2 Şubat 2004
<B>BAYRAMLAR;</B> insanların birbirlerine <B>ulaşmak</B> ve <B>dokunmak</B> ihtiyaçlarına vesile yarattıkları için önemlidirler. Bu amaçla bayramlarda birbirlerimizi ziyaret eder, hatır sorar, gönül alırız. Hatta, mezarlık ziyaretleri ile kaybettiğimiz canlarımıza ulaşmaya ve dokunmaya uğraşırız.
Ziyaret edemediklerimiz için ise teknolojiden ve posta hizmetlerinden faydalanıyoruz.
* * *
Önce bayram kartları vardı, bayram öncesi postane önündeki sergilerden her bir dostumuza uygun bulduğumuz tebrik kartını özenle seçer, evde her birisi için yine uygun sözler arar, duygularımızı dolmakalemimizle kartın arkasına itina ile işlerdik.
Kartı yine posta idaresine götürür, oradan yollardık.
Bayramlarda aldığım bazı kartları, arkasındaki söz veya önündeki manzara için sakladığım çok olmuştur.
* * *
Sonra işin içine teknoloji girdi. İyi de oldu, bayram sabahı sıladaki akrabalarımızın telefon numaralarını şehirlerarası santrala yazdırır, üç dört saat bekledikten sonra sevdiğimize, saydığımıza iki üç dakika dokunurduk. Dakikalar hemen tükenir, telefon yüzümüze kapandıktan sonra yüreğimizi hasret dağlardı:
Sılaya bir evin bacası olsam!
Yad ellerde bayram zor iştir, el oğlu size ne dokunur ne de sizi işitir.
Canım anama ulaşmak için ABD'de telefon başında saatlerce beklediğimi hatırlıyorum:
Bir tanecik oğlum, Allah zihnini açsın, gücüne güç katsın!
İşte bu basit sözü duymak için telefon başında saatlerce beklerdim.
Aynı sözleri aynı insandan bir kez daha duymak için artık neler vermem!
Sonra da zamanında adına otomatik telefon dediğimiz, şimdiki gençlerin ‘‘Zaten başka türlü telefon var mıydı ki?’’ diye sorgulayacakları santralsız telefon icat edildi.
Valla aynen şehir içi telefon gibi, cart çeviriyorsun, cırt sıladaki karşında!
Santralsız telefonla babamı ilk kez aradığımda rahmetli İstanbul'a geldiğimi zannetmişti.
* * *
Daha sonra araç telefonları girdi hayatımıza. Bir ziyaretten diğerine giderken, arabadan sılayı arayıp, hal hatır sorduktan sonra hayır duası alabiliyordun.
Cep telefonları teknolojinin hayatımıza soktuğu en anlamlı ve en faydalı alettir.
Artık ucunda herhangi bir kablo olmayan telefon ile istediğimizi istediğimiz an arayabiliyor, ona her an ve her yerde ulaşıp dokunabiliyoruz.
Hepsi kabul, hepsi başımın tacı!
Ancak, cep telefonlarındaki hafızada telefon numaram olduğu için bana dokunmadan otomatik bir hareket ve kesme kalıp bir mesajla bana ulaşan dostlarım bana ne veriyorlar ki? Çoğunun adı bile yok mesajda.
Ruhu koparılmış, içi boş bir bayramı ne edeyim?
Din kardeşim olduğunu zannettiğim sevgili 0532-3216467:
Ben de senin bayramını en içten duygular ile kutlarım!
Yazının Devamını Oku 
31 Ocak 2004
<B>TÜRKİYE </B>Cumhuriyeti hükümeti tam bir yıl kaybettikten sonra nihayet harekete geçti ve <B>avantajı</B> ele geçirdi. Başından beri söylüyoruz; özü itibarıyla Annan Planı, Rum kesiminin AB üyeliği söz konusu olduğu için, onlardan daha fazla taviz istiyordu.
Eğer, 2002 yılı sonunda Rauf Denktaş-Mümtaz Soysal ikilisinin kör inadı tutmasa idi, müzakere masasından kaçan Türk tarafı değil Rum tarafı olacaktı.
Nitekim, geçen ilkbaharda Hürriyet olarak ziyaret ettiğimizde, o zamanki Kıbrıs Rum kesimi lideri Klerides'e, ‘‘Eğer Annan Planı'nı oylamak zorunda kalsa idiniz, ne yapardınız?’’ diye sormuştum.
Klerides önce ‘‘Rauf kardeşinin’’ yılbaşında müzakere masasına oturmayarak, kendisine çok büyük bir yeni yıl hediyesi verdiğini söylemiş ve sonra ‘‘O durumda AB üyeliği ile Annan Planı'nı tek oyla referanduma sunar, acı ilacı tatlı şekerin içine koyardım’’ diye cevap vermişti.
* * *
Şimdi Türk tarafı, Kofi Annan'ın yardımcısı De Seto'nun arabuluculuk görevini reddediyor, ona güvenini yitirdiğini belirtiyor.
Belli ki, iki ülke arasında daha önce kararlaştırılmış. Erdoğan BM'den yeni bir arabulucu istiyor, ABD de Annan'ı kırmadan, tarif edilmeyen bir unvanla, Powell'ı ortaya koyuyor.
Buna en çok biz seviniyoruz, zira başarılı atağımızın ardından, artık Rum tarafı karşısında bizi değil, ABD'yi bulacak.
Ancak, arabulucukta kilit kelime güven haline gelince, orada durup nefeslenmek gerek!
* * *
Geçenlerde katıldığım ve işadamları ile bazı gazetecilerin bulunduğu bir toplantıda, Rauf Denktaş'a güvenen bir adet Allah'ın kulu çıkmadı.
Bırakın Rumları, bırakın diğer ülkeleri; Türkler bile Rauf Denktaş'a ‘‘gerçekçi bir müzakere’’ yapacağı konusunda güvenmiyorlar.
Son Alicengiz oyununu KKTC'deki Mehmet Ali Talat hükümetine, mahdumun 3 adet ‘‘geçersiz’’ bakan vermesi ile oynayan, şu andaki KKTC hükümetini hukuken geçersiz kılan Rauf Denktaş'ın, aklen ve ruhen müzakere yapmaya müsait olmadığı Demirel'in Fırat'taki sağır çobanına bile malum.
Batırdığı bankanın davalarından habire yırtan ‘‘dünür’’ün (Serdar Denktaş'ın kayınpederi Salih Boyacı) şimdi aniden mahkûm olması, Denktaş'ın ‘‘barış sonrası’’ için bazı tedbirleri aldığını gösteriyor ama Denktaş herhangi bir şeffaf ortamda oldukça zor sorular ile karşılaşacağını da pekálá biliyor.
Rauf Denktaş'ın ‘‘meseleyi’’ çözmesi için samimi gayret göstermesi eşyanın tabiatına aykırı.
* * *
Ancak, Rauf Denktaş da, Mümtaz Soysal gibi, Kıbrıs tartışmalarından dışlanmasına rağmen, duyarsız.
Aldığı mesajlar çerçevesinde ‘‘Gerekirse müzakerecilikten ayrılırım’’ sözünü çoktan hayata geçirmesi gerekirdi.
Ama o oralı değil!
Rauf Denktaş ile masaya oturacak Türk tarafının en haklı itirazında bile yine ‘‘mızıkçılıkla’’ suçlanacağı açık.
Madem o yapmıyor, yetkililer gerekeni yapmalıdırlar.
Yazının Devamını Oku 
29 Ocak 2004
<B>ÖZEL Okullar Derneği'</B>nin artık bir gelenek haline getirdiği <B>Antalya Sempozyumu'</B>nda bu yıl tartışılanlar benim zihnimde şu kanaatleri oluşturdu veya pekiştirdi. 1) 21. yüzyıla giden Türkiye'de eğitimin merkezi bir yapıda inat ederek sürdürülmesi imkánsızdır.
Eğitim ivedilikle yerel yönetimlere devredilmelidir.
Yerel ihtiyaçlar ile küresel dayatmaları bir arada hazmetmeyecek, baş döndüren, hızla değişen teknolojiye anında tepki vermeyecek eğitim 21. yüzyıla katiyen yetişemez.
Bu açıdan iddialı bir ‘‘kamu reformu’’na soyunan hükümetin, eğitimi yerel yönetimlere devretmeyerek bu konuda statükoya mağlup olması, ‘‘iktidar olma’’ iddialarıyla çelişmektedir.
2) Eğitimde merkezi yapının görevi araştırma-geliştirme (talim-terbiye), standart ve norm geliştirme ve denetim ile sınırlı olmalıdır. (Genelkurmay!)
Elinde yasama-yargı-yürütme yetkisini tutan merkezin, yerel yetkililerden korkması akıl ile izah edilemez.
3) Bedava eğitim safsatası Anayasa'nın eşitlik ilkesini değil pekiştirmek, daha beter bozmaktadır. Devletin büyük şehirlerin zengin muhitlerinde bedava eğitim hizmeti vermesi; vergi mükellefine darbe, esas hak sahibine de büyük haksızlıktır.
* * *
4) Devletin asli görevi sadece ödeme gücü olmayan ailelerin okul ücretlerini karşılamaktır. Eğer eğitim paralı olur ve ödeme gücü olanlar ödemeyi yaparlarsa, ödeme güçlüğü çeken ailelere daha fazla kaynak ayrılabilecek, böylece bu ailelerin sadece okul ücretleri ödenmeyecek, ayrıca onlara defter-kitap-harçlık yardımı yapılabilecektir.
5) İster özel, ister kamu karşılasın, eğitim hizmeti de bir üretim faaliyetidir.
Okulların arzulandığı gibi verimlilik ve kalite kavramları ile bezenmesi isteniyorsa, tüm eksikliklerine rağmen daha iyisini öneremediğimiz piyasa koşulları okullara da yön veren asıl yönerge olmalıdır.
Okullar kendi ücretlerini kendileri tayin edebilmeli, öğretmen istihdamını ve ücretlendirilmesini öğretmen-veli-yönetici üçleminde kendi yapabilmelidir.
* * *
6) Böyle bir anlayışın başarılı olabilmesi için eğitim kurumunun eğitim yönetimi konusuna daha çağdaş ve profesyonel bir gözle bakması lazımdır.
Okul müdürü tecrübeli öğretmenden çok daha fazla bir insandır.
7) Özel okullarda (veya paralı kurumlarda) öğrenci okutan veliler, ödedikleri vergilerin eğitime giden payını ödememelidirler. Aksi halde şimdi olduğu gibi çifte ödeme yapılmaktadır.
Örneğin; eğer eğitimin bütçede payı % 15 ise, eğitilmiş insanın katma değerinin 2/5'inin kendine kaldığı, 3/5'inin kamuya mal olduğu varsayımı ile bu veliler 0.15x0.40 (2/5)= % 6 daha az vergi ödeme hakkına sahip olmalıdırlar.
* * *
Tüm varlığım ile inanıyorum ki, Türkiye'nin 21. yüzyılda hangi ligde oynayacağına ivedilikle eğitim kurumu karar verecektir.
Yazının Devamını Oku 
28 Ocak 2004
<B>EĞİTİM </B>üzerine yazdığım ilk yazıda, pazartesi günü, eğitim sistemimizin nasıl bir insan tipi öngördüğünü belirtmiştim: Asli niteliği devlete bağlılık olan, sorgusuz emir almayı öğrenmiş, emir tekrarında ihtisaslaşmış, ezberi güçlü, bürokratik elite biat etmeyi hazmetmiş memurlar!
Peki küresel dünya nasıl bir dünya?
Tek ve her santimetrekaresi ulaşılabilir ve bilgiye ulaşım maliyetinin sıfıra yaklaştığı bir dünya.
Artık dünyadaki en ücra nokta, bir diğer ücra noktaya mal veya hizmet satabiliyor, bilgi çağı internet üzerinden her türlü bilgiyi dünyanın her bir noktasına ulaştırıyor.
* * *
Böyle bir dünya nasıl bir insan tipi dayatıyor?
Önlenemez, kaçınılamaz kıyasıya bir rekabete dayanabilecek,
Bilgiye ezber çekmiş değil, onu yorumlayarak farkını ortaya koyacak,
En önemli niteliği ekonomik performansı olan,
Verimlilik ve etkinlik şiarı ile yetişmiş,
Bilgiye ulaşacak becerileri kazanmış ve ortak dili (İngilizce) kullanabilen,
Uluslararası normlara uygun şekilde ihtisaslaşmış,
Bilgi teknolojisinin dayattığı şeffaflığa ve hesap verilebilirliğe (demokrasi) göğüs gerebilecek insan!
Türk eğitim sistemi memur/güruh/cemaat/teba üretmeye çalışırken ve bu amacına büyük başarı ile ulaşırken küresel dünya bize insanımızı şahsiyet/birey yapmamız için dayatıyor.
* * *
Ancak insanımız şahsiyet/birey olursa:
Sorgulayan,
Şahsi tercihini ortaya koyan,
Yönetime doğrudan katılan,
Değişime kucak açan
bir tipoloji yaratacaktır.
Böyle bir insan tipolojisi sivil-asker bürokratik elitin başaktörleri olduğu statükonun işine gelmez.
Onlar eğitimin amacının küresel dünyanın dayattığı insan tipinin tam tersi olduğunu düşünmektedirler.
* * *
Her şeyden önce küresel dünyaya uygun insan yetiştirmek için eğitimin yapısının değişmesi gerekir.
Eğitim:
Merkez egemenliğinden kurtarılmalı, her bir okul birer üretim birimi olarak organize edilmeli ve birer kár-zarar merkezi olarak yönetilmelidir.
Eğitim evrensel değer ve bilgiler ile yerel ihtiyaçları aynı anda meczetmek zorundadır.
Üniversite giriş sınavlarını gelir dağılımında en tepe % 20'de bulunan ailelerin çocuklarının kazandığı, halbuki vergi yükünü 2'nci ve 3'üncü % 20'lik dilimin ödediği ülkemizde bedava eğitim fakirin zengini finanse etmesi gibi inanılmaz bir zırvayı yaratmaktadır. Eğitim paralı olmak zorundadır.
Devletin eğitimde görevi sadece araştırma, denetim, standart geliştirme ile sınırlanmalıdır.
Devlet; kamu veya özel okullarda okuyan öğrenciler arasında sadece ödeme gücü olmayan ailelerin okul ücretlerini ve diğer eğitim giderlerini karşılamalıdır.
Yazının Devamını Oku 
26 Ocak 2004
<B>GERÇİ İstanbul</B>'da tipiden kaçarken <B>Antalya</B>'da fırtınaya tutulduk ama artık <B>Özel Okullar Derneği</B>'nin bir gelenek haline getirdiği <B>Antalya Sempozyumlarında</B>, yılda birkaç gün için olsa bile, bir nebze olsun <B>dayatılan gündemin</B> dışına çıkma imkánını buluyor ve asıl ilgi alanım olan <B>insan</B> ve <B>eğitime</B> dönüyorum. Bu hafta üç yazımı eğitime ayıracağım. Özel Okullar ve Eğitim Yönetimi Sempozyumu'nda öğrendiklerimi ve bu sempozyumun bana düşündürdüklerini sizinle paylaşacağım.
Aldığım eğitim çerçevesinde geleceğe bakmayı, gelecek hakkında öngörülerde/tahminlerde bulunmayı, bu öngörüler çerçevesinde politika/öneriler üretmeyi çok seviyorum.
Örneğin, beni henüz dünyanın da ne olduğunu tam tarif edemediği ve girip girmemenin AB'nin aksine iradi değil mecburi olduğu; biz ona girmezsek dahi onun bizi ezeceği garanti olan küreselleşme olgusu beni daha çok cezbediyor, onu daha çok merak ediyor, onun hakkında düşünmeyi daha çok seviyorum.
* * *
Dünyada; 15-16. yüzyılda yaşanmış sanayi devriminden sonra yaşanan en büyük dönüşüm olan küreselleşmeyi şimdilik gözü bağlı insanların bir odaya kapatılmış fili hortumundan, bacağından, kulağından tutarak tarif etmesi gibi tarif ediyoruz ama hepimiz biliyoruz ki bu yeni mega-dalga muhakkak ki insanı yeni baştan inşa ediyor.
Ayrıca biliyoruz ki, küreselleşme bazı insanları ihya edeceği gibi, bazı insanları da berheva edecek.
Kimsenin iradi denetiminde olmayan küreselleşme insandan değişmesini, aynen sanayi devrimi gibi kendisine ayak uydurmasını istiyor, aksi halde ona yaşama hakkı vermeyeceğini açıkça beyan ediyor.
* * *
Küreselleşmeye karşı tedbirimizi nasıl alacağız?
İvedilikle eğitimle!
Yaptığı konuşma ile bu muazzam devrimin bilincinde olduğunu gösteren Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik sempozyumda yeni bir müfredat programı hazırlandığını ilan etti ama yıllar itibarıyla ben Türkiye'nin küreselleşmenin bilincinde politikalar ürettiğine dair pek bir ipucu görmedim.
Küreselleşme insandan ne istiyor?
Küreselleşme dünyanın her bir parçasını tek ve ulaşılabilir bir tek pazar yapıyor ve herkesin herkesin rakibi olacağı bu dünyada ekonomik performansı insanın en belirgin niteliği haline getiriyor.
Bilginin maliyetinin sıfıra indiği bir dünyada hesap verilebilirlik -demokrasi- ön plana çıkıyor.
Öz olarak; küreselleşme insandan kıyasıya yaşanacak bir rekabet ortamında farklı üretim yapabilecek bir birikim ve tek güvencesi verimlilik olacak bir yapısal gelişim istiyor.
Kısacası küreselleşme insandan şahsiyet/birey olmasını istiyor.
* * *
Peki bizim eğitim sistemimiz nasıl bir insan tipi öngörüyor?
Asli niteliği devlete bağlılık olan; sorgusuz emir almayı öğrenmiş, emir tekrarında ihtisaslaşmış, ezberi güçlü, bürokratik elite biat etmeyi hazımetmiş memurlar!
(devam edecek)
Yazının Devamını Oku 
24 Ocak 2004
<B>TABİİ </B>ki var! Türkiye'de <B>Marksist felsefeyi</B> hazmetmiş, Marksist düşünce sistematiğini ülke analizine uygulamaya çalışan, hatta bu felsefeye katkıda bulunan çok değerli arkadaşlarımız var. Ancak, bu kıymetli düşünürler cari Türk solu içinde etkin değiller, hatta onlar ortada sol olarak endam eden siyasilere herkesten fazla kızgınlar.
* * *
Solun, evrensel düzeyde en önemli özelliği, egemen sınıflara hizmet ettiğine inandığı ve gelir dağılımının emeğin aleyhine gelişmesinde en önemli sorunsal olarak gördüğü devlet aygıtına karşı tavır almasıdır.
Dünyada sol; devlet aygıtı karşıtı politikalar üretir.
Evrensel sol kendisine en büyük rakip olarak statükoyu görür.
Bizde ise cari sol, ister DSP olsun, ister CHP; evrensel solun reddettiği bu iki kavramı değil dışlamak, bizzat onun kucağına oturuyor.
Türkiye'de cari sol hem köküne kadar devletçi, hem de sıkı sıkıya statükocu!
* * *
Ayrıca Türkiye devlet-millet ikilemini çözememiş nadir ülkelerden birisidir.
Bu ülkede siyasiler devlet-millet çekişmesinde birinden birini tutmak zorundadır.
Ancak; ülkede devlete kafa tutarak millet tarafından baş tacı edilmiş siyasi liderler hep sağdan çıkmıştır.
Millet siyasilerde iki özelliği bir arada görmek istiyor:
1) Devlete karşı milletin yanında duracak.
2) Milletin değerlerine saygılı olacak.
Potansyel olarak, dünyada sola bağrını açmış nadir milletlerden birisidir Türk milleti.
Ancak, dünyada sola karşı en kapalı toplumlardan birisi yine Türklerdir.
Temsili demokrasilerde genel eğilim iktidarın yönetim yıpranmasına kapılıp oy payı olarak gerilmesi, muhalefetin ise saha kenarıda oturma avantajını kullanarak ilerlemesidir.
Hatta bir sonraki seçimlerde sadece birkaç puan gerileyecek iktidar kendisini başarılı sayar.
* * *
Bizde sol, muhalefette erimeyi de becerebilen nadir siyasi hareketlerden birisidir.
3 Kasım seçimlerinden önce ‘‘tesettürlüden de oy istiyorum’’ diyen, ancak 3 Kasım sonrası politikaları ile bu talebinin siyasi tarihin en büyük aldatmacalarından birisi olduğu ortaya çıkan CHP dünyadaki değişimden zerre kadar ders almadığını her geçen gün milletin gözüne sokuyor.
CHP, dinozorlaşmış akıl danelerine ısrarla millet karşıtı politikalar yaptırarak, eski Türk filmlerindeki veremli kız misali her geçen gün eriyor.
Çaresiz CHP şimdi de sefil bir yönteme başvuruyor:
Milleti; cumhuriyetçi ve cumhuriyet düşmanı olarak ikiye bölmek!
Cumhuriyet tarihinde bugüne dek bu kadar açık bir şekilde bölücülük yapan başka bir siyasi parti olmamıştır.
Yazının Devamını Oku 
22 Ocak 2004
<B>DÜNKÜ </B>yazımda <B>‘‘düşünce sistematiği’’</B> gelişmediği, insanlara analiz yapmak öğretilmediği için ülkede <B>kakofoni</B> yaşandığını yazdım. Analiz yapmadan hükme varılmasına örnek olarak da Ege Ordu Komutanı Orgeneral Hurşit Tolon'un Kıbrıs'ta ‘‘ver kurtul’’ diyenleri ‘‘vatan haini’’ olarak tasnif etmesini gösterdim.
Benim gibi bir sürü yazar da generale tepki verdi.
* * *
Belli ki, aldığı ağır eleştirilere canı sıkılan Hurşit Tolon, Fatih Altaylı'ya cevap verme ihtiyacı duymuş, açıklamasını yine dün Fatih Altaylı köşesinde yayınladı.
Orgeneral Hurşit Tolon diyor ki:
‘‘Ben kati surette çözüm isteyenleri hain diye tanımlamadım. Tam aksine, ben Kıbrıs'ta adil bir çözüm isteyenler arasındayım. Çözümsüzlüğü savunmak mümkün mü? Bakın ben o gün ne diyorum, ‘Ver kurtul diyen haindir' diyorum.’’
* * *
Aldığı eleştirileri ‘‘yanlış anlaşıldım’’ ruh halinde göğüslemeye çalışan general, maalesef niyetinin tam tersine, dün yazdıklarımı tekrar teyit ediyor:
‘‘Türkiye'de ‘eğitimin amacı devlete bağlı, emir almaya şartlanmış memur ruhlu insanlar üretmek' olduğu sürece koskoca komutanların, yazarların, yöneticilerin, siyasilerin sadece kalıplarla düşündüklerini, şartlı refleks tepkisi verdiklerini görüyoruz...’’
* * *
Şimdi Tolon'un ‘‘doğruluğu kendinden menkul’’ cevabına bakalım:
1) O da Kıbrıs'ta çözüm istiyormuş. Kıbrıs'ta sorun olduğu herkesçe malum olduğuna göre, kim çözüm istemez?
2) ‘‘Kıbrıs'ta adil çözüm istemek’’ sözü de sadece bir şablon/kalıp değil mi?
Tolon'un ‘‘adil çözüm’’ için önerileri neler?
3) ‘‘Çözümsüzlüğü savunmak mümkün mü?’’ diyor.
Zaten başka ne diyebilir ki!
4) ‘‘Bakın ben o gün ne diyorum, ‘Ver kurtul diyen haindir' diyorum.’’
Açıklamada kritik cümle bu.
Yine en başa dönüyoruz!
i) Koskoca general, ısrarlı olduğu konuda ayrıntıya girmek zorunda değil mi?
Kimler ‘‘ver kurtul’’ diyenler? Bu sonuca kimlerin hangi analizleri sonucunda varıyor?
ii) Ben de diyorum ki, bugüne kadar ‘‘ver kurtul’’ diye analiz yapan kimseye rastlamadım.
iii) Varsayalım ‘‘Annan Planı ne istiyorsa, aynen yerine getirelim’’ diyenler var.
General bu kişileri hangi hakla ‘‘hain’’ ilan ediyor?
Ona göre, bu kişiler yanlış düşünüyorsa, neden hain olsunlar?
Neden Hurşit Tolon böyle düşünenlerin hangi noktalarda yanıldığının, yanılgılarının hangi kötü sonuçları getireceğinin analizini yapmaz da bir şablona sığınır?
‘‘Cumhurbaşkanı hariç, benim gibi düşünmeyenler haindir!’’
* * *
Düşünmeyi bilmeyen insanlar bir türlü rakip olamıyorlar, sadece hasım olmayı beceriyorlar.
Yazının Devamını Oku 
21 Ocak 2004
<B>KOMUTANLAR </B>ayrı telden çalıyorlar. TSK'da ‘‘emir komuta zinciri’’ hak getire! TSK, Dışişleri'nden şüphe ediyor, Dışişleri de TSK'da bazı unsurları Kıbrıs'a taş koymakla suçluyor. Medya birbiri ile dövüşüyor.
Köşe yazarları söverek var olabiliyorlar.
Hiçbir şeyi beğenememek entellik sayılıyor.
‘‘Bazı medya’’ da hükümet ile kavgalı.
Köşe yazarları ya ‘‘yağdanlık’’, ya da ‘‘dogmatik’’.
Hükümet de neredeyse, arzuladığı gibi medyanın nasıl olacağına dair tamim yayınlayacak.
Yargı, medyaya ateş püskürüyor. Medya, yargıyı suçluyor.
Ortada zanlı var, suç yok; biri tutukluyor, diğeri salıveriyor!
Kıbrıs'ta koalisyon hükümeti son gün kuruluyor, hükümetin ilk icraatı ise bir ortağın diğerine kazık atması.
Karmakarışık bir Türkiye!
* * *
Her ülkede her konuda görüş ayrılığı vardır.
Taraflar tezlerini karşılıklı tokuştururlar.
Bir taraf diğer tarafı alt etmek için belge toplama yarışına girer, zeká ürünü polemikler yaratır.
Biz ise sadece şablonlar ile düşünüyor ve sadece itişiyoruz.
Bakıyorsunuz, koskoca bir komutanın akıl haritası sadece bir çizgiden oluşuyor:
Vatan haini!
Komutanın çeşitli çıkışlarından belli ki, fikirsel düzeyde analizi sevmiyor.
O sadece şablonlarla tepki verebiliyor.
Akıl koordinatlarına benzeyen yazarlar da aynı kelimeyi tekrar ederek görüş sahibi oluyorlar.
* * *
Neden bu kargaşa?
‘‘Menfaatler çatışıyor’’ da ondan!
Menfaatlerin çatışması ise AB üyeliği etrafında şekilleniyor.
İsim babası olduğum statüko, özünde bazı sivil ve askeri bürokrasiden ve onlara dışarıdan destek veren darbeli emeklilerden oluşuyor.
Bu kişiler, medyadan bazı dostları ile ülkeyi durdurmak için ellerinden geleni yapıyorlar.
Zira AB üyeliği, statükonun iflası, hatta intiharı demek.
Ancak, ‘‘kullanılan dil neden bu kadar sığ?’’ diye de sormak lazım.
Bunun cevabı ise maalesef ülkenin geneline yaygın bir tutum.
Felsefe geleneği olmayan bir toplumuz!
Okullarda insanlarımıza düşünmeyi, analiz yapmayı, fikir geliştirmeyi, soru sormayı, alınan bilgiden şüphe duymayı katiyen öğretmiyoruz.
Bilim felsefesinden zerre kadar nasibimizi almadığımız için neyin bilgi, neyin safsata olduğunu ayırt edemiyoruz.
Türkiye'de ‘‘eğitimin amacı devlete bağlı, emir almaya şartlanmış memur ruhlu insanlar üretmek’’ olduğu sürece koskoca komutanların, yazarların, yöneticilerin, siyasilerin sadece kalıplarla düşündüklerini, şartlı refleks tepkisi verdiklerini görüyoruz.
* * *
Düşünmeyi bilmeyen insanlar bir türlü rakip olamıyorlar, sadece hasım olmayı beceriyorlar.
Yazının Devamını Oku 