5 Ocak 2004
<B>RECEP Tayyip Erdoğan Hükümeti</B>'nin iki önemli zaaf noktası <B>dokunulmazlıklar</B> ve <B>dış politika</B>. Bu iki konuda ha bire tökezliyor.
* * *
Hükümet, Soruşturma Komisyonları vasıtası ile eskilere dokunmayı şiar edinirken kamuoyunda yerleşik ‘‘yapanın yanında kalır!’’ önyargısını kırdı ama dokunulmazlıklara dokunmayınca 'hesap sorma' iddiası ile yaptığı çalışmalar kamuoyu önünde büyük çapta değerini yitirdi.
* * *
Toplumun paylaştığı genel kanıya göre Başbakan Erdoğan İstanbul Belediyesi'nden siyasete taşıdığı insanları koruma çabası içinde. Onlara söz vermiş.
İlginçtir, bazıları Erdoğan'ın böyle bir sözünün varlığını kanıtlamak için partisinin iktidar olup kendisinin milletvekili seçilemediği, dolayısıyla dokunulmazlığının olmadığı Siirt seçimi öncesi dönemde dahi yine 'dokunulmazlıklara dokunmamayı' tercih ettiğinden dem vuruyorlar.
Bazı milletvekilleri Tayyip Erdoğan'ın hapse girdiği dönemde İstanbul Belediyesi'nde kaynayan cadı kazanlarında fokur fokur kaynatıldıklarına inanıyorlar.
Gerçekten de 28 Şubat dönemine rastlayan bu dönemde Tayyip Erdoğan ve arkadaşları ile ilgili büyük bir ihbar kampanyası sürdürülmüş, dönemin karalama havasına uyan bazı savcılar da Belediye yöneticileri için davalar açmışlardı.
Hálá kim suçlu idi, kim nara yandı belli değil.
AKP'de yargı erkine karşı bir önyargı var ve bu önyargıyı bazı milletvekilleri açıkça ifade ediyorlar.
* * *
Kendisinin herhangi bir davası olmayan, hükümet içinde denge unsuru olduğunu hemen herkesin kabul ettiği Adalet Bakanı Cemil Çiçek de başta hakimler olmak üzere bazı devlet memurlarının dokunulmazlık haklarından dem vuruyor ve ideolojik olarak bir karpuz gibi ortadan ikiye bölünmüş ülkemizde herkesin dokunulmazlığının bir arada kalkması gerektiğini söylüyor.
Ben şahsen TCK 159 çerçevesinde açılan davalarda hakimlerin 'talep yüksek yerlerden, davayı açmazsak olmaz!' tavrı içinde hareket ettiklerini, bazı hakim veya savcılarımızın zorla açılan bu davalara gülüp geçtiklerini birkaç kez yaşamış bir kişi olarak Cemil Çiçek'e hak vermiyor değilim.
Eminim, sizlerin de benzer tecrübeleri vardır.
Bakan, haklarında ağır iddialar bulunan hakim ve savcılara bile dokunamadıklarını söylüyor.
Herkesin dokunulmazlığının bir arada kalkması için de Anayasa değişikliği gerekiyormuş.
* * *
Ancak, yine de milletvekili dokunulmazlığının kalkmaması durumunda Yüce Divan tartışmalarının sulanacağı, AKP'nin ciddi yaralar alacağı konusunda herkes hemfikir.
Bu dönemde yapılması gereken TBMM'nin bir tek istisna bırakmamak üzere ülkedeki tüm dokunulmazlıkları kaldırmasıdır.
Anayasa değişikliği gerektiren bu harekete AKP öncülük etmeli, CHP de TBMM'de AKP'ye yardımcı olmalıdır.
Yazının Devamını Oku
3 Ocak 2004
<B>DİKKAT </B>ederseniz; <B>Milli Görüş'</B>ten gelen partilerin içinde sanki asli görevleri partilerine zarar vermek olan <B>densizler</B> hep bulunuyor. Son densiz ise AKP Adıyaman Milletvekili Hüsrev Kutlu.
* * *
Fatih'te yaşanan sarıklı-cüppeli cenaze töreni de biz onları kanunen yok saysak da sosyolojik ömürlerini sürdüren tarikatların zaman zaman şova çevirdikleri gövde gösterisi.
Bütün bunlara tepki vermek ise çok doğal.
Milletvekilinin askerlik kurumu ile ilgili görüş belirtmesi Genelkurmay'a da cevap hakkı vermiştir.
Ancak ben bazı tepkilerin özünü yadırgıyorum.
* * *
1) Bu tür densiz sözler sarf edildiğinde bazı medyanın tepkisini ‘‘vatan elden gidiyor’’ seviyesinde nakletmesi bana onların ne kadar önyargılı ve analiz yeteneğinden yoksun olduklarını gösteriyor.
2) Yine bana göre, Genelkurmay Başkanı'nın, milletvekilinin kelamı ile cenaze töreni arasında bağlantı kurması ve duygularını ‘‘Bu tür söylemlerden ve olaylardan derin endişe duymaktayız’’ sözleri ile açıklaması bu abartılmış tepkilere önayak oldu. Bir söze tepki böyle ise, Kuzey Irak'ta askerin başına çuval geçerken, kırmızı çizgiler silinirken TSK'nın çok daha beter tepki vermesi gerekmez miydi?
3) Okuduklarım arasında bir gazeteci hariç (Fatih Altaylı) kimse tepki vermedi ama Kara Kuvvetleri Komutanı'nın Genelkurmay Başkanı'ndan önce konuşması da TSK'nın bize öğrettiği ‘‘emir komuta zinciri’’ söyleminin bizzat bir komutan tarafından aşılması değil mi?
* * *
4) Benim esas şaşkınlığım ise yine okuduklarım arasında sadece bir gazetenin (Radikal) gerektiği gibi vurguladığı şekilde Diyarbakır'da yaşanan bir garabete ‘‘vatanı herkesten çok seven yazarların’’ ve TSK'nın tepkisiz kalması.
* * *
Orada söylenmiş bir söz değil, bizzat hayata geçirilen bir uygulama var.
TBMM'nin çıkardığı bir kanunla Kürtçe isim almak serbest bırakılıyor ama Diyarbakır Jandarma Komutanı bu hakkı kullanmak üzere başvuru yapanların isimlerini savcılıktan istiyor ve nasıl bir savcı ise o da isimleri veriyor.
Açıkçası, komutan şahsi yorumu ile ‘‘potansiyel tehlike’’ gördüğü vatandaşlarımızı fişliyor.
Bu hareketi ile TBMM'nin çıkardığı bir kanunu hiçe sayıyor, TBMM'yi vatandaşı önünde küçük düşürüyor, Türkiye Cumhuriyeti'ni dünyaya kanunları iplenmeyen ‘‘ciddiyetsiz bir devlet’’ olarak ilan ediyor ve yetkisini aşarak ‘‘durumdan vazife çıkarıyor’’.
Bu olay karşısında medya suspus, ne Kara Kuvvetleri Komutanı ne de Genelkurmay Başkanı derin endişe içinde!
‘‘Laikliği korumak’’ adına zaman zaman görüş yayınlayan Genelkurmay'ın, AB'nin çetrefilli yolunda, ara sıra da ‘‘özgürlükleri savunan’’ ve TBMM kararlarına saygıyı koruyan görüşler yayınlamasını da ben bekliyorum.
Yazının Devamını Oku 
1 Ocak 2004
<B>İNANIN,</B> akşamdan kalma bulanık zihninizi daha beter karıştırmak için yazmıyorum. Sizlerle kafa da bulmuyorum.
Zaman kavramı açısından en önemli gün bugün olduğu için bu yazıyı bugün yazıyorum.
Zaman yoktur!
2003 yoktu, 2004 de olmayacak!
Bunlar sadece zihnimizde uydurduğumuz tasnifler.
Aksi halde çevremizi kavrayamıyoruz.
Biz dönüşe dönüşe kendini tekrar eden tabiatı, kullanıldığı için eskiyen vücudumuzu anlamlandırmak, hayatta senkronize yaşama ihtiyacını (aynı anda işe gelmek ve aynı anda işten ayrılmak!) gidermek vb. nedenlerle tamamen zihinimizde uydurduğumuz bir tasnifle zaman kavramı ile yaşıyoruz.
* * *
Ancak, zaman kavramı da dönüp dolaşıp zihnimizi karıştırmıyor mu? Şu cümlelere nasıl anlam veriyor, bu cümleleri nasıl kavrıyorsunuz?
‘‘Dünyanın geçmiş tarihi takriben 40 milyar yıla dayanır, dünyanın takriben 40 milyar yıl da geleceği var.’’
Şimdi bu izafi cümleye dayanarak birisi ‘‘her varlık gibi dünyanın da sonu var’’ dese aklen yalnış olmaz, ama bu sözün bizlerin kavram koordinatlarımız açısından anlamı da olmaz.
‘‘Takriben 80 milyar yıl ömrü olan dünyada insanların iyimser bir tahminle 80 yıllık bir ömrü vardır’’ cümlesi ise 80 yıl bize göre uzun bir ömür olmasına rağmen, ‘‘uzun yaşam’’ kavramı bu cümlede anlamını yitiriyor, hayatı nerede ise anlamsız bir hale getiriyor.
Öte yanda 80 milyar içinde 35 yaşında ölen insan ile 80 yaşında ölen iki insanın dünyada yaşama payları, yine zihinsel bir faaliyet ile ürettiğimiz aritmetik açısından hiçbir fark taşımaz.
Allah aşkına aritmetiksel oran olarak ‘‘35/80 milyar yıl’’ ile ‘‘80/80 milyar yıl’’ arasında ne fark var ki?
* * *
Üstelik, sadece zihnimizde olduğu için ‘‘zaman’’ı yaşamayız da.
Biz sadece ‘‘an’’da yaşarız.
Yaşanan; birbiri ardına akıp giden, bize sanki hiç kendisini tekrar etmiyormuş gibi gözüken ‘‘an’’lardır.
Takip etmiş olanlara bilir; Hürriyet-İnsan Kaynakları gazetesindeki köşemde sık sık yazıyorum.
Asıl olan ‘‘an’’dır!
‘‘Salise’’dir, ‘‘şimdi’’dir!
Bunun dışında her şey zihindedir.
‘‘Geçmiş’’ de, ‘‘gelecek’’ de!
‘‘60x60x60x24x365’’ten oluşan 2004'ü de sadece saliseleri içinde yaşayacağız.
* * *
Bunları böyle yeni bir günde, insanlar daha bir gece evvelin rehavetini üzerlerinden atamadan neden yazdım?
‘‘An’’ içinde zihnin kavradıkları veya bize kavrattıkları dışında başka mesajlar olabilir de ondan!
Yeni yılın ilk gününde gözlerinizi sadece bir ‘‘an’’ kapatın ve o ‘‘an’’ neler hissettiğinizi -düşündüğünüzü değil- kavramaya çalışın.
Belki de ‘‘an’’ın içinde hep orada olduğu halde dinlemediğimiz için farkında olmadığımız bir mesaj var.
Yazının Devamını Oku 
31 Aralık 2003
<B>ALIŞKINIZ,</B> ülkemizde her yıl <B>siyasetin</B> başaktörlerinden birisi muhakkak <B>TSK</B> olur. 2003'te de bazen benzer durumlar yaşadık.
Ancak, bana göre 2003 yılının en önemli özelliklerinden birisi siyaset-asker çatışmasının ve askerin siyasete müdahalesinin asgari seviyeye inmesidir.
MGK gibi siyasete müdahale etmenin tüm kanuni omurgasını taşıyan bir kurumun ‘‘görev tarifinin’’ altüst edildiği bu dönemde TSK'nın sivil siyaset ile çatışmamaya azami dikkat gösterdiğini gördük.
Ben 2003 yılında yaşadığımız bu yeni ve olumlu gelişmede en büyük katkının Genelkurmay Başkanı'ndan geldiğine inanıyorum.
Şahsi gözlemlerime göre, son yıllarda siyasete en uzak mesafede duran komutan Org. Hilmi Özkök olmuştur.
* * *
Ancak 2003 yılında da demokratik teamüllere ters düşen ve eski yıllar ile paralellik gösteren; TSK'yı kurum olarak bağlamasa da bizlere ‘‘yine mi!’’ dedirten çıkışlar da olmuştur.
Özellikle ağustos aylarında bazı komutanların emeklilik dönemi geldiğinde ‘‘Ne yapsak etsek de sandalyelerimizi yitirmesek!’’ kaygıları bu yıl da zuhur etti.
Kendileri başımızda olmazsa ülkenin mahvolacağını düşünen bu komutanların gayri resmi sözcülüğünü yapan gazete vasıtası ile ‘‘genç subaylar’’ çıkışları bu yıldan zihinlerde kalan bir olay oldu. Ama bu sefer gazete, eski yılların tersine, bizzat Genelkurmay Başkanı tarafından haberi yapan gazetecinin gözünün içine baka baka yalanlandı.
Şimdi genç-emekliler de bunların arasına katıldılar ve darbenin akıbeti üzerine görülmüş rüyalarını, bakılmış fallarını birbirlerine anlatıyorlar.
* * *
Ağustos 2003 ardından TSK'nın sivil siyasetten tamamen uzaklaştığını söylemek de mümkün değil.
Hálá siyasileri askeri tonla uyarma hakkını kendinde gören komutanlarımız var.
Diyarbakır'daki Jandarma Komutanı'nın yaptığı gibi, kendini TBMM'nin üzerinde görerek, Kürtçe isim almak hakkını kullanmak isteyen vatandaşları potansiyel tehlike addetmeye devam ediyorlar.
* * *
Ancak 2003 yılında TSK içinde bu kurumun ‘‘görev tarifini’’ zorlayan seslerin asgari düzeye indiğini inkár edemeyiz.
* * *
2003'te ülkeyi diğerlerinden daha fazla seven insanların her sektörde azaldığı bir döneme girdik.
TSK da bu konuda azami gayret gösterdi.
İnanıyorum ki, ülkemizde herkesin sadece kendi mesleğini icra edeceği bir dönem 2004 yılında kendini daha güçlü hissettirecek.
* * *
AKP'nin damgasını vurduğu 2003 yılı; bu aykırı partiyi iktidara taşıyan yeni koşullar çerçevesinde medya ve TSK gibi kurumların da kendilerini irdelemek zorunda olacakları bir dönemin başlangıç yılı olmuştur.
Yazının Devamını Oku 
29 Aralık 2003
<B>2003 </B>yılına damgasını vuran <B>AKP</B> ise; bu durumu şu veya bu görüşle kitlelere aktarmaya çalışan <B>medya</B> da, sadece olanları<B> nakleden</B> değil aynı zamanda şekillendiren <B>unsur</B> olarak yıla damga vurdu. Galiba, eğitim seviyesi düşük ülkelerde medyanın görev tarifi amacı aşıyor ve medyanın üzerine istiap haddinin üzerinde sorumluluk ve yetki biniyor.
Medya bu sorumluluğu taşımaya genellikle gayret gösteriyor ama bazen abartıyor, bazen de altında kalıyor.
Bazılarımızın haddini aşıp, yetkilerini istismar ettiği durumlar da var.
* * *
Türkiye 1999'dan beri büyük bir özeleştiri, temizlik ve yeniden yapılanma dönemi içine girdi.
3 Kasım seçimleri işte bu dönemin dışavurumu, açığa çıkışıdır.
Bu dönemde başta bankacılık olmak üzere, iş hayatı ve önemle siyaset büyük dersler aldı, oyuncular büyük çapta değişti.
Bu arada medya sahipliği konusunda da bazı değişiklikler oldu ama bence:
Medya yaşadığımız büyük devinimden gereken seviyede ders almadı.
* * *
1) Medyanın bir bölümü, özellikle bazı köşe yazarları, iktidar değişikliği ile, 2003 yılında da daha evvel hep yaptıklarını yaptılar:
Yeni iktidar hakkındaki kanaatlerini ters yüz ettiler.
Daha açık yazalım, taraf değiştirdiler!
AKP iktidarı öncesinde bu partiyi hakkı ile eleştirenleri kastetmiyorum; partiye hakaret edenler, Erdoğan'ın hapis cezasını kutsayanlar, onu ülke için en büyük tehlike görenlerin bir kısmı şimdi aksi duygudalar.
Yanlıştan dönülür ama özeleştiri ile birlikte dönülür, değişen rüzgárlarla değil!
2) Bazı gazeteciler ise hiç değişmediler. Tutarlı olmak çok iyi bir şeydir ama yerleşik kanaati için verileri tahrif etmek, entelektüel olmak iddiasındaki insanlara hiç yakışmıyor.
Bazılarının daha önce yazdıklarını temcit pilavı gibi tekrar tekrar aynen yazmaları, mesleğimizin en büyük sermayesi olan entelektüel kapasitemizi sorgulatıyor, hepimizin muhtaç olduğu güvenilirliği zedeliyor.
* * *
3) Şahsen İslamcı basının entelektüel kapasitesi 11 Eylül'den sonra ilgi alanım dışına çıktığı için bu yazarları irdelemeye değer bulmuyorum.
Yazının Devamını Oku 
27 Aralık 2003
<B>YILIN </B>son üç yazısını, üç kurum çerçevesinde 2003 yılının değerlendirilmesine ayıracağım. Açıkçası aklımda <B>AKP</B>, <B>medya</B> ve <B>TSK</B> var. AKP ile başlayalım.
* * *
Herkes AKP iktidarının 2003 yılının en önemli olayı olduğunu kabul edecektir, ancak bu gelişimin iyi veya kötü olduğu konusunda kafalar karışık.
AKP iktidarını kötü bir gelişme olarak görenler hemen tüm analizlerinde bir tek iddiaya dayanıyorlar:
AKP'nin gizli hedefleri var ve bu parti sinsi politikaları ile ülkeyi adım adım İslamcı yönetime taşıyor.
AKP'lilerin de genellikle ‘‘savunma’’ refleksinden kurtulamadıklarını görüyoruz:
‘‘Vallahi değiştik!’’
AKP muhalifleri tek boyutlu düşünmekten kurtulamıyorlar.
Ancak...
İktidar da artık iktidar olduğunu hakkı ile anlamadı!
* * *
Ben AKP olgusuna en başından beri değişik bir açıdan bakıyorum. AKP iktidarı:
i) Ülkemizde Anadolu burjuvazisi ile Ankara-İstanbul ittifakına dayanan yerleşik burjuvazi arasında yaşanan bir yeniden paylaşım mücadelesidir.
ii) Dünyada Müslüman ülkelerin küresel dünyaya katılma denemesidir.
* * *
Son 20 yılda Anadolu'da yaşanan muazzam değişimi ve küresel dünyanın kendi dinamiklerini anlamayan sözüm ona enteller ‘‘AKP olayına’’ eski reflekslerle bakmaya mahkumdurlar.
Öte yanda, meselenin yeniden paylaşım mücadelesi olduğunu fark eden yerleşik burjuvazinin bir kısmı son yıllarda küresel teknolojiyi hedefleyerek pazarlarını büyütmeye/değiştirmeye çalışıyor, bir kısmı da sinsi sinsi entelleri kışkırtıyor.
AKP'ye karşı bilinçli mücadele veren yerleşik burjuvazi artıklarının en büyük müttefikleri ise çoğunluğu şimdi emekli olmuş asker-hukukçu ‘‘darbeli kıraathane müdavimleri’’.
Sevinerek görüyorum ki, yerleşik burjuvazinin küresel dünyaya açılmaya hazırlanan yeni nesli, AKP ile müttefik olmasalar da, sınıfsal görevleri gereği demokrasi mücadelesine omuz veriyorlar.
* * *
Milli Görüş'ün kendi içinde ayrıştığını kabul etmek istemeyenler ise Anadolu'da Necmettin Erbakan'ın temsil ettiği ilkokul mezunu poturlu hacı babaların yerine MBA diploması sahibi kravatlı oğulların geçtiğini ve bu yeni sınıfın hem siyasette, hem ekonomide sadece katılım ve pay istediklerini görmüyorlar, görmek istemiyorlar.
* * *
2003 yılının Türkiye'sine baktığımda garabet bir resim görüyorum.
‘‘Gericiler’’ temsil ettikleri sınıf gereği ülkeyi ileri taşımaya çalışırken, Türkiye ve dünyadaki devinimin farkında olmayan ‘‘ilericiler’’ memleketi geriye çekmeye uğraşıyorlar.
Yazının Devamını Oku 
25 Aralık 2003
<B>KKTC'</B>de yeni hükümet kurulup hükümetin <B>Annan Planı'</B>na göstereceği yaklaşım belli olana dek Kıbrıs hakkında yazmaya devam edeceğim. Zira, Kıbrıs sorunu:
a) Türkiye'nin AB üyeliğini.
b) Türkiye'de kimin iktidar olduğunu.
c) Türkiye'nin değişim sürecine devam edip etmeyeceğini birlikte tarif ediyor.
* * *
Bugüne dek Kıbrıs yazılarımda daha çok statükoyu eleştirdim.
Ancak, Şerif Mardin Hoca'nın kulakları çınlasın.
Biz onun derslerinde ‘‘emperyalizmin mazlum ülkeleri, bu arada Türkiye'yi kavuran gücünden’’ dem vururken o ‘‘siz hep bıçağın ne kadar keskin olduğunu söylüyorsunuz, ekmeğin neden bu kadar yumuşak olduğunu araştırmıyorsunuz’’ derdi.
AKP hükümeti ekonomi alanında, uyum paketlerinde başarılı ama sık sık tekrar ediyorum; dış politika konularında başarısız.
Dış politikada Türkiye'nin önü iki alanda tıkanıyor:
1) Dışişleri Bakanı, kendi bakanlığındaki statükonun etki alanı dışına çıkamıyor.
2) Irak ve Kıbrıs konularında hükümet kendi geleceği ile taban arasında sıkışıyor.
* * *
1 Mart tezkeresinde dönemin başbakanı ‘‘Müslümanlara silah çekemeyiz’’ diyen taban karşısında risk alamayınca ülke, dış politikasız kaldı.
Kıbrıs konusunda da ‘‘Kıbrıs'ı verir de AB'yi alamazsak taban bizi boşar’’ diye düşünen hükümet bocalıyor.
Hükümetin Kıbrıs konusunda bir dediği bir dediğini tutmuyor.
Bir yıldır, kendi kafası karışık olduğu için, Kıbrıs konusunda kamuoyunu yönlendirmeye yönelik zerre kadar gayret gösteremeyen hükümet; KKTC seçimlerini çözümcü muhalefet kazanamayınca, umduğu gibi, kestaneleri ateşten toplamayı başkalarına ihale edemedi ve mangaldaki sıcak kestaneler kucağına düştü.
* * *
Şimdi hükümet iki tercihten birisinin riskini göğüslemek zorundadır.
1) Kıbrıs'ı Mayıs 2004'e dek çözebilir ama Aralık 2004'te AB'den müzakere tarihi alamayabilir.
2) Kıbrıs'ı Mayıs 2004'e dek çözmez ve Aralık 2004'te yine AB'den bu kez kesin olarak müzakere tarihi alamaz.
Artık Recep Tayyip Erdoğan Hükümeti'nin önünde üçüncü bir seçenek yok.
Aralık 2004 için, Mayıs 2004'te kimse hükümete garanti veremez.
Dünyadaki her hükümetin karşılaştığı gibi, TC Hükümeti de iki çatallı bir yolun ağzına geldi; ya o yöne, ya da bu yöne gidecek.
* * *
Erdoğan hükümetinin, artık birisini seçmek zorunda olduğu tercih ile garantili iş yapması mümkün değil.
Dünyanın hiçbir yerinde risksiz iktidar yok!
KKTC'de seçim sonrası dönen oyunlara bakınca hükümetin karşı karşıya olduğu durumu bir söz tarif ediyor:
Ya devlet başa, ya kuzgun leşe!
Yazının Devamını Oku 
24 Aralık 2003
<B>HEP </B>söyleniyordu. <B>Annan Planı</B> dışında bir de <B>Denktaş Planı</B> var ve <B>14 Aralık seçimleri</B> sonrası açıklanacak. Nihayet plan çıktı ortaya. Denktaş Planı'nın mantığı şöyle çalışıyor:
1) KKTC, statükonun son kalesi olarak; gerektiğinde her türlü aklın, izanın, hukukun dışına çıkılarak savunulmak zorundadır.
2) Rauf Denktaş, Türkiye'deki statükonun yetiştirdiği en nadide eserlerden olarak her şeyini borçlu olduğu statükoyu korumak uğruna gücünün son damlasına dek ‘‘çözümsüzlük çözümdür’’ ilkesini savunmak zorundadır.
3) 14 Aralık seçimlerinden çıkan netice, statükonun meclis içinde korunmasını hemen hemen imkánsız kılmıştır.
UBP+DP artık kendi aralarında hükümet kuramıyor.
Kaldı ki, seçimlerden CTP birinci parti çıktığına göre, hükümeti Mehmet Ali Talat'ın kurması, daha doğrusu görevin önce ona verilmesi eşyanın tabiatına uygun.
* * *
Bu mantığa göre Denktaş Planı diyor ki:
Hükümet anayasanın tanıdığı 2 aylık sürede kurulmamalıdır.
İki aylık eşik, hükümet kurulamadan atlatılırsa, Cumhurbaşkanı sıfatı ile Rauf Denktaş seçimleri yenileyebilir.
İki aylık süre; takvimleri 15 Şubat 2004'e taşır, 45 gün de yenilenecek seçimler için ek süre olarak ayrılırsa seçim tarihi 1 Nisan'a sarkar.
1 Nisan'a varıldığında zaten Kıbrıs Cumhuriyeti'nin Rum Kesimi olarak AB'ye gireceği 1 Mayıs 2004'e ulaşılmış olur, Annan Planı çöpe atılır, Kıbrıs çözümsüz kalır, Türkiye AB'ye veda eder.
Rauf Denktaş görevini tamamlar, statüko Türkiye'yi içine kapama hedefine ulaşır, sıra AKP'nin üç parçaya bölünerek düşürülmesine gelir.
Ocak 2005'te ‘‘milli hükümet’’ hayata geçirilir.
* * *
Hükümet kurdurmama programı nasıl uygulanacak?
a) Dikkatler hükümetin kuruluşu dışında başka konulara çekilecek: Örneğin: Müzakerecinin statüsü ve kimliği.
b) Hükümetin kuruluşu ile ilgili olarak ‘‘imkánsız formüller’’ ortaya atılacak.
* * *
a) Rauf Denktaş'ın müzakereci sıfatı eski hükümetin istifası ile düştüğü ve anayasa gereği yeni müzakereci(ler)in yeni hükümet tarafından atanacağı açık olmasına rağmen Rauf Denktaş ‘‘müzakereci kim olcak?’’ sorusunu öne çekiyor, bu konu çerçevesinde ateşli polemikler yaratıyor ve hem AKP hükümetinin, hem de kamunun dikkatlerini esas soru olan ‘‘hükümet nasıl kurulacak?’’ sorusunun dışına taşıyor.
b) Çözümsüzlükten yana olan Derviş Eroğlu (UBP) ve Serdar Denktaş (DP) bir yandan yeni hükümetin kurulmasını istermiş gibi yaparken, diğer yandan milli hükümet (CTP+UBP+BDH+DP), diğer yandan CTP+UBP koalisyonları önerileri ile ‘‘olmazı isteyerek’’ çözümden yana olan Mehmet Ali Talat (CTP) ve Mustafa Akıncı'yı (BDH) köşeye sıkıştırmaya çalışıyorlar.
‘‘Çözümsüzlük çözümdür’’ şiarının son formülü KKTC'de hükümetin kurulmasına 2 ay engel olmaktır.
Bakalım TC Hükümeti bu oyunu yutacak mı?
Yazının Devamını Oku 