30 Aralık 2010
DÜN bir bankacı arkadaşımla konuşurken, “ekonomide standartlarımızı ne kadar düşürdüğümüz” geldi aklıma... Hep birlikte yaptık bunu... Başbakanın önceki gün partisinin TBMM Grup toplantısında Ziraat Bankası’nın faiz oranlarını yüzde 13’den 10’a düşürdüğünü açıkladığını hatırlatan bankacı, “Hükümet daha birkaç gün önce kredileri sınırlayın diye bankalara talimat vermedi mi? O zaman Başbakanın Ziraat Bankası’nın ne kadar ucuza kredi vereceğini açıklamasını neyle açıklayacağız” dedi...
Bankacı arkadaşıma da bu noktayı, eski bankacı bir arkadaşı hatırlatmış...
Burası önemli, çünkü mevcut bankacıların özellikle ilkesel konularda standartlarını ne kadar düşürdüklerini, eskiden ters gelen noktaları bu süreçte ne kadar kanıksadıklarını gösteriyor. Başka bir deyişle refleksler kayboluyor..
Hatırlıyorum da; daha önce siyasetçiler ya da bürokratlar bankalara dönük olarak “emredici”, “talimat veren tavır”la bir şey söylediklerinde, piyasa ekonomisine ters olduğu düşünülen sınırlamalar geldiğinde, ortalık ayağa kalkardı. Bankacılar açık açık basında bu kararları eleştirirler, bu eleştiriler doğal karşılanırdı. Gazeteler bu çatışma konularını uzun uzun yazar, iktidarlara çatar, bankacılar hiçbir şeyden korkmadan Maliye’yi, SPK’yı, Hazine’yi aldıkları kararlar nedeniyle eleştirmenin ötesinde mahkemelere bile verirlerdi...
Örneğin bundan 10 yıl önce bir Başbakan çıkıp da, hem de artık halka açık olan Halk Bankası’nın faiz oranlarının ne olması gerektiğini söylese, maliyetlerin ve bütçede yazılı sübvansiyon ödemesinin karşılamadığı bir faiz indirimi talimatı verse, ortalık birbirine girerdi. Ama 2010’da bu oldu ve kimse bir şey demedi...
10 yıl önce olsa, “Hisse senedi olanlar, göz göre göre zarar ettiriliyor, azınlık hakları ne oldu?” diye ayağa kalkılırdı...
Şimdi Başbakan çıkıp Ziraat Bankası’nın faizini yüzde 13’den 10’a düşüreceğini açıklıyor ama bunun nasıl ters bir karar ve açıklama olduğu, bırakın tepki göstermeyi, artık kararın tersliği ve ilkesizliği kimsenin aklına bile gelmiyor...
Hem de iki gün önce tüm bankalara “kredileri sınırlayın, kredi faiz oranlarını artırıp talebi kısın” demek için özel toplantılar yapılmışken...
PİYASA EKONOMİSİ
Gelinen bu noktada Başbakan kadar konuyla ilgili bağımsız kurumlar olan Merkez Bankası da, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) da, bankacılar da, basın da, ses çıkarmayan sivil toplum kuruluşları da sorumlu.
Bankacılar piyasa ekonomisine ters gelen kararların her geçen gün arttığını, yeniden “talimat ekonomisi”ne doğru kayışın hızlandığını, eleştiri olmadıkça dozun iyice arttığını, kaderlerinin “iki dudak arası”na kaydığını görmüyorlar mı?
Elbette herkes her şeyi görüyor ama aynen devletçi ekonominin ağırlıkta olduğu dönemlerde olduğu gibi, “Ben adamımı bulup işimi yaptığım sürece ilkesel davranmamın gereği yok, sistemden bana ne” diyorlar, ses çıkarmıyorlar.
Sesini çıkaranların aldıkları cezalar da suskunluklarının gerekçesi oluyor...
Sadece bankacılar değil, koca koca işadamları, profesyoneller, hatta kaybedecek şeyi daha az olan memur ve işçiler ile sendikaları bile “üç maymun”u oynuyor.
İlkeleri, eleştirileri, aykırılığı unutursak, piyasa ekonomisi de kalmayacak ama.
YENİ YIL İÇİN
Türkiye çok büyük sancılar içinde. Bunun elbette yaşanan “kaçınılmaz değişim” ile ilgisi var ancak bununla sınırlı değil. Değişimin sadece “yıkım” olduğunu düşünmeyi bırakıp, vizyon ve “yeniden çağdaş yapılanmayı” hatırlamak gerek.
Umarım; 2011 yılı “yıkım”ın artık bittiği, çocuklarımıza bırakacağımız ülkeyi nasıl kurmamız gerektiğini düşünmeye başlayacağımız bir yıl olur...
Herkese sağlıklı, mutlu yıllar olsun...
Yazının Devamını Oku 
28 Aralık 2010
MERKEZ Bankası’nın aldığı son önlemler ve açıkladığı yeni politikalar, bankacılıkta yaşanan rekabete yeni bir boyut kazandıracak gibi gözüküyor. Ekonomi yönetimi aldığı son kararlar ve verdiği mesajlarla, bankalardan kredi hacimlerindeki artışı sınırlamalarını istedi. Sıcak paradaki hızlı girişten tedirgin olan, önümüzdeki yıl bu girişin daha da hızlanmasından korkan ekonomi yönetimi, sıcak parayı parasal tedbirlerle sınırlamaya dönük bir dizi karar aldı. Bundan da önemlisi; bankalara yeni yılda sıcak para ile kredi hacimlerini artırmamaları için önlem almaya devam edeceğini açıkça belirtti.
Bankacılar, yapılan son zirveden çıkan sonucu “ekonomi yönetimi sıcak para girişini sınırlayacağını, sınırlayamazsa gelen yüklü dövizleri alacağını, bu dövizler karşılığı çıkacak TL’yi de gerekirse çekeceğini, ne olursa olsun ekonomideki aşırı ısınmayı önleyeceğini açıkladı” biçiminde yorumladılar.
İşte bu nedenle bankacılar, her zaman rahat geçirdikleri yılın son haftasını, daha önce yaptıkları 2011 yılı programlarını yeniden oluşturmakla geçiriyorlar.
2010 yılı bankalar için kârlılığın iyi olduğu, yani hemen bütün banka yönetimlerinin başarılı sayılabileceği bir yıl oldu. Bu nedenle de sektördeki rekabet, gizliden gizliye devam etse de, çok fazla gün yüzüne çıkmadı. Bu arada daha önce küresel kriz nedeniyle batık krediler için ayırdıkları yüksek miktardaki karşılıkları, 2010 yılında bu korkuları gerçekleşmediği için çözüp, bunları da kâr olarak yazma imkanları oldu.
Ancak 2011 yılının çok zor geçeceği, banka kârlılıklarının azalacağı artık kesin olduğu gibi, karşılıkları çözüp, kâr ihtiyacını buradan karşılama imkanları da artık yok.
İşte bu nedenle 2011 yılında bankacılık sektöründeki rekabetin kızışması beklenmeli. Zaten daralan kâr imkanlarını herkes kendine çekmeye çalışacak. Son günlerde sektörde konuşulan konuların başında rekabetin hangi noktalarda yoğunlaşacağı geliyor. Bu konuda en başta gözüken rekabet alanı “kaynak” olacak gibi gözüküyor. Daraltılacak kaynaklara erişim için bankaların yarışa girmesi beklenirken, mevduatların yeniden öne çıkması beklenebilir.
YAN YOLLARA SAPILIRSA
Kısacası; yılbaşından itibaren bankalar arasında mevduat yarışının başlaması kaçınılmaz görülüyor. Bankaların bu alandaki rekabetinin yoğunlaşması demek, mevduat faizlerinde artışların başlaması anlamına geliyor.
Bankaların tahvil çıkararak kaynak temin etmeleri, uzun vadeli tahviller için vergi kolaylığı getirileceği açıklandı ama bu yöntemin, kaynak temininde, en azından 2011 yılı için, önemli bir pay alacağını, pek beklememek gerek. İşte o nedenle de mevduat, klasik olarak üzerinde yoğunlaşacak araç olmaya devam edecektir.
Bankaların daralan koşulları kendi lehlerine çevirmek için yeni yollara girmeleri doğal karşılanmalı. Ancak rekabetin artması üzerine, bazı bankaların yan yollara sapmaları da bence dikkatle izlenmesi gereken bir süreç haline geliyor.
İşlerin iyi olduğu dönemde Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) denetim ve gözetim uygulamasında başarılı idi. Ancak şimdi makro dengeleri gözetip, banka ihtiyaçlarını da göz önünde bulunduran çok daha hassa s bir gözetim uygulaması gerekiyor.
Şimdiye kadarki başarısı, böylesine hassas bir dönemde BDDK’nın başarılı olmaya devam edeceğinin, maalesef kanıtı olarak görülemiyor.
Unutulmasın ki; banka kârlılıklarının devam etmesi, ülke ve sektör için çok önemli. Bu nedenle, bankaları “yan yollara sapma zorunluluğunda bırakmayan” bir ortam sağlamak gerekiyor. Aksi takdirde bankaları iyice sıkıştırıp, başka yol bırakmayıp, yan yollara sapma ya zorlamak, ardından da çıkıp, “yan yollara saptın” diye ağır cezalar vermek, sağlıklı ve çağdaş bir denetim ve gözetim anlayışı olamaz...
Yazının Devamını Oku 
27 Aralık 2010
DÜNYADAKİ gelişmeler 2011’in “belirsizliklerin yılı” olacağını gösteriyor. ABD’de bir miktar kıpırdanma gözükse de talebin canlanıp canlanmayacağı, bu kadar bol keseden basılan paranın ne zaman nasıl etki edeceği, bu paranın çekilmesine ne zaman başlanacağı, Avrupa ülkelerinden hangilerinin yeni riskli ülke haline geleceği, uygulanacak sıkı para politikalarının hangi ülkede hangi dozda olacağı, genel bir toparlanmanın başlayıp başlamayacağı, başta Çin olmak üzere küresel üretim gücüne kimin ne katkı yapacağı, petrol başta olmak üzere emtia fiyatlarının izleyeceği seyir, gelişmekte olan ülkelere akan sıcak paranın ne zaman çekileceği gibi sorular, henüz yanıtı net olmayan sorular. Bu sorulara verilecek yanıtlar Türkiye ekonomisinin geleceğini de çok yakından etkileyecek. Bununla birlikte Türkiye’nin bir seçim yılına girmiş olması, bizim için belirsizlikleri daha da artıran bir başka önemli faktör.
2011 yılında Türkiye’nin yüksek dış açığının süreceği kesin. Çünkü hâlâ en önemli pazarımız olan Avrupa’daki kemer sıkma politikaları devam edeceği gibi, Portekiz ve İspanya üzerindeki şüpheler, İtalya, Belçika gibi “şüpheli ekonomi” olmaya aday yeni ülkelerin varlığı, hatta İngiltere, Fransa gibi ekonomilerin yaşadığı sıkıntılar, topyekün bir toparlanmanın güçlüğü, bizim ihracatımızda önemli olumsuzluklar yaratacak.
Yani Türkiye 2011 yılında da, büyümesini içtalebe bağlı olarak gerçekleştirecek. 2010 yılında olduğu gibi doğacak büyük dış ticaret açığı ve cari açığın da yine dışarıdan gelecek para ile karşılanması gerekecek. Bu para da dışarıda yaşanan belirsizlikler nedeniyle, yine çok kısa vadeli, yani sıcak para olacak.
Buna karşılık Merkez Bankası’nın finansal istikrarsızlığın en önemli nedeni olarak gördüğü dış talep ile içtalep arasındaki ayrışmanın 2011 yılında devam etmesi de kaçınılmaz. Çünkü ekonomi yönetimi ne kadar parasal önlem alsa da, en azından Haziran ayındaki seçim sonuçlanana kadar, içtalebi canlı kılacak bir mali politika izleneceği kesin. Yani bankalar üzerinden içtalebin sınırlanmasına çalışılırken, kamu harcamaları kanalıyla içtalebin canlı tutulması gerekiyor ki; Hükümet seçimlerde istediği oy oranlarına kavuşabilsin.
DALGALI SEYİR BEKLENTİSİ
Ancak seçimden sonra, biraz da o zamana kadar bitirilecek bütçe ödeneklerinin boyutlarına bağlı olarak, kemer sıkma önlemlerinin devreye gireceğine kesin gözüyle bakabiliriz. Yani başta akaryakıt ve doğalgaz olmak üzere yapılmayan, bekletilecek KİT zamları, vergi oranlarındaki artışların temmuzdan itibaren yürürlüğe sokulması sürpriz olmamalı. Yine aynı şekilde ikinci yarıda, hala aynı hızda sürecek olursa, sıcak paraya karşı daha sıkı tedbirler de gündeme gelecektir.
Tabi ki bu senaryo, Haziran ayından önce küresel ortamın değişmeyeceği, yaniABD’deki toparlanmanın yavaş seyrini sürdüreceği, dolayısıyla faiz artırımlarının henüz başlamayacağı, Avrupa’da riskli ülke hikayelerine rağmen büyük çöküşlerin yaşanmayacağı, sıcak paranın şimdiki seyrinde, hatta biraz daha fazla biçimde girişini devam ettirme eğiliminde olacağı varsayımına göre geçerli.
Küresel riskler büyüdüğü takdirde, seçimden önce-seçimden sonra ayrımı ve dolayısıyla bunun yaratacağı belirsizlikler daha da artacak, dalgalanmalar büyüyecek demektir.
İzlenecek politikalar doğal olarak içeride, hem yerli hem yabancı paraların durumunu da etkileyecektir. Yani faizlerin ve kurların seyri, bu gelişmelere bağlı olarak dalgalanacaktır. Dolayısıyla bırakın seçimden önce-seçimden sonra ayrımını, bu dönemlerin kendi içlerinde de, piyasalarda iniş-çıkışların yaşanacağı bir yıl olma ihtimali bir hayli yüksek. Aynı şekilde büyüme ve enflasyon için belirlenen hedeflere ulaşılması, faizlerde ileriye dönük tahmin yapılması, yaşanacak küresel ve ulusal istikrarsızlıklar nedeniyle bir hayli zor görünüyor.
Özellikle küçük yatırımcılar için çok dikkatli, ihtiyatlı olunması gereken bir yıla giriyoruz.
Yazının Devamını Oku 
23 Aralık 2010
BAŞBAKAN Yardımcısı Ali Babacan dün banka genel müdürlerini Ankara’da topladı. Bu satırlar yazılırken toplantı hakkında henüz bilgi gelmemişti ama söylenecekler belli. Babacan, yanında bürokratlarla birlikte, banka genel müdürlerine, “Biz politikalarımızı açıkladık, bunlara uyun” diyecek.
Buna karşılık banka genel müdürleri de, kaba bir tanımlama ile, “Peki, söylediklerinize uyacağız” deyip, İstanbul’a geri dönecekler.
Peki, bankaların uyması beklenen resmi politikalar neler?
Ekonomi yönetimi içtalebin daraltılmasını, bunun için kredi hacminin düşmesini, bu yolla da cari açık ve açığın finansmanını sağlayan sıcak para girişinin sınırlanmasını bekliyor. Yine bu amaçla, alınan ve alınacak tedbirlerle, hem mevduatın hem de yabancı sermaye girişlerinin daha uzun vadeye yönlendirilmesi amaçlanıyor.
Kısa vadeli yükümlülükler için belirlenmiş zorunlu karşılıkların kademeli artırımının devam edeceği, önümüzdeki yıl içinde TL cinsi mevduat dışı yükümlülüklerden uygun görülenlerin vadelerinin uzamasını teşvik etmek amacıyla ayrı bir çalışma yapılacağı vurgulanıyor. Açıklanan programda ayrıca, döviz tevdiat hesaplarının ve diğer yabancı para yükümlülüklerinin de vadelerinin uzamasını teşvik etmek amacıyla yabancı para yükümlülükler için uygulanan zorunlu karşılık oranlarının, önümüzdeki dönemde vade dilimlerine göre farklılaştırılması söz konusu olabilecek.
İşte bu kapsamda bankaların, özellikle kredi arzını sıkılaştırıcı ve finansal sistemde vade uzatımını teşvik edici önlemlere destek vermesi gerektiği, bu desteğin, açıklanan politikaların etkinliğini artıracağı belirtiliyor.
Yani bankaların, karşılıklar artmasına rağmen şimdiye kadar artırmadıkları kredi faiz oranlarını artırmaları, uzun vadeli mevduat ve yükümlülüklere kaymaları istenecek.
YÖNETİM İSTEDİ DİYE OLMAZ
İyi de, bu söylendiği kadar kolay mı?
Elbette değil... Bu kadar kaynak toplanmışken, yoğun rakebat ortamı devam ettiği sürece bankaların kredi faiz oranlarını artırıp, pazar payı kaybetmelerine razı olmaları beklenmemeli. Aynı şekilde mevduat sahibinin veya yabancı yatırımcının, “ekonomi yönetimi istedi” diye vadeleri uzatması da sözkonusu olamaz.
Vade uzatımının en önemli dayanağı piyasalara güven vermekle oluşturulabilir. Piyasalara güven verirseniz, işte o zaman mevduat sahibi de yabancı yatırımcı da size parasını daha uzun vadeli yatırabilir. Girişimci de önünü gördüğü takdirde yeni yatırımlara başlayıp, ona göre finansmana girme yoluna gidecektir.
Özetle, banka genel müdürlerine “hadi şunu yapalım” demekle o iş olmaz. Ekonomi yönetimi Merkez Bankası’nın bu politikalarını, siyasi olarak hükümeten destek gelmesi, gerekli önlemleri hükümetin alması gerekir. Ayrıca bunlar alınsa bile özellikle Avrupa ekonomisi bu durumdayken, piyasalara ve bankacılara tam olarak güven verilmesini de beklememek gerek.
GÜVEN İÇİN YENİ BAŞKANIN ÖNEMİ
Banka genel müdürleri “Tabi yapalım” deyip gidecekler ama gerçekten yapabilmeleri için çok daha geniş bir güven ortamına, daha kapsamlı adımlara ihtiyaç bulunuyor.
Bu arada Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz’ın “Yeni Başkan Mart’ta seçilse ve birlikte bir süre çalışsak” talebi de çok önemli. Eski Merkez Bankası başkanlarının hemen hepsi bu tür taleplerde bulunmuşlardı ama olmadı. Umarız bu kez olabilir...
Hükümet bir de “faizsiz bankacılık” makaleleriyle ünlü Başkan Yardımcısını, sırf “Parti istiyor” diye Başkan yapacak olursa, işte o zaman görün “güven”in nasıl yitirileceğini...
Yazının Devamını Oku 
21 Aralık 2010
CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun Kurultay’da yaptığı konuşmada Doğu ve Güneydoğu’da kamu yatırımları yapılacağını söylemesi, Başbakan Tayyip Erdoğan tarafından sert bir tepkiyle karşılandı. Başbakan, bölgede yaptığı konuşmalarda, yapılacak kamu yatırımlarının buradaki halka zarar vereceğini söyledi. Bence Başbakan’ın söylediği pek inandırıcı değil ve bölgedeki taleplerle de denk düşmüyor. Bölgeye giden herkes, buralarda iş imkanı yaratılması için kamu yatırımları talep edildiğini bilir. Ancak şurası açık ki; burada yapılacak kamu yatırımlarının, bölgedeki taleplerin hepsini birden karşılaması mümkün değil. Çok dikkatli bir planlama yapılması gerekiyor.
Küresel ve ulusal ekonominin geldiği bu aşamada, bölgede kamu yatırımları yapılmasına kategorik olarak karşı çıkmak ise hem ekonomik hem sosyal açıdan mümkün değil.
Kaldı ki; mevcut Hükümet de zaten bölgede kamu yatırımı yaptı. Bunun en iyi örneği bölgedeki Et ve Balık Kurumu’na ait tesislerdi. Bilindiği gibi kurumun 8 kombinası özelleştirme kapsamındaydı ve Hükümet bunları özelleştirme kapsamından çıkardı. Son dönemde bu tesislerde ek yatırımlar da yapmaya başladı.
Bunun da ötesinde 8 kombinadan tek satılan Ağrı idi, o da Hükümet tarafından yeniden Et ve Balık Kurumu kapsamına alındı. Yani Hükümet bölgede bir tür kamulaştırma bile yaptı.
Bu kararın temel gerekçesi, bölgedeki işsizlik ve özel sektör yatırımlarının olmaması.
Yani bölgedeki ekonomik ve sosyal sorunların, terör hareketlerinin çözümü amacıyla, elbette tek başına yeterli değil ama bölgede planlı kamu yatırımları yapılabilir. Özel sektörün girmediği alanlarda, emek yoğun yatırımlar yapılarak hem işsizliğin çözümü, hem de özel sektörün ihtiyaç duyacağı nitelikli işgücü yetiştirilmesi için, kamu yatırımları planlanabilir. Elbette geçmişteki gibi, hesapsız kitapsız ve özel sektörün gireceği alanlarda olmamalı.Ayrıca belirli modeller oluşturulup, kamu yatırımları yöneticileri için performans kriterleri konulup, katı esas ve usullerle yolsuzluk ve kayırmalar önlenebilir, verimi öne çıkarıp daha sonra bu yatırımların özel sektörü satışı ya da halka açılması bile planlanabilir.
Yeter ki sistemi iyi kurup, buraları birer arpalık haline getirmeyelim.
KAYNAK MUTLAKA AÇIKLANMALI
Bölgede yapılacak yatırımlar için saptanacak modellerde, bölge insanının katılımı, girişimciliğin yükseltilmesi gibi amaçlara bile yer ver ilip, ek sosyal faydalar sağlanabilir.
Önemli olan unsurlardan biri bölgedeki yatırımların bütçede açık açık yeralması, şeffaf bir süreç izlenmesi ve hesap verilebilirliğinin olmasıdır.
Kılıçdaroğlu’nun bölgede özel sektörü cazip kılacak teşvikler verileceğini, olmadığı takdirde kamu yatırımları yapılacağını söylemesi, bununla birlikte muhalefet partisinin başkanlık yapacağı Kesin Hesap Komisyonu kurulup, tüm kamu harcamalarının detaylı denetleneceğini söylemesi de, bu vaadlerle birlikte göz önüne alınmalı.
Böyle bir model, piyasa ekonomisine ters değildir ve özel sektör tarafından tepkiyle karşılanması da mümkün değildir. Kurallı piyasa ekonomisi, buna izin veriyor.
Ancak burada gözetilmesi gereken temel unsurlardan biri yapılacak harcamaların kaynağı ile birlikte belirtilmesi olmalı. Kılıçdaroğlu’nun “Ben yaparım” demesine karşılık Başbakan’ın “Senin adın karın doyurmaz” demesi, haklı olarak kabul görecektir. CHP tüm vaadlerinin altını doldurmak zorundadır. Zaten sosyal yardım için “sadaka” niteliğindeki yardımları durdurup, bunu “bir hak” olarak, sosyal yardım kapsamına almakla, büyük bir kaynak bulunmuş olacaktır. Kılıçdaroğlu ve ekibinin kaynak konusunda, mali disiplin konusunda hassas olduğunu, bizzat özel konuşmalarımdan biliyorum. Belki seçim öncesi bazı harcamaların azaltılacağını söylemek, siyasi olarak doğru da gelmiyordur, bilmiyorum.
Bildiğim şu ki; CHP inandırıcı olmak için vaadlerle birlikte kaynakları da açıkca belirtmeli.
Yazının Devamını Oku 
20 Aralık 2010
MERKEZ Bankası’nın geçen hafta aldığı radikal önlemler piyasalar tarafından tartışılmaya devam ediyor. Her şeyden önce şunu söylemeliyim ki; bu tedbirler burada kaldığı sürece, Merkez Bankası’nın amaçladığı sıcak para girişinin sınırlanması pek beklenmemeli.
O nedenle Garanti Bankası Genel Müdürü Ergun Özen bir yandan munzam karşılık artırımının ek maliyetinin marjinal olduğunu, dolayısıyla kredi faizlerine yansımayacağını söylerken öte yandan ise “Merkez kararlı, sonuç alamazsa daha sert tedbirlere girişebilir” diye bankaları uyarma ihtiyacı duymuş.
Gerçekten de Merkez Bankası ve ardından Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK)’nun tedbirleri, bu haliyle ne kredi hacminde, ne talepte bir gerilemeye yol açar, ne de sıcak para girişini yavaşlatabilir.
Bir süredir Merkez Bankası’nın bu kararlarında haklı olup olmadığı tartışılıyor.
Şurası açık ki; Merkez Bankası sıcak para girişinin ulaştığı hacimden, iç talepteki artıştan ve cari açıktan, çok ciddi biçimde tedirgin olmaya başlamış bulunuyor. Bu nedenle de, ilk bakışta birbiriyle çelişir gibi gözüken bu kararları, birlikte alma ihtiyacı duydu.
“Merkez Bankası’nın yapacağı başka bir şey var mıydı” diye sorduğumda eski Merkez Bankası yöneticileri de bu alınan kararların doğru kararlar olduğunu, yönetimin alabileceği tedbir seçenekleri içinde doğru tercih yaptığını söylüyorlar. Bununla birlikte kararların “Merkez’in gelinen aşamadan son derece tedirgin olduğunun bir kanıtı” olduğu görüşündeler.
Peki, Merkez Bankası’nın aldığı bu kararlar amaca hizmet eder mi, sonuç alınabilir mi diye sorduğumda ise o kadar emin konuşamıyorlar. Daha doğrusu Merkez Bankası’nn bu kararlarının yetmeyeceği konusunda hemen hepsi hemfikir. Bunun yanında Merkez Bankası’nın munzam karşılık artırımı gibi kararlarının devam edebileceğini, elinden geldiğince içtalebi, kredi talebini ve sıcak parayı kısma niyetinde olduğunu söylüyorlar.
HÜKÜMET DESTEĞİ OLMAZSA OLMAZ
“Peki, Hükümet destek vermediğinde bu tedbirler sonuç verir mi?” diye sorduğumuzda ise eski yöneticiler de tek başına Merkez Bankası tedbirlerinin sonuç veremeyeceğini, siyasi desteğin şart olduğunu kabul ediyorlar.
Bunları konuşurken, 1980’lerin ortasındaki imzalanan meşhur “Merkez Bankası- Hazine protokolü” geldi aklıma. Rahmetli Turgut Özal’ın Başbakanlığıydı, bürokratlar çok uyarıyor ama Özal bir türlü mali disiplini kabul etmiyor, karşılıksız para basımı anlamına gelen kısa vadeli avans kullanımı devam ediyordu. Bunun üzerine Hazine’nin Merkez Bankası’ndan kullandığı kısa vadeli avansı sınırlama amacı taşıyan, ortak bir protokol imzalandı. O dönem bürokratlar “siyasiler yapmazsa biz mali disiplini sağlarız” deyip bu yolla Hükümeti zorlayacaklarını düşünüyorlardı. Döneme göre büyük bir karardı. Ama protokol maalesef çok az süre yürürlükte kaldı, çünkü Hükümet harcamayı kısmayı kabul etmedi dolayısıyla Maliye ödenek yazmaya devam etti. Sonunda da Hazine kamu harcamalarının karşılanması için kısa vadeli avansı kullanmaya devam etti, protokol bozuldu.
Demem o ki; Merkez Bankası ya da BDDK ne kadar önlem alırsa alsın, eğer siyasi irade, yani Hükümet aynı yönde adım atmıyor, karar almıyorsa başarılı olması çok zor.
O nedenle de Merkez Bankası’nın aldığı kararlar, mevcut konjonktüre göre alınması gereken, amaca dönük kararlar olabilir. Ancak Hükümetin seçim öncesinde, hiçbir adım atmaya yanaşmadığını unutmayalım. Hatta Hükümet, dönüp de alınan bu kararların bazılarından geri dönüş isterse şaşırmayalım. Böyle bir dönemde, seçime giderken kamu harcamaları artırılmış talep canlandırılmışken, Merkez Bankası’nın kredi hacmini, iç talebi, sıcak para girişini tek başına önlemesinin imkanı var mı, sizce?
Özetle; Merkez Bankası haklı kararlar aldı ama Hükümet desteklemezse sonuç alınamaz. Sonuç alamazsa, Merkez Bankası kendi kredibilitesini de tehlikeye atmış demektir.
Yazının Devamını Oku 
16 Aralık 2010
BENZİN fiyatları 4 liranın üzerine çıkınca, belli ki Başbakan Tayyip Erdoğan kızdı, bunun üzerine ilgililer ciddi bir telaş içine girdiler. Bu telaş yüzünden olsa gerek, bakanlardan ve yetkililerden, tüketiciyle dalga geçer gibi açıklamalar geliyor. Daha da komiği, benzin fiyatları birkaç kuruş düşürülerek, 4 liranın altına indirildi. Belli ki 4 lira “psikolojik sınır” olarak görüldü ve birkaç kuruş da olsa düşürünce bu olumsuz psikolojinin kırılacağını düşündüler. Aynen, 100 lira yerine etiketlere 99.95 lira yazan satıcılar gibi...
Aslında o bakanlara, bürokratlara da kızmamak lazım, mutlaka Başbakan’ın önüne fiyatın üçte ikisini oluşturan vergi yükünü de koymuşlardır, buna Başbakan karar vermiştir. Aksi takdirde her fiyat yükseltildiğinde olduğu gibi, Enerji Bakanı çıkıp da dağıtıcı ve rafinerilerin fiyat indirmesi gerektiğini açıklamaz, koskoca Maliye Bakanı çıkıp “araştırdık, rafineri fiyatları pahalıymış” demezdi...
Demezdi, çünkü herkes gibi onlar da biliyor ki; benzin fiyatlarının düşmesi isteniyorsa, gerçekten tüketici düşünülüyorsa, vergi oranlarında indirim yapmak lazım. Aksi takdirde rafineri çıkışından, bayiden ne kadar keserseniz kesin ancak kuruşluk indirimler olabilir.
Nasıl daha önce dünya fiyatları yükseldiğinde aynen bunu tüketiciye yansıtıp, dünya fiyatları düştüğünde vergiyi artırarak indirimi aynen tüketiciye yansıtmadılarsa, şimdi de vergiyi düşürebilirler. Ama bilerek bunu yapmayıp, kuruşlarla oynuyorlar.
Halbuki Türkiye, akaryakıt fiyatları üzerinde en fazla vergi yükü olan ülke. Maliye Bakanlığı’nın kendi verilerinde bile zaten bu açıkca yer alıyor.
Bu rekor vergi nedeniyle de Türkiye’deki benzin fiyatları, resmi verilerin de ortaya koyduğu gibi; en pahalı benzin...
Sanki vergi gerçeği ortada yokmuş gibi her fiyat arttığında bunu rafineri çıkış fiyatına, bayi kârına bağlamak artık inandırıcılığını yitirdi. Hem seçim öncesi fiyatlar şişti diye korkacaksınız, hem de rekor vergi yükü ortaya çıkmasına rağmen, vergiyi indirmeyip, aradaki kuruşlarla uğraşacak, bir de yatırımcıyı mağdur edeceksiniz... Olacak iş değil...
BAŞÇI’NIN KONUŞMASI ÖNCEDEN BELLİYMİŞ
Bugün Merkez Bankası Para Politikası Kurulu (PPK) toplantısı gerçekleşecek ve büyük ihtimalle Merkez Bankası, politika faiz oranlarını indirecek.
Geçen yazımızda daha önce sinyalleri verilen bu kararların piyasa tarafından algılanmaması üzerine, hafta sonunda Merkez Bankası Başkan Yardımcısı Erdem Başçı’nın bir toplantı düzenleyip, bu mesajları açık açık verdiğini yazmıştık. Zaten bu mesaj verildikten sonra piyasalar buna göre kendisine yeni yön belirledi.
Başçı’nın alelacele Türkiye Ekonomi Kurumu’nda konuşma ayarladığını söylediğimiz için itiraz geldi. Kurumun Başkanı Prof. Ercan Uygur, bizzat arayarak, kurum ve kişi olarak da böyle bir ayarlamanın içinde olmayacaklarını söyledi. Saygı duyduğum bir iktisatçı ve saygı duyduğum bir kurum olan Türkiye Ekonomi Kurumu mensuplarını, hiç kastım olmadığı halde, üzdüğümü gördüm, özür diliyorum.
Tabi ki, Merkez Bankası Başkan Yardımcısı Erdem Başçı’dan da...
Meğerse, biz duymamış olsak da, Başçı bu konuşmayı, kurumun birkaç ay önceden belirlediği hafta sonundaki bir panelinde yapmış. Kurumun 81. kuruluş yıldönümü kapsamında Ercan Hoca’nın Başkanlık ettiği “Sermaye Hareketleri ve Döviz Kuru Politikaları” isimli panelde Başçı’nın yanı sıra, Asaf Savaş Akat, Turalay Kenç, Erinç Yeldan panelist olarak, Gülten Kazgan ve Halil Seyidoğlu tartışmacı olarak yeralmış. Basına kapalı bu toplantıdan sonra Başçı internet sitesine koyunca, kamuoyu duymuş...
Yazının Devamını Oku 
14 Aralık 2010
MERKEZ Bankası bu hafta yapılacak Para Politikası Kurulu (PPK) toplantısında öyle anlaşılıyor ki; politika faizlerinde indirim kararı alacak. Bununla birlikte Merkez Bankası’nın yine bankalardaki mevduatlar karşılığında tutulan munzam karşılık oranlarını artırması bekleniyor. Peki, Merkez Bankası böyle bir dönemde, birbiriyle çelişir gözüken bu kararları niçin alıyor?
Merkez Bankası Başkan Yardımcısı Erdem Başçı geçen hafta sonunda Türkiye Ekonomi Kurumu’nda bir toplantı yaptı. Sonradan anlıyoruz ki; PPK toplantısı öncesi böyle bir toplantı alelacele ayarlanmış. Amaç ise bu mesajların toplantı öncesinde piyasalara açık açık verilmesi imiş. Çünkü geçen ayki PPK toplantısı sonrası yapılan açıklamada bu kararların ipuçları vardı ama piyasalar bunu iyi anlamadı. O nedenle de satın almadılar. İşte Merkez Bankası yönetimi böyle bir kararın alındığında şok etkisi yaratmaması, yani piyasaları önceden hazırlamak için bu yola gidip, bir toplantı ayarlayıp, bu açıklamayı yapmış.
Faiz indirimi yapmaktaki amaç bir türlü durmayan sıcak para akışını, getiriyi azaltarak caydırıcı hale getirmekmiş. Bu durum diğer yandan iç talebi etkileyeceği için de munzam karşılık oranlarının artırılması yoluna gidilecekmiş.
Bankacılar, Merkez Bankası’nın artık sıcak para, kredi talebi, içtalep gibi çok sayıda parametreyi birden hedeflediğini söylüyorlar. Bu kararların başka bir açıdan yorumu da bu.
Ben yıllarca hem gelişmiş ülke Merkez Bankası yöneticilerinden hem de bizim Merkez Bankası yöneticilerinden, “Merkez Bankası’nın asıl hedefinin enflasyonla mücadele olduğunu” duydum. Bunun yanı sıra, “Merkez şuraya da baksın, bunu da ayarlasın” diye gelen eleştirilere de çağdaş Merkez Bankalarının yöneticileri, “Birden çok parametre hedeflenemez. Merkez Bankası hakim olabileceği alana odaklanır ve bu da enflasyonla mücadeledir” derlerdi.
EKONOMİYİ TÜMÜYLE YÖNETMEK
Özetle; şimdi Merkez bankamız birden çok parametreyi birden kendisine hedef olarak almış durumda. “ABD Merkez Bankası FED de aynı şeyi yapıyor” diyenler çıkacaktır ama bunu demeleri haklı oldukları anlamına gelmiyor.
Merkez bankası bu kadar çok amaca yönelip de hepsinde birden başarılı olabilir mi derseniz, bence çok zor.
Bu arada Merkez Bankası’nın temel görevi olan enflasyonla mücadeleyi unuttuğunu da söylememiz gerek. Hiç enflasyon sözü duyuyor musunuz? Böylesine bir küresel ortamda enflasyonu yüzde 2-3’e indirmeyen ülke kalmadı biz hala bu ortamda yüzde 8.5’luk enflasyonu başarı olarak görüyoruz.
Bunun da ötesinde Merkez Bankalarının görevi ekonominin tümünü yönetmek değil ki; bu kadar çok parametreyi birden hedefleyip başarılı olabilsin.
Bir başka deyişle; Merkez Bankası Hükümetin hiçbir şey yapmadığı yerde sıcak paraya, iç talebe karşı kendisi önlem alma yolunu seçti. Bu sorunlarla asıl uğraşması gereken Hükümettir ama Merkez Bankası üstlendi.
Bence Merkez Bankası’nın bundan önce yapması gereken şey; hükümeti bu sorunların çözümü için önlem almaya çağırmak olmalıydı.
Şimdiye kadar “AB ile yakınlaşma sürecinin önemi” ve “yapısal tedbirlerin önemi” gibi muğlak sözlerin dışında, Merkez Bankası’nın hükümete, almadığı kararlar için, açık açık eleştiri getirdiğini gördünüz mü?
Yönetimde tek adam uygulamasının ekonomiye bir başka etkisi de işte bu.
Yazının Devamını Oku 