Erdal Sağlam

Bütçede seçim gevşekliği başladı

23 Kasım 2010
2010 yılı bütçesinde, Haziran ayında yapılacak genel seçimlerin etkisini görmeye başladık. Ekim ayı bütçe rakamları, bu yılki iyi gidişatın artık durmaya başladığını gösteriyor. Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in geçen ay yaptığı, “Artan gelirlerin yılsonuna kadar harcamaya dönüşebileceği” yolundaki açıklamasını hatırladığımızda, bu gidişatın yani bozulmanın normal olduğunu söyleyebiliriz.

Bakan Şimşek aynı zamanda, yapılacak seçimlerle kadar harcamaların yüksek olabileceğini, seçimden sonra bütçe disiplininin yeniden sağlanacağını söylemişti.
İşte bu nedenle artık bütçede disiplinin gevşediği bir sürece girdiğimiz ve bu sürecin 2011 Haziran ayı sonuna kadar devam edeceğini söyleyebiliyoruz.

Dün yapılan açıklamaya göre; geçtiğimiz Ekim ayında merkezi yönetim bütçesi 0.4 milyar TL faiz dışı fazla (FDF) verdi. Geçen yılın aynı ayında 2.3 milyar TL olan FDF gerçekleşmesi hatırlandığında, gevşemenin boyutları de kendiliğinden ortaya çıkmış oluyor.

Buna karşılık geçen yıl ekim ayında 1.9 milyar TL tutarındaki özelleştirme geliri ve İşsizlik Sigortası Fonu aktarımlarının, gelirlerin yüksek görünmesini sağladığını hatırlatmak dolayısıyla bu performansa da fazlaca haksızlık etmemek gerektiğini söylemeliyiz.

Dün açıklanan ekim ayı bütçesinden sonra, Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in harcamaların artacağı yolundaki açıklamaları da göz önüne alan piyasa analistleri, artık bütçede bozulma döneminin başlamış olabileceğine işaret etmeye başladılar.

Faiz dışı harcamaların yıllık bazda bakıldığında yüzde 14 gibi yüksek bir hızda arttığı görüldü. Buna karşılık aynı dönemde vergi gelirlerindeki artışın ise yüzde 20 oranında, daha da hızlı yükselmesi, şimdiye kadarki bütçe performansının olumlu seyretmesindeki en önemli etken oldu.

RİSKLER BÜYÜYOR

Piyasa analizlerine baktığınızda orta vadeli program (OVP) hedeflerine göre yılsonuna kadar 67 milyar TL’lik daha toplam harcama yapılarak, yıl sonunda toplam harcamaların 297 milyar TL’de tutulması gerektiği hatırlatılıyor. Aynı şekilde hükümetin yıl sonuna kadar 46 milyar liralık daha gelir elde edip, toplam gelirleri 253 milyar TL’ye çıkarması da gerekecek.

Özellikle gelir hedefinin gerçekleşmesi zor görünürken, Bakan Şimşek’in işaret ettiği harcamaların aşırı artması halinde toplam harcama hedefinde kalınması artık zor görülüyor.

Özetle; bütçe performansındaki bozulmanın artık başladığını söyleyebiliriz. Hükümetin çıkarmayı planladığı büyük af yasasının seçimlere kadar ne kadar artı gelir sağlayacağı tabi ki önemli. Ancak seçimler yaklaştıkça, hele ki Başbakanın daha sonraki siyasi planlarını hayata geçirmek için, epeyce yüksek oy oranları hedeflediği göz önüne alındığında, harcamaların seçimlere kadar, beklentinin ötesinde artması da kaçınılmaz olabilir.

Cari açık ve yüklü sıcak paranın ileriye dönük risk oluşturduğunu zaten biliyoruz. Bunun üzerine bütçe, yani mali disiplin riskinin eklenmesi tabloyu daha da bozacaktır. Bu biriken risklere rağmen mevut küresel konjonktürde yüklü sıcak para girişi devam ettiği takdirde seçimlere kadar bu işin yine de sürdürülebileceği görülüyor.

Piyasanın da bu konuda bir endişesinin bulunmadığını açıkca görüyoruz.

Ancak bütçede görülen sapmalar, bundan sonra aşırı büyüklüklere ulaşırsa, işte o zaman piyasaların tedirgin olmaya başlayacağını söyleyebiliriz.

Piyasalar planlarını seçime kadar, iyi gidişat sürecek diye yapıyorlar.

Seçim sonrası ödenecek fatura ise bence giderek büyüyor.
Yazının Devamını Oku

Asıl sorun İrlanda değil

22 Kasım 2010
YAKLAŞIK 10 günlük uzun bayram tatili bitti, piyasalar açısından yılbaşına kadar sürecek ilginç bir döneme daha giriliyor. Bizde piyasalar kapalıyken küresel piyasaların en çok konuştuğu konu İrlanda’nın durumu idi. Büyük ihtimalle bu hafta içinde de aynı tartışma devam edecek. Aslında olacak belli; İrlanda IMF ile AB destekli bir program yapacak ve buna bağlı olarak uygulamaya sokacağı kemer sıkma önlemleriyle bu dönemi geçiştirmeye çalışacak. Dolayısıyla piyasalar birkaç gün daha İrlanda’nın durumun yakından takip edip, daha sonra yapılacak anlaşma ile rahatlayacaklar.
Son günlerde yoğun olarak gündemde ama İrlanda küresel piyasalar için lokal bir sorun olarak kalacaktır. Daha çok İngiltere gibi yakın ülkeleri etkiler ama küresel piyasaları radikal ölçüde etkilemesi pek beklenmiyor.

Küresel piyasaların asıl uğraştığı konu ABD’nin, Merkez Bankası FED’in uyguladığı politikaların doğru olup olmadığı, bir işe yarayıp yaramayacağı konusu.
ABD içinden de uygulanan politikalar konusunda ciddi itirazlar gelmeye başladı. Daha önce de görüldüğünü, FED’in son parasal genişleme operasyonunun da işe yaramayacağını, ABD ekonomisinin bu yolla düzelemeyeceğini söyleyenlerin sayısı giderek artmaya başladı.

Aslında sadece ABD içinden ya da iktisatçılardan değil, küresel bazda siyasi olarak da ABD’nin son politikasına, haklı olarak, gelen itirazlar artmaya başladı. ABD’nin bastığı paranın ülke içinde kalmaması, tüm dünyaya yayılması nedeniyle, karşılıksız para basmanın maliyetinin, basılan dolarların gittiği ülkelere çıkarılması kaçınılmaz. ABD yönetimi de bunu bildiği için, bu kadar rahat karşılıksız para basma kararı alabiliyor.

Bence önemli risklerden biri; ABD’nin siyasi olarak küresel rolü ve etkinliğinin zayıfladığı bir süreçte, ciddi bir ekonomik dayatmada bulunması. Yani eski yaptırım gücü olmadığı için, karşılıksız para basma operasyonlarının ters tepme ihtimali de bulunuyor.

TEK MEMNUN ÜLKE TÜRKİYE


Çin’in yanısıra Avrupa ülkeleri de yakında ABD’nin bu politikasına karşı isyan bayrağı çekmeye başlarlarsa, sürpriz olmamalı.

ABD’nin bastığı karşılıksız dolarların gittiği gelişmekte olan ülkelere baktığımızda ise “bile bile lades” oyununu bu ülkelerin yönetimlerinin gördükleri açık Herkes kendine göre önlem almaya çalışıyor ama bunların da fazla etki ettiği söylenemez. Geçen hafta sürpriz biçimde Güney Kore’nin faiz artırımına gitmesi, bence gelişmekte olan ülkelerin bu akımdan ne kadar rahatsız olduklarının, karşı durmak için çırpındıklarının kanıtıydı.
Nasıl rahatsız olunmasın; gelen paralar ciddi bir sahte cennet yaratıyor, varlık balonlarını şişiriyor. Gelen para o kadar çok ki; küçük karlar için yatırımlara giriliyor, bir malın değerine bakmadan fiyatlama yapılıyor, sahte cennetler yaratılıyor. Bu yaratılan havanın sahte olduğunu, şişirilen balonların bir gün patlamak zorunda olduğunu, bu ülkeler de görüyor ama fazla bir şey yapamıyorlar.

Brezilya başta olmak üzere, sıcak para girişinin engellenmesi için ülkeler ellerinden geldiğince bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Bir işe yaramayacağını düşündükleri için yapamayanlar ise en azından seslerini yükseltmeye, ABD’nin politikasının yanlışlığını anlatmaya çalışıyorlar.

Herhalde tek itiraz etmeyen, sıcak para girişine de varlık balonlarının şişmesine de ses çıkarmayan, hatta açıkca söylemeseler de, gizli gizli memnun olan tük ülke ise Türkiye...

Nedeni ise açık; haziran ayında yapılacak genel seçimler.

Seçim ekonomisi deniyor ya; işte kimlik değiştirmiş asıl seçim ekonomisi bu. Seçimden sonra ne olacağı umurunda olmadan, yaratılan sahte cennete göz yummak. Ses bile çıkarmamak...

Bence ABD’ye karşı asıl ses çıkarılacak nokta burası; göstermelik konular değil...

Sonradan faturanın halka çıkacağı kesin.. Ama ne gam; seçim var oyların yükselmesi lazım...
Yazının Devamını Oku

Ekonomide adaletin önemi

18 Kasım 2010
DAHA geçenlerde sosyal sorumluluk projeleri ve iş ahlakı üzerinde bir tartışma yaparken, göstermelik sosyal projelerin aslında nasıl bir kandırmaca olduğunu konuşmuştuk. Bununla birlikte artık dünyada da şirket yöneticilerinin başarıları konusunda kriterler arasına, giderek daha fazla “adil”, “vicdanlı”, “şeffaf” vasıflarının girmeye başladığını, yöneticilerin başarısı için sadece kârlılık kriterinin yetmediğini, bu kavramın çeşitlendiğini duymuştum. Yani bir işletmenin yüzü olan yöneticide, insani vasıflar da öne çıkınca o işletme kazanıyor.
Size şu kadarını söyleyeyim; kamuoyunda başarılı bilinen yöneticilerin bir bölümü, kamuoyu tarafından hiç bilinmeyen, özellikle duyulmasını istemedikleri öyle güzel “özel sosyal sorumluluk projeleri” yürütüyorlar ki. Eğitime, sokak çocuklarına, kızlara, yoksul ailelere yüklü yardım yapanlar var. Bunların bir bölümü özellikle isimlerinin saklanmasını istiyorlar.
Sadece büyük paralar kazanın işadamları değil, imrenerek izlediğim, orta halli ama ciddi insani yardım yapan kişiler de var. Bunların çoğu da yaptıkları yardımları, “zekat” gibi dini, ulvi görev tanımlarının ardına saklanmadan, sadece insani bir görev olarak yapıyorlar.
İşte bunun adı vicdan...
Bayram namazı ve ziyareti adı altındaki gösterişli dini politik gösterileri, kurbanla ilgili kampanyaları, hac ziyaretiyle ilgili tanınmış isimlerin ehramlı fotoğraflarını görünce, bazılarını tanıdığım, bu kişiler geldi aklıma... Bu kişilerin bir bölümü, büyük ihtimalle şimdi bayram tatilinden yararlanıp, aileleri ile birlikte yurt dışındalar. Ama kaç kişiye bayram ettirdiler.
Elbette ihtiyacı olanlara devletin, “politik kaygı” gütmeden yardım etmesi, bunun bir hak olarak görülüp yoksulların, afişe edilmeden yararlandırılması gerekir. Aslında keşke buna da gerek olmasa, devlet devletliğini bilip, bu duruma düşen, yoksulluk sınırının altında geliri olan, güvencesiz vatandaş bırakmasa... Ama gerçekler de ortada...
MALİ AF VE VİCDAN
“Vicdan” çok kritik, insan için çok hayati bir iç hesaplaşma. Elbette bunun somut bir ölçüsü, objektif bir kriteri yok. O nedenle de herkesin kendisine kalmış...
Ancak toplum olarak baktığınızda bunu somut hale getirmek için yasalar, kurallar, çeşitli tanımlamalarla bir ölçüde yerine getirmeye çalışabilirsiniz.
Onun için de devletin koyduğu kurallar mümkün olduğunca adil olmalı, herkese eşit biçimde uygulanmalı ve gerekli yaptırımlarla herkesin uyması sağlanmalı.
Hükümetin son çıkarmaya çalıştığı mali afla ilgili yazdıklarım nedeniyle o kadar çok mesaj aldım ki... Daha önce de affa karşı çıktığım için çok sert, hatta küfüre kadar uzanan kızgınlık mesajları, yanısıra olumlayan mesajlar da aldım.
Hükümetin açıklamasından sonra yazdığım son yazıya gelen maillerden biri şöyle diyordu: “Yazılarını birkaç yıldır okuyorum ve sosyal konularda ne kadar insafsız olduğunuzu anlamaya çalışıyorum fakat nafile anlayamıyorum, bu huy veya karakter herhalde”
Bununla birlikte, kendilerinin de af kapsamına alınmasını isteyen, devlete olan her türlü borçlarının, hatta özel borçlarının da affını isteyen o kadar çok kişi var ki...
Bunun karşısında aldığım başka bir mail de aynen şöyle:
“Açıklanan mali afla ilgili olarak söz konusu dönemlerde borcunu hep zamanında ödemiş hiç devletle sorun yaşamamış olanlara bir teşekkür kağıdı verilse de, biz de kendimizi enayi hissetmesek iyi olmaz mıydı?”
İşte tam da bu nedenle karşı çıkıyorum affa... Adalet duygusunu zedelediği, konan kurallara uyduğu için cezalandırılanlara yaşattığı aldatılma duygusu, konan ortak kurallara uyanlara faturanın çıkarılması, bu nedenle ortak kuralları geçersiz kılıp, kaos yaratacağı için.
Herkesin kurallara uymasını isteyip, kendi iş lerine gelmeyince uymak istemeyenler, bunu hatırlatanlara küfredenler, bence kendi vicdanlarıyla tekrar hesaplaşmalı..
Yazının Devamını Oku

‘Seçim Affı’ sigara dışında her şeyi kapsıyor

16 Kasım 2010
SONUNDA beklediğimiz oldu; uzun zamandır konuşulan, üzerinde çalışılan vergi ve SSK prim affının kapsamı süreç uzadığı için, neredeyse tüm kamu alacaklarına genişletildi. Başbakan Yardımcısı Ali Babacan dün bu geniş kapsamlı affı, kendi deyimiyle yeniden yapılandırma düzenlemesini, kamuoyuna açıkladı. Bu affın bayram öncesi, arefe günü açıklanması bile tek başına popülist bir karar alındığının bir kanıtı niteliğinde.
Buna rağmen bu af düzenlemesini, bayram affı yerine “seçim affı” diye nitelemek çok daha yerinde olacaktır sanıyorum. Düşünün bir kere; eğer bir seçim öncesinde olmasak bu düzenleme yapılır mıydı, ya da bu kadar kapsamlı olur muydu? Bence olmazdı...
Yapilan düzenleme matrah artışı, stok affı, su, elektrik, emlak, SSK primleri borçlarının yeniden yapılandırılmasını öngörüyor. Dolayısıyla sadece borcunu ödememiş olan küçük esnaf ya da işadamlarını kapsamıyor, su-elektrik parasını ödemeyen çiftçiyi de, emlak vergisini ödemeyen emekliyi de, trafik borcu olan vatandaşı da kapsamına alıyor. Kapsamın bu kadar geniş olması, çok açık ki; seçime dönük bir popülist yatırım çabasını öne çıkarıyor.
Çıkarılan kapsamlı affı, “küresel ekonomdeki kriz nedeniyle zor durumda kalındı” gibi gerekçelerle süslemeye çalışıyorlar ama herkes biliyor ki; trafik cezasının ya da bakkalın birikmiş borcunun, küresel ekonomiyle filan bir ilgisi bulunmuyor. Bence bu tür kapsamlı aflar için, Tansu Çiller’in “beyaz sayfa açıyoruz” sözleri bile daha samimi bir söylemdi. Başbakan’ın hassas olduğu sigara cezaları dışında herşeye getirilen bu affı ne kadar “küresel ekonomik krize” bağlasanız da, buna ne kadar ”yeniden yapılandırma” demeye çalışsanız da, herkes biliyor ki, bu bir kapsamlı aftır ve seçim nedeniyle çıkarılmıştır.
Bence iktidar milletvekilleri de seçimler için sahaya çıkınca aynen böyle söyleyecekler. 
“Naylon faturacıya af getiren” düzenlemenin, daha önceki aflar sırasında da gündeme geldiğini ama yapılamadığını da hatırlatmak isterim. Yeni af o kadar genişledi ki; naylon faturanın bile bu af kapsamına sokulmasında bir mahzur görülmedi.. 
ESKİ AFLAR OLMASA BUNA DA İHTİYAÇ OLMAZDI
Özellikle Odalar ve Borsalar Birliği ile çeşitli odalardan gelen “affa destek mesajları” dikkat çekici idi. Hükümet bu açık desteğin verilmesini istemiş olabilir ama bu kadarı da fazlaydı...
Affı açıklama görevinin, piyasa ekonomisinin Hükümetteki tek savunucusu konumuna gelen piyasalara o imajı veren Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’a verilmiş olması da, bence ayrıca dikkat çekici bir noktaydı.
Babacan, zevahiri kurtarmak için “Yapacağımız bu çalışma kanunların ya da cezaların yaptırım gücünü zayıflatıcı hüküm taşımamalı. Bundan sonraki uygulamalarda devletin tahsilat kabiliyetini düşürmemeli. (Bir defalık şuradan bir gelir toplayalım da ondan sonra bakarız) böyle bir yaklaşımımız yok” demiş.
Herkes biliyor ki; aynen daha önceki aflar gibi, çıkarılacak bu af da kanunların ve cezaların yaptırım gücünü zayıflatacaktır. Bu görüntüyü kurtarmak için, birara normal vergisini ödeyenlere indirim yapılması önerileri de ortalıkta dolaşmıştı  ama Babacan, vergi açısından bunun şimdi kabul edilemeyeceğini de söylemiş.
Babacan da çok iyi biliyor ki; daha önce çıkarılan bu tür aflar olmasa, zaten şimdi çıkardıkları bu affa da gerek kalmazdı. Şimdi af kapsamına girenlerin içinde, daha önceki afların etkisiyle, “nasıl olsa yine af çıkar” diye vergisini ödemeyenler çoğunlukta.
Bundan sonra da, “nasıl olsa yine af çıkar” diye düşünülecek, bu kaçınılmaz...
Bu affın vergisini zamanında ödeyen kişi sayısını iyice azaltacağını, şimdiden rahatlıkla söyleyebiliriz. 2 yılda 3. vergi affı geliyor, başka ne düşünülebilir ki...
Yazının Devamını Oku

Kurdan sonra azalan kârda da suçlu Merkez Bankası oldu

15 Kasım 2010
MERKEZ Bankası’nın değerlenen TL’de, kur sorununda “günah keçisi” ilan edildiğini zaten biliyorduk. Son dönemdeki tartışmalara baktığımızda özellikle bankaların karlılıkları konusunda da yine Merkez Bankası’nın “günah keçisi” ilan edildiğini görüyoruz.
Böyle dönemleri daha önce de yaşamıştık... İşler sıkıştığında, ekonomide dengesizlikler ortaya çıkmaya başladığında, siyasi otorite günahı kendi üzerine almamak için, topu genellikle Merkez Bankası’na atma yolunu seçer. Eskiden bu kadar göster göstere yapılmazdı, şimdi daha aleni ve pervasız biçimde, Merkez Bankası’na yüklenilmesine göz yumuluyor.
Son günlerde Merkez Bankası’nın aldığı kararlar, bankaların büyük tepkisine neden oldu. Buna karşılık Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) da, durumdan kendine vazife çıkartıp, sanki Merkez Bankası’nın kararlarına karşı çıkıyormuş, bankaların yanındaymış gibi bir hava vermeye çalışıyor, “bize sormuyor” diye şikayet ediyor.
Elbette bu kurumların arasında koordinasyon olması lazım ama Merkez Bankası makro ekonomi için, kendi deyimleriyle “istikrarı koruma” adına bir karar alıyorsa, bunun için BDDK’dan onay alması gerekmez...
Bankalar alınan son kararlara olumsuz etkilenecekleri için karşı çıkıyorlar. Kendilerine “kredi vermiyorsunuz” diye yakınıldığını ama tam kredi vermeye başlamışken bu kez kredinin engellendiğinden yakınıyorlar. Bunun karlarını çok olumsuz etkileyeceğini, karlılıkların azalmasının ekonominin aleyhine olduğunu söylüyorlar. Kendi açılarından haklılar da...
Ama Merkez Bankası yönetimi de haklı sayılır. Çünkü siyasi otorite ekonomiyi tümüyle küresel rüzgarlara bırakmış durumda. Bizim gibi gelişmekte olan ülkeler, hem de cari fazlası olan gelişmekte olan ülkeler ulusal ekonomilerini sıcak paradan korumak için önlem ararken, bizim ekonomi yönetimimiz sadece seyrediyor. G-20’de karar alınacak da, yeniden birlikte davranılacak da, tüm ülkeler gibi bizim ülkemiz de ulusal parasında ve cari açığındaki giderek hızla büyüyen sorunlarını çözecek... Olacak iş mi?

YILMAZ’I MUMLA ARAYACAĞIZ

İşte böylesine umarsız ve edilgen bir siyasi tavır karşısında Merkez Bankası da zevahiri kurtarmaya çalışıyor. Sıcak parayı elindeki imkanlarla nasıl sınırlayacağını, büyüyen cari açığa karşı ne yapabileceğini, dış talep dururken büyüyen iç talebe karşı ne önlem alabileceğini düşünüp, bazı kararları alıp uygulamaya sokuyor.
Son olarak yine munzam karşılıkların artırılması, gecelik park eden yabancı sermayeyi daha uzun vadeye yaymak için yüksek gecelik faiz indirimi de, bu nedenle alınan önlemler...
Bütün bunlar varolan sorunları çözer mi derseniz, bunun olamayacağını, hızla gelen sıcak paraya bu önlemlerin set vuramayacağını biliyor ama bence “bari sinyal olsun” diye, bu tür önlemleri almaya devam ediyor.
Siz Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz’ın hala, “içtaleple ilgili, enflasyonla ilgili sorun yok” demesine bakmayın, açıkca söylemese de, bence Merkez Bankası yönetimi önümüzdeki dönem asıl konusu olan enflasyondaki başarısızlıktan korkuyor.
Peki, Hükümetin yapmadıkları nedeniyle kur için ihracatçıların “günah keçisi” ilan ettiği, şimdi de bankaların “karımızı azaltıyor” diye suçladığı Merkez Bankası yönetiminin hiç mi suçu yok? Bence var.
Her şeyden önce, bağımsız bir merkez bankası yönetiminin bence, saldırıları önlemek için işin gerçeğini, yani Hükümetin önlem almaması nedeniyle kredi talebini azaltmaya giriştiğini, çünkü bunun içtalebi çok körükleyip, enflasyonu olumsuz etkileyeceğini, bunun ekonomide istikrarsızlığa yol açacağını açık açık herkese, bu arada da bankalara anlatması lazım.
Başkan Durmuş Yılmaz’ı bağımsızlık için fazla dik durmuyor diye eleştiriyoruz ama bir de Mayıs’tan sonra bu görev için adı geçen isimlere bakıyoruz da... Özellikle “faize karşı” makale bile yazmış yardımcı Başkan olursa, vay ülkenin, vay bankaların, vay halkın haline...
Yazının Devamını Oku

Yapısal tedbirlerde sorumluluk hükümetin

11 Kasım 2010
BAŞBAKAN Yardımcısı ve Devlet Bakanı Ali Babacan, yapısal reformların tek eksikleri olduğunu belirtirken, bunun sorumluluğunu ise TBMM’yi çalıştırmamakla suçladığı muhalefete atmış... İnsaf!... Bakan Babacan’ın, ekonomik konularla, özellikle teknik meselelerle ilgili son dönemde yaptığı yerinde uyarılardan, haklı değerlendirmelerinden daha geçen yazımızda söz etmiştik. Bu tavrı nedeniyle piyasaların Babacan’a güven duyduğunu, hükümette de ekonomiden bu kadar anlayıp istikrarı savunan başka bir bakan bulunmadığını da söylemeye çalışmıştık...
Aslında daha önce de benzer bir durumla karşılaştık. Demek ki Babacan’ın sadece ekonomik konularda konuşması, işin siyasete döndüğü yerde sözü bırakması gerekiyor. Aksi takdirde, haklı ekonomik uyarı ve değerlendirmeleri de zorlama siyasi yorumlarıyla güme gidecek...
Bakan Babacan ekonomi yazarlarıyla yaptığı sohbet toplantısında dünya ekonomisine, G-20 toplantılarına ilişkin görüşlerini aktarmış. Bu arada ekonomide geri kaldıkları tek hususun yapısal tedbirler olduğunu söylemiş. Bunun en önemli nedenini ekonomiyle ilgili yasaların TBMM’den geçirilememesi olduğunu kaydeden Babacan, “Muhalefet, Türkiye dursun reform yapmasın istiyor. Getirilen yasaları çeşitli yollarla engelliyorlar, Türk Ticaret kanunu, Borçlar kanunu, iş yasası hazır sırada bekliyor. Gelir vergisi kanunu hazır ama sıradakiler var diye sevk etmiyoruz” demiş.
Toplantıda olan yazarlar Babacan’ın bu sözlerine ne dediler bilmiyorum ama gerekçe doğru değil. Ankara’da yakından izlediğim bir süreç ve hükümetin 4 yıldır, hep TBMM kapanmadan önce Türk Ticaret Kanununu gündeme getirdiğine şahit oldum. TÜSİAD, TOBB gibi kuruluşlar devreye sokuldu, bu kuruluşlar muhalefeti dolaştılar ve özellikle Türk Ticaret Kanunu için destek istediler. Muhalefet itirazları olmadığını, hükümetin getirmesi halinde işleri hızlandıracaklarını da söylediler. Ama hükümet doğru zamanda doğru biçimde bu kanunu TBMM’nin gündemine, bilerek getirmedi.
BABACAN MALİ KURALI HATIRLARSA...
Yani Türk Ticaret Kanunu TBMM’den geçirilmediyse bunun tek sorumlusu hükümettir. Borçlar yasası da aynı şekilde. Bu yasalarla ilgili söylenmeyen asıl sorun; özellikle kayıt dışının kayda alınmasını engellemeye çalışan partililer olmasın...
İş yasasına gelince; bununla ilgili zaten hükümette sürekli görüş farklılıkları oluyor ve başta işçi sendikaları olmak üzere, bu düzenlemeye karşı çıkan büyük bir kesim var.
Bakan Babacan, kanun olmadan reform olmaz derken, bu sözlerine örnek olarak “saniyeler içinde işlemlerin yapıldığı bir yerde da valık bir konu üç yılda çözülürse orada finans merkezi olmaz, kanun çıkartıp finansal davalar için özel ihtisas mahkemeleri oluşturacağız” demiş.
Birincisi; istedi yasayı istediği biçimde çıkaran, yasa çıkartacak çoğunluğu fazlasıyla bulunan, bu nedenle muhalefete bile sormadan yasalar çıkaran hükümet, eğer istese idi, muhalefetin de onayı alındığı için, çok kolay biçimde yapısal reform içeren bu yasaları çıkartırdı.
İkincisi; elbette demokrasi gereği çıkacak yasalara TBMM içinden de dışından da muhalefet yapılacaktır. İktidarın görevi, salt çoğunluğu olsa bile, tarafları ikna ederek yasaları çıkartmaktır ki, yasalar uygulamada benimsensin.
Üçüncüsü; burası bir hukuk devleti ve yasalara aykırı işler hukuktan döner. Hükümetin görevi zaten yakınmak değil, bunu düzeltmek için yasa çıkartmaktır.
Babacan, “seçimden sonra bu işler kolaylaşacak” demiş. Bunu söylerken “çoğunluğu alıp, hukuk sistemini de halledince tamam” mı demek istedi bilmiyorum.
Yaşadık gördük; Bu hükümet, IMF gibi bir zorlama olmadan, birilerini rahatsız edecek ama ekonominin geleceğini garantiye alacak yap ısal tedbirleri almak istemiyor...
Babacan, mali kurala muhalefet desteğini de hatırlayıp, bence artık siyasete girmese iyi olur.
Yazının Devamını Oku

Büyüme yüzde 8’i zorluyor

9 Kasım 2010
Dün açıklanan eylül ayına ilişkin sanayi üretim rakamı, beklentilerin altında kaldı ama üretimdeki artış devam ediyor. Öncü veriler sanayi üretiminin ekim ayında da artarak devam ettiğini gösterirken, piyasalar beklentilerin altında kalmasına rağmen eylül ayı sanayi üretim verisinden tedirgin olmadılar. Piyasalar bu gerilemeyi, daha önceki aylardaki yüksek oranlı büyümeler nedeniyle, daha çok bir “düzeltme” olarak görme eğilimindeler. 
Sanayi üretimindeki gelişmeleri değerlendiren piyasa analistleri bu yılki büyüme rakamının yüzde 8’i bulacağı görüşündeler. Daha önceki büyüme tahminlerini hemen hemen tüm analistler yükseltirken, yıl sonunda ulaşılacak büyüme rakamına ilişkin son tahminlerin yüzde 7.8 ile 8 arasında değiştiğini görüyoruz.
Büyümenin yüzde 8’in üzerine çıkmasını da bekleyenler var ama şimdilik bunlar azınlıkta bulunuyor. Ancak büyüme tahminlerinin geçen aylarda hızla yukarı doğru revize edildiğini göz önünde bulunduracak olursak, belki de önümüzdeki aylara ilişkin verilerle yüzde 8’in üzerine çıkma imkanı da olabilir...
Sanayi üretiminin eylül ayında, geçen yılın aynı dönemine göre yaklaşık yüzde 11 oranında artacağı tahmin ediliyordu. Dün açıklanan veriler eylül ayındaki sanayi üretim artışının yüzde 10.4 olduğunu ortaya çıkardı.Ağustos’taki yüzde 10.8’lik artışa kıyasla eylül ayında küçük bir gerileme göze çarpıyor. Takvim ve mevsim etkisinden arındırılmış üretim de bir önceki aya göre yüzde 0.4 oranında gerilemeye işaret ediyor..
Baz etkisine bağlı olarak, enerji haricindeki tüm ana gruplarda üretim artışı üçüncü çeyrekte ikinci çeyreğe göre yavaşladı. Bununla birlikte üçüncü çeyrekte ara ve yatırım malları üretimi sırasıyla yüzde 11.4 ve yüzde 16.8 ile yüksek seyrederken, tüketim malı üretimindeki artış yüzde 6.0 oldu.
Piyasalar geçen hafta yayınlanan ekim ayı endekslerinde görülen toparlanmanın, ekim ayında sanayi üretiminin eylül ayına kıyasla daha iyi olacağını gösterdiğine işaret ediyorlar.
BABACAN FAKTÖRÜ
Bu üretim rakamlarından sonra, Türkiye’nin 2010 yılı büyümesinin yüzde 8, olmadı yüzde 7.8-7.9 oranlarında, gerçekleşeceğine olan inanç iyice arttı. Bu oran, küresel ekonomiye baktığınızda çok büyük bir büyüme oranı olarak öne çıkıyor.
Büyüme rakamı iyi ama bu rakamın altında ciddi riskler biriktiği, sadece içeriye dönük bir büyüme olduğu da ortada. Piyasalar bu biriken risklere, şimdilik sadece göz ucuyla bakıyorlar, ancak bir gün ciddi tehlikeler oluşacağının da farkındalar.
Bence Başbakan Yardımcısı Ali Babacan oluşan riskleri, belki de piyasalardan çok daha gerçekçi biçimde, görüyor. Tabi ki piyasalara biriktiğini gördüğü riskleri, bu kadar açık seçik biçimde anlatmıyor ama son günlerdeki demeçlerinde, ileriye dönük olarak bizi bekleyen tehlikeleri gördüğünün işaretlerini alıyoruz.
İkinci bir dalga krizin gelebileceğini, buna hazırlıklı olmamız gerektiğini söylemesi ilginçti. Piyasalar bunu yeterince anladılar mı, yoksa anlamak işlerine mi gelmedi bilmiyoruz ama siyasi iradenin, ekonomi yönetiminin, BDDK ve SPK gibi bağımsız otoritelerin bence önümüzdeki yıllara dönük bankacılık ve ekonomi üzerinde biriken riskleri, gerekirse piyasalara rağmen, şimdiden belirleyip hazırlıkları başlatmak durumundalar.
Yine Babacan’ın cari açığın ilelebet böyle sürmeyeceğini belirtmesi, sanayi politikasında köklü değişikliğin gerekliliğini belirtmesi, geçen hafta sonunda TÜSİAD ile yapılan toplantıda bu konuyu ciddiye aldığının göstermesi, bence sevindirici gelişmelerdi.
Bu açıklamaları gördükçe, hükümetteki aşırı harcama taraftarı bakanlara karşı direncini duydukça, giderek daha fazla, “Babacan olmasa mevcut hükümetin ekonomi politikalarında ciddi sapmalar olur, ülke ekonomisi tehlikeye girebilirdi” diye düşünüyorum...
Yazının Devamını Oku

Bankalar kara kara 2011’i düşünüyor

8 Kasım 2010
GEÇEN hafta konuştuğum bir banka Genel Müdürü, sektörün 2011 yılına çok büyük stres biriktirdiğini, bankacıların gelecek yıldan tedirgin olduklarını söyledi. Bu yıl sistemin kârının 2009 yılı kadar, belki birkaç milyar TL üstünde olabileceğini yani 22-23 milyar kâr çıkabileceğini belirten Genel Müdür, bunun 4-5 milyar lirasının ise ayrılan kredi karşılıklarının bozulup kâr yazılmasından kaynaklanacağını belirtti. Dolayısıyla bu yıl kârlarda önemli bir artış olmadığının altını çizen aynı bankacı, önümüzdeki yıl ise bu yılki kâr düzeyine ulaşmanın, şimdiden bakıldığında, neredeyse imkansız gibi gözüktüğünü söyledi. Aynı bankacı, şu anda sorun gibi gözükmeyen cari açığın ve sıcak paranın ne zaman patlayacağının belli olmadığının da altını çizdi.
Bir başka banka genel müdürü, işlerin giderek zorlaştığını kaydederken, çok büyük bir rekabet yaşandığını, mevduattaki rekabet nedeniyle faizlerin yükseltildiğini,buna karşılık plasmanda da rekabet olduğunu, kredi oranlarının ise bu rekabet nedeniyle giderek düştüğünü söyledi. Bu bankacı yaşanan rekabetin daha da kızışmasını beklediklerini, kârların bu nedenle giderek azalmasının kaçınılmaz olacağını söyledi.
Durum böyleyken, yani bankacılık sektörü üzerindeki yükler birikirken, otoritenin yani Hükümetin bankacılığa bakışındaki sakatlığın, “Bunlar çok kâr ediyor, her fırsatta yüklenip bir kısmını alalım” anlayışının ise devam ettiği görülüyor. Son olarak KKDF artırımını geriye dönük bankalardan almaya kalkışan, bu nedenle kredi kullananla bankaları karşı karşıya getiren Maliye’nin bu tavrı bile, tek başına otoritenin bankalara bakışını göstermeye yeter.
Bankacılar aynı şekilde, maliyetlerini artıracak şekilde sık sık yapılan düzenlemelerden de, buna karşılık verdikleri hizmetler karşılığı tüketiciden komisyon aldıklarında, yönetimin takındığı tutumdan da çok rahatsızlar.
OTORİTENİN BANKALARA BAKIŞI
Sektörün güvendiği isimlerin başında gelen Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın bile sektörü tam anlamadığını kaydeden bir başka büyük bankanın yöneticisi ise, “bankacılıkta oligopolü önleyeceğiz” söyleminin yanlışlığına değindi. Rekabetin çok yoğun olduğunu, hiçbir zaman oligopol bir eğilim olmadığını kaydeden yetkili, bir de “ölçek ekonomisi” kavramının olduğunun artık anlaşılması gerektiğini, otoritenin mevcut anlayışı ile Türkiye’nin uluslar arası piyasada söz sahibi olabilecek bir banka çıkarmasının hayal olduğunu söyledi.
BDDK Başkanı Tevfik Bilgin’in son Garanti Bankası hisselerinin BBVA’ya satışı sonrası “Muhatap sayısı değişmedi, çok sevindim” dediğini hatırlatan aynı yetkili, bunun çok yanlış bir anlayış olduğuna dikkat çekti. BDDK’nın bankaların sahipleriyle değil yöneticileriyle muhatap olması gerektiğini, bazı çok büyük uluslar arası bankalarda yüzde 5 hisseden fazla pay sahibi bulunmadığını hatırlatarak, geçmişteki banka olaylarında da banka sahiplerinin ortada olmadığını, her şeyin banka yöneticileriyle çözüldüğünü ve tüm ekonominin yararına ne kadar iyi çözüldüğünün son küresel krizle birlikte şimdi görüldüğünü ifade etti. Aynı bankacı, “BDDK daha çağdaş, daha batılı anlamında bir anlayışa sahip olması gerekir” dedi.
Bu arada “Örneğin Doğuş Holding GE’nin payını alıp tümüyle Türk sermayeli olamaz mıydı?” diye sorup, “rahatlıkla olabilirdi” diye yanıtını da veren  aynı bankacının sorduğu şu soru ise bence bankacılığın önündeki söylenmeyen büyük soruna işaret ediyordu:
“En karlı banka olan Garanti Bankası tümüyle Türk sermayeli olabilir, uluslararası rekabete de açılabilirdi ama acaba Türk hissedarlar, otoritenin keyfi tutumundan korktukları için mi, bir yabancı ortağı yeniden ortak olarak alma ihtiyacı duydular?”
Aslında sadece bankalar için değil, tüm özel sektör için; keyfi denetimler, keyfi kararlar, hukukun keyfi kullanımı giderek daha fazla korku unsuru olmuyor mu?
Yazının Devamını Oku