14 Ağustos 2008
DEVLET Bakanı Mehmet Şimşek piyasaların en çok merak ettiği konu olan IMF’yle ihtiyati stand-by anlaşması konusunda sık sık demeçler veriyor. Şimşek, bir yandan gelinen aşama konusunda gizemli konuşmayı tercih ederken öte yandan ise bu hafta başında söyledikleriyle IMF’yle pazarlıkların aslında belli bir aşamaya geldiğini de açık etti.
Öğrendiğimiz kadarıyla, IMF ekonomi yönetimiyle temasa geçerek, ihtiyati stand-by anlaşması yapmak için, hükümetin son dönemde aldığı harcama artırıcı kararları ya geri almasını ya da uygulamada kaldığı takdirde, ek harcama kadar ek telafi edici vergi konulmasını, yani bir o kadar gelir yaratılmasını istemiş.
Son dönemde hükümetin aldığı ek harcama kararları nedir diye baktığımızda, Maliye’nin bütçede revizyon yaptığı son metne göre, GAP yatırımlarının hızlanması için yapılan harcamalar, mahalli idare bütçe paylarının artırılması nedeniyle doğan ek harcamalar, SSK prim indirimi ve kuraklık nedeniyle yapılacak yardımlardan oluşan ek harcamaları görüyoruz.
IMF KARŞI ÇIKMADI
Her şeyden önce şunu şöyleyelim ki; IMF’nin istihdam paketi içinde SSK primlerinin 5 puan düşürülmesine karşı çıkmadığını öğrendik. Zaten son raporlarında bu konunun yer aldığı belirten ekonomi bürokratları, IMF’nin istihdam üzerindeki yüklerin azaltılması çerçevesinde bu indirime karşı çıkmadığını söylediler.
Bu arada IMF’in GAP yatırımlarının hızlandırılması için yapılacak ek harcamalar konusunda da fazla itirazı bulunmadığı söyleniyor.
Böyle söyleniyor ama o zaman Devlet Bakanı Mehmet Şimşek, son TV konuşmasında "GAP gibi Konya projesi gibi projelere kaynak aktarımının hızlandırılmasına karşı çıkarsa IMF’le anlaşmamız çok zor olur" sözünü niye kullandı, bir başka deyişle GAP konusunda medya aracılığı ile IMF’e neden böyle bir mesaj verme ihtiyacı duydu, anlamış değiliz.
Hükümet isterse olur
TÜM bu tartışmalara bakıp, yani IMF’nin önşart sürmesine bakıp, "IMF’nin Hükümetle ihtiyati stand-by anlaşması yapma konusunda zorlayıcı olacağını" söylemek ise pek mümkün değil. Edindiğimiz izlenim o ki; IMF Türkiye ile ihtiyati stand-by anlaşması yapma konusunda epeyce niyetli. Yani bu anlaşmayı yapmak için elinden gelen gayreti gösterecek gibi duruyor.
IMF’nin ileri sürdüğü şartları "normal bir işlem" olarak görmek gerektiğini kaydeden IMF’i iyi bilen bir bankacı, "Bunlar hep olur, öncelik mali disiplinde olduğu için mümkün olduğunca bazı sağlam tutmaya çalışırlar" şeklinde konuştu.
Hükümetin gerçekten niyetli olması halinde, IMF’nin anlaşma için ortak bir noktada buluşmak amacıyla çaba sarfedeceğini görüyorum. Daha doğrusu edindiğim izlenim bu.
Peki bu anlaşma ne zaman sağlanır derseniz, eylül sonu ekim başı gibi olabilir. Çünkü geçmiş yıllara baktığımızda da daha çok bütçe TBMM’ye verilmeden önce, yani ekim ayı başlarında anlaşma için son noktanın koyulduğu görüyoruz.
IMF niyetli ama hükümet böyle bir anlaşmaya gerçekten niyetli mi?
Bence ekonomi bürokratlarına sorduğu takdirde, Başbakan Tayyip Erdoğan IMF’yle ihtiyati stand-by anlaşması yapılması gereğini çok iyi görecektir. Ekonomi bürokratları, özellikle 2009 yılında küresel sıkıntı nedeniyle ihtiyaç duyulan dış kaynağın gelmesinde sıkıntı yaşanabileceği görüşünde. O nedenle IMF’le bağlayıcı bir anlaşma yapıldığı takdirde, önemli bir sıkıntı olmadan, önümüzdeki birkaç yıllık sıkıntılı dönemin atlatılacağını düşünüyorlar.
Peki, Hükümet 2009 Mart ayında yapılacak yerel seçimler nedeniyle işi uzatıp, anlaşmayı önümüzdeki yılın ortalarına sarkıtabilir mi?
Bu bence tehlikeli bir eğilim olur. Çünkü önümüzdeki ayların küresel ekonomide ne getireceği belli değil ve harcamaların böylesine bir belirsizlik döneminde, yüklü miktarda artırılması, ekonomik istikrar konusunda sıkıntı yaratabilir.
Yazının Devamını Oku 
12 Ağustos 2008
ANAYASA Mahkemesi kararının ardından, piyasadaki söylentiler de yön değiştirdi. Karardan önce daha çok, "eğer kapatılırsa neler olabilir" üzerine senaryolar yazılırken, şimdi de "kapanmadı, şimdi ne olacak?" üzerine senaryolar yazılıyor. Yani, senaryo hep var... Şunu peşinen söylemek gerekir ki; AKP’nin kapatılmamasının ardından, Ankara’daki hava çok da toz pembe gözükmüyor. Karar öncesindeki kabus havasının ortadan kalktığını ama bir yandan da, "Mutlaka yeni bir hareket olacaktır, sorun kökünden çözülmüş değil, her an yeni bir şey çıkabilir" tedirginliği olduğunu söylemeliyiz.
Yazılan senaryolar içinde, "AKP’nin yerel seçimlere kadar sesini fazla çıkarmayıp, yerel seçimlerde büyük bir zafer kazanmaya çalışacağı, bu gerçekleştiği zaman çok daha güçlü olarak asıl isteklerini gündeme getirmeye başlayacağı" varsayımı üzerine kurulan senaryoların giderek ağırlık kazanmaya başladığını söyleyebiliriz.
Kısa dönem içerisinde neler olabileceği konuşulurken, en çok AKP Hükümeti’nde revizyon yapılması ihtimali üzerinde duruluyor. Şimdiye kadar radikal söylemleri ve yarattıkları rahatsızlıklarla gündeme gelen bakanlar ile başarısız sayılan bakanların yerine, yeni ılımlı isimlerin kabineye dahil edileceği yönünde bir beklenti oluşmuş durumda.
Liberal AKP yanlısı yazarların özellikle bu revizyon üzerinde durup, böylece AKP Hükümetinin çatışmaya girdiği kesimlere güven vermeye çalışmasını, Başbakan Tayyip Erdoğan’a, ısrarla tavsiye ettiklerini görüyoruz. Hatta bu revizyonun ne zaman yapılması gerektiği konusunda da Başbakan’a öneriler sunuluyor.
Bu havanın AKP milletvekillerini ve mevcut bakanları harekete geçirdiğini görüyoruz.
Gözü bakanlıkta olan milletvekillerinin kendilerini göstermek için çeşitli yollar denedikleri, özellikle de Başbakana etki edecek çevreler nezdinde yoğun çalışmalar yaptıkları söyleniyor.
SÜREKLİ DEMEÇ VERENLER
Örneğin bir kadın milletvekilinin okullara ibadethane açılması yönünde verdiği ancak daha sonra kamuoyunda görülen tepki üzerine geri çektiği yasa taslağının bile, bu amaca dönük olduğu yolunda spekülasyonlar yapılıyor.
Bakanlardan koltuklarını tehlikede görenlerin tavırları da özellikle dikkatle izleniyor.
Başarısız oldukları yönünde kamuoyunda yaygın kanı oluşan bazı bakanların, bir yandan Başbakana etki etmeye çalışırken, öte yandan da "ne kadar başarılı işler yaptıklarını" göstermek amacıyla, sık sık televizyonlara, gazetelere demeçler verdikleri gözleniyor.
Bence bakanlardan bazıları bu çabayı iyice abartmış durumdalar. Sık sık kendilerine yurt içi geziler yaratarak, her gittikleri ilde basın toplantıları yapıp, gazete ve televizyonda yer alma çabasına giren, gezi yapmadıkları zaman da özellikle televizyon temsilcilerini çağırıp röportaj veren bakanlar, bir hayli dikkat çekiyor.
Bu telaşa kapılan bakanların, özellikle AKP’nin tabanından gelmeyip, yurtiçinden ya da dışından devşirilen bakanlar olması da dikkat çekici. Üstüne üstlük bu bakanlar sık sık ziyaret etseler bile, ilgili oldukları kesimlerle yeterince sağlıklı diyaloglar geliştirememiş, bu kesimler tarafından başarısız olarak nitelenen bakanlar.
Elbette kendileri de, ilgili kesimlerin, el altından Başbakan’a kendileri konusunda "başarısız" raporu verdiklerini biliyorlar ve bu nedenle telaş içindeler.
Kabinede gerçekten bir revizyon yapılacak mı, bunu bilen tek kişinin Başbakan Tayyip Erdoğan olduğunu düşünüyoruz. Bununla birlikte revizyon olacaksa ne zaman yapılacağının kararı da yine Başbakan’a ait olacak.
Revizyon beklentisinin büyük ihtimalle, eylül ayı içinde iyice alevleneceği tahmin ediliyor.
Bu süre içinde bazı bakanları ve milletvekillerini izlemek, bir hayli ilginç olacak...
Yazının Devamını Oku 
11 Ağustos 2008
ANAYASA Mahkemesi’nin kararından sonra piyasalar rahat bir nefes aldı. Bu kararı olumlu karşılamalarının en büyük nedeni, belirsizliğin ortadan kalkması, önlerini görebilecekleri bir ortamın yeniden oluşması idi.
Peki, piyasalar şimdi önlerini görebiliyorlar mı?
Elbette karar öncesindeki kadar karanlık değil ama yine de ileriye dönük belirsizlikler var. Piyasalar, AKP’nin karar öncesi yaydığı havanın etkisinde kalarak, eğer kapatma olmazsa, Ağustos ayı sonunda IMF’le oturulup ihtiyati stand-by anlaşması yapılacağına kesin gözüyle bakıyorlardı. O dönem böyle düşünen piyasa oyuncularına şimdi
"IMF’yle anlaşma hemen yapılacak mı" diye sorduğunuzda, aynı kesin yanıtı alamıyorsunuz.
IMF İLE STAND-BYPiyasaların AKP’nin kapatılmamasını istemelerinin en önemli nedenlerinden biri, IMF’yle vakit geçirilmeden ihtiyati stand-by anlaşması yapılacak olmasıydı. Türkiye gibi bir ülkede sürekli olumsuz sürprizler olabileceğini, siyasi iktidarların her an popülizme kayıp, mali disiplinden kopacağını bilen piyasalar, ancak ihtiyati stand-by anlaşmasıyla, yani bağlayıcılığı olan bir anlaşma ile mali disiplinin korunabileceğine inanıyorlar. Yani, çoğunluk iktidarı olsa bile, mutlaka bir
"sopa" ya da "
havuç"a ihtiyaç olduğunu görüyorlar.
EKONOMİDE GEVŞEMEİşte kapatmama kararının hemen ardından işálemi sözcüleri, piyasa oyuncuları,
"artık ekonominin yeniden gündemin baş sırasına oturacağını" söyleyerek, aslında bu isteklerini dile getiriyorlardı. Hükümetin siyasi kriz nedeniyle gevşettiği ekonomik önlemleri gündeme alıp, piyasalara güven verecek, önlerini görmelerini sağlayacak adımlar atmasını bekliyorlardı.
Çünkü küresel ekonomideki krizin hálá bitmediği hatta daha da yaygınlaşma ihtimalinin bulunduğunu, böyle bir ortamda Türkiye’nin artık siyasi sorunlarla vakit geçirmemesi gerektiğini, acil olarak ekonomiye el atma ihtiyacı bulunduğunu görüyorlar.
SEÇİME KADAR BU TAVIR SÜRER |
TÜRKİYE’nin artık vakit kaybetmeden; küresel krizi yeniden tanımlayarak önlemler alması, bunun yanında büyümeyi yeniden yüksek ve kalıcı bir trende sokacak, enflasyonla mücadeleye yeniden hız verecek kapsamlı stratejileri geliştirmesi gerekiyor.
Geliştirilecek bu kapsamlı programın ilk ayağı olarak, en azından küresel krizin etkileri gidene kadar, IMF’yle ihtiyati stand-by anlaşması yapılması, yani piyasaların önlerini görebilecekleri bir ortam yaratılmasının yararlı olacağı da kesin.
Peki, AKP Hükümeti, karar öncesi yaydığı havaya uyup, en geçen önümüzdeki ay IMF’yle ihtiyati stand-by anlaşması yapmak için, hemen masaya oturacak mı?
Bence bu konuda o kadar kesin konuşmamak lazım. Hükümet sözcülerinin karar sonrası yaptığı açıklamalara bakacak olursak, anlaşma için pek de aceleci davranmayacaklar. Bence AKP Hükümeti’nin, 2009 Mart seçimlerine kadar IMFy’le yeni bir bağlayıcı anlaşmaya imza atması bir hayli zor görünüyor. Hükümetin sürekli yeni afları gündeme getirip uyguladığını, sürekli yeni harcama kalemleri yarattığını göz önüne alırsanız, bence niyeti de ortaya çıkıyor.
"
Şimdiye kadar yaptığını yaptı, bundan sonra artık bağlayıcı bir anlaşma yapabilir" diye de düşünülebilir. Ancak unutmayalım ki; 2009 Mart ayında yapılacak yerel seçimler, şu anda karar öncesine kıyasla çok daha önemli hale geldi.
AKP’nin seçimlere kadar yeni toplumsal gerginlik yaratacak adımlardan kaçınmaya çalışıp, her yolu deneyerek yerel seçimlerde yüzde 55-60 oy almaya çalışacağını, bu gerçekleştikten sonra yeniden asıl isteklerini gündeme getirmeye başlayacağını tahmin ediyorum.
Umarım yanılıyorumdur ama eğer yanılmıyorsam, AKP Hükümeti yerel seçimlere kadar piyasaları oyalayıp, IMF’yle bağlayıcı bir anlaşma yapmayacaktır. Hatta ekonomiyi yeniden gündeminin ilk sırasına alıp ciddi kararlar alması da, bu nedenle çok zor görünüyor...
Yazının Devamını Oku 
29 Temmuz 2008
MERKEZ Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz dün bir basın toplantısı ile yeni enflasyon raporunu açıklarken, ardından son Para Politikası Kurulu (PPK) değerlendirme notları ile enflasyonda hedef tutturulamadığı için hazırlanan mektup yayımlandı. Her üç metnin de doğal olarak birbirlerinin benzeri metinler olduğu görülürken, bu açıklamaların ardından piyasalarda, "Merkez Bankası Ağustos ayında faiz artışı yapmayacak" beklentisinin iyice pekiştiğine şahit olduk. Bu açıklamalardan sonra piyasalarda önümüzdeki aylarda faiz artışı olmayacağı, ama yılın sonlarında 2009 yılı enflasyon hedefinin gerçekleştirilmesi için yeni küçük faiz artırımlarının gelebileceği yolunda bir beklenti oluştu.
Bu beklentilerin oluşmasında en önemli etken, Merkez Bankası’nın değerlendirmelerinde tüketim talebindeki yavaşlamanın sürdüğü mevcut konjonktürde, para politikasındaki son üç aydaki sıkılaştırmanın enflasyon beklentilerindeki ve risk primindeki artışı durdurmak amacıyla yapıldığını n vurgulanmasının ardından yapılan, "Parasal sıkılaştırmanın katkısıyla Temmuz ayında enflasyon beklentilerindeki bozulmanın durduğu ve piyasa faizlerinde düşüş gözlendiği" değerlendirmesi. Piyasalar buradan yola çıkarak, "Merkez Bankası’nın mevcut parasal duruşun enflasyon hedefi için yeterli olduğunu düşünüyor" çıkarımında bulunuyor.
Merkez Bankası 2008 yıl sonu enflasyon tahminini 1.3 puan artışla yüzde 10.6’ya çıkardı. 2008 yılında; döviz kurunun enflasyona katkısı 2 puandan 1.2 puana düşürülürken, petrol fiyatları tahmini varil başına 105 dolardan 140 dolara yükseltildi, elektrik fiyatları petrol fiyat tahminindeki revizeye paralel değiştirildi.
Merkez Bankası yeni enflasyon hedeflerinin gıda ve enerji fiyatlarına ilişkin oldukça temkinli varsayımlar altında dahi ulaşılabilir olduğunu söylerken, bir yandan da temkinli duruşun bir süre daha devam ettirileceğini de kaydediyor.
Bütün bu metinlere bakarak, Merkez Bankası yönetiminin daha önce uyguladığı politikalardan memnun olduğunu, şu anda enflasyonun yeni hedeflere ulaşması için daha önce alınan önlemlerin yeterli olduğunu düşündüğünü görüyoruz.
Merkez Bankası yönetiminin, enflasyon konusunda genel olarak iyimser olduğu söylenebilir. Tabi ki ilerideki sürprizlere açık olmak için, "temkinli" olduklarını da söyleyerek.
Bu tahmin de değişir
Merkez Bankası enflasyon tahminini değiştirip, yeni tahminlerinin artık gerçekleşeceğini söylüyor ama bence bu tahminin, örneğin 3 ay sonra aynen korunması çok zor...
Petrol fiyatlarındaki bozulma, gıda fiyatlarının tahminlerin üzerinde artış göstermesi veya enflasyonist beklentilerin tekrar bozulmaya başlaması zaten bildiğimiz, Merkez Bankası yönetiminin de bir ölçüde düşündüğü riskler. Yanı sıra "Özellikle mevcut konjonktürde ekonomimizin dayanıklılığını koruması için mali disiplin ve yapısal reformların devamlılığı kritik önem taşımaktadır. Bu çerçevede, Avrupa Birliği’ne uyum ve yakınsama sürecinin devam etmesi ve programda öngörülen yapısal reformların hayata geçirilmesi konusundaki çabaların sürekliliği önemini korumaktadır" diyerek, Merkez Bankası özellikle erken genel seçim ihtimalini de hesapları içine koyduğunu ima ediyor.
Ancak bununla birlikte düşünmediği veya düşündüyse bile söz etmediği hususlar var. Bunların başında elbette kimsenin bilemediği küresel krizin alacağı yeni şekil var ama bence asıl büyük risk, siyasi gelişmelere ilişkin gerçekleşecek.
Kapatma ve kapatmama halinde fazla değişmeyecek, siyasetteki gerginlik had safhaya ulaşacak ve uzun sürecek bir belirsizlik döneminin bizi bekleme tehlikesi bir hayli büyük.
Buna bağlı önemli risklerden birini de kurlardaki büyük artışlar oluşturabilir.
Merkez Bankası’nın bu riski göz önüne aldığını veya aldıysa bile hesapları içine aldığını düşünmüyorum. Bu nedenle yeni enflasyon tahmininin de değişmesini bekliyorum.
Yazının Devamını Oku 
28 Temmuz 2008
BUGÜNDEN başlayacak önümüzdeki 2-3 hafta, siyasi tarihin belki de en yoğun günlerini yaşayacağız. Bununla birlikte piyasalar açısından da bir o kadar hareketli günler olacak. Piyasaları sadece tarihi nitelik taşıyacak iç siyasi gelişmeler değil, dış piyasalardaki belirsizlikler de etkilemeye devam ediyor ve bu nedenle bol dalgalı bir seyir bekleniyor. Siyasi açıdan o kadar çok senaryo var ki, bu senaryoların bir bölümü gelişmeler oldukça devreden çıkacak ama yeni duruma göre yeni yeni senaryolar da devreye girecek.
Son parti grubu konuşması, ardından Genel Yayın Yönetmenimiz Ertuğrul Özkök’le söyleşi yapması, kamuoyunda "Başbakan kapatma davası başlamadan çark etmeye mi çalışıyor" sorularına neden oldu ama verdiği yanıtlar bence Başbakan’ın, "seçkinci" tanımı nedeniyle bile kamplaşma tavrının sürdüğünü, yaptığı hatalardan da pek pişman olmadığını gösteriyor.
Yani değişen bir şey yok; Başbakan’ın Kasımpaşalılığı devam ediyor....
Başbakan ve ekibi koordineli biçimde, sürekli olarak, her kesime, "Partinin kapatılmayacağını" söylediler ama her şeye hazırlıklı oldukları da biliniyor.
Piyasalar açısından bakacak olursak; piyasalar partinin kapatılmayacağını, parti kapatılsa bile yeniden eski AKP’lilerin oluşturacağı tek parti iktidarının devam edeceğini umuyor ve bu beklentiyi satın almış durumdalar. Bununla birlikte, gelecek hükümetin IMF’le hemen yeni bir ihtiyati stand-by anlaşması yapacağını da satın aldılar.
Aslında bu tablo, piyasaların, en azından AB yetkilileri kadar, AKP yanlısı olmadığını gösteriyor. Piyasalar istikrarı, ekonomik reformların sürmesini, bence siyasilere güvenmedikleri için de, IMF’le yeni stand-by anlaşması yapıp, önlerini görmek istiyorlar.
Piyasalar aslında bu beklentiyi, bu umutları satın almak için çaba gösteriyorlar...
Peki, AKP’nin kapatılması halinde ya da siyasi yasağı olmayan AKP’lilerin bir bütün halinde kalamamaları halinde, yani bir koalisyon hükümeti kurulması halinde durum farklı mı olur?
Bence ekonomik açıdan fazla değişiklik olmaz. Belki birkaç ay bir sıkıntı olur ama sonunda ekonomide kim gelirse gelsin gerekenleri yapmaya devam etmek zorunda kalır.
Piyasa ekonomisi de demokrasi de kurumsallaşacak
ÖZETLE; kim gelirse gelsin, ekonomide mali disiplin yeniden kurulacak, enflasyonla mücadele ve istikrar yeniden gündemin baş sırasına oturacak, gerekli reformlar yapılmaya devam edecek, "piyasa dostu" bir finans politikası uygulanacaktır.
Ekonomide yapılacaklar artık belli. Türkiye’nin, detayları tartışılmakla birlikte, yeni bir ekonomik program ihtiyacı olduğu ve bunun temel kriterleri konusunda hemen hemen bir mutabakat söz konusu. Türkiye’nin mali disiplini sağlayıp, istikrarı kurumsallaştıracak yeni nesil makro reformlara, mikro ölçekte sanayi üretimini canlandıracak projelere ihtiyacı var.
Bunun için çeşitli kamu ve özel sektör kuruluşlarının yaptıkları çalışmalar da ortada.
Bence konuşulanlara ek olarak, yapılması en acil reformlardan biri kamu yönetimi reformu. Mutlaka gelir idaresinin bağımsız kılınması, düzenleme kurumlarının bağımsızlıklarının, kurul üyeleri seçim sistemi dahil olmak üzere, mevcut uygulamalardan ders alınarak, kurumsallaştırılmasına ihtiyaç var. Siyasi müdahale mutlaka önlenmeli.
Şimdi "demokrasi" diyerek baskıcı rejimden yana olan aydınlara ve gazetecilere de bunlarla birlikte "ekonomik liberalizm" dersleri verilip, siyasilerin günlük ekonomi yönetiminde ipleri ellerine alarak nasıl baskı rejimi oluşturdukları örnekleriyle anlatılmalı. Ben daha da ileri gidilip, AB yetkililerine, "özgürlük" söylemi kullanılıp, nasıl özgürlüklerin gasp edildiğinin, bu söylemlere nasıl kanılıp, alet olunduğunun da anlatılması gerektiğine inanıyorum.
Neyse, ne olursa olsun bu kervan yoluna devam edecek. Türkiye’de piyasa ekonomisi kurumsallaşacak, bununla birlikte özgürlükler de demokrasi de gelişecek. Tek sorun zaman...
Yazının Devamını Oku 
26 Temmuz 2008
ERGENEKON iddianamesi ilgili mahkeme tarafından kabul edildi, yani yasal süreç resmen başlamış oldu. Bugünden itibaren iddiaları tefrika biçiminde okumaya başlayacağız. Bununla birlikte pazartesi gününden itibaren de AKP’nin Anayasa Mahkemesi’nde kapatılma davası görüşülmeye başlayacak. Yani zaten senaryo boldu, artık bolluktan geçilmeyecek.
Şurası kesin ki; hangi senaryo gerçek olursa olsun, Türkiye’yi bundan sonra, ne kadar süreceği belli olmayan bir belirsizlik dönemi bekliyor. Bir başka deyişle, yeni yeni çatışmalar, siyasi kavgaların yaşanacağı, hukuk savaşlarının iyice kızışacağı bir döneme giriyoruz.
Sonuç olarak da hangi senaryo gerçek olursa olsun, Türkiye’nin zarar gördüğü, tarafların tümünün, kazanan kim olursa olsun zarar göreceği bir dönem yaşayacağız.
Belki de her ihtimalde erken bir genel seçim de yaşamamız gerekecek.
Artık "bunun uzlaşmayla çözülmesi umudu vardı; yoktu" tartışmasının da bir yana bırakılması gerekiyor çünkü ok yaydan çıktı bir kere...
OKUN YAYDAN ÇIKTIĞI GÜN
Aslında ok yaydan, kimine göre Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olduğu gün, kimine göre türban kararının çıktığı gün, kimine göre de Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın kapatma davası açtığı gün başlamıştı.
Şöyle demek belki daha iyi olacak; o veya bu şekilde yaydan çıkan ok, artık hedefini bulmak üzere yönlenmiş durumda... O hedefin önünde kim olacak, bu belli değil.
Bu sürede siyasete ilişkin hukuki seçeneklere ilişkin o kadar çok senaryo gündeme gelecek ki. Bu sürecin sonunda herhalde bu kadar çok senaryo çıktığına herkes şaşıracak.
Bizi asıl ilgilendiren yönüne gelirsek; yani ekonominin bu süreçten nasıl etkileneceğine gelecek olursak...
Her şeyden önce şunu söylemek gerekir ki; önümüzdeki iki üç hafta senaryo açısından da, haber açısından da çok yoğun olacak ve bu iki dava nedeniyle, piyasalar gel-git’leri yoğun, dalgalı günler yaşayacaklar. Ancak bu süreçte yine dış piyasalardaki gelişmeler de etkili olacak. Her iki unsurun birbirini nasıl dengelediğini yaşayıp göreceğiz.
DİNAMİKLERİ GÖRMÜYORLAR
Bir süredir yerli yabancı iktisatçılar, ekonomik analizleri bırakıp siyasi analizler yapıyorlar. Zaman zaman, Türkiye için analiz yapmaları nedeniyle, zorunlu olarak bu analizleri zaten yaparlardı ama bu dönemdeki kadar yoğun ve karmaşık senaryolar pek ortaya çıkmamıştı.
Yabancılar da bu süreçte Türkiye’ye yönelik siyasi analizler yapıyorlar. O kadar rahat yapıyorlar ki; Türkiye gerçeğini, özel siyasi dinamiklerini yok sayıp, "sanki bir Fransa’da, İngiltere’de böyle bir dava olursa ne olurdu" penceresinden baktıkları anlaşılıyor.
’Gri bir alan yok’ raporu
LEHMAN Brothers tarafından AKP’nin kapatılma davası ile olarak, "Gri bir alan yok" isimli rapor yayınlandı ve bu raporda yine "AKP’nin kapatılmayacağı" tahminine ağırlık verildiği belirtilmiş.
Raporda Anayasa Mahkemesi’nin türban kararının Türkiye için çok önemli olduğu, bu kararın Meclis’in Anayasa’yı değiştirme özgürlüğünü ve AKP tarafından gelecekte yapılabilecek olası benzer atakları engellediği belirtilerek, "Böylece artık parti kapatmaya yönelik gereklilik de azaldı" deniyor. Bu davanın AKP yönünden şok olduğu belirtilerek, "Bize göre türban davası ve partiyi kapatmaya yönelik tehdit, AKP için uyarı oldu. AKP de daha ılımlı davranmaya ve ses tonunu yumuşatmaya başladı" yorumu yapılıyor.
Aslında mantıklı değil mi?... Benim kastettiğim de buydu işte.
Keşke Türkiye’de siyaset Lehman Brothers’in dediği gibi işleseydi, değil mi?
AKP kapatılmazsa, artık ders almış gibi mi davranır, yoksa iyice pervasızlaşır mı?
Sizce hangisi olur, geçmiş deneyimler neyi gösterdi bir hatırlasanıza...
Yazının Devamını Oku 
24 Temmuz 2008
FINDIK alımları bu yıl da sorun olacak. Hiç görevi olmamasına rağmen, AKP Hükümeti’nin fındık alımıyla görevlendirdiği Toprak Mahsulleri Ofisi’nin (TMO) bu yıl fındık alımına hiç niyeti yoktu ama Başbakan talimat verdiği için mecburen yine fındık alacak. Geçtiğimiz iki yılda, siyasi çatışma nedeniyle, mali açıdan zor durumda kalan Fiskobirlik’e yardım etmeyen Hükümet, "oy deposu" olan Karadeniz bölgesindeki siyasi desteğini kaybetmemek için, TMO’yu alımla görevlendirmişti. Bu yıl fındık üretimi yine beklenenin üzerine çıkınca, fiyatlar düşmesin diye, yine TMO fındık almak zorunda kalacak.
Dün Referans’ta yayımlanan haberde, geçen yıl aldığı fındık nedeniyle, şimdiden 87 milyon YTL zararı garantileyen TMO’ya, dolayısıyla da Hazine’ye yine zarar yazılacak bir harcamanın ortaya çıktığı yazıyordu. Orta Vadeli Program ve 2008 yılı programında fındık için yeni bir politika belirleneceği taahhüdüne ve bu yöndeki beklentilere karşın; Başbakan Erdoğan’nın TMO yönetimine, "Fındık alımı için hazırlık yapın" talimatı verdiği bilgisi yer alıyordu.
Bu talimat, Hazine’nin fındık alımı nedeniyle ödemekle yükümlü olacağı görev zararının iki katına çıkması anlamına geliyor.
Fındık alımı, bir süredir Hazine’nin yeni bir açık kapısı olarak, tekrar gündeme gelmeye başladı. 2006 yılına kadar böyle bir sorunu bulunmayan TMO, bu tarihten itibaren yapılan görevlendirmeyle fındık için de müdahale alımı yapmaya başladı. Ancak alınan fındığın satılamaması ve stoklarda birikmesi yüklü zararları da beraberinde getiriyor.
Bu nedenle Hazine’ye zarar olarak yazılacak bu alımların Hükümetin gündeminde olmadığı görülüyordu. Bu yıl için yayımlanan 2008 yılı programı ve program tedbirleri paketinde, "fındık için kamuya yük getirmeyen yeni bir politikanın eylül ayına kadar belirleneceği" belirtildi. Geçtiğimiz günlerde yayımlanan Orta Vadeli Program’da da fındıkla ilgili yeni bir politika izleneceği belirtilirken; Başbakan Yardımcısı Nazım Ekren konuyla ilgili sorulara "kısa bir süre içinde ilgili seçeneklerin değerlendirilerek kesin bir karar alınacağı" yanıtını vermişti.
KRİZ ÖNCESİNE DÖNÜŞ
Programlarda yer almamasına, dolayısıyla bunun için kaynak ayrılmamasına rağmen, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, TMO yönetimine verdiği "Bu sezon da fındık almak için çalışmalara başlayın" talimatı, hiç şüphe yok ki, bir popülizm örneği...
Hacer Boyacıoğlu’nun Referans’taki haberinde, geçtiğimiz günlerde, TMO’nun elindeki 300 bin fındığın 30 bin tonluk bölümünü, aldığı fiyatın oldukça altında, 1.10 YTL bedelle Fiskobirlik’e satma kararı aldığı hatırlatılıyor. Sadece bu satıştan TMO’nun 87 milyon YTL’lik zararı olduğu belirtiliyor. TMO’da kalan fındığın da aynı koşullarda satılması veya elde kalması durumunda Hazine’ye en az 1 milyar YTL’lik görev zararı gelmesi bekleniyor.
Bu yıl da fındık rekoltesinin fazla olduğu, TMO’nun 300-400 bin ton fındık alabileceği belirtiliyor. Bu da, Hazine’nin fındık yükünün ikiye katlanacağı anlamına geliyor.
Bu zararın daha sonra muhasebeleştirilip, 2009 yılı bütçesine harcama kalemi olarak yazılması gerekecek. Ayrıca TMO bu alımlar için kredi almak zorunda kalacağı için, faiz oranlarının daha da yukarı çıkmasına neden olması da cabası...
Özetle; fındık alımı, 2000 yılı yani kriz öncesindeki destekleme alımlarına geri dönüldüğü izlenimini veriyor. O dönemde TMO’ya alımlar için "görev zararı" yazılıyor ama bir türlü ödenmiyordu. Bu nedenle de bürokrasi kendi içinde buna artık "görev zararı" değil, "zarar görevi" demeye başlamıştı. Büyüyen KİT açıkları, TMO gibi kamu kurumlarına verilen krediler nedeniyle kamu bankalarının biriken zararı, krize gittiğimiz yılların çarpıcı özelliklerindendi. Şimdi o yıllara geri dönüş sinyalini almak, "hiç mi ders almadık" kaygısıyla üzüntü veriyor.
Yazının Devamını Oku 
22 Temmuz 2008
TÜRKİYE’nin son dönemdeki yoğun diplomatik hareketleri dikkat çekici. Bu hareketler "Türkiye gücünü gösteriyor" ya da "AKP hükümeti işine devam ediyor" diye lanse ediliyor. O kadar hızlı gelişmeler oluyor ki kimse arka planına dönüp bakmıyor bile. Her şeyden önce şunu söyleyelim ki Türkiye’nin sorunlu dış ilişkilerini artık çözmesi, ayaklarında bu ağırlıklar olmadan yola hızla devam etmesi hep gerekiyordu. Bu nedenle, zamanlaması ya da içeriği tartışılması lazım ama Ermeni sorunu, Kıbrıs sorunu, Irak sorunu konusunda atılan adımların olumlu olduğunu söylemek gerek. Şunu da söylemek gerekir ki şimdi çözülmese de bu sorunlar yakın zamanda çözülecek ve devletin organlarında epeyce bir süredir zaten belirli görüş birliği sağlanmış konular. Kuzey Irak, Ermenistan şimdi alevlense de aslında uzun zamandır pişirilen ve partilere bağlı olmadan belli aşamaya gelen konular.
DIŞARIDAN DESTEK ALMAK
Elbette son noktayı koyacak irade lazımdı, bunu da AKP yapıyor. Bu kısmıyla olumlu ama bu sorunların çözümünün AKP’ye bağlı olduğunu düşünmek de yanıltıcı.
Peki, AKP Hükümeti 6 yıldır yapmadığını niye şimdi yapıyor, iradeyi niye şimdi koyuyor?
Burası da açık; çünkü AKP kapatılma davası nedeniyle dışarının desteğini almak için başta ABD ve AB olmak üzere, içerideki güçler nezdinde etkili olacak tüm dış aktörleri tatmin etmeye çalışıyor. Yani siyaseten sıkıştığı için dışarının isteğini yapmayı hızlandırdı.
AKP bence bu açıdan tehlikeli bir oyun oynuyor. Çünkü oyun planı yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı ve bu girişimleri, 6 yıldır harekete geçmemelerine neden olan, halk nezdindeki desteğini azaltacak girişimlerdir. Ama AKP, şimdi sadece bugünü düşünüyor.
DİPLOMASİ BAŞARISI
Asıl üzerinde durmak istediğim konu ise şu anda "diplomasi başarısı" olarak adlandırılan bazı konuların Türkiye’nin başını ileride belaya sokabilecek kadar tehlikeli girişimler olması. Örneğin İran ve AB arasındaki nükleer kriz konusunda son günlerdeki izlenim "Türkiye’nin adı konmamış bir arabuluculuk yapması" biçiminde algılanıyor. AKP yönetimi de bu izlenimi bilerek ve isteyerek veriyor. Halbuki deneyimli diplomatlar bunun tehlikeli bir oyun olduğu konusunda hem fikir. Yani Türkiye İran ile ABD ihtilafında hiçbir şekilde rol almamakla kendini korumuş oluyordu. Şimdi bir uzlaşma havası varmış gibi görünüp Türkiye işin içine sokuldu. Ya ABD, "diplomasi silahını tümüyle tüketmek" amacıyla bu oyunu oynuyorsa ve İran’ın nükleer güçleri bir şekilde vurulacaksa, o zaman Türkiye’nin bu işin içine girmekle zarar görmeyeceğini kim garanti edebilir? Türkiye eskisi gibi İran ile ABD arasında hiçbirinin yanında olmayıp, mesafesini korusaydı daha iyi olmayacak mıydı?
ENERJİDE ÜLKE MENFAATİ
Bu arada bir proje de, "Türkiye’den İsrail’e, oradan Hindistan’a enerji köprüsü oluşturulması" olarak ortaya atıldı. Bu proje o kadar soru işaretleriyle dolu ki...
Her şeyden önce Samsun-Ceyhan boru hattına Ruslar petrol vermeyiz diyorlardı neden şimdi fikir değiştirdiler. Sakın petrol vermeyi, boru hattının, müttefikleri olan İsrail’e kadar uzatma şartına bağlı olarak kabul etmiş olmasınlar...
O zaman Ceyhan’ın Enerji Merkezi yapılması projesi suya düşmez mi? Türkiye’nin çıkarının Rus petrol ve gazı da dahil, Ceyhan’ın tam bir merkez haline getirilip, Türkiye’yi bir enerji merkezi yapmaktan geçtiği göz ardı mı edildi? Rusya petrolü İsrail’e vermek şartıyla verdiyse Ceyhan tümüyle tehlike girmez mi? Ceyhan yerine İsrail’de mi merkez yapılacak?
İsrail’e boru hatları konusu neden gündemde
RUSLARIN "Çalık’a ait Samsun-Ceyhan’a petrol vermem, devlet sahip olsun veririm" dediğini biliyorduk, şimdi ne oldu? İsrail, Ceyhan’dan sonra kendisine uzanacak boru hattı işini yine Çalık Grubu’na verdiği için mi hükümet razı oldu da ülke menfaatlerini ikinci plana itti?
Niye son dönemde kimse Nabucco’dan, Azeri gazının ülkeye gelmesinden, Türkiye’nin petrol ve doğalgaz arz güvenliğinin ne olacağından söz etmiyor da İsrail işi birden hortladı?
Ceyhan’dan İsrail’e, oradan da ABD ve İsrail’in müttefiki Hindistan’a doğru gidecek petrol, doğalgaz, hatta su hatları neden şimdi birdenbire ısıtılıverdi?
Size de siyaset uğruna, ekonomik dahil tüm menfaatlerimiz elden gidiyor gibi geliyor mu?
Yazının Devamını Oku 