15 Mart 2011
JAPONYA’da yaşanan deprem ve tsunami felaketinin bu haftadan itibaren küresel ekonomiyi etkilemesi bekleniyordu. Beklentiler bir ölçüde gerçekleşmeye başladı. Piyasa uzmanları şu anda küresel ekonomiye olan etkinin daha çok sigorta şirketleri kanalıyla geldiğini söylüyorlar. Japonya’daki sigorta şirketlerinin, riskleri Avrupa ve ABD’de dağıtıp, reasüre ettiklerini hatırlatan piyasa uzmanları, bu nedenle gelişmiş ülkelerde hisse senedi borsalarının düştüğü, düşüşün daha çok sigorta şirketlerinden kaynaklandığı belirtiliyor.
Japonya felaketinin küresel ekonomiye etkisinin bununla sınırlı kalmayacağı da açık. Felaketin faturasının netleşmesinin zaman alacağı, bu arada nükleer riskin ne şekilde hayata geçeceğinin görüleceğini kaydeden uzmanlar, net faturanın ortaya çıkmasıyla, ekonomiye asıl etkinin zaman alabileceğini kaydediyorlar.
Japonya felaketinin olumsuz etkilerinin yanında, petrol başta olmak üzere emtia fiyatlarında ise olumlu etki görüldü. Emtia fiyatlarının düştüğü, petrol fiyatlarının Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da ortaya çıkan siyasi çatışmalardan sonra ilk kez geçen hafta sonunda indiği göze çarpıyor.
Bunun nedeni Japonya’daki felaketin tüm küresel üretim düzeyini düşüreceği beklentisi. Yani talepte bir daralma yaşanacağı tahmin ediliyor.
Bu arada felaketin bir etkisi de nükleer santralların güvenliğinin sorgulanması olarak görülmeye başladı. Japonya’daki sorun çıkan santralın eski, ömrü daha sonra uzatılan bir nükleer santral olduğu, yeni geliştirilen modellerin daha dayanıklı olduğu söyleniyor ama ister istemez nükleer santralların güvenliklerinin sorgulanmasına da neden oluyor.
Son dönemde yeniden nükleer santral üretimine ağırlık veren Almanya’nın mevcut nükleer santral planını ve güvenlik standartlarını gözden geçirme kararı alması, konunun önümüzdeki dönem yoğun olarak tartışılacağının işareti gibi.
PİYASA KAYBETTİĞİNİ GERİ ALIYOR
Küresel ekonomideki bu olumsuz seyre karşılık, iç piyasada geçen hafta başlayan olumlu trendin devam ettiği görülüyor. Diğer gelişmekte olan ülkelere kıyasla baktığımızda da, yeni olumlu bir ayrışma göze çarpıyor.
Piyasa uzmanları, Türkiye’nin Japonya felaketinden küresel ekonominin etkilendiği kadar etkilenmediğine dikkat çekiyorlar. Bunun asıl nedenini ise “geçtiğimiz dönemde, diğer gelişmekte olan ülkelere kıyasla olumsuz ayrışan Türkiye piyasalarının, bu kaybı geri alması” olarak tahmin ediyorlar.
Özellikle banka hisselerine yeniden alım geldiğini, hisse senedi piyasalarındaki artışta bunun etkili olduğu görülüyor. Piyasa uzmanları, Merkez Bankası’nın aldığı, bankalara ek yük getiren kararların artık sona erdiğinin tahmin edildiğini, banka hisselerine yeniden talep gelmesinin en önemli nedeninin bu olabileceğini belirtiyorlar. Yanısıra bir ara Rekabet Kurumu’nun bankalara keseceği cezalara ilişkin haberlerin de banka hisselerinde satışa neden olduğu, şimdi kesilen cezanın düşük kalmasıyla bu tedirginliğin de bittiği kaydediliyor.
Dolayısıyla, biriken risklerin Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki siyasi çatışmalarla tetiklendiği Türkiye’nin olumsuz ayrışması sona ermiş, son haftada piyasalar yeniden artışa geçmiş gözüküyor.
Bu arada nükleer santral işine daha yeni girecek olan Türkiye’yi bu konudaki son tartışmaların epey etkileyeceği anlaşılıyor. Hükümet yetkililerinin “yapılacak Japon santrala son nesil olacak, tehlike yok” demek yerine Almanya’daki gibi “nükleer santralde güvenlik standartlarının yeniden gözden geçirilip, riski sıfırlayacak santrallere izin verileceğini” söylemeleri, bence çok daha inandırıcı olacaktır.
Yazının Devamını Oku 
14 Mart 2011
YAŞADIĞI kriz sonrası kendine gelmeye çalışan küresel ekonomi, bu kez çok önemli bir aktörü olan Japonya’daki felaketle, sert bir biçimde irkildi. Yaşanan felaketten sonra, hafta sonunda oluşan nükleer riski tartıştık ancak felaketin toplam faturası henüz konuşulmaya başlamadı. İşte önümüzdeki hafta felaketin ardından ortaya çıkan tablonun biraz daha netleşmeye başlaması, bu nedenle de küresel ekonomide Japonya’nın konuşulacağı bir hafta olması bekleniyor.
Piyasa uzmanları geçen hafta piyasalara Japonya felaketinin fazla yansımadığını, hemen hemen tek büyük etkisinin emtia fiyatlarındaki düşüş olduğunu, ancak hafta başından itibaren küresel ekonomideki asıl etkinin görülmeye başlayacağını söylüyorlar.
Japonya’nın geçen yılki ekonomik daralma oranı yüzde 1.1’den 1.3’e revize edilirken, yeni yılın ilk verileri canlanmaya işaret ediyordu. Yıllık üretici enflasyonu Şubat’ta beklentilerin altında yüzde 1.7 olarak gerçekleşirken, makine siparişlerinin Ocak’ta bir önceki aya göre beklentilerin üzerinde yüzde 4.2 oranında artması, sanayi üretiminde son aylardaki yavaşlamanın geçici olabileceği şeklinde yorumlanmıştı.
Yani toparlanmaya başlayan Japonya ekonomisi şimdi 100 milyarlarca dolarlık faturalarla karşı karşıya kalacak. İlk aşamada finansal piyasalarda özellikle de borsada etkisi görülen depremin ve akabinde gerçekleşen tsunaminin neden olduğu tahribata karşı Japonya Merkez Bankası’nın (BOJ) likidite kolaylığı sağlayabileceği belirtiliyor. Bu nedenle hafta başında toplanacak olan BOJ’un açıklamaları tüm dünya tarafından dikkatle izlenecek.
Japonya’daki bu felaketin öncesinde gelişmiş ülkelerde yaşanan gelişmeler ise zaten küresel ekonomide istikrarsızlığın devam ettiğini gösteriyordu. Geçen hafta Avrupa ekonomilerinde kamu maliyesine ilişkin sorunlar, Portekiz’in borçlanma maliyetlerindeki artış ve Moody’s’in İspanya ve Yunanistan’ın kredi notunu düşürmesi gibi olaylar yaşanmıştı. Özellikle gelişmiş ekonomilerde büyümeye ilişkin veriler gelmeye devam etmiş, büyüme oranlarında henüz istikrar sağlanmamışken, enflasyona karşı önlem ihtiyaçları ve alınacak bu önlemlerin büyüme için oluşturacağı riskler yoğun olarak tartışılmıştı.
Tam Çin’de beklentileri aşan enflasyona karşı yeni parasal sıkılaştırma olup olmayacağı tartışılırken, üzerine gelen Japonya’daki felaket, haftanın son günlerinde petrol başta olmak üzere emtia ve tarım fiyatlarında ciddi düşüşlere neden oldu. Ancak bu düşüşlerin kalıcı olup olmayacağı bilinmiyor.
KÜRESEL ORTAM VE CARİ AÇIĞIMIZ
Bizde ise geçen hafta cari açığın büyümeye devam ettiği, ekonomide soğutma önlemlerinin dozu ve seçime kadar ne kadarının alınıp alınamayacağı tartışılıyordu. Geçen hafta döviz girişi yaşanmış, Japonya’da tahvil ihracı gerçekleştirilmiş, piyasalarda “acaba yeniden gelişmekte olan ülkelere bir akış mı başlayacak” denilmeye başlanmıştı.
İşte böylesine bir ortamda Japonya’dan tarihi bir felaket haberi geldi. Ülke ekonomisine bu felaketin etkisinin ne olacağını kestirmek, şimdiden çok güç. Ancak hem olumlu hem olumsuz etkileri olacağı kesin.
Bir yandan emtia fiyatlarının yeniden düşüşe geçmesi içeride de dengeleri biraz rahatlatır, hem de belki ihracat imkanını biraz artırır diye tartışılıyor.
Ancak unutulmaması gereken önemli bir husus; ocak sonu itibariyle 51.4 milyar dolara ulaşan 12 aylık cari açık rakamı ve bunun artmaya devam edeceği beklentisi. Bu arada ilk kez 2010’da cari açığın neredeyse tümüyle sıcak para ile finanse edilmiş olduğu gerçeği. Bu felaket olmadan da, artık cari açık finansmanının eskisi kadar kolay olamayacağı biliniyordu.
Japonya’nın küresel ekonomi için ciddi sermaye ihracı yapan bir ülke olduğu, dolayısıyla bizim gibi gelişmekte olan ülkelere akacak sermayeyi olumsuz etkileyeceği unutulmamalı.
Yazının Devamını Oku 
10 Mart 2011
SON veriler ekonomideki ısınmanın devam ettiğini gösteriyor. Yaşanan aşırı ısınmanın cari açık ve sıcak para kanalıyla ekonomik dengeleri bozduğu görülüyor ama görüldüğü halde yeterince önlem alınamıyor. Bunun nedeni ise açık; 12 Haziran’da yapılacak olan genel seçimler...
Her zaman olduğu gibi politikacılar yine seçim öncesinde ekonomideki büyümenin, sonradan dengeleri bozacak olsa da, yüksek olması için ellerinden geleni yapıyorlar. Türkiye ekonomisinin kaderi hep aynı...
Belli olan şu ki; Hükümet seçime kadar aşırı ısınmayı önlemek için ciddi bir önlem almayacak ama seçim sonrasında ekonomide frene basılacağı kesin.
Ancak gelen veriler seçimden sonra frene basılsa bile, bu yılın tamamında büyümede hedefin çok üzerine çıkılacağını gösteriyor. Bir başka deyişle seçimden sonra basılacak fren, ekonomideki ısınmayı tümüyle önlemeyecek.
Önceki gün gelen sanayi üretim verileri de ekonomideki ısınmanın devam ettiğini gösterdi. Sanayi üretimi Ocak’ta, Aralık ayına göre hızlanırken, takvim ve mevsim etkisinden arındırılmış üretim, yeni rekor seviyesine ulaştı. Yıllık bazda Aralık’ta yüzde 16,7 artan üretim, Ocak’ta yüzde 16,2 ile piyasa beklentilerinin epeyce üzerine çıktı.
Gelen işaretler, üretim artışının sınırlı biçimde yavaşlasa da, Şubat’ta da yine çift haneli olacağını, Mart’ta ise yüzde 9 civarında olabileceğini gösteriyor.
Piyasalardaki bu beklentilerle 2010’un ilk çeyreğinde yüzde 17,2 artan sanayi üretiminin bu yıl ilk çeyrekte de, geçen yılın yüksek oranlı baz etkisine rağmen, yine çift haneli olacağı tahmin ediliyor.
İşte bu nedenle piyasalar bu yıla ilişkin büyüme tahminlerini, daha şimdiden artırmaya başladılar. Daha önce yüzde 4,5-5 olan büyüme tahminleri şimdiden yüzde 6’ya çıkarılmaya başladı.
ENFLASYONA RAĞMEN FAİZ DEĞİL KARŞILIK ARTAR
Piyasalar daha şimdiden büyüme hedeflerinin aşılacağını görürken bununla birlikte ithalatın, cari açığı artacağını ve enflasyonun beklenenden yüksek gerçekleşeceğini de şimdiden görmeye başladılar.
Böyle bir beklentinin normal olarak Merkez Bankası’nın politika faizlerinde artış yapacağı beklentisini de beraberinde getirmesi beklenir ama piyasada bu beklenti yok. Nedeni ise açık; Hükümet seçime kadar faiz artırmaz beklentisi.
Son dönemde açıklanan veriler ithalat büyümesi ve kredi rakamlarında yavaşlamanın olmadığına işaret ederken, bu bir anlamda sadece para politikası tedbirlerinin soğutma amacına hizmet etmediğini de gösteriyor. Ancak buna rağmen piyasalardaki beklenti yine parasal tedbirlere devam edilebileceği yönünde. Ekonomideki canlılık gösteren bu son veriler üzerine piyasalarda mevduat munzam karşılıklarının yerinden artırılabileceği beklentisi oluştu.
Merkez Bankası’nın Mart ayı beklenti anketine göre yılsonu TÜFE beklentisi yüzde 6.64’ten 6.77’ye yükseltilirken, cari açık tahmini ise 49.3 milyar dolardan 50.9 milyar dolara yükseldi.
Bu arada dün IMF Başkan Yardımcısı Lipsky’dn gelen enflasyon uyarısı da Türkiye’yi tarif eder gibiydi. Lipsky, küresel ekonomik toparlanmada öncülük eden gelişmekte olan ülkelerin hızlı büyümelerinin artan enflasyon baskıları dikkate alındığında aşırı ısınma riski yaratabileceği uyarısında bulundu. Lipsky yüzde 6,5-7civarında büyüyen gelişmekte olan ekonomilerin kapasite fazlası marjlarının büyük ölçüde kullanılmış olduğunu ve bunun sonucunda aşırı ısınma belirtilerinin görülmeye başladığını belirtti.
Aşırı ısınma ve bunun dengeleri bozacağı kesin ama bizde seçim var...
Yazının Devamını Oku 
8 Mart 2011
BİR süredir zaten bekliyorduk ama Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, seçimden sonra yeni vergi ve zamlar geleceğini, kendisi açık açık söylemiş. Yani hükümet seçim nedeniyle şimdi yapamadığı vergi düzenlemelerini, seçimden hemen sonra yapacağını itiraf etti diyebiliriz.
Geçtiğimiz hafta sonunda bir grup gazeteci ile İstanbul’da bir araya gelen Ali Babacan, alınan önlemlerin sonucunu almak için yıl ortasına kadar bekleyeceklerini kaydederek, ne gerekirse yapacaklarını, sadece para politikası ile olmayacağını, maliye politikası araçlarını da kullanacaklarını söylemiş. Maliye politikası derken vergi ayarlamalarından söz etmiş.
Yıl ortasına kadar küresel ekonomideki ve bizdeki gelişmeleri izleyeceklerini söylemesinin nedeni açık; 12 Haziran’da yapılacak olan seçimler. Babacan’ın kendisi de çok iyi biliyor ki; cari açığı azaltıp sıcak paraya fren koymak ve iç talebi kısmak için aldıkları sadece parasal politikalara dayalı önlemler yetmez. Yine çok iyi biliyor ki; alınan tedbirlerin vereceği sonuçları görebilmek için ille de yıl ortasını beklemek gerekmiyor, zaten yön belli oldu...
O zaman gelişmeleri izlemek için Babacan’ın bekleyeceklerini söyledikleri “yıl ortası”nın sadece ve sadece seçim zamanı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Özetle; Ali Babacan vergiler ve zamlar başta olmak üzere, içtalebi daraltacak ve cari açığı frenleyecek biçimde, halkın büyük bölümüne ek yük bindirecek kararlar alınması gerektiğini görüyor ama seçimlere kadar bu kararların alınamayacağını bildiği için, “yıl ortası” gibi bir süre koyuyor.
Yazının Devamını Oku 
7 Mart 2011
2007 yılından bu yana basın üzerindeki baskıların arttığını biliyoruz. Ancak son dönemde iyice ayyuka çıktı.
Aslında baskının bu noktaya kadar geleceği daha önceden de belliydi, ciddi işaretleri alınıyordu ama bu kadar büyümemişti.
Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın tutuklanmaları, gazetecileri şimdiye kadar hiç olmadığı biçimde ayağa kaldırdı, birleştirdi. Çünkü her iki arkadaşımız da sadece gazeteci kimlikleriyle öne çıkmış, her türlü demokrasi karşıtlığına tepki vermiş, kimsenin “maddi çıkarı ya da ideolojik saplantısı için bunu yaptı” diyemeyeceği cesur haberlere, kitaplara imza atmışlardı.
Buna rağmen bu gazetecilerin tutuklanmalarına karşı çıkmayanlar, hatta Hükümet ağzıyla “bakalım gazetecilik faaliyetleri için mi, yoksa başka faaliyetleri için mi tutuklandılar, bir bekleyelim” diyenler de elbette var. Hükümet üyelerinin bile bu sözleri kesinlikle inandırıcı bulunmazken, bu tür sözleri eden gazeteciler kendi söylediklerine bile inanıyor olamaz.
Her şeyden önce mesleği inkar etmemek için olanlara karşı çıkmak gerek. Çünkü özgürlük bir gazetecinin her şeyidir. Bu nedenle darbeleri benimseyebilecek bir gazeteci olamayacağına nasıl inanıyorsam, son tutuklanmalara karşı çıkmayan gazeteci olamayacağına da inanıyorum.
Yazının Devamını Oku 
3 Mart 2011
EKONOMİ yönetimi acaba, son dönemde Türkiye’nin diğer gelişmekte olan ülkelere kıyasla neden olumsuz ayrıştığını sorguluyor mu? Seçime gidilirken gerek piyasanın gerekse ekonomi yönetiminin bu soruya yeterince kafa yormadığını düşünüyorum. Aksi takdirde sadece “Karışıklık bölgeye yakın olduğumuz için en çok bizi etkiledi” biçiminde yuvarlak sözlerle yetinilmezdi. Bence bu olumsuz ayrışmanın daha ciddi nedenleri var...
Bunlardan ilki; yüksek cari açığın devam etmesi, sıcak paraya dayalı büyümenin sürmesi ve bunun sürdürülebilir olmadığının görülmesi, elbette.
Ancak gözden uzak tutulan bir neden var ki; bence çok temel bir ekonomik yaklaşım yanlışlığını gösteriyor. Bu yanlış yaklaşımı belki de “aşırı otoritenin siyasetin yanında ekonomik alana da yaygınlaştırılması” olarak özetleyebiliriz.
Bir banka iktisatçısı ile dün Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın NTV’de söylediklerini tartışırken, piyasanın da bu anlayıştan tedirgin olduğuna şahit oldum. Kısacası; geçtiğimiz Kasım ayında başlayıp hala devam eden mali sektör üzerindeki baskının yanında, Babacan’ın bu süreçteki tavrı da piyasaları tedirgin etmiş durumda. Dünkü TV konuşmasında yine kredi genişlemesi konusunda “bankalara tek tek müdahale edebileceklerini” kaydeden Babacan’ın yaptığı yanlışın farkında olmadığını görüyoruz. Aslında bırakın yaptığı yanlışın farkında olmayı, bu yaklaşımı yanlış görmediğini bile söyleyebiliriz.
Şu anda yaşanan sıcak gelişmeler nedeniyle belki bir detay gibi gelebilir ama Babacan’ın kasım ayından bu yana sürdürdüğü tavır, piyasa ekonomisine tümüyle ters bir tavır. Sürekli olarak, alınan tüm kararları kendisinin aldığını belirtmesi, bağımsız kurumların yetkilerinin seçim sonrasında gözden geçirileceğini söylemesi, piyasaları, özellikle de dış piyasaları tedirgin ediyor.
“Bankalar hakkında tek tek önlem alırım” demek, çağdaş bir piyasa ekonomisinde bir bakanın işi değildir. Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) ya da Merkez Bankası’nın işidir. Bir bağımsız otoritenin işini bir siyasinin yapması demek, orada kurallara güven duyulmaması demektir.
BU SÖYLEMLE YATIRIM YAPILABİLİR ÜLKE OLAMAYIZ
Babacan, sadece Tütün Kurulu’nun değil, ekonomideki tüm bağımsız kurumların yetkilerinin gözden geçirileceğini söylüyor. Bankacılığı da örnek verip, “Daha önce siyasiler popülist davranırdı o nedenle siyasilere güven yoktu. Ancak şimdi siyasilere güven sağlandı o nedenle bağımsız kurumlara verilen yetkileri gözden geçirebiliriz” diyor. Dolayısıyla seçimden sonra BDDK ve Merkez Bankası dahil, bağımsız kurumların yetkilerinin hükümete alınacağı, politikacıların yeniden günlük ekonomiye ağırlık koyacağı düşünülüyor.
Bence Babacan’ın görmediği şu ki; çağdaş bir sistem kişiler değil kurumlar baz alınarak kurulur. Küresel ekonomide bağımsız kurumların önemi, sizin sandığınızdan çok daha büyüktür. Siyasilerin popülist olması, size göre değişecek bir şey değildir; politikacı zaten yapısı gereği, oy kaygısı gereği popülistdir. Bu sadece Türkiye’de değil dünyanın her yerinde böyledir.
İşte bu nedenle küresel ekonominin sağlığı için bağımsız kurumlar gündeme gelmiştir. Yani bu kurumlar çağdaş piyasa ekonomilerinin gereğidir.
O dilinize doladığınız 2001 krizinin çıkış nedenlerinden biri de budur...
Yabancı fonlar bir ülkeye giderken önce Merkez Bankası gerçekten bağımsız karar alıyor mu, bunu bakarlar. Merkez Bankası’nın BDDK’nın her aldığı karara “Ben aldırdım” derseniz, bu kurumların güvenilirliği de kalmaz. O kararlara bağımsız Merkez Bankası, bağımsız BDDK aldığı için güven duyuluyor. Hükümetin ve bağımsız kurumların kredibilitesini de gördük.
Bence bu söylem o çok beklediğimiz “Türkiye’nin yatırım yapılabilir ülke” konumuna gelmesini ciddi etkiliyor. Bu anlayış değişmezse daha da çok etkile yecektir...
Yazının Devamını Oku 
1 Mart 2011
MERKEZ Bankası’nın aldığı kararlara rağmen iç talebin hala canlı seyrettiği, ithalatın da buna bağlı olarak artmaya devam ettiği görülüyor. Dün açıklanan dış ticaret verileri, ithalatın beklentilerin epeyce üzerinde seyrettiğini, dolayısıyla cari açıktaki büyümenin devam ettiğini ortaya koydu.
İçerideki bu tablonun yanında Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da yaşanan gerginliğin devam etmesi, başta petrol fiyatları olmak üzere küresel ekonomide belirsizlik dönemine girilmiş olması, ekonomideki riskleri artırıyor.
Dünya petrol fiyatlarındaki artışın en olumsuz etkileyeceği ülkeler arasında, önemli bir enerji ithalatçısı olan Türkiye de bulunuyor. İşte bu nedenle gelişmekte olan ülkeler arasında daha önce olumlu ayrışan Türkiye’nin, son dönemde bu kez olumsuz olarak ayrışmaya başladığı, bir başka deyişle diğer gelişmekte olan ülkelere kıyasla daha olumsuz etkilendiği görülüyor.
Tüm bu unsurlar bir araya geldiğinde, piyasalarda önümüzdeki döneme ilişkin olumsuz beklentilerin de artmaya başladığını görüyoruz. En çok da enflasyona, dolayısıyla faizlere dönük kaygılar artıyor.
Merkez Bankası’nın faiz artırımına başlama tarihinin öne çekilmeye başladığını, zaman ilerledikçe daha da öne çekilebileceğini söylemiştik. Yılın son çeyreğinde faizlerde yeni bir artış süreci beklenmeye başlamışken, son günlerdeki gelişmeler üzerine bu beklentiler daha da öne çekildi. Bununla birlikte yıl sonuna kadar toplam faiz artış rakamı beklentisinin de yükseldiğini görüyoruz.
Artık piyasalardaki beklenti, “Seçimlerin hemen ardından Merkez Bankası’nın faiz artış kararı alabileceği” yönünde. Belki seçimlerden de önce bir faiz artış ihtiyacı doğacak ama piyasalar seçimlere kadar Merkez Bankası’nın böyle bir karar almasını beklemiyorlar. Aslında bu nokta da, piyasaların Merkez Bankası bağımsızlığına artık nasıl baktığını gösteren ciddi bir örnek oluşturuyor.
Kısacası; piyasaların beklentisi doğrultusunda, 12 Haziran’da yapılacak seçimlerden sonraki ilk Para Politikası Kurulu (PPK) toplantısında faiz artış kararı alınabilir. Bir başka deyişle 23 Haziran’daki PPK toplantısından faiz artış kararı çıkarsa artık sürpriz olmayacak. Bence yapılacak faiz artış rakamını ise seçime kadar geçecek süre içinde yaşanacak gelişmelerin boyutu belirleyecek...
ARTAN PETROL FİYATLARI
Nisan sonunda yayınlayacakları Enflasyon Raporu’nda enflasyon tahminlerini yenileyeceğini kaydeden Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz, petrol fiyatındaki 10 dolarlık artışın enflasyona 0.4 puan ekleyeceğini söyledi.
Piyasa analistleri petrol fiyatındaki yüzde 10’luk artışın, yurtiçi fiyatlara yaklaşık yüzde 3’lük yükseliş olarak yansıdığını tahmin ediyorlar.
Kurlar açısından ise durum biraz daha farklı. Kurlardaki yüzde 10’luk artışın enflasyona 1.5 puan ek yük getirdiği hesap ediliyor. Bu hesap aslında TL’nin değer kaybının kalıcı olması ve hatta artarak devam etmesi beklentisinin enflasyon üzerinde ne kadar ciddi bir tehlike oluşturduğunu ortaya koyuyor.
Başta ulaştırma hizmetleri ve elektrik ile doğalgaz gibi diğer enerji fiyatları gecikmeli olarak petrol fiyatından etkilenecek kalemlerin başında geliyor.
Kısacası; önümüzdeki dönemin enflasyonun ve faizlerin artacağı bir dönem olacağı artık hemen hemen kesin gibi.
Seçimlere kadar durum idare edilebilir ama seçim sonrasında sadece faiz artırımı değil, ciddi ekonomik tedbirler gündeme gelecek gibi gözüküyor.
Yazının Devamını Oku 
28 Şubat 2011
NECMETTİN Erbakan’ın vefatının 28 Şubat’ın hemen öncesine denk gelmesi ilginç bir tesadüf. Erbakan’ın “milli görüş” felsefesinin siyasi olarak etkisini sürdürdüğünü ama aynı kapsamda ortaya koymaya çalıştığı ekonomik anlayışın büyük ölçüde tasfiye olduğunu düşünüyorum.
Erbakan’ın Başbakanlığı döneminde, ekonomik anlayış olarak ilk akla gelen “kaynak paketleri” idi. Kaynak paketlerinin ortaya konmasındaki amaç ise; yerleşik ekonomik sistemi değiştirmeden önce belirli bir kaynak yaratıp, milli ekonomiyi tesis yolunu açmaktı. Küreselleşmenin hız kazandığı bir süreçte, Türkiye’nin 24 Ocak kararlarıyla zaten içine girmeye kesin karar verdiği sistemden geri dönüşün zor olduğunu biliyordu. Bu nedenle “karşılıksız para basımı” gibi temel ekonomik anlayışını hemen hayata geçiremeyeceğini gördü ve o dönem sıkça alay konusu olan kaynak paketlerini gündeme getirdi. Sistemin bir bütün olduğunu, piyasa ekonomisini arkadan dolanmanın bu kadar tepki çekeceğini görememişti. Özet olarak; Erbakan’ın ekonomik anlayışı, sanayileşmeden finansa kadar devletçi bir ekonomi anlayışı idi…
Bu anlayış, 28 Şubat süreci denilen, hala acısını çektiğimiz siyasete asker müdahalesiyle birlikte, Refahyol Hükümetinin gitmesiyle son buldu.
Aynı geleneğin devamı olarak ortaya çıkan, 2002 yılındaki seçimleri kazanan mevcut hükümet, o dönemden aldığı dersle ekonomik programında piyasacı bir anlayışı ortaya koymuştu ama tam olarak benimsemiş de değildi. İşte bu nedenle Erbakan’ın ekonomi anlayışı hükümetin kurulduktan sonra biraz bocalayıp kabul ettiği, “mevcut ekonomik programı devam ettirme kararı”yla son bulmuş sayılabilir. O dönem, biraz zorla da olsa, karar verilen IMF anlaşmasının devamı, Erbakan’ın ekonomi anlayışının, bence sonunu getirdi.
Elbette mevcut iktidar partisi içinde hala Erbakan ekonomisinin etkisinde kalıp, “Merkez Bankası karşılıksız para basabilir” diyenler, hatta partinin ekonomiden sorumlu genel başkan yardımcıları var. Ama bence artık hükümet, daha da önemlisi Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, piyasa ekonomisinden geri dönüş olmadığını, küreselleşmeye karşı konulamayacağını anlamış durumda...
SİYASİ ANLAYIŞI HÂLÂ ETKİLİ
Erbakan’ın deneyimli bir politikacı olarak, iktidara geldiğinde revize ettiği ekonomi anlayışını, doğru dürüst yönlendirme olsaydı, daha köklü biçimde değiştirebileceğini ama buna imkanı olmadığını düşünüyorum. O dönem Erbakan’ın “sistemle barışma” gayreti içinde olduğunu biliyorum. Bir anım bu çabanın kanıtı gibiydi. Bir danışmanı ile samimi sohbetlerde bulunurduk. Bir gün bana “Senin bir değerlendirmeni Başbakana ilettim, oturduğu yerden kalktı sonra oturup ‘şimdi bir daha söyle’ dedi. Bir gün bu konuyu seninle görüşmek istiyor” dedi. O danışmana bir sohbette “Sayın Erbakan sistemle barışmak için her adım attığında, tabanı onu paçalarından aşağı çekmeye çalışıyor” demiştim. Erbakan’ı etkileyen, tartışmak istediği değerlendirmem buydu.
Erbakan’ın yapamadığı ama talebelerinin başardığı en önemli değişiklik, biraz el yordamıyla olsa bile, bu eski ekonomik anlayıştır.
Yazının Devamını Oku 