22 Aralık 2003
<B>AJDA Pekkan</B> bir şarkısında sevgiliye böyle sesleniyor.Galiba Kıbrıs'taki müzakereci ve danışmanları için <B>R.T. Erdoğan</B> da aynı şarkıyı söylüyor. KKTC Anayasası'na göre, eski hükümetin istifası ile, Rauf Denktaş'ın müzakereci sıfatının sona ermesine rağmen Başbakan'ın bu sözleri söyleme ihtiyacı hissetmesi, Denktaş'ın daha seçimlerin üzerinden 48 saat geçmeden Annan Planı'nı yine kaale almayacağını ilan etmesi ve üstelik herkesin gözünün içine bakarak planı tahrif etmesi üzerine zuhur etmiştir.
* * *
Başbakan'ın değişmesi gerektiğini söylediği danışmanların başında Mümtaz Soysal'ın geldiğini ise Süleyman Demirel'in Fırat'taki sağır çobanı dahi anlamıştır.
Bir kişi hariç...
İnsana ‘‘pes artık!’’ dedirten Mümtaz Soysal'ın kendisi!
Bu vurdumduymazlık karşısında Başbakan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin, ‘‘Türkiye'nin AB hedefine karşı olan kişilerin KKTC'de etkin görevlerde olmaları doğru değil’’ diyerek ve bir gazetecinin ‘‘Kimi kastettiniz?’’ sorusu üzerine, ‘‘Arif olan anlar’’ diye konuşarak adresi çok net bir şekilde tekrar etmiştir.
Şimdi gururu olan bir kişiye düşen tek tavır istifa etmektir.
‘‘...İstenmiyorsun artık.’’
* * *
Mümtaz Soysal'ın danışmanlık hizmetini para almadan yaptığını söylemesi ise insanı gerçekten zıvanadan çıkarabilir. Türkiye'de %0.05 dahi oyu olmayan bu zevat dünyanın en pahallı danışmanıdır. Loizidu davasının tazminatını 9 yıl ödemeyen, üstelik bu davanın sonuçlarını milletten gizleyen Mümtaz Soysal aklı şimdilik ülkeye 1.1 milyon Euro'ya mal omuştur.
Mümtaz Soysal aklının bedava danışmanlık lütfetmeye devam etmesi durumunda ise maliyeti 30 ile 300 milyar dolar arasında bir rakama çıkacaktır.
Mümtaz Soysal'ın para almadan danışmanlık yapması yerine danışmanlık yapmamak için dolgun maaş alması ülkeye çok daha ucuza mal olur.
Rauf Denktaş-Mümtaz Soysal devrinin artık kapandığını yüzümüze salt AB değil, ABD de haykırmaktadır.
* * *
Nitekim, gazetelere göre ‘‘ABD yönetimi, Başbakan Tayyip Erdoğan'ın Beyaz Saray'da Başkan George W. Bush ile görüşeceği 28 Ocak 2004 tarihinden önce, Kıbrıs'ta ve Annan Planı çerçevesindeki müzakerelerin başlamasını istiyor.
Washington, KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş ile artık hiçbir yere varılamayacağını düşünüyor. ABD kaynakları, ‘Denktaş çözüm istemiyor. Artık, bunu bilmeyen var mı?' diye konuştular.’’
Bu kendinden menkul akıl Türkiye’yi sadece AB'den değil, dünyadan da koparmaya çalışıyor.
TC Hükümeti'nin böyle bir aymazlığa göz yummaya devam etmesi her şeyden önce kendi intiharı olur.
Yazının Devamını Oku 
20 Aralık 2003
<B>İNSANIN duygularının</B> sesini hiç dinlememesini beklemek; insandan <B>fıtratını</B> terk etmesini istemektir. Ancak, ortak kararlar alınması gereken konularda ortak veri tabanından hareket etmek zorunluluğu vardır.
Bu anlamda duygular ortak değildir.
Benzer olaylarda dahi insanlar değişik duygularla hareket edebilirler.
Ortak nokta da sadece ve sadece ortak akıldır.
Ortak akıl ise kuralları, sistematiği, metodolojisi ortak tayin edilmiş rasyonel akıl kullanarak geliştirilir.
* * *
Türkiye'de sözüm ona entelektüel insanlar arasında yaşanan tartışmalara bakıyorum ve onların ortak veri tabanına dayanan ortak akıl kullanmak -aynı kanaate varmak katiyen şart değil- yerine ortak olmayan duyguların esirleri olduklarını görüyorum.
Alicengiz oyununu bölgemizde sık sık siyasiler oynuyorlar.
Örneğin, koskoca bir lider, duyguları ile oluşmuş kanaati ile bir yazılı metin uyuşmayınca, kolayca yazılı metin hakkında tahrifat yapabiliyor, metni istediği gibi okuyor, metinde olanları yok sayıyor, olmayanları ilave ediyor; bu durum ortaya çıkınca da yakınları onu ‘‘davası için yapmıştır’’ diye savunabiliyor.
Batı geleneğinde ise kamuya yalan söyleyen bir siyasetçi kariyerini bitiriyor.
* * *
Duyguları ile kanaat oluşturma konusunda en pervasız kesim ise medya.
Ülkemizde nedense sıfatı fikir yazarı iken köşe yazarına devşirilmiş insanlar, hiçbir veri tabanına dayanmadan, rasyonel aklın analiz yapma öğretisine zerre kadar saygı göstermeden kanaat oluşturuyorlar ve bunu kamuoyuna dayatıyorlar.
Ancak biraz daha deşerseniz görüyorsunuz ki, bu tip köşe yazarları esasında duygularının değil, statülerinin esiridirler.
Ülkemizde; ama sermaye, ama siyaset, ama bürokrasinin gölgesine sığınan bazı yazarlar statülerini koruyabilmek için, varsa yoksa, adına hareket ettikleri statükoyu savunuyorlar.
* * *
Baştan tayin edilmiş bir kanaati kamuoyuna kakalamak zorunda olan yazar ise:
1) Öncelikle, kendi kanaati hakkında imanını bozmamak için hiç okumuyor, araştırma yapmıyor, sorgulamıyor.
2) Gerekçelere dayanan kanaati olmadığı için somut gerekçe kullanmaktan mümkün olduğunca kaçıyor.
3) Ortak veri tabanı kullanmayınca ortak duygu tabanı olduğuna inandığı kalıplara sığınıyor, karşı tarafa söverek veya hamasi şablonlara sığınarak kendi haklılığını savunduğunu sanıyor.
4) Habire geçmişe atıfta bulunuyor, gelecek ile ilgili herhangi bir tahayyül bizzat dayandığı statükoyu rencide edeceği için, değişim üzerine zerre kadar akıl yormuyor.
* * *
En sığ dönemini yaşadığını düşündüğüm bazı köşe yazarlarını, mesleğim gereği okumak zorunda olmak son zamanlarda beni çok sıkıyor.
Yazının Devamını Oku 
18 Aralık 2003
<B>KKTC</B>'de seçimler <B>berabere</B> bitmiştir. Ancak, artık Rauf Denktaş'ın tek müzakereci olarak devam etmesi doğru değildir. Zira, Rauf Denktaş'ın tek başına bırakılması demek ufacık bir anlaşma ihtimalinin dahi heba edilmesi anlamına gelir.
Söz üzerinde telif hakkı sahibi olarak inatla söylüyorum ki Rauf Denktaş'ın Kıbrıs politikasına göre ‘‘çözümsüzlük çözümdür!'. Beyninin diğer yarısı da Mümtaz Soysal'dır.
* * *
Açıkça yazıyorum; Rauf Denktaş'a güvenmiyorum. Zira, en hafif deyimiyle, Annan Planı'nı tahrif ediyor, planın önerileri ile ilgili olarak kamuya yanlış bilgi veriyor.
Bakınız, Rauf Denktaş seçimlerin üzerinden sadece 48 saat geçtikten sonra neler söyleyebiliyor:
* * *
‘‘İki halk: Olmazsa olmaz koşullardan biri Kıbrıs'ta iki halk olduğunu kabul etmektir. 1960'ta teslim ettikleri bu gerçeği şimdi teslim etmiyorlar, kabul etmiyorlar. Kıbrıs'ta iki cemaatten oluşan tek halk vardır, diyorlar. Annan belgesi de örtülü biçimde bunu söylüyor. Aramıza Rumların yerleşmesini öngördüğü gibi hükümet ve parlamento oluşumunda Türk-Rum ayırımı yapmadan karma temsili öngörüyor ki, bunun anlamı Kıbrıs'ta iki ulus değil bir halk olduğunun kabul edilmesidir. Biz bunu kabul edemeyiz.
Kıbrıs'ta Türk ve Rum, iki halk vardır. 1960'ta hükümette 3 Türk, 7 Rum, parlamentoda 15 Türk, 35 Rum diye iki halk kabul edilmişken, Annan belgesi şimdi bunu dahi sağlamıyor. Bunun değişmesi şarttır.’’ (Milliyet-Fikret Bila: 17.12.2003)
Annan Planı ne diyor?
- Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti bir federal hükümete ve biri Kıbrıs Rum Devleti diğeri Kıbrıs Türk Devleti olmak üzere, iki kurucu devlete sahiptir.
- Federal Parlamento iki Meclis'ten oluşur: Senato ve Temsilciler Meclisi. Her Meclis'in 48 üyesi bulunur.
- Senato her kurucu devletten eşit sayıda senatörden oluşur. (24'er senatör)
- Temsilciler Meclisi her kurucu devletin iç kurucu devlet vatandaşlık statüsüne sahip kişilerin oranına göre oluşur. Milletvekillerinin en çok %75'i Kıbrıs Rum Devleti'nden, en az %25 ise Kıbrıs Türk Devleti'nden olacaktır.
* * *
Rauf Denktaş, Annan Planı'na göre, 10-20 yılda Türk kesiminin dahi Rum çoğunluğa dönüşeceğini iddia ediyor.
Halbuki, Annan Planı vatandaşlığı dışındaki bölgede yaşayacaklara (‘‘aramıza karışacak Rumlar’’) 15 yıldan sonra dahi ‘‘ilgili kurucu devlet nüfusunun en çok %21'i kadar kişiye ikamet hakkı’’ tanımaktadır.
Rauf Denktaş; 20 bin Rum'un da Karpaz köyleri başta olmak üzere ‘‘belirli köylerde’’ oturan kişilerin Annan Planı'ndaki ‘‘eski sakinlere iki yıl sonra bu oranlar uygulanmaz’’ şartından faydalanacağını söylüyor.
Bu köylerde 20 bin Rum'un olduğunu iddia etmek için Rauf Denktaş olmak gerekiyor ama isteyenler yine Annan Planı'nda yer alan ‘‘bu kişiler tabloda belirtilen kotalar açısından hesaplamaya dahil edilecektir’’ ibaresini de okuyabilir.
Rauf Denktaş'ın yeni dönemde tek müzakereci olmasına müsaade edilemez.
Yazının Devamını Oku 
17 Aralık 2003
<B>SEÇİMLERİN </B>berabere bitmesi en fazla <B>Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti'</B>nin elini güçlendirmiştir. Karşısında artık şu veya bu şekilde tavır koyacak bir güç yoktur. Statüko şimdi Annan Planı'na direnemez, muhalefet ise Türkiye'den gelen Türkleri içleyip onları ikna edemediği için zaafa uğramıştır.
TC Hükümeti; şimdi iki tarafın da zaaflarını kullanarak, Ada'da istediği politikaları uygulayabilir.
Tersten söylersek, Ankara'daki statüko da şimdi ne Annan Planı'na direnebilir, ne de Türkiye'den giden 70 bin KKTC'liyi ajite edecek gerekçe (‘‘onları düşünmeyen muhalefetin aşırı güçlenmesi!’’) oluşmuştur.
* * *
Seçime iki tarafın birlikte kurguladığı şekilde Annan Planı'nın oylandığı bir referandum olarak bakarsak Annancılar %51'e %49 öndedirler. Daha evvel Annancı grubu küçük bir grup olarak adlandıran Rauf Denktaş artık bu rakamı dikkate almak zorundadır.
Rauf Denktaş'ın elinde; iki ay içinde yeni hükümet kurulmazsa seçimlerin yenilenmesini talep edebilecek güç vardır ve Denktaş bu kartı kullanabilir. İki aylık hükümet kurma çabaları takvimleri 15 Şubat 2004'e taşır. Seçim dönemine bir de 45 gün konursa tarih 1 Nisan'a uzar. Böylece, Annan Planı hiç tartışılmadan, Kuzey Kıbrıs'ın AB'ye üye olacağı Mayıs 2004'e ulaşılır ve Rauf Denktaş muradına erer.
Bu olası oyunu bozacak karşı politika ise kendisini Avrupa Konseyi'nde Kıbrıs sorununun çözümüne tamamen bağlayan ve şimdi Kıbrıs'ta eli çok güçlenen TC Hükümeti'nin erkindedir.
Seçimin mutlak galibi yoktur ama seçimlere bir süreç içinde bakıldığında muzaffer parti CTP'dir. İktidar ise açık ara gerilemiştir.
Mehmet Ali Talat'ın CTP'si, 1998'e göre oylarını %13.4'ten %35.1'e yükselterek 2.6 misli büyümüştür.
1998'deki %22.6 oydan 2003'te %12.9'a inen Serdar Denktaş'ın DP'si %57 oranında; Derviş Eroğlu'nu UBP'si ise %40.4'ten %32.9'a düşerek %20 oranında küçüldü.
Ada'da çıkan milli irade CTP+DBH+DP koalisyonunu işaret ediyor.
Yeni Hükümet ivedilikle Annan Planı çerçevesinde müzakerelere başlayabilir.
Ancak, artık Rauf Denktaş'ın müzakereci sıfatı kendisinden alınamaz. Müzakere masasına koalisyon ortağı liderler Denktaş'ın yardımcıları olarak oturabilirler.
* * *
Mehmet Ali Talat'ın, seçimlerde hüsrana uğramasına rağmen müttefiki ÇABP lideri Ali Erel'i Ekonomi Bakanı olarak ataması kanaatimce çok doğru bir adım olacaktır. Yeni hükümet Ali Erel'in Batı'daki pozitif imajını lehine kullanabilir. Ayrıca, Ankara'nın Ali'si ile Lefkoşa'nın Ali'si bir araya gelerek Kıbrıs sorununa, belki de tarihinde ilk kez ekonomik bir sorun olarak da bakmaya başlayabilirler.
Seçimler ortak aklın ortalamasını aldıkları için isteyen siyasetçilere önemli mesajlar verir.
Yazının Devamını Oku 
15 Aralık 2003
<B>İNANIN,</B> bu yazıyı üzülerek yazıyorum.Turgut Özal'ın ANAP'ına, hatta 1990'ların başlarında Mesut Yılmaz'lı ANAP'a gönül vermiş bir kişi olarak; ülkenin makus talihini Cumhuriyet'in kuruluşu (1923) ve demokrasiye geçişten (1950) sonra en fazla etkilemiş bir kurumun (1983-87) bu hale gelmesi beni üzüyor.
ANAP'ın Mesut Yılmaz ve biraderi elinde bozuk para gibi harcanarak, sonunda acil servise yatırılacak hale getirilmesi ise beni kızdırıyor.
Hem de çok kızdırıyor!
* * *
İnsanların olumlu ve olumsuz yönlerinin olduğu malum. Esas olan, artıların eksilerden fazla olmasıdır.
Turgut Özal'ın beyni ile bedeni aynı yönde çalışmazdı. Beyni ne kadar ileride ise, bedeni o kadar maddeye düşkündü.
Nitekim, maddi zaafları kendisinin, partisinin ve dahi ailesinin üzerinde kara bulutları o kadar güçlü topladı ki, özünde ancak ‘‘yok aslında birbirimizden farkımız!’’ diyebilecek Süleyman Demirel onu sadece ve sadece bir kelime ile, ‘‘haneden’’ kelimesi ile yıktı.
Ancak, tarihi bir perspektif ile baktığımızda; Turgut Özal'ın artılarının eksilerinin çok üstünde olduğu, Türkiye'yi devraldığı yer itibarıyla zihnen ve maddeten çok ama çok ileriye taşıdığı inkar edilemez.
* * *
Aralarında benim de bulunduğum bir ekip 90'ların başında Özal'ın artılarına sahip çıkıp, eksilerini çöpe atacağı inancı ile Mesut Yılmaz'a sarıldı.
Ancak, Mesut Yılmaz genel başkan olduktan sonra kısa sürede bu hevesimiz kursağımızda kaldı. Zira hep beraber gördük ki, Mesut Yılmaz'ın beyni kendi gövdesinde değildi, kardeşinde emanette idi.
Her iki kardeş de ben merkezli yapıları, üstün kalite kibirleri ile etrafındaki insanları hor görmekten öte onlarla bir ilişki kuramıyorlardı.
Mesut Yılmaz'ın çevresi kısa sürede giden ve yeni gelenlerin yarattığı girdaplara teslim oldu.
Askerlik görevi gibi; kendisi ile ancak süreli dostluklar kuranlar bir müddet sonra görevi başkalarına devrediyorlardı.
* * *
Beklentilerin tersine Mesut Yılmaz, Turgut Özal'ın eksilerine sahip çıkıyor, artılarını ise reddediyordu.
Bunu bilinçli yaptığı söylenemez.
O, siyasette dengelerin sadece çıkar oyunlarına dayandığını zannediyordu.
Yılmaz ailesi; kısa sürede, kendilerine babalarından miras kaldığını düşünmeye başladıkları ANAP'ı bir A.Ş. olarak kullanmaya başladılar.
Aileye göre, seçtikleri bakanlar müdürleri, atadıkları milletvekilleri memurları, delegeleri ise borsada küçük bir ANAP hissesi satın aldıkları için kendilerini ortak zanneden saftoriklerdi.
* * *
Millet 3 Kasım'da parmaklarını gözlerine sokana kadar ANAP A.Ş. durumu idare etti.
Bal tutan parmağını yalar misali yaşamayı şiar edindi.
* * *
Şimdi ancak bir otel salonunda yapılabilen bir kongre ile; Turgut Özal'ın ANAP'ının Nesrin Nas'a emanet edilmesi sadece trajik değil, maalesef komiktir de.
Yazının Devamını Oku 
13 Aralık 2003
<B>PERŞEMBE </B>günü yazdım. Bazı eski bakanları <B>Yüce Divan'</B>a gönderip göndermemeyi tartışmak üzere TBMM'nin soruşturma komisyonları kurmaya karar vermesi, <B>zina ekonomisi</B> döneminin sona ereceğine en iyi işarettir. Fakat, yazının son cümlesi şöyle idi:
Ancak, illa ki dokunulmazlıklara dokunmak da şarttır!
* * *
Üzülerek görüyoruz ki; TBMM ‘‘yolsuzluklar konusunda’’ çok özlü bir çalışma yapmış ama AKP başka bir komisyonda ‘‘dokunulmazlıklara dokunmayarak’’ zina ekonomisinin sona ermesi için sarf ettiği büyük gayrete yine kendi elleriyle büyük darbe vurmuştur.
Okyanusu aşan hükümet derede boğulmuştur!
* * *
Hükümetin dokunulmazlıklara dokunmama gerekçesi sanki milletle alay eden bir tonda.
Yargının tarafsızlığından şüphe ediyorlarmış!
* * *
Bazı yargı kararlarının siyasi baskı altında alındığına dair kanaat millet indinde yerleşik bir düşüncedir.
Ancak, hükümetin bu kanaati yok etme gayreti içine girmek yerine tüm yargı erkini töhmet altına alan bir genellemeye kalkması büyük bir gaflettir.
Dokunulmazlıklara dokunmamanın gerekçesi-kulbu, demokrasinin ve Anayasa'nın ruhunu oluşturan yargı-yasama-yürütme erklerinin özerkliğine indirilen ağır bir darbedir.
Hükümet; yargıdan kaçmak için yargıyı töhmet altına alırken yargı ile ilgili iddiasını istisna olmaktan çıkarıp genel doğru haline getirmiştir.
Asıl şimdi:
Yargı siyasetin sultası altına girmiştir.
* * *
Bundan böyle; isteyen, işine gelmeyen her yargı kararı için ‘‘cezam siyasi baskı altında alındı’’ deme hakkına kavuşmuştur.
Bu haktan en fazla yararlanacak olanlar ise bizzat bu hafta haklarında soruşturma komisyonları kurulan eski siyasilerdir.
Artık Yüce Divan'da haklarında ne karar alınırsa alınsın onlar ‘‘karar siyasidir’’ deme hakkına sahip olmuşlardır.
Hem de gerekçesi ile!
* * *
Öte yanda hükümet, belki farkında değildir ama 3 Kasım'da kendisini iktidar yapan ruhu da yok etmektedir.
Aldığı oy oranı içinde büyük bir oran, kendisine verilen pozitif oy değil, diğerlerine gösterilen tepkinin oluşturduğu negatif oydur.
Millet zina ekonomisini yok etmesi için AKP'ye yetki vermiştir.
AKP, zina ekonomisinin ateşini belki vücuttan atmıştır ama bünyedeki virüs, değil vücuttan atılmak tersine güçlendirilmiştir.
Millet, TBMM'de birbirini aklayan siyasileri hiç unutmadı, bu aymazlığı da unutmaz.
Yazının Devamını Oku 
11 Aralık 2003
<B>MESUT Yılmaz</B> ve <B>icra heyetini</B> Yüce Divan'a yollama yolunu açan TBMM'nin ‘‘soruşturma’’ kararı, adı tarihe <B>zina ekonomisi</B> olarak geçecek bir dönemin sonunu tarif ediyor olabilir. Tarihin sonu!
* * *
Biten dönem devlet üzerinden milleti soyma dönemidir.
Bu dönemde işadamı-siyasetçi-bürokrat üçgeni kendi aralarında bir sarmal yaratarak, herkes sahibi olduğu için sahibinin belli olmadığı kamu kaynaklarınının bir kısmını kendi aralarında ha babam üleştiler.
Osmanlı'da yer yer filiz veren, Cumhuriyet'in idealist huzmesi kaybolduktan sonra ise ortalık yerlere dökülen zina ekonomisi, şahikasına Turgut Özal-Süleyman Demirel dönemlerinde ulaştı.
- Benim memurum işini bilir.
- Verdiysem ben verdim, sözleri ile simgeleşen dönem ortalık yerlere dökülen aile resimleri ile hemen herkesin zihnine zikredildi.
* * *
Ancak, kabul etmek gerekir ki, zina ekonomisinin kendine ait bir raconu olmasına rağmen, dönem Mesut Yılmaz-Tansu Çiller sayesinde ayyuka çıktı.
Ustalarına göre mukayese kabul etmeyecek kadar çapsız olan bu çıraklar, zina ekonomisini daha evvel ait olduğu gizli yatak odalarından çıkarıp ortalığa döktüler.
Çapsızlıkları o kadar açıktı ki, Özal-Demirel dönemlerinde akrabalar araç iken bunların döneminde direksiyonun yönetimi ‘‘eş’’ ve ‘‘birader’’lere kaldı.
İkili bir yandan saç saça dövüşürken, öte yanda birbirlerini aklayınca ‘‘dönülmez akşamın ufkuna’’ pupa yelken açtılar.
* * *
Bu dönemde milyarlarca dolar kamu kaynağı hayasızca ve arsızca yandaşlar arasında pay edilmiştir.
Haliyle bal tutan her parmak parmağını yalamıştır.
Ancak, kanımca oyunun sonunu başını Mesut Yılmaz'ın çektiği bir karakter özelliği hazırladı: Kibir!
Ustalarının tersine başkalarının duygularını da göz önüne alan modeller kuramayan Mesut Yılmaz, empatiden zerre kadar nasibini almadığı için, birliği menfaat birliği olmanın ötesine taşıyamadı.
Açıkçası, kurulan birlikler hiçbir zaman birlik olamadı.
Mesut Yılmaz her sıkıştığında yandaşlarını sattı.
Banka alma karşılığında beraber TV-gazete kurmak için çıktığı çetrefilli yolda ilk sıkıntı karşısında Mesut Yılmaz, Korkmaz Yiğit'i yolda bırakınca, seviyeli birlikteliğin birbirini satması alenen ádet oldu.
Kaybolan emniyet kuryesi için ‘‘Benim haberim yoktu, Başbakan biliyordu’’ sözleri ve evvelsi gün TBMM'de Cumhur Ersümer'in ‘‘Bu anlaşmaların altında Mesut Yılmaz'ın da imzası vardı’’ diyerek kendini savunması birlikteliğin ne menem bir birliktelik olduğunun açık resmidir.
* * *
Zina ekonomisi döneminde yerleşik bir kanı milleti bizar etmiş, tüm umudu yüreklerden silmişti:
- Yapanın yanına kár kalır!
Zina ekonomisi, bu görüş zihinlerden silindiği gün tarih olacaktır.
Ancak, illa ki dokunulmazlıklara dokunmak da şarttır!
Yazının Devamını Oku 
10 Aralık 2003
<B>SON </B>18 aydır <B>Kıbrıs</B> üzerine oldukça çok bilgi edindim, Ada'ya birkaç kez gittim. Üzerine epey kafa yordum, kendimce analizler yaptım, yazılar yazdım. KKTC ile ilgili bazı konularda ilk uyarı yazılarını yazdığım için kimileri beni hain, kimileri de kahraman ilan ettiler.
Ada'daki taraflar her ikisi de olmadığım halde bana bu sıfatları taktılar.
Bugüne dek Kıbrıs siyaseti çerçevesinde açık taraf oldum.
Bundan sonra da taraf olmaya devam edeceğim.
Ancak, bugün 14 Aralık KKTC seçimleri öncesi Kıbrıs ile ilgili son yazımı yazıyorum.
Zira, bu gök kubbede Kıbrıs hakkında söylenecek ne kadar söz varsa söylendi.
Artık KKTC halkı kendi kendine kalmalı ve hafta sonu kararını vermeli.
* * *
Kıbrıs'a gittiğim her seferde, sanki orada havada her daim bulunan bir iksir beni etkisi altına alıyor.
Bu duyguyu bana bir de Kudüs verir.
Orada da havada bir iksir vardır ve sizi şehre girer girmez teslim alır. Kudüs'ün iksiri sanki ilahi bir karışımdır. Kıbrıs'ınki ise tabiatın rayihaları ile bezenmiştir.
Sadece hava koklanarak sarhoş olunan Kıbrıs'ta bir mıknatıs sizi sonsuz bir mavi ile yeşil arasına hapseder.
İki araya yapışır kalırsınız.
Gökyüzünün yeryüzüne bu kadar yakın olduğu, gök mavisi ile deniz mavisinin bu kadar birbirine yakıştığı başka bir bölgeyi yeryüzünde bulamazsınız.
* * *
Cevabını hiçbir zaman çözemeyeceğim soru ise Yaradan'ın bu kadar özene bezene yarattığı Ada'nın bir bölümünü neden biz Türklere verdiğidir.
Zira dünyanın köprüsü Anadolu'yu bin yıldır bozdura bozdura harcayan zihniyet Ada'da da kendi fotokopisini çıkarmış.
Şimdilerde artık tüketmiş olsak dahi, biz Türkler hep birlikte Ada'yı da bozdura bozdura harcamışız.
Dünya üzerinde en büyük hüneri üretmeden tüketmek olan insanımız tabiatı, onun kucağına emanet edilmiş tarihi ve bambaşka amaçla inşa edilmiş olsa dahi devleti iğfal ederek ve soyarak geçinmeyi; çalışmadan yaşamayı belki dünyada ilk keşfeden bir millet değildir ama beleş yaşamı hakkı ile uygulayan milletlerden olduğumuz kesindir.
* * *
Ada'da mesele Annan, Rumlar veya AB değil; biziz. Biz Ada'yı yeniden üretmeyi becerememişiz.
Babamızdan kalan miras misali, bulduğumuz taşın üzerine taş koymadan yemiş bitirmişiz.
İşte şimdi yüzümüze çarpılan gerçek budur.
Kızgınlığımız da birbirimize değildir, zira maşallah beleş yaşamı damıta damıta yaşamak konusunda yoktur birbirimizden farkımız.
Biz Türklerin Batı medeniyet çığırını hazmedip edemeyeceğimiz, edeceksek ne zaman hazmedeceğimiz hálá meçhuldür.
Ancak, Ada'ya sinmiş iksirin kokusunu ciğerinize çektiğinizde görürsünüz ki, bu rayiha bizzat Batı medeniyet çığırına aittir.
Yazının Devamını Oku 