Cüneyt Ülsever

‘Bensiz vatan ne yapar?’ sendromu

19 Mayıs 2003
<B>BÖYLE </B>bir sendromun var olduğuna artık iyiden iyiye inanıyorum. Önemle <B>kamu görevi</B> yapan ve genellikle <B>askerlik</B> veya <B>hukuk görevi</B> ifa eden bazı insanlar emeklilik dönemi yaklaştığında iyiden iyiye dertlenmeye başlıyorlar. - Vatan bizsiz ne yapar?

Onlar görevleriyle ve giderek vatanla öyle özdeşleşiyorlar ki; sonunda onlar vatan, vatan da onlar oluyorlar.

Bazı oğlan anaları gibi vatana kız beğenmiyorlar!

Bir sürü örneğini gördüğümüz ‘‘bensiz vatan ne yapar sendromunun’’ son örneği MGK Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç!

Ağustosta emekli olacak ya, dertlere düştü.

- Benden sonra vatan ya davulcuya kaçarsa?

* * *

Aynı güdüleri Yekta Güngör Özden, Vural Savaş, Mümtaz Soysal ve bazı emekli askerlerde de görüyoruz.

Millet onları ciddiye almıyor, kurdukları partilerin yüzüne bile bakmıyor; ama onlar bıkmadan usanmadan devleti kurtarıyorlar, Kıbrıs'a don biçiyorlar, ABD'nin Irak'ta nasıl çuvallayacağını, ABD Irak'a çoktan girmiş olsa dahi yazıp duruyorlar.

Onlara göre, kendileri gibi düşünmeyen herkes de vatan haini!

Ben son zamanlarda yaptığı çıkışlarla Tuncer Kılınç'ı ibretle izliyorum.

Kendisinden iki gün ses çıkmasa, ‘‘Acaba Paşa'ya bir şeyler mi oldu?’’ diye dertlere düşüyorum. Paşa; İran ile ittifak kuruyor, sivil toplum kuruluşlarını TSK'ya bağlıyor, satılmış gazetecilerden bahsediyor.

‘‘Kimse bu teklifleri ciddiye almıyor ki!’’ demeyin. Ben alıyorum!

Koskoca MGK Genel Sekreteri satılmış gazetecilerden dem vurursa, lafının üzerine yatmak yerine, bu satılmışların listesini, gerekçeleri ile açıklamasını istemek, onları mahkemeye vermesini beklemek hakkım değil mi?

Ya bu kişiler milli güvenliği tehlikeye sokuyorlarsa?

* * *

Paşa en son müsteşarlığını yaptığı 5 adet Milli Savunma Bakanı'nın, hepsinin kıymetli çocuklar olduğunu, ama ülkeyi değil, partilerini düşündüklerini söylemiş.

Açıkçası, bakanları ağır suçlamış!

Milletin parası ile millete hizmet etmekle görevli bir insan milletin seçtiği bakanları, hem de bir dönem emrinde çalıştığı bakanları suçluyor!

Haklı dahi olabilir!

Ancak görevde iken bu açıklama ne ciddiyetsizliktir, anlamak mümkün değil. Ülkeye neye mal oluyor, o düşünmüyor ama başkaları da mı düşünmüyor?

Paşa ve onun gibi düşünen emekliliğin eşiğindeki askerler böyle açıklamalar yaptıktan sonra yabancı gazetelerin, yabancı gözlemcilerin ‘‘Türkiye'de darbe mi olacak?’’ diye sormasına neden şaşırıyoruz, bunu da ben anlamıyorum.

Son açıklaması ile Paşa bana ister istemez sordurdu:

Her türlü meslek haysiyeti beğenmediği amirin emrinde çalışmaya devam etmek yerine o görevden istifa etmeyi gerektirmez mi?
Yazının Devamını Oku

Bir devlet adamı portresi: Cemil Çiçek

17 Mayıs 2003
<B>KİMSE </B>yanlış anlamasın. Hükümette veya AKP'de veya CHP'de başka <B>devlet adamı</B> yok demiyorum. Ancak, belki de bir örnek olarak, Cemil Çiçek çok dikkatimi çekiyor ve yiğidin hakkının yiğide verilmesi gerektiğini düşünüyorum.

58. Hükümet'te Cemil Çiçek iki yönüyle dikkatimi çekiyor:

1) Böyle kritik bir dönemde Adalet Bakanı olarak!

2) Hükümet sözcüsü olarak.

* * *

İkinciden başlayalım:

Benim indimde hükümet sözcüleri çok zeki, Türkçesi ve mantığı düzgün, insan ilişkileri sağlam, ancak aynı zamanda kıvırtmayı bilen insanlardan seçilirdi.

Bana böyle bir seçim normal de gözükür. Sözcü sıkıştığında, kıvırdığı zaman hep içimden ‘‘ne yapsın adamcağız!’’ diye geçiririm.

Cemil Çiçek'te diğer nitelikler fazlası ile olduğu gibi, o hükümet sözcülüğüne yeni bir tavır getirdi.

Damıtılmış samimiyet!

* * *

AB kapısında Türkiye'nin en kritik bakanlığı bence Adalet Bakanlığı. Cemil Çiçek de samimi ve içten bir hukuk insanı.

Hikmet Sami Türk gibi, hukukun üstünlüğüne içten inanan, ayrıca hukuk nosyonu güçlü bir insan.

Bazı bakanların üzerlerinde bakanlık emanet ceket gibi durur. Cemil Çiçek, işini severek ve inanarak yapan bir insan duygusu veriyor.

Çiçek çok önem verdiğim bir tezimin sembolü:

Demokratik İslam!

Bazı ‘‘değiştiğini’’ söyleyen AKP milletvekilleri ancak ‘‘Müslüman demokrat’’ olabildiler.

O gerçek bir demokratik İslam siyasetçisi.

Muhafazakár ve çağdaş!

Bu iki kavramın bir araya gelemeyeceğini söyleyen dostlarıma onu örnek verdiğimde; AKP'li olmayanlar bile meramımı anladıklarını söylüyorlar.

Cemil Çiçek çağdaş! Zira o, çok az Türk'e nasip olduğu şekilde, ‘‘kendisi gibi düşünmeyen veya davranmayan’’ insanların da olduğunun farkında.

Herkese ‘‘herkesin hukukunu savunduğunu’’ ikna eden bir tavır içinde. Hemen herkesin sadece kendine demokrat olduğu bir ülkede bu çok önemli.

Çiçek'in bir tavrını da kıskanıyorum.

Söyleyeceği lafı katiyen esirgemiyor, ama benim gibi ‘‘son söylenmesi gerekeni baştan söyleyip’’ bir avuç inciri de berbat etmiyor.

Yeri geldiğinde tabuları yerle bir ediyor, ama bunu kimseyi incitmeden ve hemen herkesi ikna ederek söylüyor.

* * *

Atatürk'
ün bize verdiği en büyük görev muasır medeniyet standardıdır. Bu ödevin somut hedefi de AB üyeliğidir.

Türkiye'nin cumhuriyetten sonra en önemli edimi AB'dir.

Bu ödeve inanan herkes, Cemil Çiçek'e önem versin!
Yazının Devamını Oku

Darbe mi oluyor?

15 Mayıs 2003
<B>NE </B>kadar <B>sakil </B>bir soru, değil mi? Ancak bu soru soruluyor. Yerli yersiz çeşitli mahfillerde <B>‘‘darbe konuşuluyor’’</B>! Üstelik hangi koşullar altında?

Henüz 6 ay evvel seçim yapılmış, 1991'den beri ilk kez tek parti iktidarı yakalanmış, yıllardır koalisyonların yarattığı istikrarsızlıktan şikáyet eden ülkemizde nihayet istikrarın ucu gözükmüş.

Tüm bu badirelerden sonra, daha hükümet yerini ısıtmadan; koltuğa oturur oturmaz kucağına düşen Irak Savaşı'nın şokunu üzerinden atmadan ülkemde konuşulan konular şunlar:

Darbe olur mu?

Erken seçim olur mu?

Teknokrat hükümet daha iyi olmaz mı?

* * *

Kimse elálemi suçlamasın. Darbeden bahseden IIFF, İngiltere'nin en ciddi stratejik araştırma kurumlarından birisi.

Adamlar, yanlış da olsa bizden duydukları ihtimalleri yazıyorlar.

* * *

Hadi, gávurların art niyetinden bahsedelim, Adalet Bakanı Cemil Çiçek, ‘‘AB karşısında samimiyetsiz davrananlar var’’ diyerek hayali kişileri mi kastediyor?

Ayrıca Çiçek, MGK'daki asker sayısının azaltılması, MGK'nın belirli kurumlara üye vermesine son verilmesi konularında çalışmalar yaparken kimleri önünde engel olarak görüyor?

Kırmızı çizgilerimizi, bizi hiç kaale almadan, gözlerimizin önünde bir çırpıda silip atan Irak Savaşı'ndan sonra artık sıranın Milli Savunma bütçesini tartışmaya geldiğini hepimiz bilmiyor muyuz?

Milli Savunma ihalelerinin artık şeffaflaşması gerektiğini herkes birbirine söylemiyor mu?

TSK içinde görüş ayrılıkları olduğunu değil gávurlar, biz de konuşmuyor muyuz?

23 Nisan resepsiyonunun boykot edilmesini, Orgeneral Kılınç'ın yurtdışında ettiği kelamları hazmedebildik mi?

Kılınç'ın, 30 Ağustos'ta emekli olacağı bir dönemde, kendisini eleştiren yazarları ad ve gerekçe vermeden, sırf kendisini eleştirdiler diye ‘‘satılmış kalemler’’ diyerek suçlaması, TSK ve MGK'nın ciddi geleneğine uygun düşüyor mu?

* * *

Paul Wolfowitz'
in açıklamalarına neden çok kızdık?

Adamı etmediği bir kelamdan dolayı -‘‘özür dileyin!’’- suçlamadık mı?

Hemen aklımıza ulusal onurumuz gelmedi mi?

Wolfowitz, ‘‘TSK'nın liderlik rolünden’’ bahsederken TSK'nın kendi görev alanında liderliğini kastettiğini, bu sözlerinin demokrasiye müdahale ile hiç alakası olmadığını aynı görüşmede ayan beyan ilan ettiği halde, neden onun ‘‘Türk demokrasisine dil uzattığını’’ iddia ettik?

* * *

Medyum Memiş'
i göreve davet ediyorum.

Cinlerine sorsun:

‘‘Darbe olacak mı?’’
Yazının Devamını Oku

Rauf Denktaş değişiyor mu?

14 Mayıs 2003
<B>HAYIR, yüz kere hayır! </B>Son günlerde <B>Rauf Denktaş </B>bazı adımlar atıyor, uzlaşma için fedakárlıklar yapıyormuş intibaı vermeye çalışıyor. Esasında, artık tamamen köşeye sıkıştığı için oyun oynuyor.

Böylece de; ya daha evvel söyledikleri ile çelişiyor, ya da imkánsızı istiyor.

* * *

Sınırları açtığını söyleyen Denktaş daha önceleri ifade ettiği ‘‘Aramıza Rum istemiyoruz!’’ tezini birdenbire rafa kaldırdı. Ayrıca, Rum kesiminden gelenlerin kimlik belgesi olarak ibraz ettiği Rum Cumhuriyeti pasaportlarını kabul ederek, daha önceleri ifade ettiği ‘‘Kıbrıs Cumhuriyeti'ni tanımıyoruz!’’ tezini de kendi eliyle yok etti.

Buna karşılık Rum kesimi sadece Kıbrıs Cumhuriyeti pasaportu taşıyan KKTC'lileri kabul ederek; hem KKTC'ye hiç taviz vermemiş oluyor, hem de Annan Planı'nın Kıbrıs vatandaşı kabul ettiği TC kökenli KKTC'lileri tamamen ‘‘illegal!’’ duruma düşürüyor.

* * *

Rauf Denktaş son olarak da KKTC'de mahkemeler kurup, kuzeyde evleri olan Rumların bu mahkemelerde dava açması olanağından bahsediyor.

Bunu neden yapıyor?

AİHM; Loizidou davası nedeniyle Türkiye Cumhuriyeti'ni 650 bin dolar tazminat ödemeye mahkûm etti.

Bu karar örnek teşkil ettiğinde Türkiye Kıbrıslı Rumlara 30-40 milyar dolar (1.460.643 dönüm!) tazminat ödemeye mahkûm olacak.

Bu davayı ilk yazdığımda bana Rum dölü diyenler, yumurta kapıya gelince yedikleri naneleri kabul ettiler, akılları sıra şimdi cinlik yapıp Türkiye'yi bu muazzam tazminattan kurtarmaya çalışıyorlar.

Ama nafile!

Zira, Denktaş'ın ‘‘KKTC'de mahkeme’’ teklifi uygulanamaz bir zırvadır.

* * *

1) Rumların AİHM'ye gitmek için KKTC'de iç hukuku tüketmek mecburiyetleri yoktur. Zira, herkesten iyi Denktaş bilmektedir ki, BM Güvenlik Konseyi'nin 541 ve 550 sayılı kararları KKTC'yi değil tanımak, tanımayı suç bile saymaktadır.

2) Nitekim, AİHM Loizidiou davasını, BM'nin bu kararına göre ve Türkiye Cumhuriyeti'ni, kendi iddialarının tersine (Barış Harekátı), Ada'da işgalci addederek Türkiye'nin aleyhine açmış ve sonuçlandırmış, bizim itirazımızı da reddetmiştir.

3) Kaldı ki, Rumların sözüm ona şimdi dava edebilecekleri Kıbrıs'taki mülkleri KKTC Anayasası'nın 159. maddesine göre çıkarılan İskan, Topraklandırma ve Eşdeğer Mal Yasaları (1977-1991) ile devleştirilmiş ve eşdeğer puan karşılığında Türklere satılmıştır.

4) AİHM Loizidou davasını 28 Temmuz 1998 tarihinde sonuçlandırmıştı. Denktaş'a soruyorum: Neden Rum mülkiyeti üzerinde yapılan tapu işlemlerini o gün durdurmadınız da o günden beri Türkiye'nin ödeyeceği tazminat üzerine bir de yıllık %8 faiz bindirttiniz?

* * *

Öz cümle; KKTC'nin bu kararı Rauf Denktaş'a ait Yılan Adası'ndakimülkün geri verilmesi için Rumlara dava açma yetkisi vermiyor!
Yazının Devamını Oku

Tartışma adabını bilmeyen Türkiye!

12 Mayıs 2003
<B>STATÜKO</B> katiyen <B>akıl kullanmayı</B> bilmediği için; ne <B>eleştirilmeyi</B> hazmediyor, ne de <B>tartışma</B> yapmayı biliyor. Statüko ve onun etkisi altında kalan çevreler kendi hataları yüzlerine vurulduğu zaman:

a) Karşı tarafa sövüyorlar.

b) Kişisel eleştirileri kurumlara sığınarak göğüslemeye çalışıyorlar.

c) Ayan beyan gerçekleri bile kabul etmiyorlar.

d) İçi boş ancak ses tonu yüksek jargon kullanıyorlar.

* * *

Sadece bir örnek olarak, MGK Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç'ın 11 Mayıs 2003 Pazar günü Akşam Gazetesi'nde yer alan söyleşisini ele alalım.

Orgeneral Kılınç yurtdışında yaptığı toplantılarda: i) sivil toplum örgütlerini tek çatı altında toplamayı (TSK!) önerdiği, ii) borçları ödemek için para basmayı teklif ettiği, iii) tartıştığı insanları azarladığı ve toplantıdan kovduğu için eleştirildi.

Kılınç daha evvel ‘‘İran ve Rusya ile ittifak teklif ederek’’ de dikkatleri üzerine çekmişti.

Tuncer Kılınç haklı eleştirileri hazmetmek zorunda idi.

* * *

Ancak, bakın adı geçen söyleşide Tuncer Kılınç neler söylüyor:

a) ‘‘Satılmış kalemler bizi yıpratmak istiyorlar!’’

Ben de Kılınç'a soruyorum:

Eğer, MGK Genel Sekreteri ‘‘satılmışlık’’ iddiası ile ortaya çıkarsa, ardını getirmek zorundadır. Kimdir ‘‘satılmış kalemler’’? MGK Genel Sekreteri bu kişilerle ilgili hangi işlemleri başlatmıştır? Elinde hangi belgeler vardır?

* * *

b) ‘‘Satılmış kalemlerin yegane arzusu Silahlı Kuvvetler'i yıpratmaya çalışmaktır.’’

Kılınç'ı sarf ettiği kelamlar yüzünden ben de eleştiriyorum. Kendisini eleştirirken de TSK aklımın kenarında dahi yok. Bana göre sözleri hem akıl dışı, hem görev alanını aşıyor. Üstelik, Ziraat Bankası genel müdürü eleştirilirken banka yıpranmıyor da, Kılınç'ın kimliği bizzat TSK'nın kendisi mi ki, o eleştirilince TSK yıpransın?

Kılınç bulunduğu görevde milletin ödediği maaşla geçici bir kamu görevi yapmıyor mu?

* * *

c) ‘‘Para ve ekonomi’’ konusunda doğrudan sorulan soruya verdiği bir sürü kelam dolu cevabı ise hiç anlamadım.

Kılınç ‘‘Para basarak borç ödeyelim’’ demedi mi?

Ancak, madem kendi ifadesi ile ‘‘Bu benim şahsi görüşümdür, kimseyi rencide etmez’’ diye söylüyor, o halde nasıl yargıladığı belli olmadan suçladığı ‘‘satılmış kalemlerin’’ kendisini eleştirmesini neden TSK'nın yıpratılma gayreti olarak yorumluyor?

Üstelik ekonomiden ona ne?

* * *

d) İçi boş jargonlar:

Ben bu konuşma çerçevesinde Dışişleri'nin yazdığı genelge nedeniyle, 23 Nisan'da konu ile ilgisi olmayan TBMM'nin resepsiyonuna neden bu kadar yoğun tepki verildiğini, ayrıca Kılınç'ın yobaz tarifi ile ne demek istediğini; söyleşiyi tekrar tekrar okuduğum halde hiç anlamadım.

Tuncer Kılınç duygularına bir kez daha mağlup olmuş!
Yazının Devamını Oku

Wolfowitz'i doğru okumak

10 Mayıs 2003
<B>PAUL Wolfowitz'</B>in <B>CNN-Türk'</B>e yaptığı açıklamalara verilen tepkileri görünce aklıma ‘‘zengin kız-fakir oğlan’’ merkezli eski Türk filmleri geliyor: - Biz ayrı dünyaların insanıyız Nalan!

Gerçekten ayrı dünyaların insanı olduğumuzu, paradigmalarımızın bu kadar farklı olduğunu daha iyi anlatacak başka örnek bulmak çok zordur.

* * *

1) İlk önce, Wolfowitz'in sözlerini yorumlamayı bir kenara bırakıp, söyleşiyi gerçekleştirmeyi başaran Mehmet Ali Birand ve Cengiz Çandar'ı eleştirmeyi çok abes bir gayret bulduğumu söylemeliyim. ‘‘Şu soruyu sormadılar, şöyle baktılar’’ diyerek bu gazetecileri eleştiren diğer gazeteciler esasında Türkiye'nin çok temel bir sorununu sergiliyorlar:

Türkiye'de başarıyı kıskanan abuk bir yapı var!

2) Wolfowitz ‘‘Özür dileyin!’’ demiyor, ‘‘Hata yaptığınızı kabul edin’’ diyor. İlk tezkereye ‘‘gel, gel!’’ yapıp, ikinci tezkereye ‘‘nanik!’’ yapan Türkiye'ye ‘‘Aklınız daha önce neredeydi?’’ diye sorulduğunda kızmamız sadece ala Turka bir mantıktır. Hele hele sonradan sanki hiç bu olay olmamış gibi davranmamız olsa olsa köylü kurnazlığıdır. Adam biz araziye uymaya çalışınca ‘‘Yemeyiz!’’ diyor.

3) TSK'ya ‘‘Liderlik görevini yapmadı’’ diye sitem etmesini ‘‘Vay sen bizim demokrasimize dil uzatıyorsun’’ diye tepki vermek yine bize has bir kurnazlık. Wolfowitz, TSK'nın kendi uzmanlık alanında liderlik yapmadığını söylüyor. Konu ‘‘bayındırlık’’ olsa idi, mantıken Bayındırlık Bakanlığı'nın liderlik yapması beklenmez miydi?

4) Eleştirilen konu 28 Şubat tarihli MGK toplantısıdır. Bu toplantıda ‘‘Kuzey Irak’’ gibi aleni bir güvenlik meselesinde TSK konuyu gündeme getirmeyerek asli görevini yerine getirmemiştir.

Malumu ilan etmenin yadırganacak hangi yönü var?

5) TBMM'nin tezkereyi reddederken AKP'nin ‘‘parti içi demokrasi’’ örneği verdiğini söylemek ise alenen fahiş bir aczi kamufle etme çabasıdır. Hükümetin TBMM'ye getirdiği bir teklif reddedilirse, o hükümet düşer. Lafını kendi partisine geçiremeyen 58. hükümeti ‘‘1 Mart rezaletinden’’ sonra düşmekten kurtaran tarihi şans 9 Mart Siirt seçimleri olmuştur.

6) Grossman da ‘‘Kendinizi çok önemsediniz’’ diyor. Yanlış mı? Dünyada her meseleye böyle bakmıyor muyuz? Ayrıca: a) biz olmadan ABD, Irak'ta başarılı olamaz, b) ayrıca ABD, Irak'a Kuzey Irak'tan giremezse, hiç başarılı olamaz, c) Irak halkı fena direnir, diye analiz yapan bizim askerimiz, bizim entellerimiz değil mi? Bütün bu öngörülerimizde şişmedik mi?

7) Neden Wolfowitz'in, Grossman'ın pozitif davetini görmezden geliyoruz? Davet, geçmişten ders alıp, geleceğe hazırlanma davetidir. Davet, Irak'ın yeniden imar edilmesinde işbirliği yapılması, Suriye'nin birlikte uyarılması davetidir. Türk yetkilileri ve entelleri bunu tartışsınlar. En curcunalı zamanda Irak'a bakan gönderen, Suriye'nin başımıza ne işler açtığını unutan hükümetin oturup, yeni bir değerlendirme yapması gerekmez mi?

* * *

21. yüzyıla 19. yüzyıl aklı ile giremeyiz!
Yazının Devamını Oku

Wolfowitz'e tepkiler!

8 Mayıs 2003
<B>PAUL Wolfowitz</B> sadece malumu ilan etti! En ilginç saptaması ise: ‘‘Türk ordusunun kendisinden beklenen liderliği gösterememesi...’’ Zira, ABD eskiden Türkiye ile stratejik ortaklıktan bahsederken, evvel emirde TSK'yı kastederdi.

ABD eskiden Türkiye'de en fazla TSK'ya güvenirdi!

* *Ê *

Bu sözlere karşılık Cumhurbaşkanı:

- Wolfowitz yetkililerden gereken cevabı aldı, demiş.

Ben bu cevaptan pek bir şey anlamadım.

Kastettiği yetkili Dışişleri Bakanı ise, o:

- Samimi açıklamalar, demişti.

‘‘Samimi açıklamalar’’ ile ‘‘haklı açıklamalar’’ mı, yoksa ‘‘duygusal açıklamalar’’ mı kastediliyor?

Ben bunu da çözemedim.

Galiba, hem Abdullah Gül, hem de Ahmet Necdet Sezer çetin konularda bir şey söylermiş gibi yapıp, hiçbir şey söylememeyi tercih ediyorlar.

Zaten, son dönemde Türkiye'nin dış politikası bu kilit tavırda kitli:

Tavır almamak!

Bu da Türkiye'yi ‘‘yanlış dış politikalara’’ bile değil, doğrudan ‘‘politikasızlığa’’ götürüyor.

‘‘Yanlış politika’’ yine de bir politikadır.

Türkiye'nin dış politikası yok!

* *Ê *

Kimse zannetmesin ki, Paul Wolfowitz şahinliği yüzünden böyle konuşuyor veya şahsi görüşlerini beyan ediyor.

ABD'de şahin veya güvercin, normal Amerikan insanları da Türkiye hakkında aşağı yukarı böyle düşünüyorlar:

- Kendileri her başı derde girdiğinde bize sığınan ama bizim ihtiyacımız olunca bizi ortada bırakan eski müttefik!

* *Ê *

Türkiye ABD'den uzaklaşıyor da, AB'ye mi yanaşıyor?

Hayır!

Kıbrıs'ı çözemeyen Türkiye, Aria'nın İtalyan ortağını nerede ise kaçıran Türkiye, Avrupa'da da ne siyasilere, ne de iş çevrelerine yaranabilen bir ülke!

Tersine, siyasiler ve işadamlarının güvenemediği bir ülke!

Peki; Suriye, İran veya Irak bizi kendine yakın görüyorlar mı?

Hayır!

Onlar da iki arada bir derede Türkiye'ye hep ama hep şüphe ile bakıyorlar.

Şimdi ise her zamankinden az güveniyorlar.

* *Ê *

Bazı siyasiler ise Wolfowitz'in sözlerine yine somut hiçbir cevap vermeden dayılanmışlar:

- Halt etmiş!

Kusura bakmasınlar ama ilk tezkereye ‘‘Evet!’’ deyip, adamlar gemilerini buralara kadar getirdikten sonra, ikinci tezkereye ‘‘Hayır!’’ diyen hiçbir siyasinin Wolfowitz'e dayılanma hakkı yoktur!

Bu siyasiler dar alanda kendi aralarında kısa paslaşmalar yapıyorlar.

* *Ê *

Israrla söylüyorum, söylemeye de devam edeceğim:

Türkiye'nin dümeni kırıldı, nereye gittiği belli değil!
Yazının Devamını Oku

Statükonun sesi enteller!

7 Mayıs 2003
<B>ÜLKEDEN </B>uzak olduğum kısa dönemde <B>güncelden </B>kopup, aklımca ülke için temel bulduğum meselelerin üzerine gitmeye çalıştım. Aklımı da son dönemde ülkeyi dünyadan koparan aciz ve tembel <B>statükoya </B>taktım. Bu yazı statüko merkezli yazdığım şimdilik son yazı!

Dünyada hemen her ülkede aydınlar statükonun en büyük düşmanıdırlar. Genellikle onlar, devlet aygıtının korumaya çalıştığı statükonun karşısında sistemin açığını arar, bulur, teşhir eder ve alternatif sunarlar.

Aydınlar kediler kadar meraklıdırlar. Hatta kediler gibi meraktan ölenleri bile vardır.

Ancak, bizde aydın sayısı çok azdır. Aslının olmadığı her yerde taklidinin öne çıkması kuralı ülkemizde de geçerlidir ve bizde aydın yerine bol miktarda entel vardır.

* * *

İster sağcı ister solcu, ister Kemalist ister İslamcı, ister Marksist ister millici; bizde entellerin ortak paydaları var:

Şablonlar!

Ortak şablonlar da aşağı yukarı şöyle:

1) Küreselleşme siyasi bir süreçtir. Pekálá, küreselleşmenin teknolojik yönü, ekonomik/politik yönünden koparılabilir. Yeterli ve bilinçli mücadele verilirse, küreselleşmenin önüne geçilebilir.

2) Entelin görevi ‘‘talep etmektir’’ (örn: barış), ancak ‘‘yöntem göstermek’’ bir entele yakışmaz. Entel ‘‘talep merkezli’’ olmalı, ‘‘proje merkezli’’ olmayı düşük akıllı insanlara bırakmalıdır.

* * *

3) Eğer yine de ‘‘ne yapmalı?’’ sorusuna bir cevap aranacaksa, gelecek için çözüm hazır tabletler olarak geçmiştedir!

‘‘Sosyalizmin şanlı günleri’’, ‘‘İslam'ın altın çağı’’, ‘‘Ergenekon’’, ‘‘1930'ların Kemalist devrimi’’ zaten her şeyin çözümünü içeren ana tabletlerdir.

4) Belki ayrı ama herkesin illa bir tek doğrusu olmalıdır. Tek doğru değişmez, eskimez, hükmünü yitirmez! Yeni doğrular aramak günah işlemek, doğru yoldan sapmak, revizyonist olmak, Rum döllüğü, vatanı satma ile eşittir.

‘‘Eğer benim söylediklerim ile bilimin söyledikleri arasında bir çelişki olursa, bilimin söylediğini yapın’’ sözünü Mustafa Kemal Atatürk Kemalist olmadığı bir gün söylemiştir.

5) ABD ile AB sonsuz bir çelişki içindedir. Bizim görevimiz de birinden birini seçme mecburiyetidir. Ülkeler ve insanlar bazı konularda anlaşarak, bazı konularda ise hiç anlaşamadan dünyayı yönetemezler.

6) Dünyanın merkezi biziz. Dünyada her ülke devamlı açığımızı arar. Düşenin dostu olmaz, çok boyutlu dış politika ise hiç olmaz.

7) BM bizi haksız bulduğu zaman (Kıbrıs) yanlış, ABD'yi haksız bulduğu zaman (Irak) uluslararası meşruiyetin tek kaynağıdır.

* * *

Statükonun can düşmanı olması gereken aydınlar, dünyanın hiçbir yerinde bu kadar kolay statükonun emrine girmemişlerdir.
Yazının Devamını Oku