Ancak Merkez Bankası’nın bu kararı duyurduğu PPK açıklamasında böyle bir neden, doğal olarak, yeralmıyordu. ..

Açıklamada, son dönemde açıklanan veriler in iktisadi faaliyetteki yavaşlamanın sürdüğüne işaret et ttiği belirtilerek, "Uluslararası kredi koşullarındaki ve küresel ekonomideki sorunların toplam talebi sınırlamaya devam edeceği, buna karşılık yurt içi belirsizliklerin azalmasının iç talebi destekleyeceği tahmin edilmektedir" denildi.Petrol fiyatlarının varsayımların altında seyretmesi ve emtia fiyatlarının da düşüş eğiliminde olması nın yakın dönemde enflasyonu olumlu etkileyeceği kaydedilerek, "Bu çerçevede, enflasyonun kademeli bir düşüş eğilimine gireceği öngörülmektedir" ifadesine yer verildi. Dolayısıyla Merkez Bankası’nın faizleri artırmak için önemli bir neden görmediğini, bu açıklamadan anlıyoruz.

Merkez Bankası’nın bundan sonrasında ne yapacağına ilişkin ipuçlarına gelinceÖ

Açıklamada, Kurul un, Mayıs ayından itibaren gerçekleştirilen parasal sıkılaştırma sonrasında kısa vadeli faizlerin mevcut seviyesinin enflasyondaki düşüşü desteklediği değerlendirmesine yer verilirken, öte yandan fiyatlama davranışlarına ilişkin risklerin ve küresel belirsizliklerin devam etmesi nin para politikasının temkinli olmasını gerektir diği ve verilere duyarlılığı artırdığı kaydedildi. Buna bağlı olarak da, "Bundan sonraki faiz kararları küresel piyasalardaki gelişmelere, dış talebe, maliye politikası uygulamalarına ve orta vadeli enflasyon görünümünü etkileyen diğer unsurlara bağlı olacaktır" denildi. Enflasyon görünümüne ilişkin açıklanacak her türlü yeni verinin ve haberin, Kurul’un geleceğe yönelik duruşunu değiştirmesine neden olabileceği de, diğer açıklamalarda olduğu gibi önemle vurgulandı.

Kur baskısı artabilir

MERKEZ Bankası’nın açıklamasından anladığımız o ki; çok önemli bir gelişme olmadığı takdirde, Merkez Bankası’nın önümüzdeki birkaç ay faiz artırmaya niyeti yok. Ağustos ayı enflasyon rakamları büyük ihtimalle yine yüksek çıkacak, yıllık enflasyonun yükselmeye devam ettiği görülecek ama yine de Merkez Bankası faiz artırımına gitmeyecek.

Bence durum kötüleşse bile, Merkez Bankası artırım için yılsonunu bekleyecektir..

Merkez Bankası’nın üzerinde büyük bir baskı olduğunu biliyoruz. Bence yaklaşan ihracatçı meclisi seçimleri nedeniyle işaleminden Merkez’e gelecek faiz tepkileri daha da artabilir.

Ancak ihracatçılar her ne kadar "Merkez faizleri çok artırdı, artık indirmesi lazım" deseler de asıl dertlerinin kurlar olduğunu biliyoruz. YTL’nin çok değerli olduğunu herkes görüyor ve eleştiriyor. Ancak bunun asıl nedeni uygulanan ekonomik politikalar ve bu politikaların asıl mimarı da AKP Hükümeti. Buna rağmen ihracatçılar AKP Hükümetine yüklenmek yerine, uzun zamandır, kendileri için daha az tehlikeli yol olarak gördükleri Merkez Bankası’na çatmayı adet edindiler. Bir anlamda Merkez Bankası’nı, "günah keçisi" yaptılar.

Hükümet de bu yolu açtığı için, kendi ne derse desin, Merkez Bankası üzerinde bir baskı hissediliyor ve bu baskı giderek artma eğilimi taşıyor.

Merkez Bankası yönetiminin maalesef giderek bağımsızlıktan uzaklaştığı ve AKP politikal arına uyum çabası gözettiği de bir gerçek.

Umarız artacak baskılar nedeniyle Merkez’in büyük hata yapacağı bir ortama itilmeyiz...
Yazının Devamını Oku