Cüneyt Ülsever

Türkiye'nin en büyük engeli: Statüko

5 Mayıs 2003
<B>BEN </B>kafayı bir kelimeye taktım:<B> Statüko! </B>Zira, dünyanın <B>sanayi devriminden </B>beri yaşadığı en büyük dönemeç olan <B>küreselleşme </B>sürecinde; ülkenin bu devasa değişime uyum göstermek için göstereceği her türlü gayretin önünde en büyük engel olarak <B>statükonun </B>yattığına inanıyorum. Ancak, bir kelimeyi çok kullanınca içi boşalıyor ve giderek anlamını yitiriyor. Statükoyu çok dikkatli tarif etmek ve içini doğru doldurmak gerek.

* * *

Nedir statüko?

Statü
tek başına hal/durum demek!

Unvan/mevki kelimelerine karşılık da kullanılıyor.

Statüsko ise hali hazırda içinde bulunulan hal/durumu izah ediyor.

Statüskocu da içinde bulunan hal/durumun değişmesine karşı direnen kişi.

Liberal iktisadın önde gelen isimlerinden Milton Friedman, demokrasinin cenneti olarak kabul edilen ABD'de bile statükoyu korumak amacı ile, statükocu zulmün -‘‘the tyranny of statusquo’’- hüküm sürdüğünü iddia edecek kadar ileri gider.

A. Tacquvielle ise 18. yüzyılda ABD'de demokrasi ile nasıl tanıştığını hayranlıkla anlatır ama Amerikan adetlerini korumak için görünmez bir elin statüko adına bastırdığını söyler.

* * *

İnsan doğasında değişime karşı hem bir merak ve istek, hem de değişimden korku vardır:

- Yeni durumda ben ne olacağım?

Değişim ile insan arasındaki ilişkiyi herhalde Ahmet Cevdet Paşa kadar kimse bu kadar özlü anlatamaz:

‘‘Eski köye yeni adet, her ne kadar hayırlıysa da, bu alemin ondan nefreti eski adettir.’’

* * *

İnsan doğası değişime direnir ama kimileri diğerlerine göre daha fazla direnir.

Kimdir bunlar?

Halihazırdaki durumlarının (statüsko) ‘‘yeni adette’’ o kadar iyi olmayacağını (statü) düşünenler!

Mevki ve kazanç kaybına uğruyacağını bekleyenler!

Örneğin halihazırda rant ekonomisi ile geçinenler rasyonel kapitalizme geçilmesini hiç istemezler.

Yahut, halihazırdaki siyasi güçlerinin azalacağını düşünen bürokratlar demokrasiyi doğaları gereği sevmezler.

Hele hele ‘‘durumdam vazife çıkarma’’ hakkına sahip olduklarına kendinden menkul bir şekilde inanan asker bürokratlar ‘‘yeni adetleri’’ hiç ama hiç istemezler.

* * *

Hadi bu direnişler doğaldır diyelim. Ama, bizim gibi ülkelerde değişim talebinin başını çekmesi gereken aydınlar (enteller) -gerçeklerinden özür dilerim ama- azgın statükocular oluyorlar. Bizde enteller: i)basbayağı tembeller, ii) Marxist olduklarını iddia etseler dahi, çoktan statükocu bürokratların emrine girmişler ve maddi-manevi oradan besleniyorlar!

- İt kağnı gölgesinde yürür de kendi gölgesi sanırmış!

* * *

Devletten habire kazık yiyen İslamcı ve solcu entellerin statükoya sahip çıkması tam bir al-a Turca garabettir.
Yazının Devamını Oku

Ülkeler akılları kadar büyükler (III)

3 Mayıs 2003
<B>BU </B>hafta biraz kenara çekilip, dünyanın en büyük değişimlerinden birisini geçirdiği bir evrede, 21. yüzyılın gerçek silahı olan aklı ne kadar kullanabildiğimizi irdelemeye çalışıyorum. Hükümetin bu dönemde akıl kullanamadığını, ancak genç bir hükümet olarak, yeni bir altı ay süreyi hak ettiğini (29 Nisan 2003) bu yazı dizisinde salı günü ilan etmiştim.

* * *

Ancak, doğrudan sınıfta kalıp yeni bir süre hak etmeyenler de var.

Statükonun köşe başlarını tutmuş insanlardan oluşan akıl/çare üretim merkezleri -kurumlar değil, kurumlara şimdi daha fazla ihtiyacımız var!- bu dönemde; 21. yüzyılı katiyen yakalayamadıklarını, sadece meşruiyetlerini korumak için kurdukları 19. yüzyıl modeli bir strateji ve güvenlik anlayışlarının yerle bir olduğunu, güvenlik anlayışlarının ise sadece iç siyaseti düzenleme ile sınırlı kaldığını 7 düvele ilan ettiler.

Statükoyu irdelerken sadece Cumhurbaşkanlığı, MGK ve TSK'yı düşünmek eksik kalır. Zaten yaptığım analizi kurumlara bağlamak da alenen bağnazlık olur!

Statüko kurumların değil, aklın eseridir.

Çöken de akıldır!

* * *

Bu dönemde Dışişleri de statükonun yılmaz ama hükmünü yitirmiş bir bekçisi olduğunu ilan etti.

Sivil statüko, asıl görevi itibarıyla, güvenlik ve strateji kavramlarını sadece askeri analizlere dayandırmanın yanlış olacağı konusunda MGK ve hükümeti uyaracağı yerde, sessiz sedasız askeri statükonun peşine düşmüş, belki de hükümeti mahcup etme adına uyarı görevini yapmamıştır.

Hele hele Dışişleri'nin ‘‘Kıbrıs analizi’’ tamamen fos ve zavallı çıkmıştır.

‘‘Sınır açmayı’’ değişim diye yutturmak, esasında Annan Planı'nın sorgusuz sualsiz kuyruğuna takılmaktır.

Yeni bir Dışişleri politikası oluşturulmalıdır.

* * *

Dönem ayrıca; İslamcı ve solcu aydınların zaten aydın olmadığını, ders çalışmayı ve akıl kullanmayı zerre kadar bilmediklerini, TBMM Başkanı'nın malul bir romantik olduğunu, TBMM'nin tam bir kaos içinde yaşadığını, iktidar partisinin esasında bir koalisyon oluşturduğunu, seçimlerden önce ‘‘devlet-millet’’ ikileminde bu sefer milleti tutacağını söyleyen devletçiliğin daniskası CHP'nin resmen yalan söylemiş olduğunu sağır çobana dahi ezberletmiştir.

Benim en çok ilgimi çeken tarih ise 23 Nisan günüdür. O gün dünyayı okumayı bırakın, kendi ülkelerini okuma konusunda çoktan göçmüş statüko gündemi çarpıtmak için bir şark kurnazlığı düşünmüş, ancak tembel aklı 80 yıldır yutturmaya çalıştığı iki slogana sarılıp kalmıştır.

Madem ki davet sahibi Meclis Başkanı'nın hanımefendisi tesettürlü, dedim ki:

- Vatan elden gidiyor!

- Şeriat geliyor!

* * *

23 Nisan 2003 günü benim indimde; bunca badireden zerre kadar ders almayan, hálá kullanma tarihi çoktan geçmiş akıl kullanan statükonun malulen emekliye ayrıldığı gündür!
Yazının Devamını Oku

Ülkeler akılları kadar büyükler (II)

1 Mayıs 2003
<B>3 KASIM'</B>dan beri büyük badireler atlatıyoruz. Ülkelerin <B>büyüklüğü </B>ve ne kadar <B>sağlam durdukları </B>da <B>kriz ortamında</B> belli oluyor. Ülkelerin büyüklüğünün limitini ise onu yönetenlerin kullandıkları aklın seviyesi ve kalitesi tayin ediyor.

Dün hükümeti irdeledim.

Bugün sıra Cumhurbaşkanlığı, MGK, TSK, Dışişleri'nden oluşan devlet mekanizmasında!

Ancak, Dışişleri bir sonraki yazıda!

* * *

Anayasa Mahkemesi Başkanı iken yaptığı bir konuşmada demokrasiye sahip çıktığı için kutsanan Ahmet Necdet Sezer, Cumhurbaşkanlığının ilk döneminde ‘‘gelişigüzel memur atılmasına’’ karşı koyduğu tavır ve havalarda uçuşan Anayasa kitapçığı ile milyonların gönlünde taht kurmuştu.

Ancak, asli görevleri arasında ülkeye vizyon biçmek ve kurumlar arası dengeleri korumak da bulunan Cumhurbaşkanı'nın bu açılardan doyurucu performans verdiğini söylemek çok zor.

Yolsuzlukla mücadelede ise; yanına aldığı DDK üyelerinin denetledikleri alanlarda çok zayıf kalışı, onu iddialı olduğu bir konuda da netice almaktan men etti.

Kimilerine göre Cumhurbaşkanı, ‘‘kasaba avukatı’’ ferasetini aşamadı, bana göre ise başta karşı çıktığı statükoya bizzat teslim oldu.

* * *

58. hükümet ile başlayan dönemde Cumhurbaşkanı'nı, kalesine atılan şutları çıkarmaya çalışan kaleci psikozunda gördük.

58. ve 59. hükümet dönemi; Sezer'in nerede ise tüm yeni çıkan kanunlara, galiba sağlam olsunlar diye, çifte dikiş attırdığı, önüne gelen her atama kararnamesine Komiser Şekspir tavrı ile yaklaştığı bir dönem oldu.

Her şeyden önemlisi ise Cumhurbaşkanımızın son dönemde ne Irak Savaşı'nı, ne de Kıbrıs sorununu doğru dürüst okuyamamasıdır. Bu konularda akıl yormak yerine statükocu şablona teslim olmuştur.

Hukuk konusunda ise işine gelen BM kararlarına sahip çıkarken (Irak), işine gelmeyen BM kararlarını hiçe sayması (Kıbrıs) iddialı olduğu bir konuda çelişkili davranmasına sebep olmuştur. Colin Powell gelmeden evvel ‘‘savaş’’ konusunda söyledikleri ile onun ziyareti sırasında söyledikleri, neredeyse birbirinin tamamen zıttıdır.

* * *

Asli görevleri güvenlik olan MGK ve TSK'nın da bu terimden sadece ve sadece iç güvenliği anladıkları, bu dönemde sağır çobana bile malum oldu.

Eski başkan döneminde Afganistan'a asker yollamakta tereddüt gösteren TSK, ‘‘ABD'nin Afganistan'da saplanıp kalacağını hesap etti’’ ve bu öngörüsünde yanıldı.

Galiba dijital savaşı okuyamayan TSK kurmayları, aynı yanılgıyı Irak Savaşı sırasında da yaşadılar.

Ancak, dönemin benim gözümde önemi; tüm strateji anlayışını sadece askeri strateji üzerine kuran MGK'nın güvenlik konseptinin bu dönemde çökmüş olmasıdır. Dar alanda paslaşmalara dalan MGK, savaş topunu hükümete atmaya çalışırken asli görevini ise unutmuştur.

Artık Türkiye uluslararası areneda, kırmızı çizgileri geçerliliğini yitirmiş bir yalnızlık görüntüsündedir.

Türkiye'nin bu an itibarıyla dış ilişkiler stratejisi yoktur!
Yazının Devamını Oku

Ülkeler akılları kadar büyükler (I)

30 Nisan 2003
<B>3 Kasım'</B>dan beri büyük badireler atlatıyoruz. Denebilir ki, cumhuriyet en büyük sınavlarından birisini veriyor. Zaten, ülkelerin büyüklüğü ve ne kadar sağlam durdukları da sınav dönemlerinde, kriz ortamında belli olur.

* * *

Ülkelerin büyüklüğünü ve ne kadar sağlam durduğunu ise onu yönetenler tayin ederler.

Onların aklı ülkenin aklının üst limitini tayin eder.

Onlardan daha akıllı olan normal yurdum insanları ise ancak akıntıya kürek çekerler, onların düşünceleri karar mekanizmalarını çok az etkiler.

Ben bu hafta, Irak Savaşı ardında, biraz olsun nefeslendiğimiz bir dönemde, ülkenin aklını irdelemek istiyorum.

Nasıl bir sınav verdik, son 6 aya bakarak, bunca toz dumandan sonra, nispeten salim bir kafa ile bir değerlendirme yapmak istiyorum.

İrdeleyeceğim alanlar: a) Hükümet, b) TBMM, c) muhalefet, d) devlet mekanizması -Cumhurbaşkanlığı, MGK, TSK, Dışişleri-, e) aydınlar, f) işadamları.

* * *

Hükümet ile başlayalım:

3 Kasım seçimlerinde millet AKP'yi :i) statüko bıkkınlığı, ii) yolsuzluk ekonomisini yıkma gayreti, iii) rasyonel kapitalizmi yerleştirme hayali, iv) gelir dağılımına müdahale etme beklentisi, v) İslam ile demokrasiyi mecz edebilme iddiası -demokratik İslam- için seçti.

Ancak, hükümet hiçbirimizin beklemediği iki tane denetim dışı olgu ile karşı karşıya kaldı: i) Aniden gelen 9 Mart seçimleri iktidara dere ortasında hükümet değiştirtti. ii) Irak savaşı her şeyi altüst etti.

Bu kısa ancak olağanüstü dönemde hükümetin: a) tecrübesizliği ayan beyan ortaya çıktı, b) 1992'den beri gelmekte olan Yeni Dünya Düzeni'ne hiç hazırlık yapmadıkları belli oldu, c) partinin en azından İslamcı ve neo/muhafazakár-liberal iki parçadan oluştuğu belli oldu, d) statüko karşısında yenik düştüler - bkz: Kuzey Irak ve Kıbrıs, e) gelir dağılımı politikaları -vergileri ve faizleri düşürerek istihdamı artırmak- darmadağın oldu. Dokunulmazlığı kaldıramayan hükümetin yolsuzlukla mücadele konusunda kolay ilerleme sağlayabileceği de şüpheli -iğneyi kendine, çuvaldızı başkasına!-.

* * *

58. hükümet (Gül hükümeti) döneminde hükümeti eleştireceğimi ancak nihai kararımı 6 ay içinde vereceğimi belirtmiştim.

Bu tarih21.05.2003 günü sona eriyor. Ancak, ani hükümet değişikliği, olağanüstü durum (Irak Savaşı) ve son hafta su yüzüne çıkan statükonun bağnaz ve senaryosu 80 yıldır değişmeyen Şark kurnazlığı karşısında 59. hükümete bugünden itibaren yeni bir 6 ay vermeye karar berdim.

Yeni tarih, büyük bir tesadüfle 29 Ekim 2003 gününe rastgeliyor. O gün hepimizin göz nuru olan Cumhuriyetimiz'in yıldönümü. O güne kadar hükümete sadece samimi uyarılarımı yapacağım. Nihai kararımı ilan edip, 80 yıllık cumhuriyetimize bu hükümetin nasıl bir katkıda bulunduğunu ilan edeceğim.

Hükümet bu dönemde akıl kullanmadı! (Yarın devam.)
Yazının Devamını Oku

Birkan Erdal'ın tespit ve önerileri Kamuda reform!

28 Nisan 2003
<B>HÜKÜMETTE </B>en fazla heyecan duyarak takip ettiğim konu <B>‘‘kamuda reform’’</B>dur. Kamuyu daha verimli ve etkin çalıştırmayı hedefleyen bu gayret eğer başarılı olursa, bence hükümet tarihe geçer.

Bu konuyu yakından takip edeceğimi daha önce ilan etmiştim.

Bu köşede reformla ilgili çeşitli yazılarım çıktı. Hürriyet-İK gazetesinde de iki kez insan kaynakları yaklaşımı açısından kamu reformunun personel politikaları bölümünü irdeledim.

Şimdi de elime bir kitap geçti.

Birkan Erdal: ‘‘Daha İyi Bir Türkiye: Tespitler Öneriler’’

Liberte Yayınları-Ankara. Ocak 2003.

Birkan Erdal; TCDD, TEK Genel Müdürlükleri, Başbakanlık Müsteşarlığı, 21. dönem milletvekilliği, KİT Komisyonu Başkanlığı yapmış çok deneyimli bir kamu yönetimi insanı.

Adını verdiğim kitapta yer alan tespit ve önerileri kamunun hemen hemen her alanını kapsıyor.

* * *

Başlangıçtaki bir söz kitabın ruhunu anlatıyor:

‘‘Bütün iktisadi faaliyetlerin temeli insandır.’’

Birkan Erdal kitabının ‘‘devlette değişim: verimlilik’’ (ss: 83-90) bölümünde verimliliğin kamuda sadece tasarruf olarak algılandığını vurguluyor. Üstelik, ne şekilde?

Dostlar alışverişte görsün!

Bir hükümet bir yıllık döneminde on bir adet tasarruf genelgesi yayınlamış!

Başbakan imzası ile tüm kamu kuruluşlarına gönderilen ‘‘Kamu kaynaklarının etkin kullanımı’’ başlıklı genelgede bakın hangi maddeler var:

Tüm kamu kurum ve kuruluşlarında; çok sayıda lamba kullanılan oda ve salonlardaki lambalardan ihtiyaçtan fazla olanları gevşetilecek veya çıkarılacaktır.

Su şebekesi devamlı gözetim altında tutulacak, su sızdıran bozuk musluk ve rezervuarlar derhal tamir edilecek...

Bu genelgenin takibi için de DPT, Hazine, İçişleri, DSİ, Elektrik İşleri, TEDAŞ temsilcilerinin katılacağı, Enerji Bakanlığı temsilcisi başkanlığında ‘‘Enerji Tasarrufu İzleme ve Değerlendirme Komisyonu’’ kurulmuş!

* * *

DHMİ'nin bazı havaalanlarında uçak başına ortalama yolcu sayısı:

Süleyman Demirel: 7 (1997), 8 (1998), 8 (1999), 8 (2000), 19 (2001)

Sinop: 5 (1996), 7 (1997), 5 (1998), 5 (1999), 7 (2000), 0 (2001).

7 havaalanında toplam: 14 (1996), 15 (1997), 11 (1998), 11 (1999), 13 (2000), 14 (2001)!

Bu kadar az yolcuyu taşımak için THY bu alanlara 1996'da toplam 464, 1997'de 874, 1998'de 1430, 1999'da 1995, 2000'de 1930, 2001'de 743 sefer tertiplemiş!

Demek ki, önce devleti yönetenleri reforme etmek gerekiyor.

Meraklısına Birkan Erdal'ın kitabını hararetle tavsiye ederim.
Yazının Devamını Oku

Petrolden sonra su!*

26 Nisan 2003
<B>ISRARLA </B>söylüyorum, bizim Ortadoğu'daki yeni <B>kırmızı </B>çizgimiz ekonomik refah/gelir dağılımı ve sudan oluşacaktır. Dünyada huzursuzluğun kaynağı kıt kaynaklardır. Denebilir ki, dünyada savaşların esas nedeni kıt kaynaklardır. Hatta, ekonomi biliminin ana varlık nedeninin dünyadaki kıt kaynaklar olduğunu iddia eden bilim adamları vardır.

ABD ne derse desin, Irak Savaşı'nın kökeninde, yeni dünya düzeni kurulurken dünyadaki en önemli kıt kaynaklardan petrolün denetimi yatmaktadır.

Petrol hareketin kaynağıdır.

Hareketin ve ileri gitmenin kaynağı!

Su ise doğrudan var olmanın kaynağı!

Değil ileri gitmek, hiçbir yere gitmeseniz dahi var olmak için suya ihtiyaç vardır.

* * *

Su deyince Ortadoğu'nun temel sorununa, bu arada Türkiye, Irak ve Suriye arasında sonu gelmeyen bir menfaat çelişkisine parmak basmış oluyoruz:

Dicle ve Fırat!

Biz Fırat'ın suyunun yarısını, GAP'ın yapımı sırasında -1987'ye dek- (16/32 milyar metreküp/yıl) aşağıya vermekte idik. Dicle'nin ise % 52'sini aşağıya veriyorduk: 23-25 milyar metreküp.

Türkiye, Fırat nehrinden yıllık 18 milyar metreküp, Suriye 11 milyar metreküp, Irak 23 milyar metreküp su talep ediyor.

Ancak, bu nehirde toplam su kapasitesi 32-35 milyar metreküp!

Üç ülkenin toplam su talebi ise 52 milyar metreküp!

Açık yıllık 17 milyar metreküp!

Türkiye, Dicle nehrinden yıllık 6.8 milyar metreküp, Suriye 2.6 milyar, Irak ise 45 milyar metreküp su talep ediyor.

Dicle'deki yıllık su kapasitesi ise 48.7 milyar metreküp.

Üç ülkenin toplam su talebi ise 54.5 milyar metreküp!

Açık yıllık 5.8 milyar metreküp!

Üstelik, Ortadoğu, biz dahil, su açıdan şanslı değil.

Dünyada su açısından zenginlik kişi başına yıllık 10.000 metreküp su varlığı olarak kabul edilirken kişi başına yıllık su miktarı Türkiye'de 1.830 metreküp, Irak'ta 2.110 metreküp, Suriye'de 1.420 metreküp, İsrail'de 300 metreküp, Ürdün'de 250 metreküp, Filistin'de 100 metreküp!

İşte size Ortadoğu'da gerginliğin henüz su yüzüne doğru dürüst çıkmamış kaynağı: Su!

* * *

Biz bugüne dek bizzat ABD'nin desteklediği ve ‘‘Suyun sahibi çıktığın toprakların sahibidir’’ diyen Harmon Doktrini'ne dayanıyorduk. Aşağıya su verdiğimiz için çömert davrandığımızı söylüyorduk.

Irak ve Suriye ise yeterli su vermediğimizi, ayrıca kirli suyumuzu onlara aktardığımızı iddia ediyorlardı.

Şimdi ABD'nin yeni konumunda kartlar değişebilir.

ABD, ‘‘Su geçtiği tüm toprakların sahipleri tarafından ihtiyaca göre paylaşılsın’’ diyebilir!

Su koyverebilir!

* Bu yazının özünü Bilkent Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Yüksel İnan'ın ‘‘Journal of International Affairs’’ dergisinin Temmuz-Ağustos 2000 sayısında yer alan ‘‘The Law of International Water Courses and the Middle East’’ makalesi oluşturmuştur.
Yazının Devamını Oku

Komiktir benim memleketim

24 Nisan 2003
<B> 23 Nisan Çocuk Bayramı.</B> Çocuk bayramında<B> büyükler</B> neden kavga eder ki? 23 Nisan'da illa kavga etmek şartsa, kavga etme hakkı da çocuklarda olmamalı mı? * * *

Büyükler tesettür krizi nedeni ile 23 Nisan resepsiyonuna katılmamayı düşünüyorlar. Egemenlik sarsılıyormuş. Bu egemenlik nasıl bir şey ki, Kuzey Irak'ta kırmızı çizgilerimiz aşılınca sarsılmıyor da, bir bez parçası egemenliği sarsıyor.

* * *

Hükümet, Dışişleri'nin Milli Görüş'e sahip çıkmasını istemiş. MGK Genel Sekreteri de yurtdışındaki tüm kuruluşları bir çatı altında toplamayı önermiş. Bu kuruluşlar sivil toplum örgütleri. Bunları dışlamak veya birleştirmek yerine devlet bunlar üzerinde gölge etmese daha doğru olmaz mı? Yoksa bizim kendi tarihi şartlarımızdan kaynaklanan kendimize ait sivil toplum örgütlerimiz mi var?

* * *

Genelkurmay Başkanı, siyasilerin Milli Görüş'e sahip çıkmasından rahatsız olduğunu söylemiş. MGK üyesi aynı Başkan, kendisine Kuzey Irak'ta güvenlik meselesi sorulunca konuyu siyasilere atmamış mıydı?

Tesettürü ve Milli Görüş'ü güvenlik sorunu olarak gören komutanlar, 28 Şubat toplantısında Kuzey Irak ve Meclis'te 1 Mart'ta reddedilen meşhur tezkere konusunda neden kelam etmemişlerdi?

* * *

Kofi Annan
Yunanistan'da tatil yaparak ne kadar Rum taraftarı olduğunu göstermiş. Şimdi Yunan Adaları'nda tatil yapan binlerce Türk büyüğü de mi Rumcu oluyor? Yoksa birileri, bizim Kofi Annan'ın bir tatile satılacağını düşünecek kadar saftorik olduğumuzu mu düşünüyor?

* * *

KKTC
sınırları açmış.

a) Rumlar, Kıbrıs Cumhuriyeti pasaportu ile KKTC'ye gelince, Denktaş'ın bangır bangır haykırdığı ‘‘Kıbrıs Cumhuriyeti'nı tanımıyoruz!’’ sözlerinin ne anlamı kalacak?

b) Hani Rum'u aramıza sokmalarına engel olmaya çalışıyorduk?

c) Eğer, Rumlar ile Türkler paşa paşa geçinirse, Ada'da 50 bin askere ihtiyaç kalacak mı?

d) Bu politika her geçen gün geri adım atan Denktaş'ın son kalesi olarak ‘‘aman ellerinden aldığımız toprakları, evleri istemesinler de ne yaparlarsa yapsınlar!’’ uyanıklığı mı?

e) KKTC'deki Türkler Kıbrıs Cumhuriyeti pasaportu alınca, onlar da KKTC'ye pasaport göstererek mi girecekler?

f) Madem sınırlar açılabiliyordu, Denktaş neden Annan Planı'na direndi. Global takas ve KKTC bankalarının denetimden uzak kalacağı kabul edilse Annan Planı'nı da kabul etmez mi?

g) KKTC'liler Rum kesiminde çalışmaya ve kazandıklarını orada harcamaya başlayınca zaten olmayan KKTC ekonomisi ne hale gelecek?

* * *

Başbakan, başkanlık sistemi istiyormuş. 365 üyeli AKP'nin, programında olmadığı halde daha da fazla yetki istemesi; a) gündemi değiştirmek, b) Cumhurbaşkanı'nı by-pass etmek, c) zaten AKP'nin bir bütün değil, bir koalisyon olduğunu kabul etmek, d) hepsi mi?
Yazının Devamını Oku

Zina ekonomisi

23 Nisan 2003
<B>BDDK'</B>nın 6. Gelişme Raporu dünkü gazetelerde yer buldu. Rapora göre <B>batan bankaların patronları</B> bankalarından <B>11 milyar $</B> boşaltmışlar, ancak onlardan sadece <B>234.9 milyon $</B> tahsil edilebilmiş. Bu bankaları yeniden yapılandırmak için de bugüne dek <B>21.7 milyar $</B> para harcanmış. Bu para da milli gelirin <B>% 16.7'</B>si imiş! * * *

Bilmem hatırlar mısınız?

1999-2000 yıllarında batan bankaları yakın takibe almış ve yaşadığımız düzene bir isim koymuştum:

Zina ekonomisi!

Zira, biraz bankacılıktan anlayan bir kişi bilir ki; hiçbir patron kendi bankasını dahi tek başına boşaltamaz.

Banka boşaltma işlemi aynen zina gibi bir eylemdir.

* * *

Banka boşlatma eyleminin oluşması için patron ile siyasetçinin yatağa girmesi, bürokratın da kapıda erkete beklemesi gerekir.

* * *

11 milyar $
bir günde veya tek başına boşaltılamaz. Bankalar Merkez Bankası ve Hazine tarafından devamlı takip edilir, murakıplarca sürekli denetlenir. Ayrıca:

Batan özel bankaların kurulması/devredilmesi sırasında bu bankaları büyük çapta kamu bankaları finanse etmiştir. Zaten batan patronlar bizim paramızla banka sahibi olmuşlardır.

Bizim paramızla banka sahibi olanlar, bir de üstüne üstlük, kendi bankalarını boşaltırken siyasetçilerden-bürokratlardan yardım/destek almışlar, en azından bu eylemlerine göz yumulmuştur.

Düşünüyorum ki, bir kısım siyasiler ve bürokratlar bu boşaltma işlemlerinden pay almışlardır. Aksi halde, bu zeká küpü insanların enayi olduğuna inanmak gerekir!

* * *

Aklımda kalan bazı sorular:

1) Bazı insanlara verilen banka kurma izinleri neden beleş verilmiştir?

2) Mesut Yılmaz döneminde Etibank, Cavit Çağlar-Dinç Bilgin ikilisine devredilirken nasıl oluyor da Hazine 10 gün ara ile önce ‘‘Olmaz! Zaten Çağlar İnterbank'ı batırmış’’ raporu vermiş, sonra da aniden ‘‘Olur! Yeter ki ilave sermaye bulsun’’ demiştir?

Dinç Bilgin, girmediği ihaleden nasıl banka sahibi olarak çıkmıştır?

3) Nasıl oluyor da aynı dönem için murakıplar Egebank hakkında önce ‘‘sağlıklı ve kárdadır’’ diye rapor verip, sonra bunun yalan olduğu bağımsız denetiçiler tarafından ispat edilince ‘‘sağlıksız ve zarardadır’’ diye rapor vermişlerdir?

İlk raporu veren murakıp nasıl olup da arkadan aynı bankada yönetici olmuştur?

4) Murakıbın (Sinan Çam) el yakan ‘‘Bu banka batmıştır, acilen el konulmalıdır’’ diyen Egebank raporu neden 6 ay süreyle sumen altında tutulmuştur?

Bu rapor ilgili bakanın önüne geldikten hemen birkaç gün sonra bakan neden intihara teşebbüs etmiştir?

* * *

Bankaların boşaltılma işlemi patron-siyasetçi-bürokrat üçlüsünün ortak zina eylemidir.
Yazının Devamını Oku